Kategori arşivi: Tarih

İslam Birliği ve Yavuz Sultan Selim: Niçin İran Seferi? (2)

Sultan Selim Asker Çadırlarını Dolaşıyor

Yavuz Sultan Selim, üç aydan beri sürekli hareket hâlinde olan askerlerini dinlendirmek için Erzincan’da otağını kurmuş ve yorgun olan askerini dinlendirmişti. Uzun zamandır yolda olan ve düşmanla bir türlü karşılaşmayan askerde bir yılgınlık ve rehavet baş göstermişti. Hatta bazı komutanlara kadar bu memnuniyetsizlik hâli sirayet etmişti. Onlar, “Geri dönmek isterük!” velvelelileriyle padişaha kadar seslerini duyurmak istiyorlardı. Böyle kargaşalı bir gecenin sabahına doğru tan yeri ağarmak üzereyken Sultan Selim teftiş için tebdili kıyafet ederek asker çadırlarının arasında dolaştıktan sonra Sinan Paşa’ya şöyle der:

“Sinan Paşa, askerin fikri pek fena zehirlenmiş. Kosova meydanlarında, İstanbul surları önünde vatanın selameti için bir askerin gösterebileceği en büyük fedakârlığı gösteren yeniçeriler, şimdi daha düşmanı görmeden geri dönmek istiyorlar. Bu ne hamiyetsizliktir Allah aşkına! Vaktiyle padişahların veya ordu komutanlarının ufak bir emriyle düşman üzerine, ölümün kucağına tereddütsüz atılan asker, bugün padişahlarının emrini bile dinlemek istemiyor.”

Sinan Paşa:

“Devletlu Padişahım! Yeniçeriler yine eski yeniçerilerdir, onlar yine Padişahlarını sever ve emirlerine itaat ederler. Lakin bugünün vükela ve vüzerası geçmiş zamanın vükela ve vüzerasıyla aynı değildir. Şah İsmail üzerine yürümek için herkes fikrini beyan etsin diye divan-ı hümayunda sorduğunuz zaman anladım ki; devletin en büyük işlerini ele alan vezirler arasında bile boş kafa taşıyanlar var. Memleket Şah İsmail’in saçtığı fesat alevleri içinde yanıp dururken, maalesef padişah efendimizi bu muharebeden vazgeçirmeye çalışanlar var. Devletin bütün işleri bugün sizin omuzlarınıza kalmıştır.”

diye düşüncelerini arz eder.

Sultan Selim Han, Sinan Paşa’nın bu sözlerinden fevkalade mesrur olur ve şöyle der:

“Vatan ve milletin selameti ve emniyeti uğrunda her türlü sıkıntı ve meşakkate katlanırım. Hakikaten yeniçeri askerini bir kısım vüzeramdan daha hamiyetli, daha âlicenap ve daha vatanperver görüyorum. O gün yeniçeri Abdullah’ın divanda kükremiş bir aslan gibi; ‘Padişahım daha ne duruyorsun! Allah yolunu açık, kılıcını keskin etsin. Biz gittiğin her yere gider, öl dediğin yerde canlarımızı seve seve cihad yolunda veririz.’ diyerek, Osmanlının cihat ruhunun, vatan ve millet sevgisinin kalplerde yaşadığını göstermişti. Ancak cahil insanlar fikirlerini çabuk değiştirebilirler, bir iki gün önceki ihtilal buna şahittir. Tahta çıktığım gün ‘Memleketimizi düşmanlara karşı müdafaa edecek ancak sensin.’ diye beni göklere çıkaran Yeniçeriler Erzincan’da ‘Biz geri döneceğiz.’ diye kıyamet kopardılar. Bazı kimseler şu azametli ordunun içine itaatsizlik, fitne ve fesat saçıyorlar. Ne yazık ki, zavallı milletin en korkunç düşmanları kendi içinde yaşıyor.”

Sinan Paşa: “Padişah Efendim Hazretleri! Kalbim ve vicdanım bunu söylüyor ki; patlayan isyanı tazelemek ve alevlendirmek isteyenler var. Lakin eminim ki, Cenab-ı Kibriya Hazretleri böyle kimselere fırsat vermeyecektir.”

Sultan Selim:

“Kalbin ve vicdanının kanaati benim de kanaatimdir. Çıkabilecek ikinci bir isyana dair bir ipucu bulabilir miyim diye dün akşam sabaha kadar tek başıma çadırların arasında dolaştım. Bir kısım çadırlardaki lakırdılar hamiyetimi incitirken, bir çadırdan duyduğum sadakatli bir yeniçerimin şu sözleri de beni ziyâdesiyle rahatlattı: ‘Babam vasiyetinde; Oğlum! Yapamayacağın bir işi üzerine alma. Üzerine aldığın bir işi de neticesinde ölüm olsa bile bırakma. Sözünün eri ol.’ demişti. Şimdi ben de babama verdiğim sözümden asla geri dönemem. Eğer geri dönersem dünyâda anam, kardeşlerim bana lânet eder, ahirette de ceddim ve babam yüzüme bakmaz. Bu bakımdan gazab-ı ilahiyeye uğrarım diye korkuyorum.

Yavuz Selim, Sinan Paşa’ya:

“Bu sabah derin bir sessizlik olduğunu görüyorum. Bu sessizliğin ardından pek büyük gürültülerin yaklaştığını hissediyorum. Bilirsin ya! Bazen sakin ve sessiz duran denizlerden birden en dehşetli fırtınalar, dağlar gibi dalgalar kopuverir de nice gemileri batırır.”

Sinan Paşa: “Devletlu Padişahım! Her daim fikrinizi endişelerle doldurup, her şeyin en tehlikeli cihetlerini düşünüp kendinizi üzüyorsunuz.”

Sultan Selim:

“Nasıl düşünmeyip üzülmeyeyim. Eğer düşüncelerim sadece kendime ait olsaydı katiyen üzülmezdim. Evlat ve ayalim, saraydaki o huzurlu ve rahat hayatım gözümde değil; ben milletimin birliğini, âlem-i İslam’ın dirliğini dert ediniyorum.”

Sinan Paşa: “Cenab-ı Allah bu ümmet ve bu milletin payidar olmasını arzu buyurmuş olacak ki; bu millete Zât-ı Şahaneniz gibi bir padişahı ihsan buyurmuş. Allah’a hamd ü senalar olsun. Bu kadar fedakârane çalışmalarınız ve ıstıraplarınız elbette mükâfatsız kalmayacaktır. Tarih zat-ı alinizden yalnız Osmanlılık namına değil, bütün Müslümanlar adına yapmış olduğunuz hizmetlerinizi takdir ve tebcil edecektir.”

Sultan Selim:

“Ümit ediyorum ki, hakiki tarih ve münevver ehli irfan icraatımı ve fikirlerimi takdir eder. Ancak, insaf ve idrakten mahrum olan bazı insafsız kimseler de beni Cengiz ve Timurlenk kadar merhametsiz, bedbaht ve insafsız göstereceklerdir.”

Sinan Paşa: “Şevketli Padişahım! Hak ve hakikat asla gizli kalmaz. Kışın en kapalı, fırtınalı havalarında, karanlık bulutlar altında gizlenen güneş birden bire zuhur eder, gökyüzünde parlamaya başlar, ortalığı nura gark eder. Çünkü güneş daimi, bulutlar ise geçicidir. İşte hak ve hakikat de muvakkaten gizlense de ebediyen perdeli ve örtülü kalmaz ve nihayet meydana çıkar.”

Sultan Selim: “Ben de derim ki; Sultan Selim bahtiyardır ki; senin gibi bir veziri var.” Padişahın bu iltifatı karşısında Sinan Paşa teşekkür için padişahın önünde temenna ederek;

“Hayatımı Padişahımın ve milletimin uğrunda feda etmekten gurur duyarım. Zaten en büyük emelim de budur. Zat- ı alinize karşı borçlu olduğum vazifeyi en güzel bir şekilde yapmaya gayret ediyorum. Ta ki kalbim ve ruhum rahat bulsun; ölürken de rahat içinde öleyim.” 26

Sultan Selim Han Asilere Hitap Ediyor

Yavuz Sultan Selim, uykusuz ve teftişle geçen yorgun bir gecenin ardından kuşluk vakti adi bir minderin üstüne elbiseleriyle henüz yatmıştır ki; aralarında bazı paşaların ve kazaskerlerin bulunduğu isyancılar Padişahın otağına baskın yapar ve; “yıkın çadırları… geri dönmek istiyoruz… daha ilerilere gitmek istemiyoruz…” gibi naralarla heybet ve gölgesinden bile birçoklarının titrediği o şanlı padişahın çadırına hücum eder ve ok atarlar. O padişah ki, sarayındaki rahat ve emniyetli yaşantısını bırakarak şeriat ve namus-u milleti müdafaa için yola çıkıp uçsuz bucaksız çöllere, geçit vermeyen sarp dağlara çıkmış ve eski bir minderde azıcık da olsa yorgunluğunu unutmak istemiştir. Ancak asiler çadırına kadar sokulmaya cüret ettiklerinde Sultan Selim birden yerinden fırlar ve yorgunluktan sarsılan ve geri dönmek isteyen askerlerin kuvve-i maneviyelerini takviye etmek, onların cesaretini, kahramanlık duygularını ve fedakârlığını artırmak için şu meşhur hitapta bulunur:

“Askerlerim! Vatan Yavruları! Millet Fedaileri! Din ve Namus Muhafızları!..

“Ceddinizin düşman üzerine aslanlar gibi atıldıklarını ve dönmeden vuruştuklarını unutuyor musunuz? Neden geri dönmek istiyorsunuz? Düşmanınızın yaklaştığını duymaktan korkup kaçmak mı istiyorsunuz? Bir İslam ve Osmanlı neferi korkak kedi gibi düşmandan kaçmaz; düşman üzerine mertçe atılıp kendini feda ederek millet ve memleketini, namus ve dinini, şeref ve haysiyetini kurtarır…”

“Şimdiye kadar hangi bir muharebeden Osmanlı askerinin kaçtığı görülmüştür?.. Düşman ile savaşarak ölmek bizim için en büyük bir şeref ve en yüce bir rütbedir. Siz şeref ve haysiyetinizi ayaklar altına alarak düşmanınıza ‘Osmanlılar bizim gölgelerimizi bile görmeden kaçtılar.’ dedirtmek mi istiyorsunuz?..”

“Bastığınız toprakların her karışı binlerce şehidin kanıyla yoğrulmuştur. Attığınız her adımda bir şehidin kabrini çiğniyorsunuz. Bastığınız her karış toprak ya bir dilara yanağı ya da bir aslan göbeğidir. Vatanları uğruna hayatlarını seve seve feda eden o âlicenap şehitlerin ruhaniyatı sizin üzerinizdedir. Sizin daha düşmanınızı görmeden kaçışınız onların ruhunu incitir. Başta şehitlerimiz olmak üzere, tüm ecdadınızın lanetine uğrarsınız…”

“Benim maksadım düşmanlarımızın fitne ve fesadından âlem-i İslam’ı ve aziz vatanımızı muhafaza etmektir. Siz de bu gaye uğrunda hareket etmelisiniz. Ben ‘İran’a ve Hind’e seferler edeceğimi’ daha tahta çıkmadan önce sizlere söylemiştim. Siz de ‘Biz de senin gibi padişah arıyoruz.’ diyerek teklifimi kabul etmiştiniz…”

“Şimdi sizlerin bu cihattan döndüğünüzü duyan, sizin kahramanlık destanlarınızla büyüyen çocuklarınız, yüreklerinde vatanperverlik hissi ile dolu olan analarınız ve kadınlarınız, bütün bir Anadolu belki de âlem-i İslam size nefretle bakacak ve tarih sizi asla affetmeyecektir. Öyle yapın ki, nefretle değil, şan ve şerefle yâd edilesiniz. Eğer bu uğurda ölürseniz en büyük bir makam olan şehitlik mertebesine yükselirsiniz. Eğer gazi olursanız tarihin şeref levhâlârında şan ve rahmetle anılırsınız…”

“Şimdi içinizdeki fikirleri zehirlenmiş olan zavallı korkaklar, rahatını isteyen miskinler, kadınlarının yanına dönsün, onlar gibi evde otursunlar. Şimdi düşman ile dövüşecek mertler benimle gelsin. Eğer içinizde er yoksa, ben tek başıma giderim!..”

Azim, sebat ve kararlılığın zirvesine ulaşmış hamiyetli bir deha olan Yavuz Selim’in bu heyecanlı, heybetli ve vakur hitabı, askerler üzerinde büyük bir tesir gösterir ve onların ruhuna hâkim olur. Asker serdarının hem hitabetindeki kudrete hem de at üzerinde eli kılıcının kabzasındaki hâli ile mücessem celadet ve şecaatine mest ü hayran kalırlar. Yavuz’un kısa, acı fakat çok tesirli olan bu hitabı askerin gururunu ve izzet-i nefislerini tahrik etmiş, herkes padişahın iradesine ram olmuş, vüzerası ve askeri tek vücut hâline gelmişti. Bu hitabından sonra, düşmana karşı at tepince ordudan “Yaşasın Padişahımız!” “Bizi kandırdılar!”Yaşasın Sultan Selim!” nidalarının yükselmesiyle mehteran ordu marşı çalar ve bütün ordu hükümdarın peşine düşer ve zorlu yürüyüş tekrar başlar.27

Yavuz ve Ordusu Çaldıran’da

Hicri 920 senesinde üç ayların başladığı Receb-i Şerif’in ilk gününde Çaldıran Ovası’na erişildi. Sultan Selim Han’ın ve ordusunun kararlı, kendinden emin ve şecaatli vaziyeti havaya hâkim oldu. Asker o geceyi maddi ve manevi manada uyanık geçirerek, âdeta gayb âlemi ile ülfet içerisine girdiler. O gece hiç uyumayan Yavuz Selim, zafer için Cenab- Hakk’a şöyle niyazda bulundu:

“Ya Rabbi sen bizi muzaffer eyle. Eğer bilmeyerek hata ettim ve günah işledimse, senin lûtuf ve keremin sonsuzdur. Şan-ı ulûhiyetine layık olanı yap. Ben ona razıyım.”

Ertesi gün Çaldıran meydanında kırk dört yaşındaki Yavuz Sultan Selim ve ordusu, yirmi yedi yaşındaki mağrur ve bir askerî deha olan Şah İsmail’le karşı karşıya geldi.

23 Ağustos sabahı, Osmanlının belki de bütün âlem-i İslam’ın mukadderatını tayin edecek en büyük tarihî günlerden biri idi. Osmanlı ordusunun bu savaşta mağlup olması durumunda bütün Anadolu Safeviler’in eline geçecek, Ehl-i sünnet Mezhep ortadan kalkacak ve Şii’ Mezhep hâkim olacaktı.

Nitekim, R. Savory’nin şu yazdıkları hem Osmanlı’nın nasıl bir tehditle karşı karşıya kaldığını hem de Çaldıran’ın nasıl bir dönüm noktası teşkil ettiğini ortaya koymaktadır:

“Çaldıran’da Türkler yenik düşseydi, Şah İsmail’in iktidarı Timur’unkinden daha büyük sonuçlar doğuracak, sırf bu zaferin ünüyle İsmail, Doğu dünyasının mutlak efendisi olacaktı.”28

Hiç şüphe yok ki, eğer Çaldıran Savaşı’nı Yavuz Sultan Selim değil de Şah İsmail kazansaydı, İran tarihine yön veren Şiilik, Anadolu tarihine de yön verecek, belki de Ehl-i sünnet Mezhep ortadan kalkacaktı. Çaldıran muharebesi, Anadolu’nun istikbaline İran Şiiliğinin yön vermesini önlemiştir.

Tarihçi İsmail Hami Danişmend Çaldıran seferinin önemini şöyle ifade eder:

“Hakikatte bu iki Türk hükümdarını birbiriyle çarpıştıran en mühim sebep, çok büyümüş olan bu iki devletin fütuhat (fetih) siyasetlerinde en şiddetli devirlerine girmiş ve artık birbirinin toprağına göz dikmiş olmalarında gösterilebilir.”

“Afganistan’dan Doğu Anadolu’ya kadar yayılan Safevi imparatorluğunun elinde mezhep, bir siyasi kuvvet şeklidir. Şah İsmail’in bütün hedefi, bu Mezhep’i Batı Anadolu Türkleri arasında da yayarak Anadolu’nun Osmanlı idaresinde bulunan ikinci yarısını da kolaylıkla ele geçirmekti…”

“Hâlbuki Yavuz Selim devrine gelene kadar Osmanlı padişahları Anadolu’nun birliğini temin için uğraşmışlardır; mesela Fatih, Uzun Hasan’la işte bu gaye uğruna çarpışmıştır. Onun için Yavuz’un elinde Sünnilik davası demek, Doğu Anadolu davası demek olduğu gibi, Şah İsmail’in elinde de Şiilik davası demek, Batı Anadolu davası demektir. İşte bundan dolayı Yavuz, Çaldıran seferine Osmanlı ulemasının fetvasını alarak çıkmıştır.”29

Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasında meydana gelen Çaldıran savaşı, hiç şüphesiz tarihin en önemli ve sonraki yüzyıllara da damgasını vurmuş ve yön vermiş savaşlarından biridir.

Yavuz, mağrur hükümdar Şah İsmail’in siyasi ve askerî gücünü çok iyi bildiği hâlde, yer yüzünde Türk ordusundan daha büyük bir ordu tanımıyor ve arkadaşlarına; “Benim memalikime tecavüze cüret edenlerin akıbeti hüsran olacaktır. Ordularım, savaş meydanlarını zaferle şenlendirecektir.” diyordu.

