Kategori arşivi: Tarih

Osmanlı’nın güzel alışkanlığı: Günde iki öğün yemek

Osmanlı bir arşiv devletidir. Kayıtlar öylesine ayrıntılı tutulmuştur ki, mutfağa giren bir baş soğan bile kayıt altına alınmıştır.

Bu kayıtlardan (Fatih Sultan Mehmed’in mutfağı ile ilgili en eski belge, hicri 873 Zilhiccesini (11 Haziran-09 Temmuz 1469) öğrendiğimize göre, Fatih, ülkesinde yaşayan diğer insanlar gibi, günde sadece iki öğün yemek yerdi. 

Bunlardan ilki kuşluk vakitlerinde yediği sabah yemeği (Osmanlı’da kahvaltı geleneği yoktur, Batı’dan gelmiştir), ikincisi ise, akşam namazından sonra yediği akşam yemeğidir. 

Üstelik akşam yemeği “perhiz yemeği” sayılabilecek kadar az ve hafiftir: Çorba, etli bir yemek, yoğurt ve salata cinsinde otlar… 

Daha da ilginç olanı, aynı yemeği günlerce yemesidir. “Osmanlı Padişahı”unvanının yanına, fetihten sonra, “Doğu Roma İmparatoru” unvanını da ekleyen koskoca Padişah, mutfak kayıtlarına göre, ayın ilk 15 gününde her gün muntazaman şalgamlı ve yumurtalı kuzu, kalan günlerde ise sarı erikli çorbadan sonra soğanlı tavuk kebabı yemiştir…

Ancak bazı günlerde Fatih’in çorbasına ince kıyılmış salatalık ya da maydanoz katılırdı. Salata malzemesi ise mevsimine göre değişirdi.

26 Haziran 1469 akşam yemeğinde, Fatih, salata yerine salatalık (kayıtlarda “hıyar” olarak geçer) turşusu, 19’unda ise limon turşusu tercih etmiştir. Ayın 13’ü ile 15’inde meyve olarak kiraz vardır… 19 ve 27’sinde de boza içmiştir. 

Padişah’ın sabah yemekleri, akşam yemeklerinden daha çeşitlidir…

Mesela, 12 Haziran sabah mönüsünde yumurtalı lapa, mantı ve yoğurtlu erişte (örke denirdi) vardır. Ertesi gün yeniden mantı, kestaneli bulgur ve muhallebi… 

Mutfak defterleri bu kadar ayrıntılıdır. Ama hiçbir defterde, herhangi bir tarihte saraya içki alındığına (Sultan II. Abdülhamid’in kendisini ziyarete gelen Alman İmparatoru II. Wilhelm’e ikram edilmek üzere aldırdığı birkaç şişe içki hariç) dair bir kayda rastlanmamıştır (Alman İmparatoru II. Wilhelm, ilki 21 Ekim 1889’da, ikincisi 5 Ekim 1898’de iki kez İstanbul’a gelmiş, her iki gelişinde de Osmanlı Padişahı Abdülhamit II tarafından büyük törenlerle karşılanmış, sarayda şerefine yemek verilmiştir).

Buna rağmen, bazı Osmanlı padişahlarının içki içtiği, bazılarının zilzurna olup sarayda yalpalayarak dolaştığı ısrarla tekrarlanmaktadır. 

Fatih Sultan Mehmed’in sefer yemekleri de oldukça sadedir. Meselâ, Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ı hizaya getirmek üzere çıktığı seferde, Otlukbeli Savaşı’na girene kadar geçen dokuz gün zarfında yedikleri koruklu ekşili çorba, baş, paça, peynirli tarhana ve börekten ibarettir.

Kurban Bayramına rastlayan 20 Haziran günü bile mönüsü değişmemiştir…

Eti fakirlere ikram edilmek üzere yirmi sığır kurban edilmesine, Yeniçerilere 1000 kâse, Divân’a 50 okka zülbiye (Gullurudya, çörçöludya gibi isimlerle de anılan zülbiye tatlısı hamurdan yapılır. Makarna gibi ince uzun bir hale getirilen hamura sele, küpe, yıldız gibi şekiller verilir ve açılmasın diye ortası bastırılır. Ardından, kaynamakta olan pekmez içerisine atılarak pişinceye kadar bekletilir. Sıcak olarak yenir) dağıtılmasına karşın, Fatih’inin yemek listesi değişmemiştir.

