Kategori arşivi: Tarih

Başkanlık Sisteminin İslamiyet Ve Tarihimiz Açısından Tahlili (II)

2. Hilâfetin Manası ve Halifelerin Yetki ve Sorumlulukları

İslâma göre, devletin ve onun başı olan organın en önemli fonksiyonu icra edilen yürütme erkinde kendini gösterir. Bir başka ifadeyle, devlet ve onun yüksek otoriteyi temsil eden yürütme organı, Allah’ın kendilerine tanıdığı yetkiler çerçevesinde, şer’î hükümleri icraya memurdurlar. Günümüzde devlet başkanlığı, hükümet veya benzeri tabirlerle ifade edilen ve yüksek otoriteyi temsil eden organ veya organlara eski hukukumuzda ülül-emr denmektedir. Eski hukukumuzda yürütme organı demek olan ülül-emrin, günümüzdekinden farklı bazı önemli özellikleri vardır. Bunlardan birincisi, yasama organı bahsinde de gördüğümüz gibi, ülül-emrin, bütün tasarruflarında (sınırlı yasama tasarrufu da dâhil) Kur’an ve sünnetten kaynaklanan kesin şer’î hükümlere aykırı davranamayacak. 1293/1876 tarihli Kanun-ı Esâsî’de bile bu hüküm açıkça yer almıştır. İkincisi, devleti temsil eden ve icranın başı olan makam (sultan, halife veya benzeri), bütün tasarruflarında şûrâ (ilgili ve yetkili şahıslara danışma) esasına riâyet etmelidir. Bu danışma organının şekli ise mühim değildir. Müslüman Türk devletlerinde bu prensibe, Divân usulüyle riâyet edilmiştir. Divân-ı Hümâyûn devletin en yüksek danışma organıdır. Üçüncüsü ise, eski hukukumuzda devletin ve onun başının halife özelliğine sahip oluşudur. Aslında bütün insanlar, Allah’ın emirlerini yaşama ve yaşatma yetkisine sahiptir ve bu cihette Allah’ın halifesidirler (umumî hilâfet). Ancak bu umumî hilâfetin kamu idaresi ve devletle ilgili alanda Müslümanları temsil etmek üzere seçilen şahısta kendini göstermesi demek olan hususî hilâfet, şer’î hükümlerin icrasından sorumlu almayı ifade eder.

O halde Râşid Halifeler dışındaki bütün halifeler, sadece yürütmek erkinin başıdırlar. Yasama ve yargıda yetkileri bulunmamaktadır.

2.1. İcrâ Organının Başı: Halife Veya Sultan (Hilâfet Veya Saltanat)

İslâm hukukunda icranın başı olan şahıs için üç unvan zikredilmektedir; Halife, emîr’ül-mü’minin ve İmam. Hilâfet, aslında bir kimseye halef olmak, onu temsil etmek demektir. Müslümanların lideri olan şahıs da şer’î hükümlerin icrasında Hz. Peygamber’e halef olduğu için kendisine halife denmiştir. Bu ünvanlı taşıyan âmme müessesesi yani hilâfet ise, değişik şekillerde tarif edilmiştir. Bunlardan ikisini zikredelim: “Hz. Peygamberin halefi olarak dinî ve dünyevî meselelerde bütün Müslümanları temsil etmek’; “Müslümanlar üzerinde umumî tasarruf hakkına sahip olmak yetkisi.” Yani kısaca Müslümanların devlet reisliği demektir. Hilâfete imâmet de denir ve namazdaki İmamlık görevinden ayırmak için buna “imâmet-i kübrâ” adı verilir. İmamet, aslında öne geçmek ve lider olmak demektir. Halifeye “İmam” veya “İmam-ül-Müslimin” denmesi de bundan kaynaklanmaktadır. Emir’ül-mü’minin ünvanlını ise ilk kullanan Hz. Ömer olmuş ve daha sonraki devlet reisleri bu ünvanlı “insanların emîri” manasında halifenin eş anlamlısı olarak kullanmışlardır.

İslâm dini, hem diyaneti hem de siyâseti kendinde birleştiren bir dindir. Hz. Peygamber, sadece bir hukuk sistemi (şeriatı) vaz ‘etmekle yetinmemiştir. Bir taraftan şer’î kanunları vaz ’ederken, diğer taraftan da o şer’î kanunların tenfiz ve icrasını bizzat üstlenmiştir. Kamu hizmetlerinin yürütülmesini temin etti ve ülkenin çeşitli yerlerine, valiler, kadılar gönderdiği gibi, vatanın korunmasında da bizzat ve bilfiil başkumandanlık vazifesini ifa etmiştir. İşte bu manada hilâfet müessesesinin dinî açıdan lüzumlu ve sosyal bir zaruret olduğunu,
Bütün dünya Müslümanlarının bir tek devlet olmasının zarurî olmadığı, belki müstakil devlet başkanları bulunan birden fazla Müslüman devletin aynı anda yeryüzünde bulunabileceği, İslâm hukukçularının büyük ekseriyeti tarafından kabul edilmemişse de, hem vâkıanın hem de azınlıkta kalan bir kısım hukukçuların aksi görüşü te’yit ettiğini müşâhede ediyoruz.

1.2 Halifenin Görev Ve Yetkileri

Bu başkanlık sistemiyle hilâfet yahut saltanatı açıklaması açısından çok önemli bir konudur. Hilâfetten gaye, adaletin tevzii, hakların korunması, Müslüman halkın saadetinin te’mini ve şer’î hükümlerin icrasıdır. Halifenin şahıs olarak diğer Müslümanlardan farkı yoktur. Ancak kendisine yüklenen ağır görevler karşılığında sahip olduğu bazı hak ve yetkileri de vardır. Bunları kısaca görelim.
Halifenin görevleri hususunda klasik İslâm hukuku kitaplarında on görev zikredilmektedir. Bunlar:

aa) İslâm Dinini, ilk devirde tesbit edilen esaslara uygun olarak muhafaza etmek, dine yönelen şüpheleri bertaraf etmek; bunun için hakları korumak ve cezaları uygulamak.
bb) Çekişmeli taraflar arasında şer’î hükümleri uygulamak, adaleti tevzi etmek, yani yargılama hukukunu tatbik etmek.
cc) Emniyet, huzur ve âsâyişi sağlamak.
dd) Cezaları infaz etmek ve insan haklarını korumak.
ee) Ülkenin sınırlarını korumak ve dış tehlikelere karşı gereken tedbirleri almak.
ff) İslâmiyet’i yaymak ve gerekirse bu uğurda cihad (savaş) yapmak.
gg) Devletin gelirlerini meşrû’ yollar ve ölçüler içinde kimseye haksızlık etmeden tahsil etmek.
hh) Devlet hazinesinden (beytülmaldan) yapılan harcamaları, başta devlet memurlarının maaşları olmak üzere, adalet ölçüleri içinde yapmak.
ii) Kamu hizmetlerinin eksiksiz yürütülmesi için, layık olanlar arasında kamu görevlilerini tayin etmek.
jj) Müslüman halkın idaresini, yapacağı tetkik ve araştırmalarla bizzat kontrol etmek; zevk ve eğlenceye dalarak idareyi yeteneksiz kişilere terk etmemek.