Bir gün askerin yorgunluk ve uykusuzluğundan bahseden Vezir-i Azam Hersek Ahmet Paşa’ya fena hâlde hiddetlenen Yavuz Selim;

“Paşa Paşa! Fazla korku felaket getirir. Sen saçını sakalını devlet işlerinde ağartmışsın ama, gene de ordu-yu hümayunu tanıyamamışsın. Hele sancaklar açılsın, ne yorgunluk kalır ne de uykusuzluk. Bu konuda bir daha mütalaa etme.”

diyerek askerine olan güvenini ortaya koyuyordu.

Türk ordusu Danasazı mevkiinde konakladı ve bütün tertibat alındı. Yavuz’un zaferden en ufak bir şüphesi bile yoktu ve vezirlerine şöyle hitap etti:

“Hepinizden ikdam bekliyorum. Allah ne yazdı ise o olur. Meydan-ı gazadan çekilmek bize yakışmaz. Kahramanlığınızı ispat ediniz. Ebedî şan ve şeref bizimdir. Düşman savletimize mukavemet edemeyecektir. İranlıların zahiri kudret ve azametine aldanmayınız. Parlak bir zafer için askerlerinizi hazırlayıp, onların önünde savaşa giriniz. Ben de yemin ediyorum ki, hepinizin yanında savaşacağım. Şafakla beraber harp borusunun çaldığını, sancakların rüzgârla temevvüc ettiğini görünce hep birden ileri atılınız.”

Tevfik, Huda-yı Lemyezeldendir.”

Sultan Selim daha sonra da ordusuna şöyle hitap etti:

“Asker kendi istediği şartlarda kahramanlık gösterirse bu âlâ bir durumdur, ancak gerçek kahramanlık, şartlar rakipten yana olduğunda, düşman topraklarında sebat etmekle elde edilir. İşte onlar gerçek kahramanlardır evlatlarım. Biliyorum, şu soru zihninizden hiç gitmez: ‘Nasıl dayanacağız?’ Tek cevap, ‘güç ve kuvvetin Allah’tan olduğu’dur. Çünkü İslam âlemi iki başlılıktan çok çekmiştir. Artık İslam’ın dünya hâkimiyeti, bizim şu sayılı günlerde çekeceğimiz çileye bağlıdır. Korkmayın, başarısızlık ihtimalini düşünmeyin. Korku, korkuyu getirir; o da dizlerinizdeki ve kollarınızdaki dermanı giderir. Cesur olamıyorsanız bile öyle davranın, çünkü insan bir süre sonra görüldüğü hâl üzere olur.”

Yavuz Selim, savaşın kaybedilme tehlikesi üzerine atını düşmanın üzerine sürmeğe karar verince, yanında bulunan vezirlerinden Hersek Ahmet Paşa ve Dukakinzade, padişahın atının üzengilerine sarılır, onu bırakmak istemezler.

“Gitme sultanım, gitme şevketlûm! Başınıza bir felaket gelirse, bu millet başsız kalır. Bunun zararı, sizden hizmet bekleyen milletimizedir.”

diye yalvarıyorlardı. Fakat o korkusuz padişah vezirlerini dinlememiş, savaşın en dehşetli zamanında siyah ipek renkli yağız bir Arap atı olan, taylığından beri çok iyi yetiştirilmiş ve çok iyi beslenmiş Karabulut (veya Karaduman) adındaki küheylanını düşman saflarına doğru sürmüş ve on kişilik birliklere tek başına saldırmış, zevkine doyulmaz ve benzersiz bir kahramanlık örneği göstermiştir. Padişahı bu hâlde görenler de büyük bir gayretle ileri atılmış ve kahramanca savaşmışlardır.

Yavuz Selim Şah İsmail’in Sarayında

Yavuz Sultan Selim’in ordusu, 1514 senesinde Çaldıran Ovasında Şah İsmail’i Allah’ın lütuf ve inayetiyle mağlup ederek büyük bir muzafferiyet kazanmış ve Sünni Müslümanları onların batıl itikatlarından, dehşetli fitne ve şerlerinden muhafaza etmeye muvaffak olmuştur. Yavuz her zaman;

“Zafer ve tevfik Allahu Teala’dandır. Kişi başarıyı kendinden bildiği sürece gerilemeye ve kaybetmeye mahkûmdur.”

demiştir. Bu sırdan dolayıdır ki, Çaldıran’da, o zamana kadar “namağlup” şöhretini muhafaza eden ve büyük bir askerî deha olan Şâh İsmail, aklından bile geçirmediği büyük bir yenilgiye uğramış, perişan edilmiş ve meş’um bir akibete düçar olmuştu. Artık onun hazinesi, tacı, tahtı ve Taçlı Hanım olarak bilinen Bihruze Hatun adındaki hanımı da Osmanlıların elinde idi. İran, bu büyük mağlubiyetten kurtulabilmek için tam yirmi yıl uğraşmıştı. Senelerden beri zihinleri meşgul eden bu büyük tehlike birkaç saat içinde hâlledilmiş idi. Yavuz, bu büyük muzafferiyetle Anadolu’nun birliğini kesin olarak sağlamış, Anadolu’yu Şia tehlikesinden kurtarmış, bundan sonra da Güney’de ve Avrupa’da büyük fütuhatlar gerçekleştirmiştir.

Yavuz Selim, İstanbul’da bulunan oğlu Şehzade Süleyman’a, Mısır Sultanı Gavri’ye, Venedik Doçuna, Macaristan Kralına, Kırım Hanına ve bazı devletlerin liderlerine bir fetihname gönderdi.

Yavuz Sultan Selim Han’ın büyük askerî dehası ile on iki saat gibi çok kısa bir sürede muvaffak olduğu Çaldıran Muharebesi, hiç şüphesiz tarihin en büyük ve önemli savaşlarından biridir.

“İki bin beş yüz km’lik uzun bir yolu aşıp zafere ulaşılan bu başarılı seferin hemen aynı şartlar altında 1812’de Napolyon’un, 1941’de de Hitler’in Moskova’ya yaptıkları başarısız seferler göz önünde tutulursa, ne derece değer taşıdığı anlaşılır.”30

Sinan Paşa, Şah İsmail’in hazinelerinin bulunduğu odasında Sultan Selim Han’a hitaben;

“Devletlüm! Evvelce de arz eylemiştim; Cenab-ı Kibriya âdil-i mutlaktır. Hüsn-ü niyetle çalışanlara mükâfatlarını; hainane çalışanlara da mücazatlarını verir.”

Sultan Selim Han:

‘Hâzâ min fadli Rabbî’ Biz Allah’ın emrini yerine getirmek için cihada çıktık. Allah da bize büyük bir muzafferiyet ihsan etti ve bizi muvaffak kıldı. Fesübhanallah! İnsan hayret etmekten kendini alamıyor. Kâinatta ne kadar garip hadiseler oluyor. Daha bir iki gün evvel ‘Geri dönmek istiyoruz.’ velvelesiyle kıyametler koparan yeniçeriler, göz kırpmadan düşmanın üzerine yürüdü ve onları büyük bir mağlubiyete uğrattılar. Kısa bir müddet önce kendi kuvvet ve tebaasına güvenen ve Osmanlı ordusuyla harbi dünyanın en kolay işi zanneden Şah İsmail, bugün hazinelerini, sarayını ve nikâhlı hanımını bırakarak kaçıp canını kurtarmaya çalışıyor.” diyordu.

Bir zamanlar Mezopotamya’ya hükmeden talihli bir hükümet beş on sene içinde uçurumlara sürükleniyor; kısa bir zaman öncesinde fikir ve dehâlârının nurlarıyla dünyayı aydınlatan mutasavvıf, muhaddis ve müçtehitleri yetiştiren bu iklimler bugün derin bir cehalet karanlığı içinde bocalıyordu.

Bir yıl iki ay yirmi bir gün sürmüş olan İran zaferiyle Anadolu’nun vahdetine vesile olacak ilk ve sağlam temel atılmış ve bu birliği tehdit eden en büyük tehlike bertaraf edilmiştir. İran ve Turan ahâlisi için büyük bir makamı ifade eden şah unvanının da bundan sonra Yavuz Sultan Selim için kullanıldığı ifade edilir. Yavuz Sultan Selim İran muzafferiyetiyle yeni bir ufuk açmış, onun askerî ve dünyevi kudretinin timsali olan kılıcı sayesinde büyük bir muzafferiyet kazanmıştır. Çaldıran muzafferiyeti, İslam birliğinin muazzez bir remzidir. Yavuz Sultan Selim Tebriz’den ayrılırken Tebriz, Şam, Kahire ve diğer merkezlerden idareciler, bine yakın sanatkâr, ilim adamları, ulema ve meşayıh İstanbul’a getirilmiştir. Daha sonra padişahın Musahibi ve çok yakın dostu olacak Hasan Can ve çok güzel bir sese sahip olan babası Müezzin Hafız Mehmed Efendi de İstanbul’a getirilenlerin arasındadır. Ayrıca buralardan çok kıymetli eserler getirilerek İstanbul kütüphanelerinde istifadeye sunulmuştur. Sultan Selim’den sonra yaklaşık iki yüzyıllık bir zaman içerisinde onun saltanatı devam etmiştir.

Şunu hemen ifade edelim ki, Tebriz’den İstanbul’a getirilen en mühim şahsiyetlerden birisi de hiç şüphesiz ki, Sultan Bediüzzaman Mirza’dır. Sultan Bediüzzaman Mirza, Hüseyin Baykara’nın büyük oğlu ve hâlefidir. Timuroğulları’ndan son Türkistan İmparatoru, yani Doğu Türk Hakanı’dır. Cuci Ulusu’ndan, yani Cengiz soyundan Muhammed Şeybak Han tarafından Herat İmparatorluk tahtından kovulmuş ve Şah İsmail’e sığınmıştır. Yavuz Sultan Selim, Osmanoğulları ile Timuroğulları arasında Ankara ve Yıldırım hadisesinden dolayı arada tarihi bir düşmanlık olmasına rağmen, Bediüzzaman Mirza’ya bir imparator gibi davranmış, yanına kurduğu bir tahta Bediüzzaman’ı oturtmuştur ve kendisine yılda elli dört milyon liraya yakın (yaklaşık 30.000 akçe) bir tahsisat bağlatmıştır. (Hammer, IV, 202).Türkistan Hakanlığı’nın Timuroğulları’ndan sonraki veliahdi olan Bediüzzaman Mirza, 46 yaşında iken 12 Ağustos 1515’te İstanbul’da vefat etmiş ve Eyüp Sultan mezarlığına defnedilmiştir.

Yavuz Sultan Selim, İran Seferine giderken askerleri isyana teşvik edenleri öğrenmesine rağmen, onlara ceza vermeyi uygun bulmamıştı. İran seferinden döndükten bir buçuk ay sonra bizzat tahkikata başladı. Vezirlerini birkaç defa huzuruna getirerek ayrı ayrı sorguya çekti; “Eğer doğruyu ve suçluyu söylemezlerse saltanattan çekileceğini” söyledi. Yeniçeriler “Hepimiz günahkârız” diyerek af dilediler. Yavuz Selim tahkikatı daha da derinleştirdi. Sonunda bu işin başında Kazasker Tacizâde Cafer Çelebi ile vezir İskender Paşa olduğu anlaşıldı. Yavuz Sultan Selim bu hadiseden sonra ocaktan yetişenlerden yeniçeri ağası usulünü kaldırarak, saraydan yetişme ve itimada layık olanlardan ağa yapma usulünü koymuştur. 31

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

26 Bu mevzuda ayrıntılı bilgi için bkz. Turan Oflazoğlu, Yavuz Selim, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları Ankara 2001.

27 Tacü’t-Tevarih, C. IV, s. 192-194.

28 R. Savory, İran Under The Safavids, sf. 45.

29 İ.H. Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Çilt 2, s. 6.

30 Türk Ansiklopedisi, Çaldıran maddesi, s. 338.

31 Çaldıran Savaşının bu bağlamdaki safahatı hakkında bkz. Celal-Zade, V. 139a v.d.; İdris, V. 69-81b.

İslam Birliği ve Yavuz Sultan Selim: Niçin İran Seferi? (1)

Şunu hemen ifade edelim ki, İran seferinden önce Anadolu’da ve İslam âleminde vuku bulan menfi hadiseler ortaya konulmadan, Yavuz Selim’in İran’a yaptığı seferin ehemmiyeti tam manasıyla anlaşılmaz.

Şia Mezhebinin her geçen gün hızlı bir şekilde yayılması, Sünni Müslümanlar arasında büyük bir endişe ile takip edilmekte idi.

Sultan Selim Hazretleri, saltanat tahtına oturduğu zaman iç huzuru sağlamış, ancak, devletin istikbaline göz dikmiş olan Şark düşmanları ile karşı karşıya kalmıştı. Eğer Yavuz Selim, Doğu’da Şah İsmail’in fitnesiyle uğraşmakla zaman kaybetmese idi, hamiyetini Batı’ya verecek ve daha büyük fütuhat yapacaktı. Ancak Doğu’daki bu fitneyi ortadan kaldırmamak daha büyük sıkıntılara yol açabilirdi. Bunun içindir ki, Yavuz Sultan Selim Han, celadet, şecaat ve şehamet ile İstanbul’dan kalkarak, kahraman askerleriyle ilk seferini İran’a yaptı.

Şah İsmail’in Mısır Sultan’ı ile Osmanlı aleyhine ittifak etmeleri, kardeşi Ahmed’in İran’a kaçan çocuklarını himaye etmesi, cami ve mescitlerde İslam’a muhâlif bazı bidatlerin ihdas edilmesi, Şia Mezhebini yaymak için Anadolu’ya gönderilen Ahut’ların hâlkı Osmanlı’nın aleyhine kışkırtmaları gibi birçok sebep bir araya gelmişti. Bunların en önemlisi ise, şüphesiz Şia Mezhebinin bütün Anadolu’ya yayılma tehlikesiydi. Bunu engellemek, bu korkunç fitneyi bertaraf etmek ve Ehl-i sünnet itikadını bu tehliken korumak elzemdi. Zira, Osmanlı devleti ve Ehl-i sünnet mezhebi gerçekten derin ve ciddi bir tehdit ve tehlike ile karşı karşıya idi.1

Şah İsmail’in Faaliyetleri

Azeri Türklerinin millî kahramanı olan Şah İsmail, 1487’de Erbil’de dünyaya geldi. Babası ve ailesi öldürülmüş, kendisi esarette kalmış ve öldürülme tehlikesi içinde yaşamıştı. Daha on üç yaşındayken tarikat ve aşiret mensuplarından oluşturduğu ordusuyla İran tahtına geçmeden önce, babasını öldüren Azerbaycan’daki Şirvan Şah’ı Ferruh’a saldırarak onu öldürmüş ve Şirvan şahlığını ortadan kaldırmıştır.

Farsça şiirler yazan Yavuz’un Türkçe tek dörtlüğü olduğu hâlde, çok zeki ve iyi eğitim görmüş olan Safevi hükümdarı Şah İsmail’in “Hatai” mahlasıyla Türkçe bir divanı vardır.

Şiraz’ı alan Şah İsmail, buradaki Sünni ulemayı kılıçtan geçirmiş. Tebriz’de Şah ilan edildikten sonra da Bağdat’ı ele geçirmiş ve kabri şerifleri burada bulunan İmam-ı Azam Ebu Hanife ile Abdulkadir Geylani’nin türbelerini yıktırmış, Şiiliğin önderlerinden ve “On iki İmam”dan biri olan Musa Kâzım’a muhteşem bir türbe yaptırmıştır. Bütün bunlar Şah İsmail’in ününü artırmış ve kendisine müthiş bir kudret kazandırmıştı. Venedik ve Vatikan’ın da kendisini desteklemesi onun cesaretini daha da artırmıştır.

Bir yıl sonra Akkoyunlu devletini mağlup ederek Tebriz’de dedesi Uzun Hasan’ın yerine İran şahlığı tacını giydi. Böylece O, Oğuz – Türkmen aşiret geleneklerine dayanan bir sufi tarikat reisliğinden, yani irşat postundan taht-ı saltanata, yani İran tahtının hükümdarlığına yükselmişti.

Anadolu’dan Ustaclu, Rumlu, Şamlı, Kekelü, Dulkadir, Kaçar ve Varsak Türkmen aşiretlerinden binlerce aile Erdebil’e giderek ona katılmışlardı. Ayrıca, Anadolu’da Tekeli Türkmenlerinden Şah Kulu, on beş bin kişiyi etrafında toplamış, Osmanlı’ya isyan ederek bütün taraftarlarıyla gidip Şah’a katılmıştı. Hiç şüphesiz ki, bütün bu felaketlerin, zulümlerin yegâne müsebbibi Şah İsmail’di. Şah İsmail, Yavuz Selim’in dedesi olan Alaüddevle’nin kızını istemiş ve bu isteği reddedilince de onun oğlunu yani Yavuz’un dayısını ve kuzenini katletmişti. Şah İsmail’in ektiği fitne tohumları, birçok masum dimağları ifsat etmiş, Anadolu’nun bazı yörelerinde Rafizilik cereyanları başlamıştı.

Şah İsmail ile sufi Türkmen kitleleri arasındaki ilişki, bir “mürşit – mürit” ilişkisidir. Rumlu Türkmen aşiretinden olan Nur Ali, Şah İsmail’in Anadolu’daki önde gelen hâlifelerinden biridir. Çaldıran’dan iki yıl önce, Kara Hisar (Afyon) yöresine geldiğinde “sayıları üç dört bin civarında olan atlı müritler” kendisine katılmıştır. Savory, “bu tür olayların Yavuz Selim’i daha da tahrik ettiğini yazar.”2

Parry’nin bu konunda yazdıkları çok önemlidir:

“Şah İsmail’in kurduğu Safevi devletinin askerî gücü, öncelikle, uzun süre Anadolu’da yaşamış Türkmen aşiretlerinin savaşçılarına dayanıyordu. Bu savaşçılar İran’a geldiklerinde de aşiret kimliklerini korudular, aşiretlerinin reisleri Şah’ın eyalet valileri oldular; gençleri Şah’ın ordusunun esas kitlesini oluşturdular.” 3

Şah İsmail Şeyh Cüneyt ve babası Şeyh Haydar’dan devraldığı Safevi tarikatını siyasi çıkar ve dünyevî menfaat için bir milis teşkilatı gibi kullanmış ve Doğu’da Sünni Özbekleri yenerek Ceyhun’a, Batı’da ise Diyarbakır’ı alarak Fırat’a dayanmıştı. Bu hâliyle kendisinde Osmanlı padişahıyla boy ölçüşecek kudret görüyordu. Şah İsmail’in on dört senede mağlup ettiği hükümdarların sayısı on dördü buluyordu.