Fatih sade bir insandı ve sade bir hayat yaşadı. Onun döneminde mutfak masraflarının hatırı sayılır seviyede azaldığını yerli-yabancı birçok araştırmacı kaydetmektedir.

Buna rağmen Fatih Sultan Mehmed’in mutfağından fakirlere her hafta, pazartesi ve perşembe günleri 250 akçe dağıtılır, kendisi de bazen gizli, bazen açıktan şehir varoşlarına yaptığı ziyaretlerde fakir fukaraya bol bol sadaka verirdi. 

Bu yaklaşımlarını annesinden ve babasından kazandığını söylemekte sanırım bir mahzur yoktur…

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Osmanlı Medeniyetinde hayvanlar

Eğer “Yaradan’dan ötürü yaradılanı sevme” kuralına inanıyorsanız, yalnız insanları değil, hayvanları ve bitkileri de sevgiyle kucaklayacaksınız.

Onların da “yaşama hakkı”na saygı gösterecek, “insanî zekâ”nızı “hayvanî” bir öldürme güdüsüne kurban etmeyeceksiniz.

Hatırlayalım ki biz, “Nil kıyısında kuzuyu kurt kapsa, hesabı Ömer’den sorulur”şeklinde bir “yönetim ahlâki”nin de mirasçılarıyız.

İşte bu sebeple geçmişimizde hayvanlara “eziyet” yoktur. Tam tersine “ilgi” ve “şefkat” vardır. O kadar ki, 18. Yüzyılda Osmanlı ülkesini gezmiş olan Fransız hukukçu Guer, kedilerle köpeklerin tedavisine ait bir hastanenin varlığından söz etmektedir… 

“Osmanlı Devleti’nde kasaplar her gün belirli sayıda kedi ve köpek beslemekle yükümlüdürler… Şam’da (Şam o tarihte bir Osmanlı kentidir) hastalanan kedilerle köpeklerin tedavisi için bir hayvan hastanesi mevcuttur.” (Moeurs et usages des Turcs).

Şam’daki hayvan vakıflarıyla ilgili olarak Prof. Sibai ise şu bilgileri veriyor: 

“Eski Vakıf geleneğinde hasta hayvanları tedavi ve otlatma yerleri vardır… Bu hayvanlar ölünceye kadar orada otlanır. Şam Vakıfları arasında, kedilerin yiyip uyuyacağı ve gezineceği yerler de bulunurdu.”

Şimdi de Elisee Recus’un, 1880’lerde yayınladığı “Küçük Asya” isimli eserinden bir paragraf okuyalım: 

“Türklerdeki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır… Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa bilin ki o ev bir Türk evidir.”  (Küçük Asya. c. 9).

Ünlü Fransız şair Lamartine’den de bir tespit aktaralım:

“Türkler canlı ve cansız mahlûkatın hepsiyle iyi geçinirler. Ağaçlara, kuşlara, köpeklere, velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler… Bütün sokaklarda sokak köpekleri için muayyen (belirli) aralıklarla su kovaları sıralanır.”

Pere Jehannot: “Türkler, evlerine sokmadıkları sokak köpeklerinin açlıktan sıkıntı çekmelerine veyahut telef olmalarına (ölmelerine) meydan vermemek üzere, her gün bu hayvanlara bir miktar et dağıtılması için vasiyetnamelerinde kasaplara bir miktar para tahsis ederler. Çünkü köpeklere et dağıttırarak sevap işlediklerine inanırlar.”

Şimdi de Onyedinci Yüzyılda Osmanlı Devleti’ni gezen ve anılarını “Les voyages du sieur Du Loir” isimli bir seyahatnamede toplayan meşhur Batılı seyyah Du Loir’dan birkaç tespit aktaralım:

“Türkiye’nin bazı şehirlerinde kediler için özel binalar yapılmış, onların hizmetine bakıcılar verilmiş, hattâ tedavileri ve beslenmeleri için vakıflar vücuda getirilmiştir.”

“Atları ağır yüklerden kurtarmak suretiyle gösterdikleri insaniyeti ve Türk adliyesinin hayvanlara taşıyabildiklerinden fazla yük taşıtanlara karşı o yükleri kendi sırtlarında taşımak cezasını tayin eden kararlarını yerecek değilim, ama birçok kibar adamın büyük meydanlarda kediler için ciğer vesaire satan kebapçı dükkânlarından kebap alıp dağıtmalarını tamamen gülünç sayarım.”