Bu zikredilen görevlerden aynı zamanda halifenin sadece yürütme yetkisi olduğunu anlıyoruz. Ancak günümüzdeki anlayışa uygun olarak üç kuvvet açısından halifenin yetkileri şöyle özetlenebilir.
Yasama Yetkisi: İslam hukukunda kanun koyucu Allah ve onun Peygamberi olduğu için halifenin yasama yetkisi bunların verdiği ölçüde ve sınırlıdır.

Yürütme Yetkisi:

İslâm hukukunda yürütmenin başı halifedir; zaten yukarıdaki görevlerin çoğunluğu yürütmenin görev alanına girer.

Yargı Yetkisi:

Adaletin tevzii halifenin önemli görevlerinden birisidir. Bu suretle yargılama işinin yürütülmesi de halifeye aittir.
Halife, hukuken sorumsuz değildir. Halifenin manevi ve uhrevî sorumluluğu yanında, maddî ve dünyevî sorumluluğu da vardır. Halife, diğer fertler gibi, fiil ve hareketlerinden hem hukuken hem de cezâen sorumludur. Sorguya çekmek için mübâşir vasıtasıyla bir gebe kadını huzura celp ettirmek isteyen Hz. Ömer’in, kadının mübâşiri görünce korkudan çocuğunu düşürmesi üzerine, durumu büyük sahabe hukukçularına sorması ve Hz. Ali’nin “diyetini=kanlığını vermeniz gerekir” görüşünü benimsemesi konuyu aydınlatır kanaatindeyiz . Bu konunun diğer ayrıntılarına ilgili hukuk dallarında değineceğiz.

3. Türk Hukuk Tarihindeki Gelişmeler ve Başkanlık Sistemiyle Mukayese

3.1 Hilâfetin Mana Ve Fonksiyon İtibariyle İkiye Ayrılması

Her konuda Hz. Peygamber’in izinden yürüyecek ve onu temsil edecek makam demek olan hilâfet makamı, maalesef bu mana ve fonksiyonunu her zaman devam ettirememiştir. Bu sebeple bazı araştırmacılar hilâfeti iki kısma ayırmaktadırlar:

Birincisi; gerçek hilâfet (hilâfet-i kâmile veya hilâfet-i hakikiye)’dir ki, yukarıda zikredilen şartları haiz ve Müslümanların rızası ile yapılan seçim ve biat sonucu elde edilen hilâfettir. Büyük Türk hukukçusu Sadrüşşeria, buna hilâfet-i nübüvvet de demektedir.

İkincisi; şeklî hilâfet (hilâfet-i sûriye)’dir ki, gerekli şartları hâiz olmayan veya milletin seçim ve biatıyla değil de, cebir ve istilâ suretiyle elde edilen imâmettir. Bunda saltanat ve hükümdarlık manası ağır basmaktadır. Hz. Peygamber’in “Benden sonra hilâfet otuz senedir; ondan sonra saltanata inkılab eder” hadisinin işareti ve bütün İslâm hukukçularının ittifakıyla gerçek manada halife hülefâ-i râşidin’dir. Halife Ömer bin Abdülaziz bir tarafa bırakılırsa, Emevi ve Abbasi halifeleri hep ikinci grupta kalmışlar, bir başka ifadeyle şeklen ve hükmü halifeler olarak kabul edilmişlerdir. Hz. Peygamber’in bahsettiği 30 sene, Hz. Ebubekir’den itibaren Hz. Hasan’ın altı aydan ibaret bulunan hilâfet süresiyle sona ermektedir.

Yukarıdaki izahlardan anlaşılacağı gibi şeklî hilâfet de iki kısımdır:

Birincisi; hilâfet makamını işgal eden şahsın gerekli vasıfları hâiz olmaması ve tayin usulünün İslam’ın tavsiye ettiği şekilde bulunmaması manasında şeklîliktir. Bu manada halife, daha önceki bahislerde zikredilen halifenin hak ve yetkilerine (velâyet-i âmmeye) fazlasıyla sahiptir.

İkincisi ise, gerekli vasıflar mevcut olmasına ve tayin usulünün meşrû bulunmasına rağmen, halifeye tanınan hak ve yetkileri kullanamayan hilâfet makamıdır. Bu kısımda halife ünvanlı sadece manevî reislikten ve maddî alanda ise bir formaliteden ibarettir. Emevî halifeleri ve ilk Abbasi halifeleri birinciye, Fatımîler ve Memlûklüler zamanına rastlayan son Abbasi halifeleri ise ikinciye misal teşkil eder. Osmanlı Padişahları, birinciye misaldirler.
Bilindiği gibi Osmanlı Padişahları, 923/1517 tarihinde Yavuz Sultan Selim’in Ayasofya Camiinde son Abbasî halifesi tarafından halife ilan edilmesiyle, sultan ünvanının yanında halife ve halife-i Resûlüllah ünvanlarını da kullanmışlardır.

Osmanlı padişahlarının saltanat usulü hakkında şunları söyleyebiliriz:

Fâtih devrine kadar ehl-i hall ve’l akd denen beyler tarafından sultan tayin edildiğinden veliahdlık söz konusu değildir. Sadece Çelebi Mehmed’in saltanatı, oğlu Murad’a vasiyet etmesi bunun istisnasını teşkil eder. Fâtih Sultan Mehmed ise, doğruluğu tartışmalı olan şu kanun maddesi ile saltanatın evladına intikalini, ancak bunun için yaşa itibar edilmemesini prensip haline getirmiş; fakat saltanata geçen hükümdarların kamu düzeni (nizâm-ı âlem) için kardeşlerini bile öldürmelerine müsaade etmiştir; “Her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola, kardeşlerin nizâm-ı âlem için katletmek münasiptir ekser ulemâ dahi tecvîz etmiştir; onunla âmil olalar”. Kamu düzeni için bağy (isyan) cezası olarak idam verileceğini Hanefi hukukçularının çoğunluğunun câiz gördüğü doğrudur; ancak Osmanlı uygulamasındaki gelişmelerin hepsinin bu hukuki görüşe uygun olarak cereyan ettiğini söylemek de mümkün değildir.

3.2 Osmanlı Padişahlarının Hak ve Yetkileri

Osmanlı Devlet şeklini tam anlamıyla Batıdaki monarşik devlet şekillerine benzetmek mümkün olmadığı gibi, Osmanlı padişahlarını da batılı kral veya diktatör hükümdarlar gibi görmek mümkün değildir. Zira Osmanlı padişahları sadece icrâ konusunda âmme maslahatı ile kayıtlı ve sınırlı geniş yetkilere sahiptirler. Yasama yetkileri yine şer’î hukukun tanıdığı ölçüde mevcuttur. Devletin, padişahdan ve padişah ailesinden ayrı hukukî bir varlığı vardır.
Osmanlı padişahları, Yavuz Selim’den itibaren hem sultan ve hem de halifedirler, yani İslâm âleminin reisidirler. Saltanat itibarıyla otuz milyonu idare ediyorsa, hilâfet itibarıyla 300 milyona başkanlık etmektedir. Saltanat kanadını sadâret, hilafet kanadını ise şeyhülislamlık temsil etmektedir. Padişahlar, halife olmaları hasebiyle, halifelere tanınan hak ve yetkilere de sahiptirler. Osmanlı padişahlarının yasama, yürütme ve yargı yetkilerini daha yakından görelim:

Yasama yetkisi açısından;

Osmanlı padişahlarının sınırsız bir yasama yetkisi yoktur. Sadece mevcut şer’î hükümleri kanun haline getirebilir. Meselâ Girit Kanunnâmesi gibi… Herhangi bir meselede mevcut içtihadî görüşlerden birini tercih edebilir. Müruru zaman ve nakit para vakfının cevazı ile alakalı emirleri gibi… Yahut da İslâm hukukunun kendisine tanıdığı sınırlı yasama yetkisini kullanır. Meselâ, buna dayanarak askerî ve idarî düzenlemeler yapabilir, ta’zir cezaları koyabilir. (Osmanlı hukukunda cürm-ü cinayet cezaları denmektedir) ve toprak rejimi ile ilgili kanunlar yapabilir. Kısaca örfî hukukun sınırları, padişahın yasama yetkisinin de sınırlarıdır. Fâtih Sultan Mehmed’in devlet teşkilâtına dair kanununun başına “Bu kanun atam dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur Evlâd-ı kirâmım neslen ba’de neslin bununla âmil olalar” ifadelerini bu manada anlamak gerekir. Zaten Kanunnâmenin muhtevasını tetkik edince durum kendiliğinden ortaya çıkar.