Prof. Metin Kunt şöyle der:

“Safevi devleti, Osmanlı’dan fazla olarak, belli bir bölgenin imparatorluğu değildi; (kendi sınırları dışında) Akkoyunlu ülkesindeki etnik kardeşleri olan Türkmenleri cezp ettiği gibi, Anadolu’daki Osmanlı Oğuz – Türkmenlerine de cazip geliyordu. Karizmatik Şah İsmail’in bu mehdici (mesyanik) hareketi, Osmanlı devletini Anadolu’dan Avrupa’ya itmek ve böylece Ege denizinden Orta Asya’ya kadar geniş bir Türkmen imparatorluğu kurmak gibi bir tehdit oluşturuyordu.”4

Akkoyunlu devletini yıkarak Şia Mezhebinde (İsnâ-Aşeriye-On iki İmam) şeyhlikten şahlığa geçmek suretiyle, büyük ceddi Şeyh Safiyüddin Erdebili’ye izafeten 1502’de Safeviye devletini kurmuş olan Şah İsmail asırlardan beri Anadolu’da yaşayan Kızılbaşlara “Dâi” veya “Hâlife” adında propagandacılar göndererek, onları da kendi nüfuzu altına sokmağa çalışmıştır. Bir Türkmen hükümdarı ve sufi tarikat şeyhi olan Şah İsmail, siyasi bir yeteneğe sahip olduğundan, özellikle göçer Türkmen aşiretlerini Osmanlı’ya karşı isyana teşvik ediyordu.

Anadolu Selçukluları zamanında da Orta Anadolu’nun Sivas, Amasya, Tokat, Çorum ve Malatya civarlarında Baba İshak’ın önderliğindeki Kızılbaş ayaklanmaları olmuş, daha sonra da Batı Anadolu’da, Rumeli’de ve Balkanlar’da Samavna( Simavna) kadısının oğlu Bedreddin Mahmud’un tertip ettiği alevi ayaklanmalarında birçok kanlı olaylar cereyan etmişti.

Şah İsmail’in hâlifelerinden Nur Hâlife Orta Anadolu’da müritleri vasıtasiyle çalışıyor, Sivas, Tokat, Amasya ve Çorum’daki Alevileri Şah adına birliğe davet ediyordu. Bu bakımdan Şah İsmail, Osmanlı devleti, hususen Ehl-i sünnet Mezhep için Doğu’daki en büyük tehlike idi. Şah İsmail yazdığı Türkçe şiirlerle Anadolu’nun içlerine kadar yerleştirdiği adamları vasıtasıyla kısa zamanda hâlkın, devlet idarecilerinin ve ordu komutanlarının içlerine fitne ve fesat sokuyordu. Bu yüzden memleketin muhtelif yerlerinde zaman zaman ayaklanmalar oluyordu. Aynı suretle Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar’ın hâlifelerinden olan Anadolu Alevilerinden Hasan hâlife oğlu Şah Kulu da Antalya ve havalisinde Şah adına çalışmaya başlamış adamları vasıtasıyla bu faaliyetlerini Rumeli’ye kadar götürmüştü. Bunların dışında da Şah İsmail’in değişik kıyafetlerde Anadolu’ya göndermiş olduğu şeyhler vasıtasıyla Şia Mezhep yayılıyordu.

Anadolu’da bu faaliyetler sürerken, Şah İsmail de İran’daki Sünni Müslümanlara akıl almaz zulüm ve işkenceler yapmakta idi. Ira Lapidus’a göre, o zamana kadar çoğunluğu Sünni olan İran’da, Safeviler “İslam’ın başka bir yöresinde bir paraleli görülmemiş veya az görülmüş bir zulümle on iki imam Şiiliği’ni dayatmışlar ve İran’ı Şiileştirmişlerdir.”5

“Safevi kuvvetleri İran’da bir baştan öbür başa yürürken, Sünnilere kılıç zoruyla Şiiliği empoze etmiş, bunu kabul etmek istemeyen Sünnilere karşı gaddarca davranılmış ve bir çoğu öldürülmüştür.” 6

Arjamani’ye göre, “İran’da nüfusun çoğunluğunu oluşturan Sünniler ya Şiiliği ya ölümü seçmek zorunda bırakıldılar.”7

Cleveland da “Şiiliği yerleştirmek için Şah İsmail’in Sünni cemaatleri dağıttırdığı ve Şiiliği kabul etmeyenlerin öldürülmesini emrettiğini”8 yazmaktadır.

“Kendisi de bir Türkmen olan Şah İsmail, özellikle Türkmen oymak ve beylerine büyük itibar gösteriyor, kıymet veriyor, onları ordu komutanlığı, sipahi – valilik gibi önemli mevkilere, makamlara tayin ediyordu!..”9

İran’da mezhep değiştirme baskılarına direnmeye çalışan Sünnilerin toptan ve merhametsizce öldürüldüğünü belirten Prof. Faruk Sümer, devrin seyyah ve yazarlarına dayanarak, “Şah İsmail’in Tebriz’e girdiğinde Sünni din adamlarıyla, kadınlar ve çocuklar dâhil olmak üzere pek çok insanı öldürttüğünü, savaşta ve Tebriz’de yirmi binden fazla insanın telef olduğunu belirtir. Şah İsmail Sünni ve Türkmen Akkoyunlu oymağından kırı-elli bin kişiyi kılıçtan geçirmiş ve bu zulmünden dolayı kendisini kınayan anasını da öldürtmüştür.”10

Şah İsmail’in torunlarından Tahmasp ve Büyük Abbas (I.Abbas) zamanlarında da İran’daki Sünnilere karşı şiddet ve tasfiye uygulamaları zirveye çıkmış, İran neredeyse tümüyle Şiileştirilmiştir.11 Şiilik, İran’da ortak bir kültür ve kimlik olarak kabul edilmiş ve İran millîyetçiliğinin temelini hazırlamıştır.

Sultan Bayezit’in yumuşaklığı, meselelere kayıtsız kalması, bir kısım devlet adamlarının hadiseleri küçük görmesi ve bazı idarecilerin de Şah İsmail’e meyilli olmaları, onun cesaretini ve faaliyetlerini artırmış, hadiseler daha da büyümüştür.

Nitekim, bütün bu gelişmelerden cesaret alan Şah Kulu, Burdur, Keçiborlu, İstanos (Korkuteli) Isparta, Gölhisar, Sandıklı civarlarında birçok yağma ve katliamlar yapmıştır. Bu katliamları durdurmak için görevlendirilen Anadolu valisi Karagöz Ahmed Paşa da Kütahya önünde mağlup olmuş ve Şah Kulu tarafından kazığa vurulmuştur. (22 Nisan 1511)

Devleti ve Anadolu’daki düzeni derin bir şekilde sarsan “Kızılbaş” isyanları böyle bir ortamda meydana gelmiştir. Tarihte “Kızılbaş” deyimi, Şah İsmail ve onu destekleyen sufi – Türkmen hareketini ifade etmektedir. Alevilik’ten çok farklıdır. Alevilik konusunda geniş bilgi edinmek isteyenler, “Alevilik Nedir?” adlı eserimize müracaat edebilirler.

Tarihi olayları vesikalara dayanarak incelemeden hüküm verenler, Yavuz Sultan Selim’in Anadolu’daki devlete isyan eden Kızılbaş’ların idam veya hapis olunmalarını sebepsiz bulur ve Sultan Selim’e hücum ederler. Anadolu’da vuku bulan bütün menfi faaliyetlerin başı olan Şah İsmail’in üzerine giderken, bu büyük tehlikeyi bertaraf etmek istemesi, onun ne kadar isabetli hareket ettiğini, onun büyük bir siyasi lider ve askerî deha olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

II. Bayezit zamanında Safevi tehdidi giderek artmış, Anadolu’da Şah Kulu isyanı ile büyük bir huzursuzluk başlamıştı. Bunun içindir ki, Yavuz Sultan Selim, İran seferine çıkmadan önce, özellikle Orta-Anadolu’daki Kızılbaşlar hakkında çok ciddi ve titiz bir araştırma yaptırmış, suçlu olanları tespit ettirmiş ve onların cezalandırılması hususunda bir karar alınması için divan üyeleri toplamış, vezirlerin ve ulemanın da görüşünü aldıktan sonra, Anadolu’da birçok katliamlar yapmış ve devlete isyan etmiş olan Kızılbaşların uygulanan hukuk gereği olarak bir kısmını hapsettirmiş ve bir kısmını da yine ulemanın fetvasıyla idam ettirmiştir. Böylece İran seferinden önce içeride çıkması muhtemel isyanlar önlenmiştir.

Bu konuda Mustafa. Akdağ da şöyle der:

“Şah İsmail’e bağlılıkları, sadece dini inanç olma çizgisini aşarak para yardımı, asker olarak gidip ordusuna katılma, Kızılbaşlık propagandası yapmak ve Şah’a casusluk etmek gibi yollarla hizmet ettikleri sabit olanlar hakkında kovuşturma başladı; ayaklananlar suç derecesine göre ya yerlerinden sürülüyorlar (Özellikle Rumeli tarafına) ya da hapis ve idam ediliyorlardı.”12

Şunu da ifade edelim ki, Osmanlının tahrir defterinde ve bazı kaynaklarda otuz bin Kızılbaş’ın katlinin doğru olmadığı, Kızılbaşlardan devlete isyan edenlerden yakalanan ve idam edilen elebaşların sayısının beş yüzü geçmediği, geriye kalanların bazısının sürgün edildiği, bir kısmının da hapse atıldığı, bunların toplamının da üç bini geçmediği ifade edilmektedir.

Tarihçi merhum Mustafa Akdağ’ın belirttiği gibi, köylü Türkmen ayaklanmalarını ilk başlatanların genelde Kızılbaş eğilimli oldukları doğrudur. Fakat ayaklanmalar mezhep ve tarikat gayretiyle olmamıştır:

“Malları yağma ve kendileri bir hınçla parçalananlar hep hükümet mensubu kimselerdi. Eğer Sünniliğe karşı bir Şiilik-Kızılbaşlık ayaklanması olsa idi, çoğunlukta oldukları kesinlikle bilinen Sünni hâlk da karşı koymaya kalkar, iki hasım mezhep arasında kanlı çatışmalar çıkardı. Böyle bir şey olduğunu gösteren hiçbir belge yoktur… İsyancılar Alevi – Kızılbaş Türkmenler olsa bile, çıkardıkları isyan bir mezhep ayrılığı iddiası değildir.”

“Harekete yer yer tımarlı sipahilerin katıldığı da az görülmediğine göre, Alevi olmadıkları bilinen bu resmi görevlilerin isyancılara katılmaları ya da onları korumaları da gene olayın Alevi bağnazlığı olmadığına başka bir delildir.”13

Demek ki, çıkan isyanlar sadece Alevi isyanları olmadığı gibi, genel olarak “heterodoks” denilen bütün tarikat ve gruplara “Alevi” demek de doğru değildir. Bunların bir kısmı ‘ibaha’ yani her şeyi mubah sayma yolunu tutarak din ve toplum kurallarına aldırış etmeyen, hatta onları alaya alan ve Fuat Köprülü’nün ifadesiyle;

“… yüksek felsefi mülahazalara ve tecrübelere kabiliyeti olmayan cahil ve korkunç bir nihilizme ve immoralizme kapılmış, genellikle anti-sosyal ve anarşik tarikatlardır.”14

İnsanları diri diri yakan, kadın ve çocukları kılıçtan geçiren, yağma ve tecavüzlerde bulunan zümreler de görülmüştür. Devletin isyanları bastırmada ölçüyü kaçırıp aşırı sert davranmasında bu olaylara duyulan tepkinin de rolü olmuştur.

Yavuz Selim Bu Büyük Tehlikenin Farkındaydı

Yavuz Sultan Selim, Şia Mezhebinin Şark’ı istila ederek, Osmanlı’nın geleceğini büyük bir tehlikeye sokacağını ve Ehl-i sünnet itikadına açacağı korkunç yaraların kapanmasının çok zor olacağını Allah’ın lütfü ve şahsi dehasıyla iyi bildiği içindir ki, daha Trabzon valisi iken babası II. Bayezit’ten habersiz olarak İran’a sefer düzenlemiş, ancak Şah İsmail’in II. Bayezit’ten medet dilemesi üzerine istemeyerek bu seferden vazgeçmişti. Yavuz, yine o dönemde Safevi himayesinde bulunan Gürcistan’ı almış, Azerbaycan’a kadar ilerleyerek Akkoyunluların eski vilayetlerini ele geçirmiş, dağ keçilerinin bile geçemediği sarp Kafkas dağlarını aşarak Şavşadistan’ı Osmanlı topraklarına katmış, Erzincan kalesini geri almak için harekete geçen Şah İsmail’in kardeşi İbrahim Mirza’yı esir alıp Trabzon’a getirmişti. Yavuz’un bu kahramanlıklarını ifade eden; “Yürü Sultan Selim, devran senindir” türküsü hâlkın dillerinde dolaşmaya başlamıştır.

Yavuz Selim, Şah İsmail’in Anadolu’daki faaliyetlerini ve Şah Kulu hadisesini, devlete isyan eden bazı Kızılbaşların yapmış oldukları katliamları dikkatle takip ettiği için durumun ciddiyetini çok iyi biliyordu. Bazı şehzadelerin, Şah İsmail ile münasebetlerini ve kardeşi Şehzade Ahmed’in oğlu Murad’ın Şah İsmail’in hâlifesi elinden taç giymesi de meseleyi daha da vahim bir duruma getirmişti. Sultan Ahmed’in ve oğlu Murad’ın alevi kıyamının başına geçmeleri, Sivas, Çorum, Tokat ve havalisindeki faciaların artmasına sebep olmuştu.

Şah İsmail daha önce kendisini mehdi olarak ilan eden Abdullah bin Meymun adlı bir Yahudi’nin eski kuvvetini kaybeden İsmailiyye Mezhebini yeniden canlandırmak amacıyla kurduğu “Karamita” ile Hurufilik gibi birçok batıl mezhepleri yaymak için azami bir gayret gösteriyordu.

Evet, Karamita Mezhep Abdullah İbn-i Meymun tarafından Irak’ta kurulmuş, bilâhare, Hindistan, Pakistan, Suriye, İran ve Afrika’nın bazı bölgelerine ve hatta Mekke’ye kadar yayılmıştır. Bu Mezhep kurucularına din perdesi altında saltanat yolu açılmaya çalışılmış ve sonunda İbn-i Meymun’un torunlarından Ubeydullah isimli birinin başkanlığında bir devlet kurulmuş ve bu devlet bilâhare Şam’dan Fas’a kadar genişleyerek, bir imparatorluk hâline gelmiş; iki yüz yetmiş sene hüküm sür­dükten sonra, hicrî 567 senesinde yıkılmıştır. Bunlara, Bâtıniler de denir.15

Daha önce, Yahudi Hahambaşı Abdullah İbn-i Sebe’nin İslamiyet’e vurduğu darbenin bir benzerini, Abdullah İbn-i Meymun vurmuştur. Nasıl ki, İbn-i Sebe, Hz. Ali (r.a) ve oğullarını istismar ederek fitneyi ateşlendirmişse, İbn-i Meymun da, Evlâd-ı Resul olan Ca’fer-i Sâdık ve oğlu İsmail’i istismar ede­rek, sapık fikirlerini çok değişik perdeler altında yayabilmiştir. Tarihte, kan dökücülükte eşine nadir rastlanan İbn-i Meymun, neticede nice Müslümanların dinden çıkmalarına da sebeb olmuştur. Abdullah İbn-i Meymun tarafından dokuzuncu asrın başlarında hususî ve siyasî maksatlarla kurulan İsmailiyye mezhebinin yeniden canlandırılmak istenmesi sebepsiz değildir

İbn-i Meymun, bu tarikatı gizli ve siyasî bir cemiyet hâline getirdi. Zerdüşt dininin yedi prensi­bini örnek alarak, kendi tarikatına giren sofileri yedi dereceye ayırdı. Tarikatın pîri olarak kendisi de ye­dinci dereceye oturdu ki, bu mertebe -hâşâ- Allah’tan doğrudan doğruya emirler alan imamlık makamıydı. Bu makamda bulunan imam, o kadar salâhiyetliydi ki, helâli haram, haramı da helâl yapabilirdi. Ona mübah olmayan hiçbir şey yoktu.

Bu tarikatta ileri gidenler zamanla kendileri ibadetten istinkâf ettikleri gibi, başkalarını da ibadetten uzaklaştırdılar ve sonunda onların dinden çıkmalarına sebep oldular. Hattâ cennet ve cehennemin bu dünyâda olduğunu, insanın zevk-ü safa içinde, keyfince bir hayat yaşaması lâzım geldiğini ileri sürerek âhireti inkâr ettiler ve ettirdiler.

Bu Mezhep, İslamiyet’ten önce intişar eden ve hâlkın malını ve sahip olduğu her şeyini, hattâ kadınlarını dahi ortak kabul eden, mubah kılan ve sözde eşitliği ve sulh-u umumîyi böylece tesis iddiasında olan Mezdek isimli bir sapığın ortaya attığı fikirlerden ziyâdesiyle etkilenmiştir.

