Kategori arşivi: Kişisel Gelişim

Ehline teslim

Bir iş yapılırken ve yapılacakken en iyi ve en güzel şekilde yapabilecek kişileri arar ve işimizi ehli ile yapmayı tercih ederiz. İnsanlığın kadim tarihi kadar eski ve kadim bir hükümdür işin ehline teslim edilmesi. Bu hükme göre hareket eden ve etmeyenlerin hayat imzaları atlas sayfalarda.

İşin ehline teslim edilmesinde inanç ve düşünce farkları nazara alınmaz ve alınmamalı. Bir işte bizden farklı düşünen kimselerin o işimizde ehil olması çok tabi bir şeydir. Bizim gibi düşünen ama tam anlamında işin ehli olmayan birisine işi sadece bizim gibi düşündüğü için vermek sonradan pişman olabilecek işlere sebep olabilir.

Sadece bizim gibi düşünmesi veya düşünmemesi bir işte tek tercih sebebi olmamalı. Bizim gibi düşünsün düşünmesin maddi veya manevi konularda işin ehline müracaat etmek ve imkanlar dahilinde ehline ulaşmak için elden gelen çabanın en iyisini yapmalıdır insan.

İnhisar düşüncesine sahip insanlar fikriyat ve zikriyatı aynı insanlarla dayanışma içindedir. Bu dayanışmaysa hakiki manada bir dayanışma değildir. Çünkü hakiki dayanışma insanı aldatmaz. İnsanın aldanması inhisar düşüncesinin meyvesidir.

Tatvil-i kelam etmemek için, her işi ehline ve ehli olana o işi teslim etmeliyiz.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

İncinme, Kırılma!

İnsan âleminin tarifini yapabilmek, yorumlayabilmek çok zordur. Bir pazılın parçaları gibi birbirine eşleşecek sabit parçaları yoktur çünkü. Birçok parça birçok parçanın eşi olabilmektedir bu pazılda. Parçalar bütün olduğundaysa her parça başka bir mana ve rengi ifade etmektedir.

Bir insanın hayatında pek çok insan bulunmaktadır. Hayat tarzı, mevkii birbirinden farklı olan. Bütün bunlar pazılın parçasıdır.

Her birimizin hayatı çeşitli renklerde ve farklı şiddetlerde sarsılmaktadır. Bu çalkalanmalar insan hayatını dengeye getirmektedir. Bu hadiseler yaşanırken insan ne kadar az incinir, kırılır, yıpranmaya gayret ederse o nispette istikametini muhafaza edecektir.

Hayatın hadiseleri şüphesiz ki, hepimizi yıpratıyor. Nice köklü dostluklar çatırdıyor, yıkılıyor, rencide oluyor. Hepimizin hayat hikâyesi bununla doludur.

Hayat hikâyemizde yeni dostluklar kurabilmek, kurulanları devam ettirebilmekse pazılın diğer parçalarından incinmemek, alınmamak ve kırılmamaktan geçmektedir.

İçtimai hayatın ve hizmet hayatının selametle ve istikametle devamı için bu şarttır.

Ferdîlerşen ve yalnızlaşan insanlar her türlü etkiye ve yönlendirilmeye açık hale gelmektedir. Çok tehlikeli sulara yelken açmaktadır. Toplum hayatından kendini soyutlamak belki en kolay yollardan birisidir. İnsanları belli yönlere kanalize etmek isteyenlerin ilk hamlesi budur. Yalnızlaştır ve yönet.

Hayatın her alanında, sahasında insanlar her şeye rağmen kenetlenmeyi, incinmemeyi, kırılıp alınmamayı öğrenmek ve becerebilmeye mecburdur.

İncinen, kırılan yalnızlaşır; yalnızlaşan insan her türlü hataya açıktır.

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

Bakış açısı

İnsanın maddi ve manevi hayatının merkezi kalptir. Maddi yani fiziki hayatın devamı kalbin çalışmasıyla mümkündür. İnsan bu sebeple kalp sıhhatine çok dikkat eder. Kalbe çeşitli sebeplerle aşırı yüklenme vs. olduğunda kalp krizi meydana gelir. İnsan hayatına bile mal olabiliyor, eskilerin tabiriyle sekt-i kalp.

Manevi hayatta ise kalp ve akıl mahall-i imandır.[1] Yani imanın merkezidir. Dikkat çeken bu iki latife insanın hem maddi hem de manevi hayatının merkezidir. Mülk ve melekut, zarf ile mazruf gibi yani.