Yürütme yetkisi açısından;

Padişah yürütmenin başıdır. Her çeşit idarî karar ve tanzimî tasarruflar onun tasdikinden geçer. Fâtih devrine kadar, padişahlar devletin en önemli icra organı olan Divân’ın başkanlığını bizzat yürütmüşlerdi. Halifelerin onuncu vazifesine uygun olan bu durum, yani padişahların devlet işleri ile bizzat ilgilenmeleri usulü, Fâtih’in Kanunnâmesi ile kısmen de olsa değiştirilmiştir. Divân-ı Hümâyûn’un başkanlığını artık vezir-i a’zamlar yapacak ve Divân’ın aldığı kararlar telhis veya takrir adıyla padişaha arz edilecekti. Padişah’ın tasdikinden geçen Divân kararlarına hüküm denmekteydi. Padişahdan sâdır olan yazılı emirlere ise muhtevalarına göre, ilk dönemlerde, biti, menşûr, yarlığ, berât, fermân veya hükm-i şerif adı verilirdi. Osmanlı padişahları, 1248/1832 (II. Mahmut zamanı) yılın ortalarına kadar, Divân kararlarında tasdik ettiklerinin üstüne “manzûrum olmuştur” şeklinde kendi elleriyle not düştüklerinden bu çeşit yazılı emirlere Hatt-ı hümâyûn adı verilmiştir. 1832 yılında ise, Divân’ın veya heyet-i vükelânın aldığı kararlar, sadrazam tarafından padişaha arz edilir ve Padişah kendi tasdikini özel kâtibinin kaleme aldığı ve İrâde-i seniyye denilen bir yazılı emirle sadrazama iade ederdi. Başta sadrazam ve vezirler olmak üzere, biraz sonra göreceğimiz idarî teşkilâtta yer alan yüksek devlet memurlarının tayin yetkisi de padişaha aitti.

Yargı gücüne gelince;

Halife yahut Padişahın yargı yetkisi yoktur. İcrâ gücü açısından, Halifenin yetkilerinden birinin de yargı gücünü kullanmak veya kullandırmak olduğunu görmüştük. Osmanlı padişahları içinde aynı şey geçerlidir. Padişah yargının başıdır ve bütün kadılara yargılama yetkisini padişah tevzi eder. Ayrıca bir çeşit yüksek mahkeme gibi çalışan Divân-ı Hümâyûn’da da, Fâtih devrine kadar Padişah bizzat bu mahkemenin başkanıdır; ondan sonra ise Divânın verdiği kararları şeyhülislama danışarak infaz eder ve ilgililere hüküm gönderir. Siyaseten katl denilen ve padişahların istedikleri şahsı diledikleri şekilde idam ettirmeleri şeklinde -bazı yazarlarca- açıklanan durumlarda da padişahın şeyhülislamdan fetva almadan böyle bir şeye girişemediğini, giriştiği takdirde sorumlu tutulduğunu tarihçiler ifade etmektedir. Fâtih’in haksız yere elini kestirdiği gayr-i Müslim usta ile yargılanıp elinin kesilmesine hükmedildiğini ve Yavuz’un sorumsuz bazı Davranışlarından dolayı Zembilli Ali Efendi tarafından uyarıldığını tarih kaydetmektedir.

3.3 1293/1876 Kanun-ı Esâsîsine Göre Padişah’ın Yetkileri ve Sorumluluğu

1293/1876 tarihli Kanun-ı Esâsî, Osmanlı Devletindeki saltanat usulü ve padişahların yetki ve hakları konusunda mevcut hükümleri sadece yazılı hale getirmiştir. Buna göre:

Osmanlı Saltanatı, İslâm halifeliği ünvanını hâiz olup, Osmanlı hânedanından eski usul üzere en büyük erkek evlada aittir (md. 3). Padişah İslâm Dininin hâmisi ve Osmanlı teb’asının hükümdarıdır (md. 4).

Padişahın yetkilerine gelince; Vekillerin (bakanların) azli ve tayini, devlet memurlarının tayini, nişan verilmesi, adına hutbe okunması ve para basılması, yabancı devletlerle antlaşma akdi, harp ve sulh ilanı, silahlı küvetler kumandanlığı, askerî nizamlar, şer’î hükümler ve kanunî kaidelerin icrası, idarî düzenlemeler yapılması, kanunî cezaların tahfifi ve afvı ve meclisin feshi, tatili ve benzeri yetkiler padişaha aittir (md. 7) Bu yetkiler, halifenin yetkileriyle karşılaştırılırsa, fazla bir fark olmadığı görülecektir.

Padişaha verilen yürütme yetkilerinde en önemlisi, Başbakan demek olan Sadrazamları ve bakanlar demek olan vezirleri atama yetkisidir.

3.4 Vezir’i A’zam (Sadrazam) ve Yetkileri

Osmanlı Devletinde sonradan halife ünvanını da alan sultanların vekili, tam yetkili temsilcisi ve icranın ikinci reisi vezir-i a’zam’dır. Sultan Orhan zamanından beri var olan bu makamı işgal eden şahsa, diğer vezirliklere olan üstünlüğünü belirtmek ve devlet teşkilâtında hiyerarşiyi sağlamak için önceleri vezir-i evvel ve vezir-i a’zam denilirken, Kanuni’den itibaren Sadr-ı A’zam ünvanı kullanılmaya başlanmıştır. Sadr-ı âli, sahib-i devlet, zat-ı âsafî ve vekil-i mutlak tabirleri de bu makamı ifade etmek için kullanılır. Sadâret mühründe bu makamın ilga edilişine kadar vezir-i a’zam klişesi muhafaza edilmiştir. İslâm anayasa hukukunda görülen vezâret-i tefvîzin karşılığıdır.