Kendi Mezheplerinin imamlarını, diğerlerinden üstün olarak görüp ilâhî feyze mazhar olduklarını kabul ederler. Onlara göre, imamları hatâdan ârîdir, günah işlemez, yaptıklarından sorumlu tutulamaz. Zira, imamlar, başkalarının bilmediği şeyleri bilirler.

Şiâ itikadını taşıyan fırkalar içinde tarih boyunca en tahripkârı bu İsmailiyye fırkası, diğer adı ile Bâtınîler olmuştur. Asya’nın başı dönmüş bu kanlı anarşistleri, fikirde, itikatta, ahlâk ve hayatta fesat çıkartmışlar; İslam âleminde yıllarca süren sükûn ve huzuru bozmuşlardır. Bu anarşistlerin başında Şeyh-i Cebel diye anılan Hasan Sabbah16 ve onun cennet fedaileri gelmektedir.

Hasan Sabbah, Şia’nın Bâtıniye koluna mensup olup, Şiâ hareketinin gelmiş geçmiş en büyük bozgun­cularından biridir. Asya’da ilk defa kelimenin tam mânâsı ile anarşizmi o müesseseleştirmiştir. Alamut Kalesi’nde sistematik bir biçimde her türlü terör hare­ketlerini plânlamış ve tatbik sahasına koymuştur.

Hasan Sabbah, Selçuklu İmparatorluğunun amansız bir düşmanı idi. Maksadı, Selçuklu İmparatorluğu’nu yıkmak, Şiâ fikriyatının gelişmesine engel olan bu güçlü devleti ortadan kaldırmaktı. Bu gayesini tahakkuk ettirmek için de cennet tasvirlerine uygun bir bahçe inşâ ettirdi ve içinde göz kamaştırıcı köşkler yaptırdı. Bu bahçede ve köşklerde hususî yetiştirilmiş şarkıcılar, cennet hurilerini andırır genç kızlar vardı. Hasan Sabbah’ın adamları değişik muhitlerden, yirmi yaşlarında, cesaretli, atılgan gençleri toplayarak Alamut Kalesi’ne getirirlerdi. Bu gençlere önce cennet ve cennetin zevk ve safâları anlatılırdı. Bilâhare bu gençler Afyon gibi bazı uyuşturucu maddeler ile uyutulur sözde cennet bahçesine indirilirdi. O bahçede uyanan gençler, gözlerini açtıklarında karşılarında muhteşem köşkler, huri mi­sâl kızlar, rengârenk çiçekler ve meyve bahçeleri gö­rünce, Hasan Sabbah’ın müjdelediği cennete girdikle­rine gerçekten inanırlardı. Günleri zevk u safa ile geçerdi. Bir müddet sonra tekrar uyuşturucu ile uyutulur ve o cennet bahçesinden çıkartılırlardı. Artık bu gençle­rin en büyük arzuları, Hasan Sabbah’ın bu cennet bahçesine tekrar girebilmek olurdu. Şeyhü’l-Cebel Hasan Sabbah bu dessas plânı ile birtakım gençleri kendine bağlamış ve onları birer intihar timi hâline getirmişti. Şiâ Şeyhi Hasan Sabah, bir kimseyi öldürtmek istediği zaman, bu gençlerden birisini çağırır,

“Git filân kimseyi öldür. Eğer bu işi başarırsan, seni cennete gönderirim. Eğer ölürsen, meleklerimi gönderir, yine seni cennete aldırırım.”

derdi. Cennet aşkı ile yanıp tutuşan bu gençler, böylece şeyhin bu emrini mutlak bir teslimiyetle yerine getirir, onun dediği kişiyi ne pahasına olursa olsun öldürürlerdi.

Hasan Sabbah, tam otuz üç yıl, Alamut Kalesi’nde bu kanlı faaliyetlerini sürdürdü. İran Şiîlerinin bu anarşist şebekesi, yüzlerce, binlerce Müslüman’ın kanına girdiler. İçtimaî sükûnu kaçırdılar, terör estir­diler. Selçukluların dünyaca meşhur veziri ve dirayetli bir devlet adamı olan olan Nizâmülmülk’ü şehid ettiler.17 Şiilerin yayılmasına mani gördükleri âlim ve fakîhler, Hasan Sabbah’ın fedaileri tarafından katledildiler.

Şiâ Şeyhi Hasan Sabbah’tan sonra, hâlefleri de aynı yoldan yürüdüler. Selçuklu veziri Ebû Nasır, bun­lar tarafından katledildi. Hâlife Müsterşid de bu anarşistler tarafından şehid edildi.

Bâtınîlerin tarih boyunca yapmış oldukları tahrip­ler, yalnız masum ve müdafaasız insanları ve özelikle Müslümanları katletmekle kalmamış, bunlar, aynı zamanda nice köy, kasaba ve şehirler basmış, ker­vanlar yağmalamış, kadınları esir almış, mukaddes beldelerde bile kan dökmekten geri kalmamış, elim katliâmlar yapmışlardır. Meselâ, Şia’nın Bâtıniye koluna mensup Cennabi oğlu Ebû Tahir, etrafına topladığı birkaç bin çapulcuyla hicrî 311 yılında hacca gitmekte olan hacıları pusuya düşürerek çoğunu kılıçtan geçirmiş ve mallarını yağmalamıştır. Senelerce etkisini sürdürmüş olan bu karanlık batıl mezhep çok büyük tahribatlar yapmıştır.

Hicrî 317 yılında da aynı çete, yine Hac mevsiminde Arafat’tan Mekke’ye dönen hacılara saldırarak hep­sini kılıçtan geçirmiş. Bu toplu katliâmdan kurtulan bir kısım hacılar Kâbe-i Muazzama’ya sığınmışlarsa da bu anarşistler, Kabe’ye girmiş ve onları da Beytullah’ın içinde şehid etmişler ve bir kısmının cesetlerini zemzem kuyusuna atmışlardır Ebû Tahir adında bir kişi, Kabe’nin kapısını ve Hacerü’l-Esved’i söküp götürmüş ve böylece Hacer-ül Esved yirmi iki sene bunların elinde kalmıştır. O zamanki Bağdat hükümeti bu gözü dönmüş Şiâ çapul­cularından Hacerü’l-Esved’i geri almak için elli bin altın teklif etmiş, ancak onlar, bu teklifi kabul etmemişlerdir. Nihayet Afrika’daki Fâtımîlerin Mehdisinin şiddetli tehdidi üzerine Hacerü’l-Esved’i iade etmek zorunda kalmışlardır.18

İşte Yavuz Selim, yukarıda izah edildiği gibi Şah İsmail’in Anadolu’ya yaymak istediği o korkunç hurafeleri, batıl itikatları ve ehli bidat mezheplerin intişarını önlemek, Şark’ı ve elh-i İslam’ı bu korkunç tehlikelerden muhafaza etmek, vahdet ve ittihad-ı İslam’ı temin etmek gayesiyle Doğu’ya dikkat kesilmiş ve İlâhi kaderin kendisine çizdiği bu yolda yürümek için ilk seferini İran’a yapmaya karar vermiştir.

Yavuz Sultan Selim, İran Seferi İçin Divan Üyeleri ile İstişareye Ediyor

Fevkalade mahir ve kâmil bir idareci olan Yavuz Sultan Selim Han, seferlere çıkarken hiçbir zaman kendi başına hareket etmemiş, başta Şeyhülislam olmak üzere diğer ulema ile her zaman istişare edip onların düşüncesini aldıktan sonra hareket etmiştir.

Yavuz Selim, milletin ve memleketin geleceği açısından hayati önem taşıyan İran seferini, memleketin Şah İsmail’in fitnesinden kurtarılması hususunu etraflıca tahlil etmek için başta Şeyhülislam Zembilli Ali Efendi olmak üzere, vezirlerden ve defterdarlarından oluşan heyetle müşavere etmeğe karar verir. Bunun için de vezirlerine derhâl divanın toplanması emrini verir.

Yavuz Selim o anda yanında bulunan hocası Hilmi Efendi’ye şöyle der: “Muhterem Hocam, ben milletin padişahı olmam itibariyle hemen İran üzerine yürümeye karar verdim. Bu konuda ulemanın ve vezirlerimin de fikrini almak istiyorum.” der ve hocasının bu konudaki düşüncesini sorar. Hilmi Efendi de “Elbette ki, böyle hayatî meselelerde vüzeranın fikirlerini alman yerinde ve elzemdir.” der ve istişarenin Hz. Peygamber (sav.) Efendimizin de ehemmiyetli bir sünneti olduğunu hatırlatır.

Evet,

“İş hususunda onlarla müşavere et.”19

ayetini kendisine rehber edinen O Sultan-ı Levlak olan Allah Resulü (sav.) Bedir Savaşında Mekke müşriklerinin savaş için geldiğini haber alınca bu konuda ne gibi tedbirler alınacağı hususunda ensarla müşavere etmiş, muharebeden sonra da Bedir esirleri konusunda onlarla istişare etmiştir. Yine Uhud ve Hendek Gazvelerinde, Hudeybiye’de, Taif Seferinde, ezan konusunda ve daha birçok meselede ashabıyla istişare etmiştir. Akıl ve zekâ yönüyle insanların en mükemmeli olan Hz. Peygamber (sav.) istişareye bu kadar ehemmiyet verirse, elbette hiçbir insan bundan müstağni kalamaz.

Divan üyelerinin toplanmasını bekleyen Sultan Selim, zaman zaman karşısında tefekküre daldığı duvardaki umumi haritanın yine karşısına geçer; bir avuç toprağı için çarpan haris yürekleri, dökülen kanları, parıldayan silahları, at kişnemelerini ve savaş naralarıyla inleyen ovaları tahayyül eder ve şöyle der: “Eğer hepsi bundan ibaret ise, bu dünya bir padişaha çok; iki padişaha da azdır.” Yavuz’un bu sözüne tebessüm eden hocası latifeli bir şekilde şu ibretli dersi verir:

“Dünyaya hükmetmeyi az gören nice padişahların, nice Süleymanların (a.s.) ve nice İskenderlerin şimdi bir avuç toprağın koynunda ebedî uykusuna yattıklarını da düşünmek lazımdır, Şah’ım.”

Sultan Selim hocasının bu sözünü tasdik eder ve meseleyi müdrik olduğunu şu veciz beyanıyla ifade eder:

“ Evet, evet. Bu topraktan yaratıldık, yine bu müşfik toprağın koynuna gireceğiz.”

Yavuz Selim Han, İran seferini görüşmek için toplanan heyete şöyle hitap eder:

“On beş yıldan beri devam eden ve günden güne de artan Şah İsmail’in önderliğindeki o büyük tehlike devam etmektedir. Eğer tedbir alınmazsa bu durum memleketi yıkıp harap edecektir. Şah İsmail’in yaymak istediği bu fitne ateşi yalnız Osmanlı devleti için değil, Anadolu ve bütün âlem-i İslam için de büyük bir tehlikedir. Şah İsmail, İslamiyet’in istikbalini tehlikeye sokmak için durmadan çalışıyor. Aldığımız son haber de Şah İsmail’in nüfuzunun günden güne arttığını ve adamlarının tâ Ankara’ya kadar geldiğini bildiriyor. Bu bakımdan memleketimiz büyük bir tehlike ile karşı karşıyâdır. Bu tehlikenin bertaraf edilmesi için ne yapmamız gerektiği hususunda sizlerin de fikrini almak için toplandık. Sizler de bu konudaki fikirlerinizi beyan ediniz.”20

Bazı vezirlerin konuşmasından sonra söz alan Sinan Paşa:

“Padişahım, bu tehlikenin bertaraf edilmesi hususunda sizin azim ve metanetinizi hiçbir kuvvet durduramaz. Osmanlıların karşısında Bizans İmparatorluğu bile dayanamadıktan sonra, o kahraman askerlerin önünde Şah İsmail asla duramaz.” der.

Sultan Selim:

“Şunu iyi bilin ki, ben Müslümanlar arasında bir savaş yapılmasını ve o uğurda kan dökülmesini katiyen arzu etmedim. Eğer böyle bir arzum varsa Allah’ın gazabı üzerime olsun. Ortada hiçbir sebep yokken kan dökmeye vesile arayan bir devlet reisi canavar tabiatlı bir insandır. Ancak vatanın bekası ve milletin selameti için kan dökülmesi icap eder de o devletin başındaki yönetici bundan imtina ederse, o da dünyanın en fena ve korkak bir insanıdır. Vatan ve milletin istikbalini tehdit eden bir tehlikeyi kandan başka bir şeyle temizlemek mümkün değilse, o milletin hükümdarı elbette bunu kanla temizleyecektir. Öyle değil mi? Hâlbuki benim en büyük gayem ve hedefim dünyâdaki bütün Müslümanların birlik ve beraberliğini sağlamak ve onları bir noktada toplamak, yani ittihad-ı İslam’dır. Hayatımı bu uğurda vakfetmişim. Gel gör ki, Şah İsmail Müslümanlar arasında fesat ve tefrikayı körüklemeye çalışıyor. Eğer biz onun bu fitnesini ortadan kaldırmazsak kim bilir memlekette ne gibi dehşetli ve kanlı fırtınalar kopacak.”

“Şah İsmail, büyük babam Fatih Sultan Mehmed’in, onun dedesi olan Uzun Hasan’a vurmuş olduğu darbeyi unutmuş olsa gerek. Uzun Hasan da Osmanlı’ya meydan okuma hülyası ile ortaya çıkmış, ama sonunda aklına gelmeyen nice bela ve musibetlere maruz kalmıştı. Kim bilir belki de Şah İsmail büyük babası Uzun Hasan’ın intikamını almak istiyor. Bunun için de önce memleketin içinde din ve mezhep kavgaları çıkarmaya çalışıyor. Hiç düşünmüyor ki, büyük babam Fatih Sultan Mehmed Han kendisine daima Garp yolunu açmak istediği hâlde, Şark’ta tehlikeli bir düşman görünce hemen onun üzerine yürüdü ve darmadağın etti. Ben de tarihin kıyamete kadar takdir edeceği o büyük Fatih’in torunuyum. Şah İsmail hiç düşünmüyor mu ki, ben vatanımın bekası için babamla bile muharebe ettim.”

“İçinizde, iki Müslüman devletin karşı karşıya gelmesinin doğru olmadığını düşünenler var. Şimdi sorarım size Hz. Ali ile Hz. Muaviye’nin askerleri Sıffin’de savaşmadılar mı? Şimdi İran üzerine yürüme noktasında kararınızı söyleyiniz?”21

Yavuz Sultan Selim’in bu sözlerini kapının dışından duyan Abdullah ismindeki bir Yeniçeri, bu durum karşısında çok heyecanlanır ve kendisini tutamayarak içeri girer ve şöyle der:

“Padişahım daha ne duruyorsun, Allah yolunu açık, kılıcını keskin etsin. Biz senin emrindeyiz, öl desen ölürüz. Mademki dinimizin ve vatanımızın kurtulması için İran’la savaşmak lazımdır, öyle ise hemen savaşı ilan ediniz. Zira bu uğurda hayatlarını feda etmeye hazır, yüz binden fazla insan sizin arkanızdan gelecektir.”

Yeniçerinin bu konuşmasından sonra Yavuz Sultan Selim heyecanla ayağa kalkar ve şöyle der:

“Aferin sana aslan yürekli kahraman yavrum. Var olsun seni dünyaya getiren ana. Yaşasın senin gibi evlatlar yetiştiren bu millet. Seni sancak beyi yaptım. Elinden geldiği kadar çalış, zerre kadar doğruluktan ayrılma ve o rütbeye layık olduğunu ispat et.”

Âlicenap ve fedakâr Abdullah, Padişahın bu teveccühüne teşekkür ettikten sonra şöyle der:

“Hayatım ve tüm varlığım din, vatan ve padişah uğruna feda olsun. Hiçbir zaman doğruluktan ayrılmayacağıma yemin ederim.”22

Divan üyelerinin de İran seferinin yapılmasının münasip ve tam zamanı olduğunu söylemeleri ve ulemanın; “Dinimizde dalalet ehli ile mücadele edip, onların fitnesini bertaraf etmek, küffarla gazadan önce gelir.” fetvasını vermesi üzerine Yavuz Sultan Selim hemen sefer için hazırlıklara başlar. Artık herkes ordu-yu hümayunun muzafferiyeti ve bu gayenin tahakkuku için dua etmeye başlamıştır. İran Seferinden önce, İstanbul tarihî günlerinden birini yaşıyor, caddelerden akın akın askerler geçiyor, camilerde zafer için dualar ediliyordu. İlim adamları, din âlimleri ve şairler de ordugahta bulunmak için hazırlanıyorlardı.

O İran ki, İskender, Hülagu ve Timurlenk gibi büyük şöhretleri, asırlara sığmayan nice muzaffer kumandanları ve azametli fatihleri görmüş idi. Ancak bu gelen onlardan kıyas olunmayacak derecede farklı idi. Zira, onun yapacağı bu sefer, tarihte çok farklı ve derin izler bırakacaktı. Çünkü o, hükümdarlık arzusu ile değil, ilahî takdir mucibince vazifeli idi. Bunun içindir ki ilahi kader İslam dünyasında Şah İsmail’in bu cüretkar ve fitneci faaliyetlerini durduracak olan Yavuz Sultan Selim Han’ı göndermişti.

Yavuz Sultan Selim sefere çıkmadan önce, Eyüp Sultan Hazretlerinin türbesini ziyaret eder, muzafferiyet için barigâh-ı izzete el açar ve O’ndan inayet için niyazda bulunur. Daha sonra fakir ve fukaraya bol miktarda sadaka dağıtır, 20 Nisan 1514’de yanında vezirleri, maiyeti, şairler, âlimler olduğu hâlde büyük bir merasimle yüz kırk bin kişilik ordu ile çileli ve meşakkatli bir sefere çıkar.