Manevi yani enfüsi manada kalb, takva ile seyyiattan temizlenir temizlenmez hemen onun ardında iman ile tezyin edilmiş ve süslendirilmiştir.”[2]

Manevi hayatın ahirete aktığı her anda merkez olan kalbin durumu çok önemlidir. Çünkü kalp bir süzgeç gibidir. İstisnasız her şey ondan beslenir. Eğer kalp, iman ve niyet açısından sağlamsa yapılan işler ve dünyaya bakış açısı da müstakim olacaktır. Ama iman ve niyet açısından sağlam olmazsa o kalbin altına imza attığı işler de pek itimad edilmez bir durumda olacağını herkes bilir.

İnsan, iman ve takva ile kendini mücehhez edip donatırsa iman nuru ona cezb ve celp olacaktır zaten. Çünkü imanlı bir kalp eğer doğru bir eğitim ve istikamet alırsa fikri ve fiilleri de güzel olacaktır. İman zaten “her şeyi güzel, ünsiyetli gösteren şeffaf, berrak, nuranî bir gözlüktür.”[3] O halde her şeyi güzel görebilmek için insan bu bakış açısına sahip olmaya çalışmalıdır. Aksi taktirde her şeyi ya zıddıyla veya eksik görür.

Gerçekten bu çok önemli bir durum. Altı çizilmesi ve kalın harflerle yazılması lazım. İman bu hayatta insana bakış açısı kazandırıyor; ama doğru bakış açısı.

İnsan eğer doğru bir bakış açısı kazanamazsa ya aklı ön plana alır aklına yatmayan ne olursa olsun reddeder ya da bağnaz birisi olarak karşımıza çıkar. Bunun nice misallerini biraz dikkatle bakarsak içimizde görebiliyoruz.

İnsanın anlayışı, bakış açısı her şeyde hükümfermadır. Tabiki neticelerde buna göre çıkacaktır. Derler ya ne kersen onu biçersin diye.

Tabiki kimse ayranım ekşidir demez. Herkes elindeki şeyi kusursuz olarak görmek ve göstermek ister. Çünkü satıcı nazarı bunu gerektirir. Müşteri nazarı da daha düşüğe alabilmek için her şeyde kusur arar.

İnsan hayatında rabbani ve beşeri olarak bakış açısı kazandırmak için muhtelif yollar var. Rabbani yol Hz. Âdem (as) ile başlamış ve 124/224 bin peygamberle devam etmiş ve kıyamete kadar da bu yolun yolcuları devam edecektir.

Rahmani yolda kazanılan doğru bir bakış elbette ki insanın dünyevi uhrevi hayatında saadete vesile olacaktır. Tabidir ki ebedi hayatı kazandıracak olan bir yolda sıkıntılar olacaktır. Ama bu sıkıntı ebedi bir hayatın kazanılması içindir yoksa yolun kendinden değildir. Yani kıymetli bir netice içindir. Azalan bir ömürde değeri ve kıymeti artan bir semereye çalışıldığı için.

Beşeri/felsefi yolda da aklı ilk olarak ön plana alıp ortaya çıkan iblis/şeytan olmuştur. Menfi felsefenin de nice yolcuları oldu ve olacakta..

Rahmani ve şeytani olarak tabir edebileceğimiz bu satranç tahtasında doğru hamlelerle istenen hedefe gidebiliriz. Yanlış hamlelerle doğru hedefe gidilmeyeceği de herkesin malumu ve daha acısı hayat tecrübesidir.

İnsan hayatında yolun başında olan bugünün gençleri ve yarının toplumunda söz sahibi olacak olan gençleri şimdiden manen imha ve itlaf etmek için şeytan ve şakirdleri kollarını sıvamış çeşitli fikir akımlarını ki-izm’ler olarak karşımıza çıkıyor-  onların önüne şuurluca döküyor. Ya ona ya buna ya şuna birisine takılıp oltaya gelmesini istiyor. Neticesinde insana yanlış bir bakış ve durum kazandırıp maddi ve manevi hayatının perişan olmasına çalışıyorlar. Ama bu zehiri, bombayı en güzel şekilde süsleyip sunuyorlar.

Şeytani olan bu yolda her şey bir aldatma ve geçici zevkler ve lezzetler sunularak aldatmalar yapılmaktadır. Tabi balık zokayı yutunca artık acılar kendini gösterir ve iş işten geçmiştir. Badi harabil Basra..

Hülasa olarak belirtmek gerekirse, imanlı bir nazar daima nur ve nurani bakışaçısına, şeytani/felsefi bakış ise menfaat ve haz merkezli olup sadece bu hayatın kaliteli ve konforlu olmasına çalışıp ahireti zayi eder.