Gelin şimdi Sultan Üçüncü Murad’ın hayvan hakları fermanına bir bakalım:

“İstanbul kadısına hüküm ki: Hamalların taşımacılıkta kullandıkları at ve katırlara taşıyamayacakları miktarda yük yükleniyormuş. Hamallar kethüdasına buyurdum ki: Bundan sonra hiçbir at ve katıra taşıyabileceğinden fazla yük yükletmeyesin. At ve katırların beslenmelerine, nallarına ve semerlerine dikkat edilmesi için gerekli önlemleri aldırasın. Hiçbir hamala semtlere göre belirlenen ücretten fazla bir şey talep ettirmeyesin. Yakın semtlere ücreti az diye taşıma yapmak istemeyenleri ve belirlenen ücretten fazla bir şey isteyenlerin isimlerini diğerlerine ibret olması için yazıp bildiresin ki, gerekli ceza verilsin. Bu emrime uygun hareket eden hamallara da hiç kimse dokunmasın.”

Görüldüğü gibi, hayatın “sevap”la çerçevelendiği asırlarda, yalnız insanlar değil, hayvanlar da mutluymuş.

Şu soğuk kış günlerinde, sokak hayvanlarnı hatırlayarak, “Sünnet Medeniyetinden kopuşumuzun faturasını sadece insanlar değil, hayvanlarla bitkiler de ödüyor” diyebiliriz!

Comte de Marsigli: “Şunu da itiraf etmeliyim ki, Müslüman Türkler, bu dindarane hareketlerinde biraz fazla ileri gitmektedirler. İyiliklerini yalnız insan cinsine hasretmekle kalmayıp, hayvanlara ve hatta bitkilere bile teşmil ederler (yayarlar).”

Bu konuda Türk düşmanı Guer çok enteresan bir örnek veriyor: 

“Hayvanları beslemek için, Osmanlıların vakıfları ve ücretli adamları vardır. Bu adamlar sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar… Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür…”

Türk düşmanı Avrupalılardan Guer, Türkiye gezisi sırasında şahit olduğu bazı olayları dosdoğru aktarmaktan kendini alamıyor:

“Kasaplar her gün belirli sayıda kedi ve köpek beslemekle yükümlüdürler. Şam’da (Şam o tarihte bir Osmanlı kentidir) hastalanan kedilerle köpeklerin tedavisi için bir hayvan hastanesi mevcuttur.” (Moeurs et usages des Turcs).

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Öğretmende “hikmet” varsa öğrencide “basiret” olur

Hazret-i Peygamber’in müjdelediği “Mutlu Asker”, “Mutlu Emir”in serdarlığında Bizans kördüğümünü kesip yüzyıllar süren hasreti dindirmişti.

Bu öyle bir büyük hâdisedir ki, yalnız dünya coğrafyasını değiştirmekle kalmamış, Avrupa’ya Rönesans’ı ilham etmek suretiyle Ortaçağ’ı da delmiş, dünyaya ilmin ve adâletin ışığını saçmıştır.

Bu başarıyı yalnızca Fatih Sultan Mehmed’e mal etmek nasıl haksızlık olursa, Fatih’siz bir fethi düşünmek de öyle haksızlık olur. Doğrusu fetih mefkûresinin etrafında kenetlenen şuurun, yüzyıllar boyu İstanbul’u “Mukaddes Hedef” olarak tespit ettiğini, Müslüman fatihlerin bilhassa Osmanlı padişahlarının hamle üzerine hamleye kalktığını, ama son kesin darbeyi Sultan II. Mehmed’in indirdiğini kabul etmektir. 

Her muhasaranın, her tazyikin, hattâ bazı münferit ve cezbevî teşebbüslerin Bizans’ı en azından yıprattığını, en azından fethe hazırladığını kimse inkâr edemez. Hadis-i Şerif söylendiği andan başlanarak, fethe kadar geçen zaman içinde İslâm askerinin en büyük gayesi fethi gerekleştirmekti. 

Bu yolda atılmış her adımı minnetle yâd etmek ve fethi hazırlayıcı unsurların başında saymak hakperestlik gereğidir.

Ancak mutlaka Fatih’in hakkı Fatih’e verilmeli, bunun bir nasip meselesi, bir mazhariyet olduğu da düşünülmelidir.