“Şark ve Garp dünyasında yaşayan insanlar havada bir başkalık sezdiler, gökyüzünün derinlikleri sanki bir sırrı fâş etmeye hazırlanıyordu. Eflakte yeryüzünde tezahür edecek mühim bir hadise için hazırlık yapılıyor gibi idi. Lahûti âlemde bu hazırlığa işaret eden kanat sesleri önce bu aleme aşina kulaklarda akisler uyandırdı. Sonra bu akisler giderek güçlendi ve hemen hemen herkes bu ihtiyar dünyanın yeni bir tecelliye sahne olacağını hissetmeye başladı. Lakin bu yeni tecellinin ne istikamette olacağı meçhul idi, bu hâl semavat âlemine ait bir sır olarak beşere kapalı idi…”

“Âlem-i melekûtta İsrafil (a.s) suru ile tebliğ eyledi, ‘Ey ihtiyar dünya! Bekle vaktini ki tez bir zaman içinde Hakk’tan nizam-ı âlemi temine bir er gelecektir.’ dedi. Bu sur-i İsrafil ile bazıları için kıyamet kopacak ve ölüm mukadder olacaktı, ancak bazıları için ise bu sur yeni bir başlangıcın, güçlü bir dirilişin müjdecisi idi.”23

Erzincan ovasında konaklayan asker aç, susuz ve yorgun bir vaziyettedir. Vüzera, Ordunun geri dönmesini söylemesi için Yavuz Sultan Selim’e Hemdem Paşa’yı gönderirler. Yavuz Sultan Selim’in çocukluk arkadaşı ve mutemet adamlarından biri olan Hemdem Paşa, Şehzâde Ahmed vak’asında pâdişaha sâdıkane hizmet etmiş ve şehzâdenin yaptıklarından Sultan Selim’i haberdar etmiş olduğundan, onun teveccühüne mazhar olmuştu. Padişahın huzuruna girip askerin geri dönmesini söyleyen Hemdem Paşa’ya hitaben Yavuz Sultan Selim Han şöyle der:

“Şah İsmail’i öldürüp, milleti onun fesat ve fitnesinden muhafaza edeceğiz. Hakiki Osmanlı kalbinin neler yapmaya muktedir olduğunu ona göstereceğiz. Bugünkü Osmanlı askerleri Kosova ve Niğbolu meydan muharebelerini kazanan ve İstanbul hisarları önünde yaralanıp şehit düşen Osmanlı mücahitlerinin oğullarıdır. Onlar kahraman oğlu kahramanlardır. İhtimaldir ki siz onların kalbine türlü türlü fitneler soktunuz. Fakat benim ağzımdan işitecekleri bir iki söz, onların kalbindeki fitneyi giderir. Onlar benimle beraber ölüme bile koşarlar. Anlıyor musun Hemdem?”

Hemdem Paşa’nın, “Padişahım evdeki hesap pazara uymaz.” demesi üzerine, son derece hiddetlenen Yavuz Selim şöyle der:

“Hemdem, Hemdem! Sende bir yeniçeri askeri kadar akıl ve dirayet yok. Sen bu ovalarda sürüklenmeye sebep olan maksadı ya anlamıyorsun ya da anlamak istemiyorsun. Yazık senin şanına. Demek ki bu millet seni bu ana kadar beyhude beslemiş. Sana bu rütbeyi nahak yere vermiş. Sözlerin gelişinden öyle anlaşılıyor ki, senin kalbinde vatan ve millet muhabbetinden bir eser kalmamış. Fikrin pek fena zehirlenmiş. Keşke fikrin gibi vücudun da zehirlenseydi de kahrolup gitseydin. Millet de senden kurtulsaydı. Hey gidi vezir hey!”

der sonra ayağını yere vurarak: “Ölüm var dönmek yok, defol karşımdan.” der ve Hemdem Paşa’yı huzurundan kovar.

Dışarı çıkan Hemdem Paşa az sonra telaşlı bir şekilde tekrar içeri girer ve askerlerin isyan ettiğini, geri dönmekten başka bir çarenin olmadığını, Yavuz’un hayatının da ancak geri dönmekle kurtulabileceğini söyler.

Hiddetinden âdeta çılgına dönen Sultan Selim Han, Hemdem Paşa’ya.

“Hain herif! Sen beni de kendin gibi korkak mı zannediyorsun? Beni de iki günlük hayatımın ifnasıyla korkutacağını mı sanıyorsun? Ben ancak vicdanımın huzursuz olmasından korkarım. Senin gibi düşünen bazı hain yeniçeriler belki beni öldürebilirler, lakin vicdanımı asla öldüremezler. Ben ölümü cana minnet bilmeseydim İstanbul’dan kalkıp ta buralara kadar gelir miydim? Sen yeniçerileri isyandan men edecek yerde âdeta onlarla beraber hareket ediyor, hatta onları isyana teşvik ediyorsun. Adalet-i beşeriyeden korkmuyorsan bari irtikap ettiğin bu suçtan mahşer gününde Allah’ın huzurunda sual olunacağını düşün ve ondan kork. Belli ki, senin gibi fesat ve fitne birinin vücudu ortadan kalkmadan bu millet bu büyük fitne ve beladan kurtulamayacak.” der ve hemen kapının dışında duran kapıkulu askerini çağırır ve “Götürün bunu ve hemen cezasını verin.” diye emreder ve tekrar Hemdem Paşa’ya dönerek şöyle der: “Sen de git kendi elinle boynunu cellada teslim et. Belki bu suretle Allah’ın huzurunda bir parça mesul olmaktan kurtulursun.”

Aradan biraz zaman geçer ve Sinan Paşa içeri girer. Yavuz Selim ona, “Hemdem’in vücudu ortadan kalktı mı?” diye sorar. Sinan Paşa’nın “Evet ortadan kalktı Padişahım. İrade-i şahaneniz yerini buldu.” demesi üzerine Yavuz şöyle der:

“Şu biçare millet ne kadar talihsizdir ki, vüzerası içinde hain insanlar var. Millete sadakatten emin olarak tâ vezirliğe kadar yükseliyorlar. İşte Hemdem’in yaptıklarını gördünüz. Bazı isyankâr yeniçerilerle bir olmuş beni tehdit ediyordu.”

Sinan Paşa: “Maalesef padişahım bu milletin nimeti ile beslenenler içerisinde hainler çıkıyor. Fakat bu millet necip bir millettir. Onların içinde vatanperver ve milletine sadık nice kahraman vezirler az değildir.”

Yine bir gün başka bir vezirin; “askerin açlık, susuzluk ve yorgunluğundan şikâyetçi olup geri dönmek istediğini” söylemesi üzerine Yavuz Sultan Selim şöyle der:

“Bu seferden geri dönmek isteyenler vatan ve milletin düşmanı olan hain ve alçaklardır. Sizin köylerinizde bıraktığınız ana, baba ve kadınlarınızın namusu düşman karşısında parıldayacak kılıçların sayesinde yaşayacaktır. İnsaf ediniz! Ben de sizin gibi evlat ü ayalimi bırakarak buraya geldim. Siz topraktan yapılmış evlerinizi bırakıp geldiniz, ben ise sarayımı bırakıp geldim. Ben de babam gibi ömrümü sarayda geçirmesini bilirdim. Ancak ben milletin selametini temin ve bu vatanın bekası için hayatım pahasına rahatımı feda ettim. Görüyorsunuz sizinle beraber dağlarda ve çadırlarda yaşıyorum. Düşmanımız Şah İsmail karşımıza çıkmıyor ve gönderdiğimiz mektuplara da cevap vermiyor. Açıktan açığa milletimize ve inancımıza hakaret ediyor. Başta devletimizin kurucusu fedakâr ve âlicenap dedemiz olan Osman Bey olmak üzere bütün ecdadımızın ruhlarından şöyle bir sedanın yükseldiğini duyar gibiyim:”

“ Osmanlının haysiyetine, namusuna ve vatanına leke sürmek isteyenlerle cihat ediniz. Ve o cihat yolunda seve seve ölünüz!”

“Eğer o aziz ecdadımızın bize miras bıraktığı o pak vatanımızın şeref ve haysiyetine leke sürecek olursak, istikbalde gelecek olan torunlarımız bize lanet etmezler mi? Osmanlıların Rumeli’de bir karış toprağı ve bir tane dostu yok iken, o şanlı ecdadımız kısa bir zamanda balkanlara hâkim olmadı mı? Biz de o ecdadımız gibi hiçbir şeyden yılmaz ve ölümden asla korkmayız. Bu vatanın selameti için gerekirse dünyanın öbür ucuna kadar yürürüz. Bu uğurda aç ve susuz kalır, gerekirse ölürüz. O şanlı ecdadın torunları olarak hiçbir zaman onların gittiği yoldan ayrılmayız.”

Yavuz daha sonra askerlere şöyle hitap eder:

“Haydi evlatlarım! Âlicenap ve vatanperver askerlerim! Gidiniz çadırlarınızda rahat ediniz. Elbette ben sizi sizden daha ziyâde düşünürüm. Bir padişah kendi milletinin babası hükmündedir. Bir baba kendi evlatlarını düşünmez mi? Haydi kahraman yavrularım haydi gidiniz. Maiyetinizdeki askerlere söyleyiniz onlar da rahat olsunlar. Ben onları kendi evlatlarımdan daha ziyâde düşünüyorum.”

Sonra Sinan Paşa’ya dönerek şöyle der:

“Hemdem Paşa’nın vücudunu ortadan kaldırdığımız hâlde, anlaşılan o ki, yine de askerleri isyana sürükleyen bazı vezirler var. Askerlerin fikrine geri dönmeyi sokmuşlar. İhtimaldir ki, birkaç gün sonra yine bir karışıklık çıkar. Onun için biran evvel buradan (Erzincan’dan) yola çıkalım. Sizin gibi sadakatinden emin olduğum vezir ve paşaların varlığı Hemdem gibi hamiyetsizlerin yokluğunu bana hissettirmiyor.”24

Şah İsmail ile Yavuz Selim’in Mektuplaşmaları

Yavuz Sultan Selim’in, Çaldıran Seferinden önce Şah İsmail’e yazmış olduğu şu mektup çok manidardır:

“Bilesin agâh olasın ki, ilahî hükümlerden yüz çevirenlerin, dini ve şeriatı yıkmaya çalışanların bu hareketlerine, bütün Müslümanların ve bu arada adalet sever hükümdarların, kudretleri nispetinde mâni olmaları farzdır. Bunu söylemekten maksadımız şudur:”

“Tarikat postundan, saltanat tahtına yükselen sen, bu yolda yürüdün. Müslümanların memleketlerine saldırdın, şefkat ve utanmayı bir tarafa atarak zulüm kapılarını açtın, günahsız Müslümanları incittin, fitne ve fesadı kendin için temel prensip olarak kabul ettin, mescitleri yıkma, türbe mezarları yakma, ulema ile Peygamber neslinden gelmiş olan seyitlere ihanet gibi işler, senin kötü hâllerinden birkaçıdır. Dillerde dolaşmakta olan bunlar ve bunlara benzer hareketlerinden dolayı, ulema kesin delillere dayanarak senin küfür ve irtidadına, senin ve sana tabi olanların öldürülmelerinin vacip olduğuna; mal ve rızklarınızın yağma, kadın ve çocuklarınızın esir edilmelerinin mubah olduğuna ittifakla karar vermişlerdir. Bu durum karşısında ben, Allah’ın emirlerini yerine getirmek, zulüm görenlere yardım etmek ve ‘Merasim-i Namus-u Padişahi için’ ipekli elbiselerimi çıkardım, zırh giydim, kılıç kuşandım, ata bindim ve Safer ayının başında Anadolu yakasına geçtim.”

“Maksadım, Allah’ın inayetiyle senin padişahlığını yok etmek ve böylece âcizler üzerinden zulmünü ve fesadını kaldırmaktır. Ancak kılıçtan önce sana, Sünnet-i seniye icabı İslamiyet’i teklif ederim. Eğer yaptıklarına pişman olup can ve gönülden istiğfar eder ve aldığın kaleleri geri verirsen, tarafımızdan dostluktan başka bir şey görmezsin. Fakat kötü hâllerine devam ettiğin takdirde ‘zulmet-i zulümden’ simsiyah yaptığın yerleri nura kavuşturmak ve senin elinden almak üzere inşallah yakında geleceğim. Takdir ne ise öyle olacaktır.”

“Selam, hidayete tabi olanlaradır.”

Yavuz Şah İsmail’e göndermiş olduğu başka bir mektubunda ise şöyle der:

“Ey kötü düşünceli Acem İsmail! Allah seni ıslah eylesin.”

“Dikkatle okunması icap eden bu mektubum vasıl olunca malumun ola ki, İslam perdesini yırtarak, Seyidü’l-Enbiya Hazretlerinin (sav.) sünnetini yıkmaya çalıştığının haberini aldım. Kötü ahlakın, fitne ve fesadınla birleştirdiğin kılıcını ve hançerini ortaya çıkar. O kılıcı kırmak ve kıyamete kadar ortadan kaldırmak padişahlara ve ulü’l-emre vacip olmuştur. Bu hususta da ulemanın önde gelenleri -Allah sayılarını kıyamete kadar artırsın- fetva vermişlerdir. Bu sebeple ancak Allah’ın dinini ihya ve Resulullah’ın sünnetini hâkim kılmak için, üzerine yürümeye karar verdim. Eğer sende biraz mertlik var ise, karşıma çıkar erler gibi dövüşürsün.”

Yavuz Selim bir taraftan içteki tehlikeleri bertaraf ederken bir yandan da ordunun sıkıntılarını izaleye çalışıyordu. Bu arada Şah İsmail’den de tahrik ve tezyif edici mektuplar geliyordu.

Şah İsmail göndermiş olduğu bir namesinde:

“Er isen meydana gelmeyesin, biz de intizardan kurtuluruz.” demiş ve Yavuz’a bir kadın elbisesiyle, yüzünü örtmesi için bir leçek yollamıştı. Yavuz bu mektuba 920 Cemaziyülevvel sonunda Erzincan’dan cevap yollamıştır.

Yavuz namesinde Şah İsmail’i er meydanına davet ediyor ve kendisinden hâlâ bir eser olmadığını beyan ediyordu. Şah İsmail kendisine gönderilen namelere verdiği cevapta

“gerek Sultan Bayezit zamanındaki ve gerek kendisinin Trabzon valisi iken aralarındaki dostluktan bahsederek aradaki düşmanlığın neden ileri geldiğini anlamadığını, Osmanlı hanedanıyla kadim dostluğa mebni Timur zamanındaki gibi fena bir netice hasıl olmasını istemediğini ve name yazan kâtiplerin yazılarını afyon tesiriyle yazdıkları için bir altın hokka ile afyon macunu yolladığını”

beyan etmektedir. Yavuz Sultan Selim ise bu nameye şu ağır ifadelerle cevap vermiştir:

“Davetine icabet edip uzun yolları kat ile memleketine girdik; fakat sen meydanda görünmüyorsun. Padişahların ellerindeki memleket onların nikâhlısı gibidir; erkek ve yiğit olanlar kendisinden başkasının ona elini dokundurtmazlar; hâlbuki bunca gündür askerimle memleketine girip yürüyorum, hâlâ senden bir haber yok seni korkutmamak için askerimden kırk bin kişiyi ayırıp Sivas’la Kayseri arasında bıraktım; hasma mürüvvet ancak bu kadar olur. Bundan sonra da saklanıp gözükmezsen erkeklik sana haramdır, miğfer yerine peçe ve zırh yerine çarşaf ihtiyar eyleyip serdarlık ve şahlık sevdasından vazgeçesin.”

Sultan Selim bu namesiyle beraber Şah İsmail’in gönderdiklerine karşılık kendisine hırka, şal, asa, misvak ve kuşaktan ibaret tarikat levazımı yollamıştı.25

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

1 R. A. Savory, The Struggle for Supremacy in Persia After Tfe Death of Timur, Der., İslam, 40 (1965).

2 R. Savory, “The Office of’khilafat al – Khulafa’’under the Safavids “, Studies on History…, bölüm XIII. Zfb 497 -501.

3 V.J. Parry, “Warfare”, The Cambridge History of İslam, vol 2B, sf. 838.

4 Metin Kunt, “State and Sultan up to the age of Süleyman”, Süleyman The Mangnificent and His Age, sf. 22.

5 I. Lapidus, A History of İslamic Societies, s. 296.

6 David Morgan, age, s. 121.

7 Yahya Arjamini, Iran, New Jersey 1992, s. 91.

8 W Cleveland, A History of Modern Middle East, s. 53.

9 Mustafa Cezar, Osmanlı Tarihinde leventler, sf. 96 -97.

10 Faruk Sümer, age, sf. 24 dn. 37.

11 Said A. Arjomand, “Religious Exremism (Ghuluww), Sufism and Sunnism in Safavid İran, 1501” – 1722’, Journal of Asian History, XV, 1981, sf. 31- 35.

12 M. Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Iı, sf. 125.

13 M. Akdağ, Celali İsyanları, sf. 116 -122.

14 A.Y. Ocak, Kalenderiler, sf. 62.

15Bâtınîlik, Kur’ân’ın zahir mânâlarını değil de, kendi akıllarınca bâtınî mânâlarını esas alarak amel eden fırkadır. Bunlar, meselâ, hacda yapılan “Yedi Tavaf emrini “Yedi -İmama İşarettir” şeklinde tefsir ediyorlar, işte, böyle tefsirler yapa yapa, mensuplarını, dinden, şeriattan çıkarıyorlar.

16 Hasan Sabbah; “Hümeyriye” sülâlesine mensup bir ailenin çocuğudur. Pederi Şia’nın en azgın kolu olan Hz. Ali’yi ilâh kabul eden- Gulat fırkasının en ateşli bir münîesibi idi. Hasan Sabbah ilk dersini babasından aldı. Korkunç derecede ihtiras sahibi idi. Karanlık ruhlu, karanlık fikirli bir dessas idi.