Rahmani yolda ilerleyen ve ilerlemek isteyen herkes doğru bir bakış açısı kazanmaya gayret etmek mecburiyetindedir. Yolda farkında olmadan çeşitli virajlara girip yanlış bir yere çıkabilir. Geri dönüşü çok zamana mal olur ve belki de dönemez.

Rabbim hakkı hak bilip hakka taraf olmayı, batılı batıl bilip ona uzak kalma şuuru, bakış açısını ahirzaman ümmetine ihsan etmesi temennisiyle

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Bkz Sözler (732), Lem’alar (77)

[2] İşarat-ül İ’caz ( 40 )

[3] Şualar ( 753 )

Fikren muktedir olmak-2

Fikren muktedir olmak-2 

İnsan, mevzuu yazılarımızın temelini teşkil ettiği bedihidir. Çünkü on sekiz bin alem hülasa olarak bizlerde dercedilmiştir ve marifetullah basamakları insanın kendini tanımasıyla adımlanmaktadır. Bu sebeple yazılarımız aynı noktaya doğru gitmektedir. Bu sebeple biz de kendimizce bu antika sanat eserine dair sarf-ı kelam ve kalem etmeye çalışıyoruz. 

Okuduklarımız, gördüklerimiz ve yorumlayıp hayatımıza kattığımız şeylerle aklımıza açılan kapıdan geçen manaları gösteriyoruz.  

“Bedahet derecesinde bir alâmet-i Kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa; o vakit kömür gibi bir istidad, elmas gibi bir istidad ile beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi’ olur.” (Sözler, 341) 

Sadece insan kendi istidatlarını kabiliyete inkılab ettirmekle mükellef değildir. Çünkü insan içtimai hayatın içinde yorulan ve yoğrulan sosyal bir mahlûktur. İnsanın kaderi olduğu gibi birbirine bağlı kaderler de var şu hayatta. Bu sebeple kendi köşesine çekilip şahsi kemâlat peşinde koşmak düşüncesi çok ama çok yanlış bir düşünce ve harekettir. 

Birçok şey paylaşmakla artar. Bunları herkes kendisine göre yorumlar. Bizler de Asr Suresini esas alıyoruz, salahiyet, hakkı ve sabrı tavsiye etmeyi. 

Fikren muktedir olabilmenin yolu, bu yolda yürürken fikren muktedir olmayı hedeflemiş insanlarla beraber yürümek ve bunu gaye edinmiş hür fikirli, taassuba karşı ve müstebid olmayan kimselerin sayısını çoğaltmaktır. 

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.org

İhlasın Hakikati, Sırları, Kazanma ve Muhafaza Yolları-2

İhlası Kazandıran Alt Yapılar

Bir kişinin ihlaslı olmasını sağlayan veyahut elde ettiği ihlası muhafaza ettiren çok sayıda yol ve çareler bulunmaktadır. Bunlardan 5 tanesi en temel vasıtalardır:

  1. Rabıta-yı Mevt ( Ölümünü Düşünmek )
  2. Îsar ( Başkasını Kendine Tercih Etmek )
  3. Tefâni ( Birbirinde Erimek )
  4. Fenâ-yı Hakikat ( Hakikatte Erimek )
  5. İmânî Tefekkür

Bu 5 özellik insanın iç dünyasında ihlasa aykırı yapıda bulunan merkezlerin tedavisine ve dengeye gelmesine yol açar. İhlasa aykırı yapılar ve onların kendilerini gösterdikleri, varlıklarını hissettirdikleri sahalar şu şekilde:

  • Nefs-i Emmâre ( Kötülüğü emreden nefis )——— > Menfaat ( Çıkar )
  • Şahsiyet ( Kişilik ve kişisellik )———————– > Meziyet ( Ayrıcalık )
  • Enâniyet ( Benlik )————————————– > Fazilet ( Üstünlük İddiası )
  • Heva ve Heves ( Baskın ve geçici arzular ) ——— > Lezzet-perestlik
  • Vehim ( Zihinsel kurgu yeteneği )——————– > Karanlık Düşünceler

Dinler tarihi boyunca görülmüştür ki, iman ile Allah’ı bulan, takva ve salih amel ile Allah için yaşamaya çalışan her kişi daima kendi iç dünyasında bu 5 merkezin seslerini ve taleplerini duymuştur. Eğer heva ve hevesi, nefs-i emmârenin; vehmi ise, enâniyetin bir özelliği olarak ele alırsak bu olumsuz merkezler 3 gruba iner. Kur’an hakiki bir mümin ve Allah’a dost olmanın kriteri olarak sık sık “ zulümâttan nura ” çıkma tabirini kullanır.[1] Bu ifadeyi bir kalıp olarak hiç değiştirmez. Dikkat edilirse “ zulümât ” çoğuldur. Arapça’da çoğulun en azı 3’tür. Yani 3 karanlık bölgeden geçmeden, kişi nûr âlemine çıkamıyor. Başka bir surenin bir ceninin anne karnında 3 karanlık bölgeden geçerek doğmasından bahsetmesi[2] ile bu tekrarlanan ifadeyi beraber ele alırsak, her bir insan nefis-şahsiyet-enâniyet şeklinde 3 karanlık bölgeden çıkma imtihanı ile karşı karşıyadır. Bu bölgelere Ali Şeriati, “ zindan ” der.[3] Yolun sonu ise, yepyeni bir âleme, o âlemin gerektirdiği özelliklere sahip olarak doğuştur.