Padişahın mutlak vekili olan vezir-i a’zam, padişahın fermanıyla atanır ve diğer vezirlerden farklı olarak kendisine mühr-i hümâyûn, yani padişahın mührü verilir. Fâtih kanunnâmesindeki ifadesiyle “vezir-i a’zam vezirlerin ve beylerin başıdır; cümlenin ulusudur; cümle devlet işlerinin mutlak vekilidir; devlet mallarının vekili defterdar, nâzırı ise vezir i a’zamdır. Oturmada, durmada mallarının vekili defterdar nâz ve mertebede vezir-i a’zam hepsine takdim edilir”. Osmanlı Teşkilât Kanunnâmelerine göre, vezir-i a’zam’ın idarî yetkilerini şöylece özetleyebiliriz:

aa); Din, devlet ve saltanata dair bütün hizmetlerin ifasını temin;
bb) Had, kısas, hapis, sürgün, bütün çeşitleriyle ta’zir ve siyaset cezalarını infaz;
cc) İcap ettiği takdirde hususî davaları dinleme, Şerî’atın hükümlerini icra ve yapılan haksızlıkları önleme;
dd) Memleketin idarî yapısını tanzim, tımar, zeamet ve ulûfeleri tesbit;
ee) Başta beylerbeylik, sancak beyliği, mütevellilik, İmamlık, kadılık ve benzeri memuriyetler olmak üzere bütün askerî ve ilmiye sınıfına mensup memurları tayin ve azl;
ff) Kısaca bütün şer’î ve örfî meselelerin halli ve icrası için padişahın mutlak vekili ve Osmanlı tebeası üzerinde sözü ve yazısı, padişahın İrâdesi ve fermanı gibidir. Sadrazamın yazılı emrine buyruldu denir.

Sadrazam kendisine tanınan bu yetkileri kullanırken iki kayıtla bağlıdır.

Birincisi; önemli tayin işlemlerini ve devlet meselelerini padişaha telhis suretiyle arz etmekle görevlidir. Diğer devlet memurları ise, meselelerini ve kararlarını sadrazama arz edeceklerdir. Padişah bulunmadığı zamanlarda, telhis ve arz bulunmasa da yetkilerini onun vekili olarak kullanabilir. Eğer vezirlerden ve diğer yüksek memurlardan padişaha arzda bulunmak isteyenler olursa, bu arz hususu sadrazamın aracılığıyla olacaktır.

İkincisi; bütün bu yetkilerini kullanırken şer’î hükümlere ve örfî kanunlara uymak zorundadır. Sadrazamın arzına rağmen, Şeyhülislamın câizdir diye fetva vermemesinden dolayı reddedilen meseleler, Osmanlı Arşivinde önemli bir yekûn teşkil etmektedir.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

Kuruluş, Diriliş ve Direniş

Muazzam Osmanlı oluşumun çekirdeği, Merv ve Mahan bölgelerinden Anadolu’ya gelen Oğuzların Bozok kolunun Kayı Boyu tarafından atıldı…

Büyük göç Ahlat civarında sekiz-dokuz sene kadar soluklanıp (Peygamber Efendimiz de sekiz-dokuz yıllık bir demlenmeden sonra Mekke’yi fethetmiş ve devlet olmuştu) demlendikten sonra, Batı’ya yöneldi.  

Ankara yakınlarında Aşiretin Beyi Gündüz Alp öldü. Bey’in karısı Hayme Ana, eski Türk geleneklerinden gelen bir töreye uygun olarak, bir süreliğine yönetimi ele aldı, aşireti Söğüt-Domaniç aralığına yerleştirdi.

Sungur Tekin, Gündoğdu, Ertuğrul ve Dündar isimli dört oğlu vardı. Dündar henüz çocuk yaştaydı. Hayme Ana yetişkin oğullarını tek tek çağırıp “devlet tasavvuru” arayacak, bu tasavvurun sadece Ertuğrul’da olduğunu görerek gönül huzuru içinde onu beyliğe getirecekti.

Ağabeyleri bu tercihi kabullenmeyerek aşireti ortadan ikiye böldüler ve geri döndüler. Ne oldukları belli değil, zira tarih geri dönenleri değil, ölümüne hedefe yürüyenleri yazar: Tarih Ertuğrul’u ve oğullarını yazdı:

Neşri (ö. 1520) “Kitab-ı Cihannüma” isimli meşhur tarihinde, “Devlet-i Âliyye”nin temellerini atan Ertuğrul Gazi’yi şu şekilde anlatıyor:

 “Ol vakit ki Ertuğrul dört yüze yakın erle Rûm’a (Anadolu) duhul ittiler, Sultan Alâüddin-i Evvel bazi a’dâsıyla cenk sadedinde idi. Bunlar dahi göçmen gelüb ittifâk Sultan Alâüddin’ün şol haline yetişürler ki, Tatar, Sultan Alâüddin’i bunaldub sıyayürür. 

“Ertuğrul’un yanında birkaç yüz yarar yoldaş var idi. Ertuğrul eytdi: ‘Hay yârenler, cenk tuş geldük. Yanımızda kılıç götürürüz. Avret gibi geçüb gitmek erlik değildür. Elbette şunların birine muâvenet (yardım) itmek gerek. Gâlibe mi muâvenet idelüm, yoksa mağlûba mı?’ 

“Eytdiler: ‘Mağlûba muâvenet asîrdür. Âdemumuz azdur ve hem yeğine kuvvet dimişlerdür’ didiler. 

“Ertuğrul eytdi: ‘Bu söz merdâneler kelâmı değildür. Erluk oldır kim, mağlûba yardım idevüz, Hızır gibi bun deminde bîçarelere medet yetişe. Dest-gîr olavuz’ didi.

“Pes heman Ertuğrul etbâiyle el kılıca urub bir taraftan ki Sultan Alâüddin’ün mukâbelesinde idi, Tatar’a kılıç koydılar. Şahin kargaya girer gibi girüb fî’l-hâl aduvvi münhezim kıldılar. Sultan Alâüddin anı görüb Ertuğrul’a istikbal gösterdi. Ertuğrul dahi etbâiyle inüb Sultan Alâüddin’ün elin öpdi. Sultan Alâüddin dahi Ertuğrul’a hil’ât-i Fâhir giydirüb tevâibine ve levâhıkine atâlar ve ihsanlar eyledi. Andan Söğüt nam yiri halkına kışlak ve Tomanîci ve Ermeni tağlarını yaylak virdi.”

17. yüzyıl Osmanlı tarihçisi Müneccimbaşı Ahmed Dede (1631- 1702) şu tespitleri yapıyor: “Bil ki, bu devleti kuranlar, tarihin en haşmetli ve en büyük hükümdarlarıdır. Çok hayır yaparlar, çok ihsanda bulunurlar. Dâimâ adâletle hükmetmişler, kılıçlarının hakkı, mızraklarının meyvesi olarak bu devleti kurmuşlar ve büyütmüşlerdir”. 

Fransız tarihçi Fernand Grenard (1866–1942) ise şunları söylüyor: “Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşu, beşer tarihinin en hayrete değer ve en büyük vâkıalarından biridir” diyor. Neşri o isimden şöyle bahsediyor: 

“Meğer Osman Gazi’nin halkı arasında bir Şeyhi Aziz var idi. Edebali dirlerdi. Gayret sahibi kimselerden idi. Halkın itimadını almış tüm illerde meşhur olmuş idi. Dünyası sonsuzdu. Kendine derviş yolun tutarlardı. Hatta derviş deyü lakap ederlerdi. Bir zaviye yapıp gelen ve gidene hizmet ederdi. Zaman zaman Osman Gazi dahi ona misafir olurdu.”

“Kuruluş” tamam, “Kurtuluş” tamam, “Diriliş” detamam olduğuna göre, şimdi “Direniş” zamanıdır!