17 Mehmet Altan Köymen, Siyaset-Name, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1990, s. XII.

18 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, c.8, s.307.

19 Âl-i İmrân Suresi, 3/159.

20 Kenan Yusuf, Yavuz Sultan Selim ve İttihad-ı İslam Siyaseti, Mithat Paşa Sanayi Mektebi (Selanik).

21 Kenan Yusuf, Yavuz Sultan Selim ve İttihad-ı İslam Siyaseti, Mithat Paşa Sanayi Mektebi (Selanik).

22 Kenan Yusuf, Yavuz Sultan Selim ve İttihad-ı İslam Siyaseti, Mithat Paşa Sanayi Mektebi (Selanik)

23 Ökten Sadettin, Yahya Kemal’in Rüzgârıyla Düşünceler ve Duyuşlar, Ötüken Yay, s.89).

24 Kenan Yusuf, Yavuz Sultan Selim ve İttihad-ı İslam Siyaseti, Mithat Paşa Sanayi Mektebi (Selanik).

25 Rahimzade-i Safevi, Şerh-i Cengha ve Tarih-i Zindeganiyi Şah İsmail-i Safevi, Tehran 1341.

Bermekiler Kimlerdir?

Abbasi Devletinin meşhur vezirlerinin mensub olduğu bir aile. Belh’teki Nevbahar budist tapınağı rahiplerinden olan Bermek, astronomi ve tıp ilimlerinde yetişmiş bir kimseydi. Horasan Valisi Kuteybe bin Müslim’in bölgeye gelmesinden sonra Bermek’in hekimliğinden istifade yoluna gidildi. Bermek Şam’a götürülüp sarayda hekimlik yaptı.

Bermek’in Müslüman olan oğlu Halid, Ebu Müslim Horasani’nin maiyetinde bulunup, Abbasi Devletinin kurulmasında büyük gayret gösterdi. Bu sebeple, ilk Abbasi halifesi Ebü’l-Abbas-es-Seffah onu önce baş katipliğe, sonra Beytülmalin idaresine ve daha sonra da vezirlik makamına tayin etti.

Halid bin Bermek; isabetli görüşleri, başarılı idaresi ve askeri işlerdeki muvaffakiyetiyle meşhur oldu. Ebu Müslim’in komutasında savaşlara katıldı. 765 senesinde Taberistan valiliğine tayin edildi. Burada 4 sene valilik yaptı. Bizans üzerine yapılan seferlere de katılıp, bazı kalelerin alınmasında çok başarıları görüldü. Bağdat şehrinin kuruluşunda önemli vazifeler aldı. Bağdat’ta pekçok bina yaptırdı. Mansur’un halifeliğinin son yıllarında, Musul valiliğine tayin edildi. Musul valisiyken halk tarafından çok sevildi. Meziyetleri ve faziletleriyle herkesin takdirini kazandı. 781 senesinde vefat etti.

Halid’in oğlu Yahya, Halife Mansur zamanında Azerbaycan ve Ermeniye valiliklerinde bulunmuştu. Halife Mehdi Yahya’yı vezirliğin yanında oğlu Harun Reşid’i yetiştirmekle de vazifelendirdi.

Harun Reşid halife olunca, Yahya bin Halid’i vezirlikte bıraktı ve Beytülmalin idaresini de verdi. Yahya bin Halid, on yedi sene vezirlik makamında kaldıktan sonra oğlu Fazıl vezir oldu. Fazıl, 793 senesinden 797 senesine kadar Taberistan, Ermeniye, Azerbaycan ve Horasan eyaletlerini idare etti. Horasan’da valiyken kurduğu kalabalık ordu ile zaferler kazandı. Bu ordudan 20.000 kişilik bir grubu Bağdat’a, halifenin emrine gönderdi. İdare ettiği yerlerde camiler, büyük binalar yaptırdı. Kanallar açtırdı. Büyük başarılar gösterip itibar kazandı.

Bermeki ailesinden dördüncü ve son vezir olan Cafer bin Yahya’nın Harun Reşid ile çok yakın bir dostluğu vardı ve gece-gündüz beraberdiler. Bu sebeple uzun müddet vezirlik yaptı. Pekçok servete ve imtiyaza sahib olan Cafer, babası ve kardeşinden daha çok meşhur oldu. Vezarati zamanında kendisi, babası ve kardeşleri son derece müreffeh bir hayat yaşadılar. Pekçok servete sahib oldular. Muhtaçları, alimleri, sanatkarları görüp gözettiler ve sayılamayacak derecede hayır kurumları yaptılar. Böylece Bermeki ailesi, Abbasi Devletinin hem idaresinde ve hem de memleketin imarında, ilmin yayılmasında, ziraat, sanat, ticaret ve diğer alanların gelişmesinde çok hizmet ettiler.

Bermeki ailesinin Abbasi Devleti içinde önemli bir nüfuza ve itibara ve bunun yanında fevkalade bir servete sahib olması dikkati çekiyordu. Hatta, devlete tamamen hakim olacakları düşüncesi yaygın bir hale gelmişti. Bütün bunlar, birtakım fitnelerin çıkmasına sebeb oldu ve Cafer bin Yahya 803 (H.187) senesinde öldürüldü. Cafer’in babası Yahya bin Halid ve kardeşleri Fazıl, Muhammed ve Musa hapsedildiler. Yahya 804, Fazıl 805 senesinde hapisteyken vefat ettiler. Bermeki ailesi, bu hadiselerden sonra bir daha devlet işlerine karışmayarak tarih sahnesinden çekildi.

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz

İhanet belgesi ve Patrikhanede “Kin Kapısı”

Yazacağım konu netameli bir konudur. Bu yüzden peşin peşin belirteyim ki, hiçbir inanca ve hiçbir ibadethaneye karşı değilim…

İnançlarıma saldırılmadığı, ibadetlerim engellenmediği müddetçe, hangi inanç mensubunun ne yaptığına karışmam…

İlgilenmem…

Dert etmem…

Ülkemde tüm inançların serbestçe yaşanmasını isterim.

Ancak bir “ibadethane”nin kapısı, hiçbir mecburiyet ve devlet baskısı olmadığı halde, ısrarla ve inatla kapalı tutuluyor ve vahim iddialara rağmen açılmıyorsa, sorma hakkını kendimde görürüm:

“Neden o kapıyı 195 yıldan beri kapalı tutuyorsunuz?..”

Bahsettiğim kapı, Fener Rum Patrikhanesi’nin orta kapısı…

195 senedir kapalı tutulan bu kapıya, Fener Rum Patrikhanesi sakinleri kendi aralarında “Kin Kapısı” diyorlarmış.

İstanbul fethinin öncesinde ve sonrasında, içinde özgürce “dini âyin”ler yapılan Fener Rum Partikhânesi’nin her kapısı “Din Kapısı” olmalı iken, birine “Kin Kapısı” denmesi nedendir?

Girişler sürekli kapalı tutulan orta kapının solundaki küçük kapıdan yapılıyor. Bu kapının neden sürekli kapalı tutulduğunu soruyorsunuz, mantıklı bir gerekçe söyleyemiyorlar. Çok ısrar ederseniz, şöyle bir mazeret duyuyorsunuz:

“Patrik Gregorius, bu kapının önünde idam edildi ve hemen kapının önüne gömüldü, mezarının üzerinden geçilmesini istemiyoruz.”

Oysa Osmanlı kaynaklarında; Patrik Gregorius’un burada gömüldüğüne ilişkin bir kayıt yok. Bu da çok normal: Zira asılarak öldürülenlerin, gömüldükleri yerlere ilişkin kayıt tutulmazdı. 

Ama Patrik Gregorius’un o kapının önünde idam edildiği bilinen bir gerçektir. Neden acaba? Osmanlı her daim inançlara saygılı davranmışken, Fatih Sultan Mehmed, Rum Patriği’ni kendi protokolüne alıp saygı göstermişken, neden bir patrik asıldı?

Neden olacak, vatana ihanetten!..

Olay kısaca şöyle: Mora yarımadasında, büyük bir Rum isyanı (Patras Vakası) patlak verir (1820-1821 yılları). İsyancılar binlerce Türk’u katlederler. Bebekler ana karnında süngülenir. Kızlar, gelinler dağa kaldırılır.

O tarihte atalarının tahtında oturan Sultan II. Mahmud, Sadrazam Benderli Ali Paşa’yı isyanı bastırmakla görevlendirir. İsyan bastırıldıktan sonra tahkikat genişletilir. İsyana adı karışanlar bir bir yakalanıp yargılanır. Ele geçen belgeler arasında Fener Rum Patriği V. Gregorius’un Rus Çarı II. Alexandr’a yazdığı “ihanet mektubu” da vardır (başka bir kayda göre, Patrik’in mektubu, Rus baskısından kaçarak İstanbul’a gelen Kırımlı Yunus Bey tarafından Sadrazam Benderli Ali Paşa’ya verilmiş, böylece Ali Paşa, gizli Rum Cemiyeti Etniki Eterya’nın varlığından ve plânlarından haberdar olmuştur).

Sadrazam’ın emriyle bir geceyarısı sonrası patrikhane basılır. Belgelere el konur. Patrikhane’nin o tarihte bir “Gerilla Merkezi” olarak çalıştığı ortaya çıkar.

Patrik başta olmak üzere sorumlu bulunanlar yargılanır ve suçları sabit görülenler çeşitli cezalara çarptırılır: Bu arada Patrik V. Gregorius idam cezası almıştır: Patrikhane’nin orta kapısının önünde infaz edilir (22 Nisan 1821).

Derler ki, orta kapı o gün bugün kapalıdır ve işte bu yüzden “Kin Kapısı”denmektedir. Türk büyüklerinden biri oracıkta asıldığında yahut İstanbul tekrar Rumların eline geçtiğinde kapı açılacaktır.

Bu arada, Patrikhane’nin bulunduğu sokağın adını unutmayalım: Sadrazam Ali Paşa Sokağı…

Bir de “Patrik Cenapları”nın sehpadaki son sözlerini unutmayalım:

 “Vazifemi yaptım!..” demişti.

Vazifesi Rus Çarı’na o mektubu yazmak mıydı?

Şuracığa bir “bilgi notu” sıkıştırayım izninizle: Osmanlı tarihi boyunca üç patrik idam edilmiştir. Bunlardan ilki Patrik I. Kiril (1638-Sultan IV. Murad zamanı, Ortodokslar arasına dini nifak sokmaktan); ikincisi, Patrik III. Parthenius (1657, Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa emriyle, Osmanlı’ya isyan eden Eflak Voyvodası’nı desteklemek suretiyle vatana ihanetten); üçüncüsü ise Patrik V. Gregorius (1821-Mora isyanını plânlamak suretiyle yine vatana ihanetten) asıldı.

Patrik V. Gregorius’un, Rus Çarı II. Alexandr’a hitaben yazdığı, hayatına mal olan o mektupta, yani “ihanet belgesi”nde acaba neler vardı?

Yarına inşallah…

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit

Yavuz Sultan Selim’in Son Seferi ve Vefatı

Yavuz Sultan Selim, Mısır seferinden İstanbul’a döndüğünde, vezirlerden bazıları, İstanbul-İskenderiye deniz yolunun ortasında çok tehlikeli bir korsan ocağı olan Rodos şövalyelerinin üzerine sefer yapılmasını söylerler. Bunun üzerine Yavuz Selim vezirlerine: “Bizim bundan sonra sefer-i ahiretten gayrı seferümüz yoktur.1 diyerek, vefatının yaklaştığını haber veriyordu. Şam’da iken de Muhyiddin-i Arabî’nin türbedarı kendisinin bundan sonra fazla yaşamayacağını söylemişti.2

Yine bir gün Hasan Can’ın; “Dünya, yeni fetihler için gölgenizin üzerine düşmesini bekler Efendimiz.” demesi üzerine Yavuz: “Korkarım ki bizim gölgemiz ikindi güneşindeki bir adamın gölgesi gibidir kardeşim. Boyu uzun zamanı kısadır.” demişti.

Yavuz Selim, “Ne kadar barutunuz var? Rodos’un zaptı için ne kadar müddet lazımdır?” diye sorar. Vezirlerin, “Dört aylık barut var.” demeleri üzerine canı sıkılan Yavuz:

“Dedem Fatih Sultan Mehmet zamanında Rodos’un alınamamasının mahcubiyeti hâlâ devam ederken, siz bu mahcubiyeti iki kat daha artırmak mı istiyorsunuz? Bu iş için dört aylık barut yeter mi? Benim de beraber bulunmamı arzu etmektesiniz. Ben de giderim; fakat eli boş dönersem hiç birinizi sağ bırakmam. Oranın zaptı için, değil dört aylık barut, iki mislini sarf etmekle muvaffak olunursa ne mutlu!”

der. Yavuz Selim, Edirne’ye harekete karar verdikten sonra bir gün musahibi Hasan Can’la saray bahçesine iner, avdette yokuşu çıkarken Hasan Can’a arkasına bir şey battığını söyler, fakat o, Yavuz’un bu sözüne fazla ehemmiyet vermez. Yavuz, ikinci defa şikâyet edince, Hasan Can gömleğinin düğmelerini çözer ve sırtındaki çıbanı görür. Yavuz’un ölümüne sebep olan çıbanın hâlk arasında “yanıkara” denilen bir çıban olduğu rivayet edilir ki, bu “şirpençe”ismiyle maruf çıbandır. Sultan Selim, Hasan Can’a çıbanı sıkmasını emretmiş ise de Hasan Can: “Padişahım bu büyük bir çıbandır, henüz hamdır, zorlamak caiz değildir, üzerine merhem sürelim.” der. Sultan Selim: “Biz çelebi değiliz ki bir çıban için cerrahlara müracaat edelim.” cevabını verir ve o geceyi ıstırap içinde geçirir. Ertesi gün hamama giden Yavuz, çıbanı hamamda ovdurur ve hamamdan çıkınca Hasan Can’a: “Seni dinlemedim amma kendimizi telef ettik.” der. Edirne seferine önceden karar verildiği için Yavuz, hasta olduğu hâlde 1520 yılının Temmuz ayında sefere çıkmıştır.3

Evet, melek hasletli ve şahların şahı olan padişah, fena dünyasından son seferine çıkmak üzere yola çıktı. Vezirler ve devlet erkânı daha önce Ordu-yu Hümayun ile yola çıkmışlardı. Harami Dere’sinde konakladıkları gece, Yavuz Sultan Selim ağır şekilde rahatsızlandı. Seher zamanı yaklaşınca Ferhad Paşa’yaileri konağa varsın.” diye emir buyurdular.

Ferhat Paşa’ya haber ulaştığında, ileriye hareket etti ve böylece birkaç gün gidildi. Çorlu yakınlarında Süt Gölü adlı menzile varıldı. Hastalığının sebebi bu mahâlde müşahede olundu. İlaç tedbiri için, iki ay o menzilde beklemek iktiza etti. Başta Reis’ül-Hükema olmak üzere bütün tabipler, eşi ve benzeri bulunmayan Hazır Ahi Çelebi, tedavi için büyük bir gayret sarf etti, lakin tedavi sonuç vermedi. Hastalığı günden güne daha da arttı.

Bazı hain kimselerin böyle günleri fırsat bilerek yağma ve talana teşebbüs edeceklerini bildiklerinden, padişahın hastalığı gizli tutuldu, vezirlere ve Ordu-yu Hümayuna çavuşlar gönderildi.

Yavuz Selim, 23 Eylül 1520 Perşembe günü sabaha yakın selamet diyarı olan cennet bahçelerine hicret eyledi. Böylece hilafet tacını ve tahtını, Hadim-ul Haremeyn vasfı ile tekmil ettiği saltanatını, yegâne varisi olan tek evladı Sultan Süleyman Han Hazretlerine bırakmış oldu. 4

İkinci Bayezit, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında yaşamış ünlü bir din ve fıkıh âlimi ve aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin IX. Şeyhülislam’ı olan Kemal Paşazade Ahmed Şemsettin Efendi, Yavuz Sultan Selim’in vefatı üzerine şu mersiyeyi kaleme almıştır:

“Az zamanda çok işler itmiş idi,
Sâyesi olmuş idi âlemgir.
Şems-i asr-idi asırda şemsin,
Zılli memdûd olur zamânı kasîr.”

“O mert o dârgîr ol şîrî
Ansun ve kanlar ağlasun
Hayf Sultan Selim’e hayf ve dirîğ.
Hem kalem ağlasun hem tiğ…”

Şair Yahya Kemal’in Yavuz Sultan Selim Han’ın ölümü üzerine yazdığı şiir:

“Bir gün çalındı nevbet-i takdir rıhlete,
Ukbâda yol göründü Hudâ’dan bu dâvete.
Doldukça doldu gözleri eşk-i firâk ile
Kudretlü pâdişâh vedâ etti millete…”

“Tevhît maksadıyla geçirmişti ömrünü,
Ref’etti armanını dergâh-ı vahdete.
Dîidâr-ı fahr-i âlemi görmekti gâyesi,
Gark-ı huşû çıktı huzûr-u risalete.”

Burada Osman Yüksel Serdengeçti’nin şu harika şiirini de dikkatinize sunmamadan geçemeyeceğim.

Bir Kahraman Bekliyoruz

“Kal’a gibi dik başın bulutlarla yarışsın,
Dalga dalga saçların rüzgarlarla karışsın!”

“Adını nakşedelim, eski-kadim surlara
Sesini haykıralım asırdan asırlara…”

“Savletinle titresin yeniden doğu-batı,
Ve kurulsun Allah’ın ebedi saltanatı…”

“Ufukları kaplasın bayraklarımız al al,
Göklere zaferimizi çizsin vahşi bir kartal!..”

“Kahramanlar büyüsün masalda dev misali,
Eğilsin öpsün gökler, canım nazlı hilali…”

“Orduların yeniden Tuna’ya akın etsin!
Bir yıldırım çaksın da uzağı yakın etsin!”