Bu noktada İslam tarihi incelendiğinde görüyoruz ki, iç terbiye için çeşitli metodlar kullanılmıştır. Sahabe döneminde bu terbiye tefânî, sabır, cihad, zikir ve fikir merkezli olarak kompleks tarzda gerçekleşiyordu. Dönemin fakirlik, baskı ve işkenceleri de bu terbiyeyi destekliyordu. Tabiin ve Tebe-i Tabiin dönemlerinde, sabır ve cihad ile birlikte, yoğunlaştırılmış ibadetler ile bu terbiye yapılıyordu. Günümüze kadarki sonrası dönemde ise nefis tezkiyesi ve kalb tahareti amaçlı olarak yapılan sistematik çilehane terbiyeleri, zikir ve evradlar bu terbiyeyi vermeye çalışıyordu. Fakat ilim ve fikir ciheti yoğun bir tarzda, medrese kesiminde kalmış; çile ve zikir kısmı tekke ehli ve tasavvuf cephesinde yoğunlaşmıştı. Medrese uleması ve müderrislerinden tekke terbiyesi alan istisna şahsiyetler, her iki kanadı cem eden kişilikleri ile ümmette birlik ve beraberliği temin edip hakiki terbiyenin verdiği güzelliği gösteriyorlardı. Aziz Mahmud Hüdai, Akşemseddin, Yunus Emre ve Mevlana Celaleddin-i Rumi ( Kaddesallâhu Esrarehum ) gibi…

İhlasa eriştiren unsurları şöyle açabiliriz:

a) Rabıta-yı mevt: Râbıta, kişinin hakikat ile arasında bağ kurmasıdır. Mevt ise, ölüm ve hayatın sona ermesidir. Bu manada rabıta-yı mevt, kişinin ölüm hakikati üzerine ve kendi kişisel ölümü hakkında tefekkür edip odaklanmasıdır. Rabıta-yı mevt, kişiyi nefsinin oyunlarından kurtardığı gibi, onu dünyaya bağlayan uzun süreli arzularını da kırar. Hadiste bildirildiği gibi kişinin aldığı lezzetleri acılaştırır. Bu şekilde insanın lezzet-perest heva ve hevesini de terbiye eder.

Rabıta-yı mevt, İslam tarihi boyunca 2 tarzda yapılmış:

          1) Ehl-i tasavvufun yaptığı usul: Bu tarzda kişi şu an öldüğünü farz edip sonrasında cenazesinin yıkandığını, kabre konulduğunu ve dünyayı terk ettiğini düşünüyor. Bu rabıta-yı mevti onlar hayali bir tarzda yapmışlar. Bu usul çok kuvvetli olmasa da yine de etkili olmuştur.

           2) Ehl-i hakikatin yaptı usul:Her nefis ölümü tadacaktır[4] ve “ Sen de öleceksin ey Muhammed, onlar da ölecekler[5] âyetlerinden ölümün canlılar içi bir kanun olduğunu anlamak… Sonrasında bu kanunun kendisini de içine aldığını fikren görüp bir gün kesinlikle bitecek ömrünün son ânını aklın keskinliği içine görme metodudur. Bu tefekkürün bir adım ilerisi, kişinin yaşadığı asrının ve içindeki sevdiklerinin birer birer ölümünü görmesidir. Bir adım ilerisi ise, Kıyamet ânında insanın çok sevdiği bu dünyanın ölümünü görmesidir. Bu rabıta-yı mevt, kişiyi ihlasta en ileri seviyelere çıkarabilir. Sahabelerin rabıta-yı mevtleri bu tarzda idi.

b) Îsar: Sözlükte “bir şeyi veya bir kimseyi diğerine üstün tutma, tercih etme” mânasına gelen îsâr ahlâk terimi olarak “bir kimsenin, kendisi ihtiyaç içinde bulunsa bile sahip olduğu imkânları başkalarının ihtiyacını karşılamak üzere kullanması, başkasının yararı için fedakârlıkta bulunması” demektir. Haşir suresi 9. Âyette sahabelerin bir özelliği olarak belirtilir. Bu âyetin iniş sebebi şu şekilde:

Resulullah (s.a.v)’a bir adam geldi,

-“Ya Resulullah! ‘ Bana zaruret isabet etti ’ yani açlıktan dermansız kaldım” dedi. Resulullah (s.a.v) yakınlarına haber gönderdi, ancak onların yanlarında hiçbir şey bulunmadı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (asv),

Bu adamı bu gece misafir edecek kimse yok mu? Ki Allah ona rahmet buyursun dedi.