Kurucularla birlikte, “Din ü devlet” uğruna fedâ-yi can edenlere de rahmet dileyelim.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Osmanlı’nın “devlet” amacı ve Yavuz Sultan Selim

Şu soru hep soruluyor: Tacettinoğulları, Tekeoğulları, Çobanoğulları, Çandaroğulları, Dulkadiroğulları, Eşrefoğulları, İnançoğulları, Karesioğulları, Menteşoğulları, Pervaneoğulları, Ramazanoğulları, Saruhanoğulları, Karamanoğulları, Germiyanoğulları gibi, Anadolu’da onca Müslüman-Türk beyliği varken, bunların arasından neden sadece Osmanlı Beyliği, imparatorluk burcuna yükseldi?

Cevabım şöyle: Bu aşiretlerle beyliklerin arasında sadece Osmanlılarda “Devlet tefekkürü” vardı…

Bu yüzden Osmanlılar kısa ve uzun vadeli hedeflere sahiptiler…

Başıboş değil, güçlü ve etkileyici bir amacın peşine takılıp Anadolu’ya gelmişlerdi…

En başında kendilerine iki büyük hedef belirlediler: Bunlardan biri “dini”, diğeri “milli” idi…

Dini hedef: “İlâ-i Kelimetullah”!..

Milli hedef: “Kızıl Elma”!

“Kızıl Elma” hedefi son yüzyıllarda telaffuz edilmeye başlandı, ama aslında hep vardı. En başta ulaşılması gereken yer de Doğu Roma olarak belirlenmişti. Bunun öznesini ise Efendimiz’in Konstantiniye’nin fethine ilişkin meşhur Hadis-i Şerif’i teşkil ediyordu.

İnsanlar bu hedeflere göre eğitilip yetiştirilmişlerdi. Her birey, bu hedeflere ulaşmayı “varlık sebebi” sayıyordu.

Mevlâna, Yunus, Edebali, Dursun Fakih gibi “şeyh”lerle, Yesevi’nin Alp Erenler’i bu ebedi emeli yürekten yüreğe gergef işler gibi işlemişler, her Kayılı’yı bu hedef etrafında bütünlemişlerdi. Her Kayılı’nın yüreği yine bu hedef sayesinde bir atom çekirdeğine dönüşmüştü.

Yavuz Padişah da aynı yolun yolcusuydu. Bunun için önce Anadolu Birliği kurulmalı, ardından “İslâm Birliği” (İttihad-ı İslâm) sağlanmalı, ancak ondan sonra Batı’ya yürünmeliydi.

Yavuz’un, “Dünyayı bir padişaha çok, iki padişaha az” bulması işte bu yüzdendir. Şah İsmail ile yine bu yüzden hesaplaşması kaçınılmazdı: Anadolu, sırtını dayayabileceği bir kıvama gelmeliydi.

Şah İsmail’in “mürit” görüntülü müfrit casusları ve taraftarları Anadolu’da hâlâ cirit atıyor, yer yer ayaklanmalar çıkarıyor, merkezin gücü Anadolu’nun özellikle bazı bölgelerinde etkisiz kalıyordu.

Çaldıran öncesi Şeyhülislam’dan fetva aldıktan sonra, valilere gönderdiği fermanlarda, Şah taraftarlarının tespit edilmesini ve suçlarının gerektirdiği cezalara çarptırılmalarını emretti.

“Yavuz Sultan Selim 40 bin Alevi’yi (Osmanlı “Kızılbaş” demeyi tercih ediyordu) kesti” iddiasının kaynağı işte budur. Bu iddianın kaynağı ise, genelde, Alevi tarihçilerle Osmanlı’ya alabildiğine düşman yabancı tarihçilerdir. 

Öyle bir hava veriliyor ki, sanki Yavuz durup dururken, sırf “Alevi” oldukları için Alevileri katletmiş!

Oysa Yavuz, Sünni-Alevi ayırımı yapmadan, devlet düşmanlarının üzerine yürümüştür.

Bunu “Alevi katliamı” gibi algılamak ve yansıtmak önce tarihi gerçeklere, sonra da vicdana terstir.

Bazıları da “Türkçe şiir” yazdığı gerekçesiyle Şah İsmail’e daha yakın, “Farsça şiir” yazdığı için Yavuz’a daha uzak dururlar… Bu yaklaşımın da gerçeklerle ilgisi bulunmamaktadır. Neden derseniz, o dönem, dil ayırımının belirleyici olmadığı bir dönemdir. Zaten Osmanlıca, Arapça-Farsça ve Türkçe karışımı bir dildir.

“Türkçe’yi kurtarmak” ya da Alevi kardeşlerimizi memnun etmek için çaba harcarken, Yavuz’a ve tarihe haksızlık ettiğimizi dikkate almak zorundayız. 

Yavuz’u “katliamcı” gibi göstermenin tarihi sorumluluğunu kimse kaldıramaz!

Tarihe günün şartlarından, hele de “moda” akımlarından yaklaşmak, tarihi “tağyir”, “tahrif”, hatta “tahrip” eder.

Tarihçi kimseyi mutlu yahut tedirgin etmekle görevli değildir. Görevi tarihi gerçeklerle buluşup halkını yüzleştirmektir. Bu kadar! 

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit

İslam Güneşinden Nasip Alamayanlar

Ülkemizde ve çevremizde yaşanan olayların etkisinden dolayı içimden yazmak gelmiyor.Uzun zamandır köşe yazısı yazamıyorum. Etrafımız ateş topu,kan ve göz yaşı,memleketimiz her gün bir hıyanetle karşı karşıya kalıyor.15 temmuz,Kayseri patlaması,Ankara,İstanbul ve en son yine yılbaşında yaşanan elim olay !

İslam Coğrafyası kan gölüne dönmüş. Suriye,Irak,Yemen,Libya,Filistin’de her gün Müslümanlar ölüyor.Neyin uğruna ve neden ölüyor? Sorusuna doyurucu bir cevap bulamıyoruz.

İran Şia mezhebini kullanarak Pers İmparatorluğunu canlandırmak istiyor. Bütün ehlisünneti yezit göstererek hedeflerine doğru hızla ilerlediğini sanıyor.

Batılı devletler haçlı ittifakını DEAŞ üzerinden oluşturmuş asırlık öcünü Müslümanlardan almak istiyor.İşin acısı haçlılar öcünü DEAŞ terör örgütünü maşa olarak kullanarak Müslümanları birbirine  kırdırıp bir taş ile iki kuşu vuruyor. DEAŞ terör örgütünün vahşetini dünyaya basın aracılığı ile pazarlayarak Müslümanların tümünü potansiyel suçlu olarak göstermeye çalışıyor. Kısmen de başarılı oluyor.

Halbuki İslam dini ‘’Silm (Barış)’’ dinidir.Hoşgörü ve kardeşlik dinidir.İslam tarihinde dinimizin barış ve hoşgörü dini olduğuna dair bir çok olaya rastlayabiliriz.

Bu olaylara en iyi örnek Hz peygamberimizin (S.A.V) Mekke fethinden sonra Hz Hamza’yı şehit eden en azılı düşmanları Vahşi ve Ebu Cehilin eşi Hind’i af etmesidir. Hz peygamberimizin (S.A.V) eğer isteseydi azılı düşmanları Vahşi ve Ebu Cehilin eşi Hind’i öldürerek öcünü alabilirdi.Fakat onları af etme yoluna gitmiştir.Bu olay aslında Müslümanlar için örnek alınacak önemli bir olaydır.

Yine günümüzde yaşanmış ibretlik bir olayı anlatmak istiyorum.

Merhum Mısırlı meşhur alim Şaravi anlatıyor:

Heyecanlı aşırı geçlerden biriyle tartışıyordum. Sordum;

-İslam ülkelerinden birinde bir gece kulübünü havaya uçurmak, helal mi yoksa haram mı?

Genç;

-Elbetteki helal, onları öldürmek caizdir.

Şaravi;

-Onlar Allah’a karşı günah işlerken siz onları öldürürseniz, cennete mi yoksa cehenneme mi giderler?

-Tabiki cehenneme…

-Peki, şeytan onları nereye götürmek istiyor?

-Tabiki cehenneme.

-Öyleyse siz şeytanla aynı hedefi paylaşıyorsunuz. Onun da amacı insanları cehenneme sokmak!

Şaravi o gence şu hadisi hatırlatır:

Bir Yahudi cenazesi geçerken Resûlullah(sav) ağlamaya başlar. Derler ki;

– Seni ağlatan nedir, Yâ Resûlallah?

Der ki;

-Fırsatı kaçırdı, ateşe gidiyor.

Şaravi gence son olarak şöyle der:

İnsanların hidayeti ve ateşten kurtulmaları için koşan Resûlullah (sav) ile aranızdaki farkı iyi düşünün.

Siz bir vadide, sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed(sav) farklı bir vadide!!

Hz. Muhammed ile sizin aranızda dağlar kadar fark var!

Evet İslam dini barış ve kardeşlik dinidir. Her zaman kavli leyin ile insanlara yaklaşmayı benimsemiştir.

Peygamber efendimiz; mübârek elleri ile Kâbe’yi göstererek; (Ey Kâbe, sen Allahın evisin. Sen mübareksin fakat bir Müslüman,bir mü’minin kalbini kırsa 70 defa seni yıkmaktan daha büyük
günaha girer) buyuruyor.
Evet Peygamber efendimiz (sav)  değil bir Müslüman öldürmeyi hadisi şerifte belirtildiği gibi kalp kırmayı bile Kabe’yi 70 defa yıkmakla eş tutuyor.Allah bizleri hakkıyla İslamı yaşamayı ve Hz Muhammed’e ümmet olmayı nasip etsin inşallah…

İslam Birliği ve Yavuz Sultan Selim: Niçin İran Seferi? (3)

Dindar, Şuurlu ve Âlicenap Kürt Beylerinin Sultan Selim’e Biatları

İslam birliğinin ehemmiyetini çok iyi bilen dindar, şuurlu ve âlicenap Kürt Beyleri, bu büyük Çaldıran muzafferiyetinden sonra, Osmanlı Devleti’ne itaat etmenin zaruretini anlamışlar ve yeni bir devlet kurmak yerine, Osmanlıya iltihak etmelerinin daha faydalı ve zaruri olduğunu ifade etmişlerdir.

Bitlis Hâkimi Şerefüddin Bey, Hizan Meliki Emir Davud, Hısn-ı Keyfâ Emiri Eyyubîlerden II. Hâlil, İmâdiye Hâkimi Sultan Hüseyin olmak üzere birçok Kürt beyi (ümerâ-yı ekrâd), Osmanlı Devleti’ne itaat arzularını padişaha iletmişler; Yavuz Sultan Selim’e ve Osmanlı Devleti’ne itaat etmeden huzur bulamayacaklarını ifade etmek üzere şu mektubu göndermişlerdir:

Can ü gönülden İslam Sultanı’na bî’at eyledik, ilhâdları zâhir olan Kızılbaşlar’dan teberru eyledik. Kızılbaşların neşrettiği dalalet ve bidatleri kaldırdık ve Ehl-i sünnet Mezhebini icra eyledik. İslam Sultanı’nın namı ile şeref bulduk ve hutbelerde dört hâlifenin ismini yâda başladık. Cihada gayret gösterdik ve İslam Padişahı’nın yollarını bekledik. Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslam Sultanı’na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zalimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inâyetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah’ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak hâlindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah bizde böyle cari olmuştur.”32

Evet, büyük âlim İdris-i Bitlisî, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin Osmanlı Devleti’ne bağlanması için büyük gayret göstermiş ve bu bölgelerin tamamı, bir iki ay içinde Osmanlı Devleti’ne iltihak etmiştir. Sayıları yirmi beşi bulan Kürt Beylikleri, kendi arzu ve iradeleriyle imparatorluk ittifakına dâhil olmuşlardır. Şark’ta yaşayan ahâli, bundan sonra, hakikaten tarihinin hiçbir devresinde bulamadığı huzur, sükun ve istikrarı yaşamaya başlamıştır.

İdris-i Bitlisî vasıtasıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin kısa bir zaman içinde ve hem de yerli beylerin istek ve arzularıyla Osmanlı Devleti’ne ilhak edildiğinin haberini alan Yavuz Sultan Selim, bu büyük âlimi taltif etmek üzere kendisine bir ferman gönderir. Mektubunun başında Diyarbakır Vilayeti’nin sulh yolu ile fethine vesile olduğu için İdris-i Bitlisî’ye teşekkür eder, ayrıca bazı mühim ve kıymetli hediyeleri gönderir.

Kürt ve Türkmen aşiretleri gibi, Güneyde yer alan Arap aşiretleri de yine kendi iradeleriyle Osmanlı Devletine iltihak etmişlerdir. Aralarında İbn-i Harkuş, İbn-i Said, Benî İbrahim, Beni Sâyim, Benî Atâ aşiretleri, Safed ve Gazze şeyhleri ile Hâlep’in ileri gelenlerinin bulunduğu seçkin bir temsilciler heyetinin Yavuz’a takdim ettikleri ve aslı Topkapı Sarayı’nda bulunan şu itaat mektubu çok manidardır:

Bizler, canlarımız, mallarımız, iyâlimiz ve dinimizin emniyeti için size itaati arzuluyoruz. İslam’ı tatbik ve adaleti te’sis için sizin hâkimiyetinizi zaruri görüyoruz.”

Evet, Şark’taki birliğin kurucusu ve mimarı, İdris-i Bitlisî olduğu gibi; bu asırda da Şark’taki İslam kardeşliğinin en büyük müessisi, koruyucusu büyük İslam âlimi Bediüzzaman Said Nursî Hazretleridir.

Nitekim, 18 Ocak 1919 tarihin yapılan “Paris Barış Konferansı”nda Osmanlı Devleti’nin haklarını müdafaa etmekle görevlendirilen Stokholm Elçisi Şerif Paşa, vazifesine ihanet etmiş ve orada Osmanlı devletinin haklarını savunmak yerine, Kürtlerle ilgili meseleleri dile getirmiştir. Nihayet Şerif Paşa33 ile Ermeni Reisi Boğos Nubar arasında yapılan bir anlaşmayla bazı Kürt Beylerinin Osmanlılardan ayrılması istenmiştir. Bunun üzerine, salabet-i diniyyeyi ve celadet-i İslamiyeyi bihakkın temsil eden ve “Darü’l Hikmet-i İslamiye” azası olan Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu meseleyi duyunca şöyle tepki göstermiştir:

“Evvelki günkü gazeteler, Paris’te Şerif Paşa ile Ermeni Heyet-i Murahhası Reisi Bogos Nubar Paşa arasında Kürdistan ve Ermenistan hakkında bir itilaf akdedildiğini yazarak Kürt efkâr-ı umumiyesinden izahatta bulunuyorlardı. Dört buçuk asırdan beri vahdet-i İslamiye’nin fedakâr ve cesur hadim ve tarafları olarak yaşamış ve dini ananesine sadakati gaye-i hayat bilmiş olan Kürtler, henüz beş on bine karib şühedasının kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerin, gözleri oyulan ihtiyarların hatıralarını teessürle anarlarken, İslamiyet’in zararına olan tarihî ve hayatî düşmanlarıyla itilaf akdetmek suretiyle salâbet-i diniyeleri hilafına iftirakcüyâne âmâl takip edemezler. Binaenaleyh Kürt vicdan-ı millîsinin bu tarz tehassüsüne mugayir hareket eden zevatı da tanımazlar. Ve yegâne emelleri de vahdet-i dinî ve millîlerini muhafaza olduğundan, keyfiyetin izahına delalet buyrulmasını gazetenizden istirham ederiz.”34

“Kürtler İslam cemiyetinden ayrılmaya asla tahammül etmezler. Bunun aksini iddia edenlerin Kürtlük namına söz söylemeye salahiyetleri olmayan ve İslam dininin hakkaniyetini anlamayan beş on kişiden ibarettir. Ermenilerin maksadı Kürtleri kendi emellerine alet etmekten başka bir şey değildir. Kürtlük davası pek manasız bir iddiadır. Çünkü her şeyden evvel Kürtler Müslüman’dır.”

“Hem de salabet-i diniyyeye taassub derecesinde isal eden hakiki Müslümanlardır. Kur’an, Uhuvvet-i İslamiyeye münafi olan kavmiyet davasını men etmiştir.”35

Yine Bediüzzaman Hazretleri 1910 yılında Osmanlı devletine isyan etmek isteyen bazı Kürt aşiret reislerine hitaben şöyle diyordu:

“Altı yüz seneden beri tevhid bayrağını umum âleme karşı yücelten ve millî âdetlerini terk ederek ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize, kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve ma’rifetinden istifade edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhâsıl, Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti; hep beraber bir iyi insan oluruz. Dik başlılık etmeyeceğiz ve kendi başına hareket yapmayacağız. Bu azmimizle başka milletlere ibret dersi vereceğiz. İyi evlat böyle olur, itaatimizle göstereceğiz. İttifakta kuvvet var, ittihâdda hayat var, uhuvvette saadet var, hükümete itaatte selâmet var. İttihâdın sağlam ipine ve muhabbet şeridine sarılmak zaruridir.”36

Nitekim uhuvvet-i İslamiyenin ehemmiyetini anlayan, vatanperver ve hamiyetli Kürt aşiretleri, bu anlaşmayı protesto etmek maksadıyla meclise birçok telgraf çekmişlerdir.

1872’de Bağdat’ta dünyaya gelen, 1884’te Mülkiye Mektebi’ni bitirip çeşitli vazifelerden sonra, 1915 yılında Darü’l-Fünûn’da müderrisliğe başlayan, hayatının son devresinde Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercümesi’ne başlayıp, iki cildini tamamladıktan sonra 1934 yılında namazda iken Allah’ın rahmetine kavuşan Ahmed Nâim Bey de, Şerif Paşa ile Ermeni Reisi Boğus Nubar arasında yapılan bu anlaşma münasebetiyle mecliste şu konuşmayı yapar:

“Kürt aşiretleri Osmanlı devletine kendi iradeleri ile iltihak etmişlerdir. Asırlardan beri Türkler ile Kürtler kardeş olmuşlar. Bunlar bir anneden doğan ikiz kardeşlere benzer, eğer bunlar birbirinden ayrılırlarsa ikisi de mahvolurlar.”

Ahmet Naim Beyin bu konuşması bütün meclis azaları tarafından takdir edilmiş ve meclis reisi Seyit Bey, kendisini tebrik ederek şöyle demiştir: “Hissiyat-ı necibe-yi âliyenizden dolayı sizi tebrik ve takdir eyleriz.” 37

Bediüzzaman Hazretleri Osmanlı İmparatorluğunun eyaletlere ayrılması fikrini savunan Prens Sebahattin Bey’e verdiği cevapta ise şu hakikatlerin altını çizmiştir:

Prens Sebahaddin Bey’in Su-i Telakki Olunan Güzel Fikrine Cevap

Hayat ittihadadır. Benim gibi bir bedevinin fikri, fıtrat-ı asliyeye daha yakın olduğu için muhakemesi de tabii olduğundan, sun`iden daha mükemmel olacaktır. Şöyle ki:”

“Efrat mabeyninde muhabbet-i millî, zerrat mabeynindeki cazibe-i cüz`iyeleri gibi, bir muhassal teşkil ile, cihet-ül vahdetimiz olan usul-ü merkeziyeyi intaç edeceğinden ittihad ve muhabbet-i millî ve revabıtını tahkim eylemekle; zülal-i medeniyet o mecrada seyelan ederek şu anasır-ı muhtelifiyeyi bir seviyeye getirdiğinden, aheng-i terakki hoş bir nağme ile ecnebilerin sımah-ı hassasında tenînendaz edecektir.”

“Hem her bir kavmin mabihil-i bekası olan adat-ı millîye ve lisan-ı kavmiyeye ve isti`dad-ı efkara muvafık, hükumet teşebbüssata başlamalı … Ta ki makine-yi teraakkiyat-ı medeniyetin buharı hükmünde olan müsabakayı intaç edecek bir hiss-i rekabet peyda olabilsin. Yoksa bu revabıt ve mecarayi fekk edecek adem-i merkeziyet fikri ; veyahud onun ammizadesi unsura mahsus siyasi kulüpler –zaten merkezden nefret var –istibdad ciheti ile ve şiddet-i ihtilaf-ı unsur ve Mezhep sebebiyle birdenbire kuvve-i anilmerkeziyeye inkılab edeceğinden, tevsı-i mezuniyet kabına vahşetin galeyanıyla sığmayacağından ; Osmanlılık ve meşrutiyet perdesini birden feveran ile yırtacak bir muhtariyete; Ve sonra istiklaliyete; ve sonra tavaif-i müluk suretini giydiğinden hiss-i rekabet daiyesiyle vahşetin ve adem-i müsavatın mahsülü olan fikr istila yardımıyla bir mücadele-i keşmekeşi intac edeceğinden öyle bir zend-i azim olur ki :hürriyetteki hasene-yi uzmaya menafi-i umumi mizanıyla tartılsa muvazi belki ağır gelecektir. (…)”

“Onun te’vili güzel, fikren taakkul edebiliriz. Amma isti’dadımızla amelen tatbik edemeyiz. Tatbikine çok zaman lazım biz ki ekseriz, muvahhidiz. Tevhidle mükellef olduğumuz gibi, ittihadı te’sis edecek muhabbet-i millîye ile de muvazzafız. Eğer unsur lazım ise, unsur için bize İslamiyet kâfidir.”38

Haremeyn- Şerefeyn Hizmetinin Yavuz Sultan Selim’e Verilmesi

Yavuz Sultan Selim’in haremlerinde hizmet etmiş olan Hasan Can, onun en çok sevdiği ve en yakın nedimlerinden biriydi. Hasan Can ibretli bir hadiseyi şöyle anlatır:

“Merhum cennet mekân Padişah Hazretleri âdetleri üzere her gece kitap mütalaası ile meşgul olurdu. Bazen de bana okutturur kendileri dinlerdi, selefin tarihleri tamamen hatırlarındaydı. Birkaç geceden beri uykusuz olmamdan dolayı bende uyku galebe etti. Sultan Selim Hazretleri de uykuya dalmış ve rüyasında kendisine ‘Güzel kullarından birisi rüya görmüş.’ demişler. Seher vakti uyanarak sabah namazını eda ettikten sonra hizmetlerini görmek üzere yanlarına gittim. Bana ‘Bu gece görünmedin ne iş yaptın?’ diye sual buyurdular. Ben de‘Birkaç gece uykusuz kaldığımdan bu gece gaflet basmış, hizmetinizden mahrum kalmışım.’ diyerek özür beyan ettim.”