“İçimde hiç sönmeyen bir fetih sevdası var.
Yavuz gibi diyorum: “Bu dünya insana dar!”

“Bir sada duymak için sahralara düşeyim.
Helal olsun bu yolda, varım yoğum her şeyim!..”

“Volkan gibi lav atmış, ne susmuş ne sönmüşüm.
Ben bu iman uğruna çılgınlara dönmüşüm.”

“Bir deha bekliyoruz, gençliğe mihrap olsun,
Ruhları tutuşturan bir ateş mihrak olsun.”

“Sinesinde birleşsin sağa sola sapanlar,
Kahrolsun Hak dururken zorbalara tapanlar!”

“Çık, nerdesin, zuhur et! Biz seni bekliyoruz.
Yıllardır yollarında yorgun emekliyoruz…”

“Musa ol! Hakk’a yüksel! Tecelli et de Tura.
Zulmet yıkılsın gitsin! Cihan gark olsun nura!”

“İstiyorum yeniden bir hilkat istiyorum,
Ne hayal, ne kuruntu, hakikat istiyorum.
Hakikat, hakikat, hakikat istiyorum!..”

Merhum Hasan Can’ın Dilinden Yavuz Sultan Selim’in Vefatı:

“Gecelerden bir gece otağ-ı hümayunda Yavuz Sultan Selim Han’ın halet-i itizarlarında yanlarında idim. Bu fakire hitap edip buyurdular ki: ‘Hasan Can bu ne hâldir?’ ‘Sultanım, Cenab-ı Hakk’a teveccüh edip ulaşılacak vakittir.’ diye cevap verdim. Bunun üzerine; ‘Sen bizi bunca zamandır kiminle bilirdin? Hakka teveccühümüzde kusur mu gördün?’ dedi. Ben de: ‘Haşa! Padişahımı hiçbir zaman Rahman’a teveccühten gafil bulmuş değilim. Lakin bu zaman başka zamana kıyas olunmaz. Bu cihetten tembihe ikdam ve tekide ihtimam eyledim.’ dedim. Bir müddet sessiz kaldıktan sonra ‘Yasin-i şerif oku!..’ diye ferman buyurdular. Ben de Yasin-i şerifi okudum, o da benimle beraber okudu. İkinci kere ‘Selamün kavlen min Rabbirrahim’ (Çok esirgeyici Rablerinden birde selam vardır) ayetini okuduğumuzda emaneti sahibine teslim etti.”

“Sabah olunca eski usul üzere divan kuruldu ve erkân toplandı. Piri Paşa, Şehzade Sultan Süleyman gelinceye kadar Cihan Padişahının vefat haberini gizli tuttu. O gün bile divan merasimi icra olundu. Hekim şah Muhammed Gaznevi, Hekim İsa ve Hekim Osman padişahın defin işlemlerine başladılar. Yıkandığı sırada mübarek sağ elleriyle iki defa setr-i avret eylediğini orada bulunanlar hayretle müşahede etmişlerdir. Sultan Süleyman Han İstanbul’a geldiğinde padişahın vefat haberi etrafa ilan edildi. Sanki yeryüzünü gam ve keder zulmeti kapladı. Âlem cansız bedene döndü. Âdeta güneşin şemaları tamamıyla söndü. Feryat ve figanlar arş-ı âlâyı doldurdu.”

“Yavuz’un naaşı Sultan Mehmet Han Gazi Hazretlerinin cami-i şerifine getirildi, namazı burada kıldıktan sonra, Mirza Sarayı adıyla şöhret bulan yüksek ve ulu bir yerde kendi yaptırdığı camiinin yanına defnedildi.”

“Bu fani dünyâda milletinin maddi ve manevi terakkisi için gayret edip‘İttihad-ı İslam’ için seferler yapan Cihan padişahının, âlem-i ukbada da Cenab-ı Hakk’ın rızasına, sonsuz rahmet ve mağfirete nail olduğunu ve iltifat-ı Peygamberiyeye mazhar olduğunu maneviyat âleminin sultanları müşahede ettiler. Bu manevi tebşirat Sultan Selim’in ind-i ilahideki manevi makamını da teyit ve tekit eylemiş oluyordu. Selim Han ile beraber seferlere iştirak ederek şahadet şerbetini içen o âlicenap ve kahraman yiğitlerin de ruhlarının onun ruhaniyeti ile beraber lütfedilen manevi makamlarda huzur ve saadet içinde olduğunu müşahede ettiler. Manevi sultanlar tarafından bildirilen bu hâller, gönüllerde büyük yankı uyandırdı. Zaten onun ali himmeti ile nice nimetlere nail olan hâlk, padişahlarının âlem-i ahirette de mesut ve bahtiyar olması için en samimi hissiyatı ile niyaz etmekte idiler. Böylece merhum Padişahın Mısır seferine çıkmazdan önce vuku bulan rüya hadisesi üzerine göstermiş olduğu teessür ve mahcubiyetin aksine, onun da şanlı ecdadı gibi velayetten hissedar olduğu tasdik edilmiş oldu.”

Aradan asırlar geçmesine rağmen, özellikle devletin sıkıntılı zamanlarında gerek Topkapı da gerekse Yavuz Sultan Selim’in türbe-i şerifinde birçok acip hadisat cereyan etmiş ve bunlar Osmanlı efkarında menkıbe olarak nesilden nesile aktarılmıştır.

Şu ibretli hadise de bunu teyit etmektedir:

Cennetmekân Sultan II. Abdülhamid Han döneminde Yavuz Sultan Selim’ in türbedarlığını yapan bir zat, geçim sıkıntısı çekmekte imiş. Bir gün sıkıntılı bir ruh haleti içinde: ‘Bir de evliyâdan olduğunu söylerler. Yıllarca türbedarlığını yaptım, ama yine de yoksulluk içindeyim.’ der.

Aynı gece Yavuz Sultan Selim, Abdülhamid Han’ın rüyasına girer ve kendisini ikaz eder. Bunun üzerine Abdülhamit Han, sabah erkenden türbedarı huzuruna çağırır ve ihtiyaçlarını temin eder.

Yavuz Sultan Selim’in çok kısa geçen saltanatına rağmen, yapmış olduğu mühim icraatlarından dolayı, Osmanlı tarihi üzerinde en derin izler bırakan padişah olarak tarihe geçmiştir.

Yavuz Sultan Selim’in vefatından beri ondan başka hiçbir padişaha nasip olmayan türbedarlık hizmeti hâlâ devam etmekte ve kıyamete kadar da biiznillah devam edecektir. Hâkim bir tepenin üzerinde bulunan türbesini her ziyaret ettiğimde kabrindeki o ulviyete hayran kalır, yattığı o mekânın kendisiyle iftihar ettiğini hisseder gibi olurum. “Ne bahtiyar ve ne talihli bir mekânsın ki, celadetli, şehametli, şanlı ve şerefli ulül azam bir pahişahı bağrında misafir ediyorsun.” demekten kendimi alamam ve heyecanımı gizleyemem.

Evet, Sultan’ül Arifin olan Bediüzzaman Hazretlerinin; “Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir.” sözüne hakkıyla masadak olanlardan biri de Yavuz Sultan Selim Hazretleridir. Unutmayalım ki, dünyâda en zor iş, vefakâr, âlicenap ve vatanperver insan yetiştirmektir. Zahir ve batın kemalat ile tezyin olan Yavuz, gözleri kamaştıran bir endama, akılları hayrette bırakan büyük bir istidat ve kabiliyete sahip idi. O cihan padişahı, celadeti ile Şark’ı ve Garb’ı lerzeye getirmiş ve daima sırat-ı müstakim üzere yaşamıştır. Hamiyetperver her insanın hususen tarih erbabının onun yapmış olduğu büyük hizmetlerini ve ali himmetini taktir etmemesi mümkün değildir. Bu bakımdan Yavuz Sultan Selim Han’ı okumak, anlamak ve gelecek nesillere anlatmak her vatanperverin özellikle de tarihçilerimizin mühim bir vazifesidir. Onun bu hizmetlerini nazara vermek aynı zamanda millî ve vicdanî bir sorumluluktur.

Felek çarklarını durdurana kadar Allah’ın rahmeti yağmurlar gibi senin üzerine yağsın, ey ulu ve veli padişah! Kabrin pürnur, makamın cennet olsun!

Sıkça Sorulan Bir Sual:

– Bazı padişahların saltanat ve taht uğruna evlatlarını, kardeşlerini ve bazı akrabalarını öldürmeleri İslam’ın hükümlerine aykırı değil midir?

El-Cevap

Şunu da önemle ifade edelim ki, padişahlar da insandır ve hatadan beri değillerdir. Padişahlardan bazıları hislerine kapılarak veya saltanatlarını muhafaza etmek niyetiyle bu hususta yanlış karar verdikleri ve haksız yere evlatlarını veya kardeşlerini katlettikleri bir vakadır. Bunların yalancı ve fitne kişilerin kışkırtmaları ile sırf vehmî ve hissî olarak evlatlarını öldürmeleri hiçbir cihetle tasvip edilemez. Bu durum, değil İslamiyet’e, insaniyete de sığmayan büyük bir hatadır. Ancak sürekli olarak bunları nazara vermek doğru değildir. Tenkitte insaflı ve ölçülü olunmalıdır.

Ayrıca Peygamber Efendimiz (sav.)

“Ölülerinizi hayırla yâd ediniz.”(Tirmizi, Cenâiz, 34)

buyurduğu gibi, vefat eden kimselerin hayırlı hizmetlerini ve güzel yanlarını nazara vermek, onları hayırla yâd vicdani bir vazifedir. Hem Cenab-ı Hak, mahşer günü haseneleri seyyielerine ağır gelen kullarını cennete koyacağını müjdelemiştir. Hâlbuki Osmanlı padişahlarının yapmış olduğu hizmetler, yere göğe sığmayacak kadar alidir.

Tarihe baktığımızda ecdadımızın birlik içinde olduğu zamanlar dünyanın en güçlü devletine sahip olduklarını, insanlığa ilim, medeniyet, fazilet dersi öğrettiklerini takdir ve memnuniyetle görürüz. Dâhilî kargaşa ve fitnelerin çıktığı, devlete isyan ve tuğyanların başladığı zamanlarda da ülkenin kan gölüne döndüğünü, düşman istilasına maruz kaldığını hatta istiklalini kaybettiğini esefle müşahede etmekteyiz.

Evvela şunu ifade edelim ki, Osmanlı sultanlarının hangisinin devletin selameti ve umumun hukukunu muhafaza hesabına kardeşini veya evladını cezalandırmış, hangisi siyasi hırs, makam sevgisi ve saltanat hevesi ile evlatlarının hayatına kastetmişlerdir? Bu suallerin ayrıntılı ve isabetli cevabını bulabilmek için arşivlere inmek, tarihi kayıt ve belgeleri dikkatle süzmek gerektir. Bu görev de bu sahada çalışmalarını sürdüren tarafsız tarih araştırıcılarına düşmektedir. Biz, ayrıntılı izahları bu konunun uzmanlarına havale ederek, meseleyi sadece “Kur’an ve sünnette devlete isyan etmenin hükmü” üzerinde kısaca duracağız.

Öyle ise, milletin birlik ve beraberliğini bozup fitne çıkartmanın ve bu fitneyi sürekli körükleyip devlete karşı fiilen isyana teşebbüs etmenin İslam dinindeki hükmünün ne olduğunun bilinmesi gerekir. Eğer bu nokta iyi bilinmezse, yapılacak değerlendirmeler tek taraflı olacağından eksik kalır; hikmet ve hakikate uygun düşmez. Bu bakımdan yapılacak ilk iş, İslam dininde isyana teşebbüsün ve devlete ihanet etmenin nasıl bir cürüm olduğunun ortaya konulmasıdır. İkinci adım ise, devlete karşı isyan edip, onu yıkmaya çalışmak mı daha büyük bir cinayettir, yoksa padişahların kendi evlat veya kardeşlerini devletin bekası ve milletin selameti adına onların hayatlarına kıymaları mı? Sorusuna doğru cevap vermektir.

Devlet bir şahs-i manevidir. En kötü bir devlet, devletsizlikten binler kat daha iyidir. Bugün devleti olmayan ve başka devletlerin esareti altında inleyen milletlerin ne durumda oldukları herkesin malumudur.

Dinimizde devlete karşı ayaklanmak, kuvvet kullanarak iktidarı ele geçirmeye çalışmak ve fitne çıkarmak kesinlikle yasaktır. Bir ayette mealen şöyle buyurmaktadır:

“Fitne katilden daha şiddetlidir.”5

Elbette ki devletin fitneyi def etmek için bazı caydırıcı müeyyideler uygulaması en birinci vazifesi ve hikmetin gereğidir. Yine başka bir ayette şöyle buyrulur:

“Eğer müminlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet onlardan biri, hâlâ (Allah’ın hükmüne boyun eğmeyip) ötekine saldırırsa, Allah’ın emrine dönünceye kadar (bu) saldıran tarafla savaşın. Eğer (Allah’ın emrine) dönerse, artık aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever.”6

Bu ayette geçen “bağy” kelimesi, anarşi çıkarmak, isyan etmek ve haddi tecavüz anlamlarına gelmektedir. Böyle bir harekette bulunanlara “bağy” denilir. Zira, “Allah’a, peygambere ve sizden olan ulu’l-emre itaat ediniz.” ayeti kerimesi önce Allah’a, sonra Resulüne daha sonra da devlet reisine itaati emretmektedir. Bu hakikate binaen isyan eden kişi padişahın evladı da kardeşi de olsa ona müsamaha gösterilmez ve devletin payidar olması için İslam dininin hükmü icra edilir.

Başta Peygamber Efendimiz (sav.) olmak üzere, bütün ehl-i sünnet âlimleri, devlet reislerine itaat edilmesi üzerinde ısrarla durmuşlar ve isyanı kesin bir şekilde yasaklamışlardır. Şöyle ki:

Ehl-i sünnet âlimleri, devlet reislerinin adaletli, idari işlerden iyi anlayan dirayetli kimselerden seçilmesi lüzumu üzerine ittifak etmişlerdir. Böyle liyakatli devlet reislerine itaat etmek vacibdir.

Yine ehl-i sünnet âlimleri, faraza cebir ve kuvvet kullanarak zorla iktidara gelmiş olan devlet reislerine de liyakat şartına bakmadan itaati gerekli görmüşlerdir. Onlar hak ve hakikatı daima itaat içinde aramışlar, isyana hiçbir şekilde cevaz vermemişlerdir.

Çünkü devlete yapılan isyan, büyük bir fitne ve şerre yol açar. Malumdur ki, isyan ile ortaya çıkan nifak, kargaşa ve anarşinin kapısını kapamak fevkalade zordur. Hatta bazen bu kargaşa, milletlerin ve devletlerin hayatına bile mal olabilmektedir.

Peygamber Efendimiz (sav) müminlerin huzur ve sükûnuna, birlik ve beraberliğine büyük ehemmiyet vermiş, umumi asayişin devam etmesi için, devlet reislerinden gelebilecek zulüm ve baskılara karşı ümmetinin isyan etmeyip tahammül göstermelerini tavsiye etmiştir. Hz. Huzeyfe’den nakledilen şu hadis-i şerif bu mevzuâ ışık tutmaktadır:

Resulullah Efendimiz şöyle buyurdular:

“Benden sonra benim doğru yolumdan gitmeyen ve benim sünnetimle amel etmeyen hükümdarlar olacaktır.”

Bunun üzerine sahabeden biri: “Ben buna yetişirsem ne yapayım, ya Resulallah?” diye sordu.

Allah Resulü (sav.):

“Dinler ve itaat edersin. Sırtın dövülse ve malın alınsa bile dinle ve itaat et.”, diye buyurdular.7

Resulullah Efendimizin ümmetine, devleti idare edenlerden gelecek haksızlık ve zararlara sabırla mukabele tavsiyesi, onları zulme boyun eğmeye davet değil; bilakis isyan yoluyla, devlet ve millet bütünlüğünü zedeleyecek daha büyük zulüm ve zararlardan kaçındırmak hikmetine mebnidir.

Allah Resulü (sav.) Hakiki Adaletle Hükmetmeyen Devlet Reislerine Bile İsyan Etmeyi Yasaklamıştır:

Malumdur ki, Kur’an-ı Azimüşşan, değil zulüm yapmayı, zulme edna bir meyil ve rıza göstermeyi bile şiddetle yasaklamıştır. Bu bakımdan Sevgili Peygamberimizin, zâlim reislere itaat emrini, zulme razı olmak değil, onun büyümesini önlemek olarak anlamak lazımdır. Bu emir, zulmün def’ine çalışmamak şeklinde de telakki edilmemelidir. Zira, itaat içinde de zulmü giderecek çeşitli fırsatlar ve uygun yollar bulunabilir. Ancak bütün çabalara rağmen, meşru bir çare bulunmazsa cüz’i ve şahsi hukukunu umumun selametine, ammenin menfaatine feda etmek idrak sahibi her Müslüman’dan beklenen olgun bir davranıştır.

İbn-i Abbas (r.a) dan rivayet edilen başka bir hadiste de şöyle buyrulmaktadır:

“Bir kimse herhangi bir emirin yapmış olduğu zararlı bir şeyi görürse sabretsin (isyan etmesin). Çünkü her kim devlet başkanına (itaatten) bir arşın ayrılırsa, cahiliyet ölümü ile ölür.”