Derhal Ensâr’dan bir zât -ki Ebu Talhâ olduğu zikredilmiştir- ayağa kalktı,

-“Ben Ya Resulullah” diye cevap verdi. Ve adamı alıp hemen evine götürdü. Sonra da hanımına

Resulullah’ın misafirine ikram et diye tenbihde bulundu.
Hanımı, 

-“Vallahi benim yanımda bir kız çocuğumun yiyeceğinden başka bir şey yoktur” dedi. Kocası da ona,

O halde kız çocuğu akşam yemeği istediği zaman onu uyut, kandili de söndürüver, Resulullah’ın misafiri için biz bu geceyi aç geçiştiriverelim” dedi. Ve gerçekten öyle yaptılar.

Sonra o misafir, Resulullah (asm)’ın yanına vardı ve ona,

Bu gece Allah falan ve falandan son derece hoşnut oldu” dedi. Allah Teâlâ da onların hakkında bu âyeti indirdi. “Kendilerinde bir ihtiyaç olsa bile onları kendilerine tercih ederler.”[6]

Râbıta-yı mevt ve îsar, insanın “ Nefs-i emmâresi ” ni terbiye edip onu menfaatperestlikten, materyalistçe duygulardan ve cimrilikten kurtarır. Dünyanın fâniliğini, madde ve imkânların hayır yapma niyetiyle verildiğini, zenginliğin değil cömertliğin gaye olduğunu, kişinin günün birinde mal ve mülkünü geride bırakarak kabre gireceğini kişiye kesinkes gösterir. Bu 2 özellikle kişi, nefsini kirlerinden arındırıp sırat-ı müstakime getirir. Dikey yönde, bire bir boyutta bir ihlas elde eder.

c) Tefânî: Sözlükte birbirinde fâni, bir birinde yok olma Terim manasıyla kardeşlik esasına dayanan bir yola girmiş kişilerin bencilce hislerini unutarak birbirlerinin meziyetlerini ve hislerini kendininmiş düşüncesiyle yaşamaklarıdır. Meziyetler, kişinin şahsiyetinin, kişisellik algısı ve duygularının göründüğü pencerelerdir. Kişi kendini meziyetleriyle topluma göstermek ister. Bu ise problemlere sebep olur. Tefânî, insanın şahsî duygu ve düşüncelerinin sebep olduğu karanlıklar ve zulümlerden kişiyi kurtarır.

Bir ekip çalışmasında çok yetenekli ve meziyetli bir kişi bulunsa, ekip o kişinin vesilesiyle mükemmel bir ürün ortaya koyup sosyal başarı elde ederse, bu durumda başarının verdiği sevinç, sosyal itibar ve şeref ekipteki herkese bölüştürülür. Fakat bu kişi birden meydana çıkarak başarının kendi meziyetlerine dayandığını, o olmasa bu ekibin hiçbir ürün ortaya koyamayacağını delilleriyle bütün insanlara ispat etse bu durumda bütün takdirler, sosyal itibar ve şeref o şahsa odaklanır. Kendisi şeref ve itibarını yükseltirken grubundaki kardeşlerini şerefsiz ve itibarsız hale getirir. Bu kişinin haklı bir şekilde yaptığı bu sergileme ve elde ettiği şöhret bu kadar gaddarca ve zâlimce sonuçlara yol açtığından Said Nursi şöyle der:

“  Meziyetin varsa hafâ türâbında ( gizlilik toprağı altında ) kalsın, tâ neşvünemâ bulsun.