‘Peki bu gece ne rüya gördün?’ diye beyan buyurdular. Ben de ‘Öyle hatırda tutacak bir rüya görmedim.’ diye cevap verdim. Tekrar; ‘Böyle uzun geceyi tamamıyla uykuyla geçiresin de rüya görmeyesin. Mutlaka bir rüya görmüşsündür, benden saklama.’ dedi. Ben de bir rüya görmediğimi tekrar söyledim. Bunun üzerine mübarek başlarını salıp bir miktar düşündüler. Ben de padişahın bu hâlinden hayret ederek dışarı çıktım. Hazinedar başı Mehmet Ağa, Kilerci Başı Osman Ağa ile Saray Ağası ve Hasan Ağa’yı diğer birkaç ağa ile hasbıhâl ederken buldum.”

“Hasan Ağa, mütefekkir, sükûtu galip, gayet metin, salih ve dindar bir kimse idi. Ancak o günkü hâli çok garipti. Ben kendisine ‘Ağa Hazretleri kalbiniz gam ile dolmuş, gözleriniz yaşlı görünür, hikmeti ne ola?’ diye sordum. Bunun üzerine ‘Hayır herhangi bir şey yoktur.’ diyerek benden keyfiyeti gizledi. Ancak Haznedar Başı Mehmet Ağa: ‘Ağa kardeşimiz bu gece bir rüya görmüş de onun tesirindedir.’ dedi.”

“Ben de: ‘Allahu Teala hayırlar eyleye, meseleden beni de agâh edin. Zira devletli padişahım ‘Elbette sen bu gece bir rüya görmüşsündür, niçin söylemiyorsun?’ diye beni itap ettiler. Demek ki padişahın ısrarı beyhude değildir. Fakat, Hasan Ağa ısrarlarımıza rağmen rüyasını açığa vurmaktan utanıp ‘Benim gibi asi, günahkârın rüyası ne ola ki, padişah huzurunda söylemeye liyakat bulsun. Lütfen bana bu teklifi etmeyin.’ diyerek rüyasını açıklamaktan çekindi. Bizim ısrarlarımız üzerine çaresiz kalıp, bu gizli sırrı aşikâr eyledi ve dedi ki;

‘Bu gece bu eşikte oturduğumuz kapıyı rüyamda gördüm, kapıyı acele ile vurdular. Hayır, diye ileri vardım. Dışarı görünecek, ancak adam giremeyecek şekilde kapının açıldığını gördüm. Ne hâldir diye bir nazar ettim. Dışarı da haremin dâhilini ipek elbiseler içerisinde Arap simasında nurani kimseler ile dolmuş, elleri bayraklı, baştan başa silahlı, mükemmel hazır ve amade olduklarını gördüm. Kapıya yakın dört kimse durmakta idi. Ellerinde birer sancak vardı. Kapıyı vuranın elinde padişahın ak sancağı vardı. Bana:

‘Biliyor musun biz niye geldik?’ dedi. Ben de buyurun dedim. Gördüğün bu kalabalık Resulüllah’ın (sav.) ashabıdır. Bizi kendileri irsal eylediler. Selim Han’a selam ettiler. Fermanları bunun üzerinedir ki, hemen kalkıp gelsinler. Bugünden sonra Haremeyn hizmeti ona tevdi edildi. Bu dört kimseyi görüyor musun? Bunlar Ebu Bekir-i Sıddık, Ömer bin Hattab, Osman-ı Zinnureyn ve ben de Ali bin Ebu Talip’im. Var Selim’e bildir.’

diyerek gittiler. Bende dehşet galebe olmuş, ter içinde kalmışım. Zorla sabah namazına kalktım. Âdeta âlem bana dar geldi, aklım başıma gelince acele ile kalkıp güçlükle namazı eda ettim. Ancak benden korku, haşyet ve hayret zail olmadı.’”

“Hasan Ağa sözünü bitirdi ve tekrar ağlamaya başladı. Ben de hemen padişahın huzuruna girdim ve; ‘Padişahım! Eğer bu Hasan kulunuz rüya görmedi ise, saray ağası Hasan Ağa bir rüya görmüştür. Eğer müsaadeniz olursa arz edeyim.’ dedim ve Hasan Ağa’dan dinlediklerimi padişaha beyan ettim.”

“Bunun üzerine mübarek yüzü kızarmaya başladı ve buyurdular ki: ‘Biz sana demez mi idik ki biz bir canibe memur olmayınca hareket etmemişizdir. Şanlı ecdadımız velayet-i kerametten behrement idi. İçlerinde sadece ben onlara benzemedim.’ diyerek kendi nefislerini zapta davet buyurdular. Daha sonra Arabîstan seferinin tedarikiyle meşgul oldular.”

Diğer bir rivayette ise, padişah o gece gördüğü bir rüyâda Hasan isimli bir kimse vasıtası ile Hz. Peygamber’in (sav.) bir emrinin kendisine iletileceği müjdesini alır. Ertesi sabah Hasan Can’a bir rüya görüp görmediğini ısrarla sormasının sebebi budur. Hasan Ağa’nın rüyasını Hasan Can’dan naklen dinleyip emr-i peygamberi’yi tebliğ etmesinden sonra da ecdadının evliya makamında olduğunu beyan ederek “Onlara emr-i peygamberi bizzat tebliğ olunurdu. Veyl bana ki, bu makama ancak vasıta ile nail olabiliyorum.” diyerek mahcubiyetini ortaya koymuştur.39

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

32 Sebil’ür-Reşad, 18. Cilt, sayfa 226.

33 Şerif Paşa, Sultan Abdulhamit döneminde, Berlin ve Stokholm şefliğini yapmış, II. Meşrutiyet’ten sonra “Osmanlı Islahatı Esasiye Fırkası’nı” kurmuş ve Paris’te Meşrutiyet isimli muhâlif bir gazete çıkararak “İttihat ve Terakki” aleyhtarı olmuş, çok zayıf karakterli zayıf ve siyasi hayatında tutarsız bir kişiliğe sahiptir.

34 Şahiner, Son Şahitler, Cilt- 3, İstanbul, 1986, s. 286-287.

35 Sebil’ür-Reşad, 18. Cilt sayfa 218.

36 Nursî B.S, Asar-ı Bediiye.

37 Sebil-ür Reşat mecmuası 18.cilt sayfa 226.

38 Kütüphane-i içtihad sahibi Ahmed Ramiz’in neşrettiği “Nutuk-1” isimli eserinden alınan bu nutuk, el yazma ve Hazret-i Üstad’ın tashihinden geçmiş bir nüsha ile karşılaştırılmıştır.

39 Yavuz Sultan Selim’in Haremeyn-i Şerifeyn’in “hizmetini üstlenmesi hakkında bk. Selim’in Mekke Şerifine Gönderdiği Ferman, Celal-Zade, V. 202B-203b.