Hadis Profesörü Kâmil Miras Bey bu hadisi şöyle açıklar:

Vahiy ile müeyyet olan Peygamberimiz (sav.) amme velayetini taşıyan bir kısım amirlerin gayr-i meşru hareketlerde bulunacaklarını Nübüvvet nuruyla görüyor ve biliyordu. Bu vaziyet karşısında Müslümanlara sabır ve sükun ile hareket etmelerini ve bozgunculuktan kaçınmalarını vasiyet ediyordu. Ve

‘Her kim sabırsızlanarak bilintihap amme velayetine haiz olan sultandan, yani millî otoriteyi temsil eden devlet reisinden ve İslam ümmetinden bir karış ayrılırsa, cahiliyet ölümü ile ölür.’

buyuruyor ki, bunun manası ‘başsız ve içtimai nizamdan mahrum cahil milletlerin asi bir ferdi olarak ölür’ demektir. Yoksa dinsiz olarak ölür demek değildir.”

Yine başka bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

“Sizden her kim bir münkeri (kötülük) görürse onu eliyle düzeltsin. Eğer ona muktedir olamazsa diliyle, diliyle de yapamazsa kalbiyle (buğz etsin); bu da imanın en zayıf derecesidir.” Bu hadis-i şerif Feteva-i Hindiyede şöyle izah edilmiştir: Bir kötülüğü kuvvet kullanarak defetmek devletin vazifesidir. Zira kuvvet kullanmak salahiyeti ferdin değil, devletindir. Dil ile düzeltmek yani tebliğ vazifesini yapıp insanları irşat etmek âlimlerin, kalben buğz etmek de avam-ı nasın görevidir.

Bediüzzaman Hazretleri 31 Mart hadisesinde devlete isyan eden askerlere karşı yaptığı konuşmada huzur ve saadetin, birlik ve beraberliğin ancak itaat ile olabileceğini şöyle ifade etmişlerdir:

“Şeriatla, Kur’ânla, hadîsle, hikmetle, tecrübeyle sâbittir ki: Sağlam, dindar, hakperest ulûlemre itaat farzdır. Sizin ulûlemriniz, üstadınız; zabitlerinizdir. Nasıl ki mahir mühendis, hâzık tabib; bir cihette günahkâr olsalar, tıp ve hendeselerine zarar vermez. Kezalik, münevver-ül-efkâr ve fenn-i harbe âşina, mektepli, hamiyetli, mü’min zabitlerinizin bir cüz’î nâmeşrû hareketi için itaatinize hâlel vermekle, Osmanlılara, İslamlara zulmetmeyiniz! Zira itaatsizlik, yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfusun hakkına bir nevi tecavüz demektir. Bilirsiniz ki; bu zamanda bayrak-ı tevhid-i İlâhî, sizin yed-i şecaatinizdedir. O yedin kuvveti de itaat ve intizamdır.”8

Allah Resulü (sav.) hakiki adaletle hükmetmeyen devlet reislerine bile isyan etmeyi yasaklamıştır. Hâlbuki Osmanlı Sultanlarının ekserisi ellerinden geldiği kadar hak ve adaletle hükmetmişlerdir. Gerçek bu iken, nasıl olurda Padişahlara karşı isyan edilir. Elbette ki devlet başkanına karşı isyan eden cezasız kalmayacaktır.

Görüldüğü gibi, devlet idarecilerine itaatin ehemmiyeti mükerreren teyit edilmiş, milletin birlik, bütünlük, dayanışma ve muhabbetini zedeleyen her türlü faaliyet İslam dininde yasaklanmıştır. Vatanın ve milletin bütünlüğünün muhafazası, namus ve iffetin hıfzı, mal ve canın emniyeti hep devletin varlığı ve devamı ile kaim olduğu için, Peygamber Efendimiz (sav.) itaat üzerinde ısrarla durmuştur. Müslümanları her türlü isyan ve bozgunculuktan, nifak ve şikaktan şiddetle men etmiştir. İtaattaki hikmet ve maslahatı kavramayan nice milletler, Cenab-ı Hakk’ın en büyük ihsanlarından biri olan “devlet” nimetini ellerinden kaçırmışlar; birlik ve bütünlüklerini, istiklaliyetlerini muhafaza edememişlerdir. Tarih bunun acı misalleriyle doludur. Mesela Endülüs’te şehzadeler memleketi bölerek baş çekmeselerdi, belki bugün Avrupa’nın, hususen Fransa’nın varlığından söz edilmeyecekti. Dâhili isyan ve ihtilaflarla Osmanlı otoritesi sarsılmasaydı, muhtemelen bugün Ortadoğu endişesi olmayacaktı.

Burada devlete itaatin önemini anlatan ibretli bir tarihî hadiseyi anlatmak isterim. Miladi 399-469 yıllarında yaşamış ünlü Yunan filozofu ve fikir adamı olan Sokrat, gençleri sefahetten kurtarmak, iffet ve edeple yaşamalarını sağlamak, onlara Allah’ı ve ahireti anlatmak için sürekli sohbetler ederdi. Bundan dolayı devlet yetkilileri kendisini hapse attı ve suçlu bularak idamına karar verdi. Talebeleri de kendisini hapishaneden kaçırmak için, hapishane müdürünü de ikna ederek bir araba temin edip yanına geldiler. O, sabahleyin idam olacağını bildiği hâlde yatağında rahat uyuyordu. Talebeleri kendisini uyandırdılar, karşısında talebelerini gören Sokrat şaşırdı ve ne için geldiklerini ve hapishaneye nasıl girdiklerini sordu. Onlar da kendisini hapishaneden kaçıracaklarını ve arabanın dışarıda hazır olduğunu söyleyince, Sokrat kesinlikle böyle bir şeyi kabul etmeyeceğini, hapishaneden kaçarak devlete isyan etmiş olacağını ve bunun da hiçbir şekilde doğru olmadığını bildirirdi. Bunun üzerine talebeleri,

Efendim siz bir fikir adamısınız, hem de hiçbir bir suçunuz yok, sizi suçsuz yere idam edecekler, buna nasıl göz yumalım.” deyince, Sokrat:

“İyi ya ne güzel, bir suçum yok. Devlet, baba makamındadır, bazen haksızlık yapabilir, ama bizler ona karşı gelemeyiz. Kesinlikle sizinle gelemem. Eğer beni seviyorsanız çocuklarımın faziletli olarak yetişmesine yardımcı olunuz. Bu bana yeter.”

der ve onların teklifini reddeder. Sabahleyin saat 9’da müsaade alarak Allah’a dua ve ilticada bulunur, daha sonra zehir dolu kupayı içerek inandığı mefkure uğruna hayatını feda eder.

Senelerce akıl almaz zulüm ve işkencelere maruz kaldığı hâlde, daima müsbet hareket metodunu uygulayıp, bedduayı bile menfi hareket sayan, hatta kendisine hapishanelerde yer hazırlayıp zulmedenlere bile hakkını helal eden ve talebelerine de sabrı ve müspet hareketi tavsiye eden asrın büyük müceddidi Bediüzzaman Hazretleri de devlete itaat etmenin ehemmiyetine şu ifadesiyle ortaya koymaktadır:

“Beni tevkif için gelen jandarmaya kemal-i itaatle ellerimi uzatır, önlerine düşer giderim.”

Dünyanın Nizam ve İntizamı İtaate Bağlıdır

Mazide yaşanan hadiseler, fert ve cemiyet olarak geçirilen tecrübeler, istikbale ışık tutan parlak bir aynadır. Tarihte cereyan eden olaylardan milletlerin alacakları pek çok ders ve ibretler vardır. Yarınlara hazırlanmakta, bu tecrübelerden mutlaka yararlanmak, geçmişte düşülen hataların aynını yapmamaya çalışmak elzemdir. Nitekim Cenab-ı Hak bir ayette mealen şöyle buyurmaktadır:

“De ki, yeryüzünde bir gezin de bakın, bundan öncekilerin sonu nasıl olmuş!..”9

Bu ayeti ve geçmişte yaşanan tarihi olayları hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalı, Müslümanların birlik ve bütünlüğünü bozucu davranışlardan azami şekilde kaçınmalıyız.

Evet, dünyanın nizam ve intizamı itaate bağlıdır. Zira itaat, nizam ve intizamın temelidir. Feyiz ve bereketin, huzur ve sükunun, birlik ve beraberliğin esasıdır. Ona tabi olan maksuduna kavuşur; dünyevî ve uhrevî saadete nail olur.

Evvela bütün kâinatın Hâlık’ı olan ve her mahlukun mutlak itaatte olduğu Allah’a, saniyen bütün kâinatın yaratılış sebebi olan Hazret-i Peygamber’e (sav.) sonra da ulu’l-emre yani devlet reisine itaat etmek vaciptir. Ancak, devlet reisinden farklı düşündüğü hâlde bir isyana teşebbüs etmeyen kimseye dokunulmaz. Çünkü “itaat etmemek başkadır, isyan etmek daha başkadır.”

Fıkıh kitaplarındaki şer’i hükümleri nakleden ve kaynaklarını da teker teker gösteren Dede Efendi, Siyasetname adlı eserinde şöyle demektedir:

Nizam-ı memleketin bozulmasına sebep olan, fitne ve fesada teşvik edenler, bu şeni fiilleri bizzat işlemedikleri vakitlerde dahi, katledilebileceklerine fetva verilmiştir. Ayrıca ulu’l-emre tanınan bu siyaset hakkının tatbiki için bilfiil fesadın tahakkuku ve sebeb-i adi olan şahsın fil-hakika şerir ve müttehem olması da şart değildir. Zira vukuundan evvel def-i fesat, vukuundan sonra refinden daha kolaydır. Bir bidatçının bidatının yayılacağından korkan dindar padişahın, milletini onların şerrinden korumak ve nizam-ı alem için, isyana teşebbüs edeni idam etmesi caizdir.”

Hanefi ve Hanbeli mezhep imamlarının çoğu, nizam-ı alem için idam cezasının verilebileceğini söylemişlerdir.

İşte bunun içindir ki, Osmanlı Padişahları, devletin muhafazası için, tek elden idare edilmesinin şart olduğunu gördüklerinden, onu bölmeye çalışan kardeş ve evlatlarını devletin bekası ve milletin selameti için, kendi şahsi ihtirasları ile değil, Şeyhülislam’ın fetvasına istinaden hayatlarına son vermişlerdir. Onlar, bu konuda çok titiz ve uyanık olmuş ve bu tür hareketlere asla meydan vermemişlerdir. Bir kişinin ölmesine bedel, binlerce insanın ve devletin kurtulmasını sağlamışlardır.

Padişahların bir kısmı bu tip suikast, ihanet ve tahriplere karşı, bir cephesiyle fedakârlık yapmış, milletin birlik ve selameti için, evlat ve kardeşlerinin idamlarına hükmetmişlerdir. Böylece daha dehşetli fitnelere meydan vermemişlerdir.

Padişahların kardeşlerini veya evlatlarını öldürmeleri çoğu zaman onların isyan etmeleri yahut isyana teşebbüs etmeleri hâlinde vuku bulmuştur. Evlatları, kardeşleri veya yeğenleri hakkında ölüm kararı veren Osmanlı padişahlarının, kararın infazından sonra çocuk gibi ağladıkları bilinen bir hakikattir.

Mesela, Sultan Selim Hazretleri, saltanat tahtına oturduğu zaman bir taraftan devletin istikbaline göz dikmiş olan düşmanlarla diğer taraftan da memleketin iç huzurunu bozmak isteyen şehzadeler ile karşı kaşıya kaldı. Her saltanat değişmesinde olduğu gibi, yine tahta göz dikmiş birçok şehzadenin başı gidecekti. Eğer onlar gitmeyecek olsa memleket elden gidecek, iç kavga çıkacak ve dolayısıyla memlekette kan gövdeyi götürecekti. Belki de bugün dünyanın göz bebeği olan İstanbul ve hâkimiyetin merkezi olan Anadolu elimizde olmayacaktı. Bediüzzaman Hazretleri’nin de ifade ettiği gibi;

Hayr-ı kesîr için, şerr-i kalil kabul edilir. Eğer şerri-i kalil olmamak için, hayrı-ı kesîri intaç eden bir şer terkedilse; o vakit şerri-i kesir irtikap edilmiş olur….Meselâ: Kangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir; hâlbuki zahiren bir şerdir. Parmak kesilmezse, el kesilir; şerri-i kesir olur.”10

İşte bu korkunç tehlikelere meydan vermemek ve devletin bekası ve milletin selameti için Yavuz Sultan Selim gibi bazı padişahlar kardeşlerini ve evlatlarını idam etmek mecburiyetinde kaldılar.

Yavuz Selim’in kardeşi Şehzade Ahmed, onun padişahlığını kabul etmeyerek emrindeki askerlerle ona savaş ilan etti ve bu iç harbi kaybedince de kanunların gereği olarak idam edildi. Yine onun en çok sevdiği kardeşi Korkut eşkıyalar ile işbirliği yaptığı için idam ettirmişti. Yavuz’un kardeşinin damından sonra günlerce hüzün ve keder içerisinde ağladığı ifade edilmektedir. Ancak devletin bekasını ve milletin selametini, ona olan şahsi alaka ve muhabbetinin üstünde tutmuştur.

Yavuz Sultan Selim, idam kararlarını Şeyhülislam’ın fetvasıyla icra etmiş ve bu fetvaların kendisi ile birlikte kabrine konulmasını vasiyet ederek şöyle demiştir:

“Ben huzur-u İlahide bu fetvaları yaptığım icraatlarıma şahit tutacağım.”

Ne yazık ki, işin zaruret ve hassasiyetini anlamayan ve yapılan bu fedakârlığı kasıtlı olarak gaddarlık ve vahşet olarak yaymak çabasında olanlar az değildir. Osmanlıların âlem-i İslam’a ve insaniyete ettikleri maddi ve manevi nice hizmetleri görmeyip de bu gibi cüzi meselelere takılıp kalmak, aklın kârı ve vicdanın kabul edeceği bir şey değildir.

Peygamber Efendimizin (sav.),

“Elbette İstanbul fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onu fetheden asker ne güzel asker.”[Ahmed bin Hanbel, IV, 335; Buhârî, et-Tarihu’l-Kebîr, I (ikinci kisim), 81; et-Târihu’s-Sagîr, I, 341]

müjdesine daha yirmi bir yaşında iken İstanbul’u fethederek mazhar olan, bir çağ kapatıp yeni bir çağ açan, çürümüş ve köhne bir medeniyetin yerine, eşşiz bir medeniyeti tesis etmeyi başararak İslam’ın izzetini bayraklaştıran, otuz bir yıl gibi uzun bir saltanat zamanında hiç durmadan, yılmadan ve usanmadan ülkesine ülke katarak maddi ve manevi nice fütuhat yapıp milletin teali ve terakkisinde vesile olan o eşsiz cihangir Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri’ni, bu millet takdir ve tazim edip dualarında yâd etmesin mi? Bu necip, asil ve taktirşinas olan bu millet, elbette onu ve onun gibi padişahları dualarına katıp yâd edecektir.

Evet, bir kısım padişahların evlat veya kardeşleri, fitnenin bizzat başına geçmiş, makam ve şöhret peşinde bir kısım vezir ve kumandanların da desteğini alarak “darbe”lere teşebbüste bulunmuş, devlet-i İslamiye’nin ve ümmet-i Muhammed’in birlik ve düzenini, muhabbet ve dayanışmasını bozmak üzere fiili isyana girişmişlerdir.

Siyasi makam ve hâkimiyet müdahâleyi kabul etmez.

Bediüzzaman Hazretlerinin de ifade ettiği gibi:

“… hâkimiyetin şe’ni, müdahâleyi reddetmektir. Hattâ en edna bir hâkim, bir memur; daire-i hâkimiyetinde oğlunun müdahâlesini kabul etmiyor. …”

“Bir nahiyede iki müdürden tut, tâ bir memlekette iki padişaha kadar, hâkimiyetteki istiklaliyetin iktiza ettiği ‘men’-i iştirak kanunu’ tarih-i beşerde çok acib herc ü merc ile kuvvetini göstermiş…”11

Başka bir eserinde de şöyle buyurur:

“Hâkimiyetin en esaslı hassası, elbette istiklal ve infiraddır. Demek intizam vahdeti ve hâkimiyet infiradı iktiza eder.”12

Bu hâl, sadece belli bir devlete has değildir. Bu durum, tarih boyunca bütün milletlerin mukadderatında dehşetli sıkıntılar doğurmuştur. Ama şu var ki, diğer ülkelerde yaşanan olaylar ile Osmanlı’da yaşananları bu açıdan kıyas ettiğimizde, bizdeki zararların diğer ülkelere göre çok cüzi kaldığı söylenebilir.13

Mehmed Kırkıncı, 07-7-2010

Dipnotlar:

1 Hoca Sadreddin, Tacü’t-Tevarih, II/338-390.

2 Lütfi Paşa, Tevarih-i Al-i Osman, s. 284.

3 Hoca Sadreddin, Tacü’t-Tevarih, II/391-394.

4 Yavuz Sultan Selim’in vefatıyla ilgili sahih ve ayrıntılı malumat için bkz. Ahmet Uğur, Yavuz Sultan Selim’in Siyasi ve Askeri Hayatı, s. 111-114.

5 Bakara Suresi, 2/19.

6 Hucurat Suresi, 49/9.

7 Tac Tercümesi, III/44-45.

8 Nursî, B.S. Tarihçe-i Hayat.

9 Rum Suresi, 30/42,

10 Nursî, Bediüzzaman Said , Lem’alar,

11 Nursî, B.S. Lem’alar ( Yirmi üçüncü Lem’a)

12 Nursî, B.S. Lem’alar ( Otuzuncu Lem’a)

13 Kardeş katli meselesi ile alakalı olarak ayrıca bk. Ahmet AKGÜNDÜZ,Osmanlı Kanunnameleri, C. 1 (Fatih Kanunnamesi), FEY Vakfı Yayınları, Kemal Paşazade, Defter. IV, v. 113a.; M. Arif, Fatih Kanun-Namesi, Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası, 1330 H.; Ahmet Uğur, Osmanlı Siyasetnameleri, s. 126 v.Celal-Zade, V. 101b.