Ey zîhassa-i meşhure ( Ey meşhur bir özellik sahibi kişi ), taayyünle ( kendini göstererek ) zulmetme. Ger perde-i hafânın ( Eğer gizlilik perdesinin ) altında sen kalırsan, ihvânına ( kardeşlerine ) verirsin ihsan ve bereketi. Her bir ihvânın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihtimali, her birine celb eder bir nazar-ı hürmeti ( hürmet bakışını ). Eğer taayyün edip ( belirip ) perde altından çıksan, mükerrem iken ( değer veriliyor iken ) altında, üstünde zalim olursun. Güneş iken orada, burada gölge edersin, ihvânını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten…[7]

İnsanın kişiliği, buz parçasına benzer. Kişinin içinde bulunduğu organizasyon ise, küçük bir havuz gibidir. Ekip çalışmasının mükemmel sonuç vermesi, buz parçası hükmünde olan kişisel duygu ve düşüncelerin o havuzda erimesine tabidir. Kişisel algılarını kardeşlerinin duygu ve düşüncelerinde eriten kişi grubu sahiplenecek bir şuura yükselir ve grupla bütünleşir. Yani havuzlaşır. Bu durumda buz mantığı ile değil, su perspektifinden gruba bakmayı elde eder. Bu bakış, ekip arkadaşlarının meziyetlerini ona onunmuş gibi hissettirir. Onların başarısını kendi başarısı olarak yaşattırır. Tefâni düsturu kişiyi şefkatli, anlayışlı ve açık görüşlü kılar. Bu sayede kişiye “ Sosyal bir İhlas ” kazandırır. Kişi, şahsî duygu ve düşüncelerin zulüm ve karanlıklarından kurtulup ferdiyetin nurlu dengesine kavuşur.

d) Fenâ-yı Hakikat: Yani doğru ve hakikat karşısında bütün benliğiyle erime, teslim olma ve boynunu bükme Hakikat, zaman ve mekâna bağlı olmadığı için her zamanda ve mekânda, canlı-cansız, şuurlu-şuursuz her şeyde kendini gösterebilir. Hakikate fâni olma düsturu, kişiyi her şeyden ders alan, hakikati nerede görürse görsün hürmetle takdir eden bir seviyeye yükseltir. “ Hikmet müminin yitik malıdır. Onu bulduğu yerde alır [8] hadis-i şerifi, hakikatte fâni olma ufkunu gösterir. Her nesne ve kişi, böyle birisi için bir üstad ve bir mürşid olur. Bu konuda en çarpıcı örneklerden birisi Cüneyd-i Bağdadî Hz.leridir. Ona sorup derler ki:

– “Efendim, maneviyatta sizi kemale eriştiren mürşidiniz kim? ” O der ki:

– “ Beni bir kedi irşad etti. Kedinin bir deliğin önünde beklediğini gördüm, ne beklediğini anlamak için ben de onu bekledim. Beklemesi uzayınca usanıp gittim. Sonra tekrar tekrar dönüp baktım. Nihayet bir fare çıktı ve kedi avını yakalayıverdi. Demek ki, dedim, meramına ulaşmak için kişinin gerekli sabrı göstermesi lazım.

İnsanın enâniyeti yani benliği bir buz dağı gibidir. Onun içinde bulunduğu havuz ise, geçmiş ve geleceği ile İslam dünyası; daha geniş dairede geçmiş ve geleceği ile bütün insanlık dünyası, en geniş dairede ise, ezelden ebede kadar bütün yaratılmışlardır. O büyük havuzlarda eriyerek kişi, yapıcı ve hayırlı hale gelir.

e) İmânî Tefekkür: Yani yeryüzündeki sanat eserlerini inceleyerek onların Sanatkârı olan Allah’ı tanımaya dair düşünmek… Bu tefekkür, yoğunlaştıkça kişinin zihni bütüncül bir bakış elde edip gittikçe yükselir. Bu yükseliş kişiyi maddeden, maddenin aslı olan kuvvete, onun kökü olan kudrete ve Allah’a götürdüğü gibi; tabiatın görüntüsünden hakikate, onun kökü olan ilme ve Allah’a ulaştırır. Bu yüksek ve derinlik bakış Allah’ın her yerde hâzır ve nâzır olduğunu bilecek ve hissedecek bir ilmi sonuç verir. Bu ilim ise, olumlu ve olumsuz, acı ve tatlı her şeyi Allah’ın yarattığını ve kendisine verdiğini kesinkes gösterir. Bu hal ise, karşılaşılan her şeyi ve yaşanan her olayı Allah’tan gönderilmiş özel bir mektup gibi akıl gözünün önüne serer ve okutur. Bu ise, kişiyi ihlasa eriştirir. Bu tarz Tevhid’e dayalı derin tefekkür kişiyi yaratılmışlardan geçirip Allah’ı ona gösterdiği ve tam manasıyla tanıttığı için sahabeler tefekkür-marifet-ihlas bağını anlatmak sadedinde “ Kul Hüvallahu Ehad ” suresine “ İhlas Suresi ” ismini vermişler. Surede ihlas ile alakalı herhangi bir kelime geçmemesine rağmen… Kişinin imânî tefekkürü devam ettikçe, ihlası da zirveleşir.

Fenâ-yı Hakikat ve İmanî Tefekkür, kişiyi “ Evrensel bir İhlas ” a eriştirir. Benliğin, üstünlük iddiaları söner ve vehimlerin verdiği karanlık düşünceler gider. Hakikatte fâni olmak gösterir ki, insan doğru ve gerçeğe hizmet etmek için yaratılmıştır. Ego-santrik, binlerce kitap okumuş bir profesör değil bildiği 3-5 doğruyu yaşayan ve başkalarına şefkatle anlatan kişi hakikatte daha üstündür. Fazilet, hak ve hakikate ayna olmadadır. Kim daha iyi yansıtıyorsa o daha üstündür. Hakikatin gösterdiği kesin kanıtlar, vehimlerin karanlık bakışlarını bitirir. Çünkü hiçbir şeyin ilimsiz yaratılamadığını, ilmin her şeyin şablonu ve kalıbı olduğunu, Allah’ın her nesneyi ilmî şablonlarla yaratıp idare ettiğini %100 kesinlikte akla ve vicdana gösterir. DNA ve RNA canlılardaki İlahî şablonlardır…

Hakikatte fâni olmanın verdiği evrensel göz ile kişi, her şeyi acz ve çaresizlik, fakirlik ve ihtiyaç içinde kıvranıyor görür. Şefkatle onları himaye etmek, merhametle onları doyurmak ister. Hayatından bütün olumsuz duygu ve düşünceler eriyip gider; evrensel bir hüviyet kazanır.

Bu 5 özellikle kişi hakiki ihlası elde edip iç terbiyesini tamamlar. Hakiki iç terbiye Sahabe yolu gibi, zikir ve fikre dayalı bir kalb ve nefis terbiyesi, sabır ve cihada dayalı bir şahsiyet ve ruh terbiyesi, hakikatte fânilik ve sıdka dayanan bir enâniyet ve sır terbiyesi ile tahakkuk edebilir. Hz. Peygamber (ASM) bu terbiyenin tamamını kompleks bir şekilde içeren kardeşlik düsturunu, fenâ fi’l-ihvan ve tefâni kaidesini keşfetmiş ve ömür boyu uygulamıştır. Mekke yıllarında Mekkeli sahabeleri kendi aralarında, Medine yıllarında ise Mekkeli sahabeler ile Medineli Sahabeleri kardeş yapmış, kişi kişi eşleştirmiştir.

Yapılan detaylı incelemelerde görülüyor ki, Hz. Peygamber (ASM) bu kardeşlik kuralını Kur’andaki kıssalardan ders almıştır. Hz. Musa ile Hz. Harun ( Aleyhimesselam ) hem öz kardeşti, hem de Hakka hizmet yolunda dava kardeşi idi. Birbirlerinde fâni idiler. Hz. İbrahim ile Hz. Lût ( Aleyhimesselam ) da bu kardeşliği yaşıyorlardı. Hz. Lût (AS), Hz. İbrahim’in (AS) öz yeğenidir fakat risalet hizmetinde uhuvveti yaşıyorlardı. Melekler Sodom şehri için “ Biz şu şehrin halkını helak edeceğiz; şüphe yok ki o şehrin halkı zalim oldu [9] dedikleri zaman Hz. İbrahim (AS) “ Ama orada Lût var[10] şeklindeki endişeli sözü bu kardeşliği gösterir. Bu peygamberlerin karakterlerine baktığımızda ve kıssaları dikkatle okuduğumuzda görürüz ki:

Hz. Musa (AS), dışa dönük, öfkeli, aceleci ve sosyal bir kişilik sahibidir; Hz. Harun (AS) ise, içe dönük, sâkin, çekingen ve kapalı bir kişilik sahibidir. Hz. İbrahim (AS), aynen Hz. Harun (AS) karakterlidir. Hz. Lût da (AS), Hz. Musa (AS) gibidir. Hz. Peygamber (ASM) bu inceliği fark ettiği için Mekkeli sahabeleri kardeşleştirirken içe dönükleri dışa dönükler ile eşleştirmiştir. Dışa dönük Hz. Zübeyr bin Avvam (RA) ile içe dönük Hz. Talha bin Ubeydullah (RA); içe dönük Hz. Ebu Bekir (RA)  ile dışa dönük Hz. Ömer’i (RA) kardeş yaptığı gibi, kendisi de içe dönük karakterli olduğu için dışa dönük karakterli Hz. Ali (RA)  ile kardeş olmuştur. Bu kardeşleştirme de, her iki taraf kendilerinde eksik olan yönleri kardeşinden ders alarak, olgunlaşıyordu. Bu kardeşleştirme Sahabelerde, birbirlerinde fâni olacak derecede bir kardeşlik, arkadaşlık ve dostluğa yol açıp Mekkeli sahabeleri birer insan-ı kâmil haline getirmiştir. Bu açıdan Resulullah (ASM), Medine döneminde, strateji değiştirerek içe dönük yapılı Mekkeli sahabeleri, içe dönük Medine sahabeler ile; dışa dönük yapılı Mekkelileri, dışa dönük Medineli sahabeler ile kardeş kılmıştır. İçe dönük Hz. Ebu Bekir (RA) ile içe dönük Harice bin Zeyd’i (RA), dışa dönük Hz. Zübeyr’i (RA)  dışa dönük Seleme bin Selâme (RA)  ile kardeş yapmıştır. Tâ ki Mekkeli sahabeler, Medineli sahabelere hem bir üstad hem bir mürşid olsun. Yani manevi ağabeyleri olsun…