Nasip ve mazhariyet, evet. Çünkü öylesine mükemmel bir vasat meydana gelmiş ki, beşer takatinin ve kudretinin çok üstündedir. İşin içinde ister istemez İlâhi takdiri aratmaktadır.

İnsan, Ak Şemseddin’siz bir fetih düşünemiyor. Uzayan kuşatmanın ümitsizlik demlerinde, genç Padişah, Ak Hoca’dan (Molla Ak Şemsüddin) destek görmeseydi, her bıkkınlığı, “Bugüm, şol kal’anın (kalenin) Fatih’i sen olasun deyü âlem-i şehzadelikte sana tebşir ettük=İstanbul’u feth edeceğini sana şehzadeliğinde söylemiştim” şeklinde yaptığı hatırlatmayla gayrete dönmeseydi, nihayet en huzursuz gününde, Hocasından, “Yarın sabah şol kapudan(Topkapı’yı göstermiştir) hisara yörüyüş ola; izn-i Hûdâ ile bâb-ı zafer feth olub ezan sadâsı ile sûrun içi dola, gün doğmadan gaziler sabah namazın hisar içre kıla.” (Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, Osman Turan, I. II., s.373) müjdesini almasaydı, acaba fetih mümkün olabilir miydi?

Ak Veli yalnız fetih müddetince değil, fetih sonrası imar ve inşa demlerinde de talebesini yalnız bırakmamış, uzlet (yalnızlaşma) maksadıyla köşesine çekileceği sıralarda genç Padişaha hayat boyu istikamet verecek unsurları ihtiva eden bir mektupla—doğrusu talimatnameyle—İstanbul’un âdeta yeniden inşasında da hisse sahibi olmuştur.

Meşhur kıssadır, Padişah, fetih aşkına Arap yarımadasından kopup gelen Hazret-i Muhammed’in (s.a.v) bayraktarı Ebû Eyyûb el-Ensari’nin (r.a.) kabrinin bulunmasını Ak Şemseddin’den ister. Fatih’in isteğini kabul eden Hoca, riyazete çekilir. Geceler boyu süren ibadet ve duadan sonra, Hazret-i Ebû Eyyûb’un kabri rüyasına girer. Padişaha durumu anlatır. Onu rüyada gördüğü yere götürür. Âsâsını yere diker: “Kazınız” der, “Aradığınız buradadır. Önce üstü yazılı mermer bir levha çıkacaktır. Levhanın altında Ebû Eyyûb el-Ensari hazretlerinin aziz nâşı vardır.”

Toprak kazılınca üstü yazılı mermer levha ortaya çıkar. Büyük sahabinin kabri bulunmuştur. Padişah çok güzel bir türbe ile yanına bir cami inşa ettirir ve bölge o günden sonra “Eyüb Sultan” adıyla anılır (hazin ki, “Sultan”ını unuttuk, geriye “Eyüp” kaldı)…

Fetih tümüyle kaderin tecellisidir. Yalnız “hoca cephesi” değil, tüm cepheler “ikram-ı İlâhî”lerle doludur. Ak Şemseddin ne kadar “ikram-ı İlâhî” ise Ulubatlı Hasan, hattâ top dökümcüsü Macar asıllı Urban Usta o kadar “ikram-ı İlâhî”dir.

Bu yeni terkipte Fatih devleti, Ak Şemseddin hikmeti, Molla Gürani ile Molla Hüsrev milleti, Ulubatlı Hasan izzeti, Urban Usta ise himmetitemsil etmiştir.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Fatih’in bir vakfiyesi

Osmanlı’da ilk vakıf Orhan Gazi tarafından, İznik’te, eğitim-öğretime ilişkin olarak vücuda getirildi: Kurduğu üniversitenin bilimsel özerkliğe (hâlâ ulaşamadığımız büyük hasret) kavuşabilmesi için gereken ekonomik bağımsızlığı temin amacıyla da bir kısım gayrimenkuller vakfetti. Osmanlı’nın vakıflaşma süreci, böylece başlamış oluyordu. Bu sürecin nasıl işlediğini göstermesi açısından Fatih’in bir vakfiyesini biraz sadeleştirerek özetlemek istiyorum:

“Ben ki, İstanbul Fatihi abd-i âciz (aciz kul) Sultan Mehmed Han’ım! Bizatihi alnumun teriyle kazanmış olduğum akçelerumle (şahsi paramla) satun alduğum İstanbul’un Taşluk Mevkii’nde kain (bulunan) ve malumu’l hudut (sınırları belli) olan yüz otuz altı bap dükkânımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakf-ı sahih eyledum. İş bu gayr-i menkulatumdan (dükkânlarımdan) gelicek nemalardan (gelirlerden) İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tayin eyledum. Bunlar, ellerinde bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü karışımı olduğu halde günün müteaddit saatlerunde sokakları gezeler. Tükrüklerin üzerine bu tozu dökeler (kirecin mikrop öldürücü etkisini unutmayalım) ki, yirmişer akçe alalar…

“Ayrıyeten, on cerrah (operatör), on tabip (doktor) ve üç de yara sarıcı (hemşire-sağlık memuru) tayın eyledum. Bunlar dahi, ayın belli günlerinde İstanbul’a çıkalar, bilaistisna (ayırım yapmadan) her kapuyu vuralar ve o hanede hasta olup olmaduğun soralar, hasta var ise ve şifası mümkin ise şifayap edeler (evde tedavi etsinler); değilse kendulerunden hiç bir karşıluk beklemeksızın (ücretsiz) Darülâceze’ye (yoksullar bakımevine) kaldırarak orada salah bulduralar (iyileştirsinler)…

Maazallah (Allah korusun) İstanbul’da et buhranı çıkacak olursa vakfittuğum yüz adet tüfengi ehline (avcılara) vereler. Bunlar, hayvanat-ı vahşiyenin (av hayvanlarının) yumurtada ve yavruda olmadığı sırada balkanlara (dağlara-ormanlara)çıkub avlanalar ki, zinhar (kesinlikle) hastalarumuz gıdasuz (proteinsiz) kalmasunlar…

“Ayrıyeten, külliyemde bina ve inşa ittuğum imarethanede şehit ve şühedanın harimleri (şehit aileleri) ve İstanbul fukarası yemek yiyeler… Ancak, yemek yemeye veya almaya bizatihi kenduleri gelemeyecek vaziyette olanlarun yemekleri günün loş karanlığında kimse görmeden (bu da muhtaç insanı incitmemeye yönelik vicdani bir hassasiyet) kapalı kaplar içerusunda evlerine götürüle…”

Böyle bir inceliği gösterebilmek, insanı mânâ ve mahiyetiyle tüm olarak kavrayabilmeyle mümkündür. 

Bu da yaradılış hikmetini ayrıntılarıyla özümsemeyi gerektirir. Belli ki ceddimiz, “insan” denen mükemmelliği bütün hikmetiyle kavramıştı… 

Öyleyse şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, “vakıf”, sevginin öteki adı olmanın yanı sıra, İnsan”ı kavrayan “hikmet”in de öteki adıdır: Zaten bu yüzden “Müslüman”dır.

“Anlattıklarınız güzeldir, ancak geçmişe aittir ve geçmişte kalmıştır” diyeniniz varsa, onlara belediyelerin iftar çadırlarını görmelerini, hattâ bir iftarlarını çadırda açmalarını öneririm.

O zaman anlayacaklar ki, ecdadın insan sevgisi kokan vakıf kültürü, günün ihtiyaçlarına uyarlanmış, bu sayede İstanbul, ramazan boyunca, milyonların iftar ve sahur yaptığı büyük bir imarethâneye (fakir fukaraya ve yolculara bedava yemek verilen yer) dönüşmüştür.

Bunu yaşadıktan sonra, insan, Namık Kemal’in “Vatan Kasidesi”ndeki vurguyu daha rahat anlıyor: 

“Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmaniyanız kim, 

 “Muhammerdir serapa mâyemiz hûn-ı şehadetten; 

 “Biz ol âl-i himem erbâb-ı cidd ü içtihâdız kim, 

 “Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten…” 

Yani:

Biz öyle şerefli Osmanlı soyundanız ki,

Hamurumuz şehit kanı ile mayalanmıştır;

Elbirliği içinde öyle büyük bir maharetle çalıştık ki,

Büyük bir cihan devleti çıkardık bir aşiretten.

O zaman yapabilmişsek, neden şimdi de yapamayalım ve tekrar büyüyemeyelim? 