İhlası kıran ve kaybettiren çok sayıda sebep var. Bunlardan 5 tanesini ve kısaca izahlarını yaparak yazıyı tamamlamak istiyorum:

a) Maddi Menfaat: Yapılan amel ve görülen din hizmetinin sonucunda bazen hediye ve sadaka gibi maddi sonuçlar da ortaya çıkar. Dine hizmet edenler, zekâta da müstehaktırlar. Fakat bunlar istenilmez. Kişi istemeden ona verilirler. Kişi isteme moduna girerse, niyeti bozulduğu gibi kardeşlerine verilen zekâtlara karşı da rekabet ve hased duygusu uyanır, ihlası kaybeder.

b) Tamah: Dünyevi arzular, aç gözlülük ve zenginlik sevdası kişiyi din düşmanları için avlanacak konuma getirir. Bu durumda kişi mukaddesatını satarak kirli bir para ve mala kavuşur, fakat ihlasını kaybeder.

Maddi menfaat ve tamah, “ Kişisel İhlas ” a zıttır.

c) Korku: Dine hizmetin zorlaştığı dönemlerde bu hizmetle mükellef kişiler gelecek endişesi veya hayati tehlike ihtimallerinden çekinerek toplumun çok muhtaç olduğu iman ve din hizmetini, terk ederler. Bu ise ihlası kaybettirir.

d) Tembellik: Rahatına düşkünlük ve gevşeklik, zaman israfına yol açtığı gibi yapılan vazifeleri de istemeyerek yapmaya ve ertelemeye sebep olur. Kerhen yapılan iş ise, kişiye ihlası kaybettirir. Maneviyat açısından şartların zorlaştığı günümüzde tembellik ve rahata düşkünlüğünden dolayı dine hizmeti terk etmek veya ertelemek ve azaltmak veya kerhen yapmak ihtiyaç içinde bekleyen milyonlarca kişiye karşı bir zulüm ve acımasızlıktır.

Bu açılardan bakılırsa korku ve tembellik, “ Sosyal İhlas ” a aykırıdır.

e) Milliyetçilik: Kişinin kendi milletini sevmesi, başka milletlere düşmanlığa yol açıyorsa doğru ve gerçekçi değildir. Çünkü ırkı ırktan üstün kılan, kanı ve rengi değil, Hakikat ve Hakka hizmetleridir. Bu yüzden kendi ırkını böyle seven birisi, dürüstçe kararlar veremez, âdil olamaz, ırkdaşının zulmüne destek olur. Resûlullah (ASM’a soruldu:

-“Kişinin soyunu, sülâlesini (kavmini, ulusunu) sevmesi asabiyet ( kavmiyetçilik, ırkçılık ) sayılır mı?” Hz. Peygamber (ASM) şöyle cevap verdi:

-“Hayır. Lâkin kişinin kavmine zulümde yardımcı olması ırkçılıktır.”[11]

Milliyetçilik bu olumsuz haliyle, Allah rızası için hüküm vermeyi engeller. Bu ise ihlası kırar.

Evet milliyetçilik ve ırkçılık da, “ Evrensel İhlas ” a zıttır

[1] Bakara suresi, 257; İbrahim suresi, 1 ve diğerleri…

[2] Zümer sûresi, 6.

[3] Bknz. Ali Şeriati, İnsanın 4 Zindanı, Fecir Yayınları.

[4] Al-i İmran, 185.

[5] Zümer suresi, 30.

[6] Buhari, Tefsiru Sure 59/6; Müslim, Hac, 475

[7] Sözler, Lemeat.

[8] İbn Mâce¸ Zühd¸ 15; Tirmizî¸ İlim¸ 19.

[9] Ankebut suresi, 31.

[10] Ankebut suresi, 32.

[11] Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949