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

İnsan, Ramazan ve Hayır-Hasenat

Hem dini, hem de milli kültürümüzün temelinde “eşref-i mahlûkat” olarak “insan” var: “Her şey insan için” görüşü, medeniyet anlayışımızın bamteli ve temeli… 

Bu idrak içinde eğitilen Osmanlı insanı din, dil, renk, ırk farkı gözetmeksizin insanlara hizmeti ibadet telakki etmiş, “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” prensibi çerçevesinde, hayırda yarışmış, bu ulvi ve külli yarışın bir sonucu olarak da, büyük hayır müesseseleri (vakıflar) vücuda getirmiştir. Osmanlı’da vakıf müesseselerin bolluğu ve yaygınlığı “hayır”da yarışın ne denli büyük bir toplumsal heyecan dalgası oluşturduğunu gösteriyor.

Rahatlıkla diyebiliriz ki, Osmanlı insanı, “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olan, malın en hayırlısı Allah yolunda harcanan, Allah yolunda harcananın da en hayırlısı halkın en çok ihtiyaç duyduğu şeyi karşılayandır” anlayışı çerçevesinde, hayatını yaradılış hikmetine hizmete vakfetmişti.

Devlet, insanının bu ulvi çabasından öylesine etkilendi ki, bizatihi kendisi devasa bir vakfa dönüşüp din, dil, renk, ırk, kılık, kıyafet, anlayış farkı gözetmeksizin, tüm gücünü, yönettiği insanların hizmetine sundu…

Çok da iyi yaptı, çünkü hayatın merkezi insandır: “Kâinat hayata, hayat insana bakar.” Vakıf müesseseleri ise insana (ve tabii ki hayata) duyulan sevgi ve saygının kurumlaşmış halidir. 

Hemen her konuda vakıflar vücuda getiren Vakıf Medeniyeti’nin ince çizgisine ve duyarlılığına bakar mısınız lütfen?..

* Kimsesiz çocuklara, öksüzlere, yetimlere meyve yedirme vakfı;

* Kimsesiz çocukları gezdirme vakfı;

* Düşmana esir düşenlerin fidyelerini ödeyip kurtarma vakfı;

* Fakir ve kimsesizlerin cenazelerini kaldırma vakfı;

* Sakatlanan veya çalışamayacak kadar yaşlanan işçi ve esnafa yardım vakfı;

*  Borç yüzünden hapse girenlerin borçlarını ödeme vakfı;

* Öksüz kızlara çeyiz vakfı;

* Hac yolunda parasız kalanlara yardım vakfı; 

* Ticaret ve sanatta işi bozulanlara yardım vakfı; 

* Tohumluk temin edemeyen fakir çiftçilere tohumluk verilmesi;

* Harp ve kıtlık halleri için ülkenin uygun yerlerine yiyecek depo edilmesi;

* Hizmetçilerin ve cariyelerin efendilerine verdikleri zararı tazmin vakfı…

Daha akla-hayale gelmeyen konularda bir sürü vakıf ve yardım müessesesi… Bunlar o kadar yaygındır ve çeşitlidir ki, Avrupalı gezginleri hayretler içinde bırakmıştır. Bunlardan Corneille Le Bruyn şöyle diyor: 

“Türklerin hayrat ve hasenata çok düşkün olduklarını ve hatta Hıristiyanlardan çok fazla hayrat vücuda getirdiklerini inkâra imkân yoktur. Türkiye’de pek az dilenciye tesadüf edilmesinin başlıca sebeplerinden biri de işte budur.” (İsmail Hâmi Danişmend, Garb Menbalarına Göre Eski Türk Seciye ve Ahlâki, İstanbul Kitabevi, 1961).

Elisee Recus ise hayvanlara gösterilen şefkatı dillendiriyor: 

“Osmanlılardaki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır… Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz: Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa, bilin ki o ev bir Türk evidir.” (1880, Küçük Asya. c. 9).

Böyle müesseseler düşünebilmek için, insanın yaradılış hikmetini kavraması gerekirdi. İnsanın yaradılış hikmetini en iyi anlatan kitap Kur’anolduğuna göre, insana hizmeti pek tabii Müslümanlar kurumlaştıracaklardı. 

Ramazan-ı mübarekte eski “ramazanlaşmış insan”ımızı hatırlatmak istedim…

Bir sonraki yazımda inşallah Fatih Sultan Mehmed’den bir vakıf örneği verelim…

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit