Kategori arşivi: Tarih

Yavuz Sultan Selim’in En Büyük Gayesi

Heybet ve şecaat sahibi olan Yavuz Sultan Selim Han’ın en büyük gayesi, İslam birliğini kurmak, âlemi-i İslam’ı bir bayrak altında toplamak ve onların birlik ve beraberliklerini temin ve Osmanlı Devleti’ni de bu birliğin merkezi hâline getirmekti.1 Bu sebeple o, Şark’ı sağlama almadan Garb’a açılmanın mümkün olamayacağını düşünmüş ve bu tedbiri ile de oğlu Kanunî Süleyman’ın Garp fütühatına zemin hazırlamıştır. Yavuz Selim yazmış olduğu şu dörtlükle en büyük gayesinin ve derdinin ittihad-ı İslam olduğunu ve en büyük ıstırabının ise milletin ihtilafı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

“İhtilâf u tefrika endişesi,
Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni.
İttihadken savlet-i a’dâyı def’e çaremiz,
İttihad etmezse millet, dâğdâr eyler beni.”

Zaten bu dünyâda o büyük padişahın bundan başka istediği pek bir şey yoktu. Onun bütün derdi, gayesi ve gayreti Cenab-ı Hakk’ın rızası, milletin ve devletin bekası ve selameti idi. Bunları yapmak için de sarayında oturup keyfetmeyi terk ederek, harp meydanlarında askeriyle birlikte olmayı tercih etti. Yavuz:

“Her ne zaman ki, bir sultan, askerinin yediğini yemez, giydiğini giymez, uyuduğu şartlarda uyumaz, onlarla birlikte harp meydanında bulunmaz ise, işte o devlet gerilemeye ve yıkılmaya mahkumdur. Bu böyle biline ve benden sonrakilere de bildirile.”

Yavuz Selim, sekiz sene gibi kısa bir zamanda bütün dünyanın nazarını celp edecek derecede maddi ve manevi fütuhat yaptı. Şecaati ve heybeti ile bütün dünyayı titretti. Karada olduğu gibi, denizlerde de bütün Avrupa’yı sarsacak azamet ve şehamete sahipti. Onun zamanında Devlet-i Âl-i Osman’ın şerefi en yüce mertebelere çıktı. Osmanlıların en parlak ve ihtişamlı fütuhatları onun kısa süren padişahlığı döneminde oldu; devletin sınırları iki katı kadar genişledi ve hazineleri ganimetlerle doldu. Osmanlının altın devrini hazırlayan bu mütevazı sultan sayesinde devletin saygınlığı arttı, insanlar huzurlu ve müreffeh bir hayat yaşadı.

Yavuz Sultan Selim’in padişahlığını tarif etmesi çok calib-i dikkattir. O şöyle der:

“Ben padişah olursam; İslam birliği yolunda ciddiyetle yürüyeceğim. Hatta Mevla ruhsat verirse, Hint ve Turan’a gidecek ve Doğu’da da Batı’da da ‘ila-yı kelimatullah’ uğrunda çalışacağım.”

Nitekim Yavuz Selim bir gün Hasan Can’a şöyle der:

“Şu dünya uğruna nice cihangirler helak olup gitti. Hasan Can, Allah şahittir ki, Osmanoğulları bugüne kadar yalnızca kuru bir cihangirlik davası gütmediler. Biz bir sancak devraldık, o da Resulullah’ın ila-yı kelimetullah sancağıydı. Resul’ün irtihâlini müteakiben sahabe-i kiram nasıl yurtlarını ocaklarını terk ederek bu sancağı dünyanın dört bir yanına büyük bir fedakârlıkla taşıdılarsa, ecdadımın ve benim temel amacımız da işte bu oldu.”

Bunun içindir ki, Yavuz Sultan Selim’in babası Sultan II. Bayezit de ila-yı kelimetullah için çıktığı seferlerde üstüne bulaşan tozları biriktirerek bunlardan bir tuğla döktürdüğü ve böylece Allah’ın “cihat” emrine uyduğunun işareti olarak bu tuğlayı yanından ayırmadığını tarih kaydetmektedir.

Sultan Selim, Şah İsmail üzerine yaptığı seferden önce, İdris-i Bitlisî’yi Şark’a göndererek, Şah İsmail’in Rafizilik politikasına karşı ehlisünnet olanların ittifakını sağlamasını istemişti. Şarki Anadolu’ya giden İdris-i Bitlisî de, İttihad-ı İslam ve uhuvvet-i İslamiye esaslarını tahakkuk ettirmede büyük ölçüde muvaffak olmuştur.

Daha sonra İdris-i Bitlisî kumandasındaki on bin kişilik gönüllü birlikler, Şah İsmail’in Diyarbakır muhasarası için gönderdiği orduyu hezimete uğratmışlardır. Çaldıran savaşı sırasında da Kürt aşiretleri maddi ve manevi yardımda bulunmuşlardır. Onların bu davranışları hiç şüphesiz ki, Osmanlı sultanlarının onlara göstermiş oldukları itibarın ve onları himaye etmelerinin bir sonucudur. Bunun içindir ki, Osmanlı devleti zamanında Kürt kardeşlerimiz devletlerine daima sadık kalmış, kesinlikle etnik bir harekete tevessül etmemiş, dine olan bağlılıklarından dolayı devlet ve milletle kaynaşmış, din, vatan, tarih, kader gibi mefkureler etrafında bir arada asırlarca huzurlu bir şekilde kardeşçe yaşamışlardır.

Ayrıca İdris-i Bitlisî, Osmanlıya itaat eden Kürt beyleri ile ilgili bir risale hazırlayıp Yavuz Selim’e takdim etmiştir. Onun hazırladığı risalede Kürtler ile ilgili şu tarihi tespit takdire şayandır:

“Biz Kürt aşiretleri, ‘Allah bir ve peygamber hak.’ demekten başka hiçbir şeyde ittihad ve ittifak edemeyiz.”

Evet, zaman, onun bu tespitinde ne kadar haklı olduğunu ortaya koymuştur. Kitabımızın ileriki bölümlerinde bu konuya daha geniş olarak değineceğiz.

İdris-i Bitlisî’nin İttihadı İslam ve Uhuvvet-i İslamiye’yi Sağlamadaki Gayreti

Şah İsmail, 1501 tarihinde Akkoyunlu devletini ortadan kaldırarak bu ülkenin topraklarını kendi kurduğu Safevi devletine katmış, daha sonra da topraklarını genişletmeye ve Şia Mezhebini Şark-i Anadolu’ya yaymaya başlamıştı. Doğu Anadolu’daki Kürt beylikleri arasında büyük bir nüfusa ve mühim bir mevkie sahip olan ve ehl-i tarik bir aileden gelen âlim, hatip, ünlü tarihçi ve devlet adamı İdris-i Bitlisî de o zaman Akkoyunlu devlet divanında mühim bir mevki ve itibara sahip bulunuyordu.

Akkoyunlu devletinin yıkılmasından sonra Şah İsmail’in siyasetini tasvip etmeyen İdris-i Bitlisî, İkinci Bayezit’in daveti üzerine İstanbul’a gelir ve Osmanlı Devleti’nin hizmetine girer. Bu kıymetli devlet adamından faydalanmak isteyen Şah İsmail ona mektup göndererek İran’a dönmesini ister. Fakat İdris-i Bitlisî, Şah İsmail’in yaymak istediği fitnenin şuurunda olduğu için, onun bu davetine icabet etmez. Nitekim, Şah İsmail’e yazmış olduğu cevabi mektubunda;Rafizilik için “Mezheb-i nâ-hak” yani hak olmayan mezhep, der.

Mektubu alan Şah İsmail, bu manidar sözün, gerçekten İdris-i Bitlisî’ye ait olup olmadığını anlamak için tekrar bir mektup yazar. Ancak İdris-i Bitlisî’nin yazmış olduğu ikinci mektup, Şah’ı büsbütün çileden çıkarır. Çünkü İdris-i Bitlisî, bu mektubunda şöyle diyordu:

“Evet, o sözü söyleyen benim. Fakat, o sözün terkibi sadece Farsça değildir, onun Arapçası da vardır. Haddizatında ben ‘Mezhebuna hakkun (Mezhebimiz haktır)’ demek istedim.”

İnancını ve mezhep anlayışını siyasete taşımadan evvel, nazik ve nezih bir üslupla şiirler yazan Şah İsmail, ihtirasla siyasete bulaştıktan sonra, maalesef Rafiziliği kabul etmeyen annesini dahi öldürecek kadar gaddarlaşmıştır.2

İdris-i Bitlisî, elbette ki böyle gaddar ve fitne ehli birisiyle çalışmayı izzetine ve şahsiyetine yediremediği içindir ki, o, kendi inancından olan ehlisünnet kimselerle hizmetine devam etmek istemiştir.

Bitlisî, Akkoyunlu sarayında Divan Katipliği görevinde bulunmuş ve ilk sekiz Osmanlı padişahı hakkında Farsça manzum bir tarih olan seksen bin beyitlik“Heşt Behişt” (sekiz cennet) adlı eseri kaleme almıştır. Büyük bir nüfuza sahip olan İdris-i Bitlisî’nin yaptığı idari düzenlemeler, uzun asırlar bölge hâlkının emniyet ve huzur içinde yaşamasını temin etmiştir. Yavuz Sultan Selim zamanında da meclis üyesi ve sultanın en yakın danışmanlarından biri olmuştur. İdris-i Bitlisî’nin Sultan Selim’in yanındaki itibarını ve onun ne kadar geniş yetkilerle donatıldığını anlamak için padişahın kendisine “üzeri boş, altı kısmı tuğralı hatt-ı hümayunlar vermesi” yeterlidir. İdris-i Bitlisî padişahın kendisine göstermiş olduğu itimada aynı derecede sadakatle mukabele etmiş ve hiçbir hattı, Sultan Selim’in haberi olmaksızın üzerini doldurup kullanmamıştır.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

1 Ahmet Uğur.
2 Uzunçarşılı, İ. Hakkı, Büyük Osmanlı Tarihi, cilt-2, Türk Tarih Kurumu Yay. 7. Baskı, Ankara.
3 İdrisi Bitlisinin bu noktadaki hizmetleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. İdris-i Bitlisi ve oğlu Ebu’l-Fadl, Selim-Name, Bibliotheque Nationale , s. A. F. 141.

Yavuz Sultan Selim’in İcraatları

Şehzâde Ahmet itidalli ve hilim sahibi bir kişi olduğundan, devlet ricalinin hürmetini celp etmişti. Bundan dolayıdır ki, devlet ricali Şehzâde Ahmed’in hükümdar olmasını muvafık görmüşlerdi. Yavuz Selim ise kardeşinin tam zıddı olarak gayet celadetli, kabına sığmayan bir ruha sahip, yiğit, keskin zekâlı, ata binmede ve ok atmada silahşorlara parmak ısırtacak derecede gayet mahir idi. Hâlbuki Bayezit, daha önce kendisi hayatta kaldığı müddetçe hiç kimseyi yerine geçirmeyeceğine dair Yavuz Selim’e yazılı bir taahhütname vermişti. İkinci Bayezit, Şehzâde Ahmed’i tahta geçirmekle ahdine sadık kalmamış oluyordu.

Yavuz Selim Han’ın bu meseleyi görüşmek üzere, bir gece gizlice babasıyla görüştüğü ve aralarında şöyle bir konuşmanın geçtiği ifade edilmektedir:

Yavuz Selim, babasının elini öper ve kendisine şöyle der:

“Vatan elden gidiyor, buna benden başkasının mani olması mümkün değildir. Korkut ağabeyimin celadeti, Ahmet ağabeyimin ise dirayeti noksandır. Onlar sırtlarını düşmanlara dayayarak kuvvet ararlar.”

Beyazit Han:

“Bu saydıkların sadece sende mi var? Sen saygınlığını babana düşmanlık ederek mi ararsın?”

Yavuz:

“Haşa! Belki bu saydıklarımın hiçbiri bende yoktur. Belki de sahip olduğum sadece günden güne yayılan ve dağları aşan kuru bir şöhrettir. Ben ağabeylerim gibi selameti memleketin dışında aramam. Kendimden başkasına ihtiyaç duymam. Muhterem pederim, şunu bil ki, ben, sana asla düşman olmadım. Benim bütün gayretim Devlet-i Âliyye’nin ve milletimin geleceğini muhafaza etmek ve gelecek nesillerin senin mübarek ismini lanetle anmasını engellemektir.”

Bayezit:

“Şöhret afettir oğul.”

Yavuz:

“Afet benim, selamet milletimin olsun. Aziz pederim, dünyaya hükmeden kudretli zekân ve ilm-i siyasetteki dehanla bu milleti abat ettin. Hepimiz sana minnet borçluyuz. Eğer bugün ordularımız dünyanın en güçlü ordusu ise, hiç şüphesiz bunda dedem Fatih gibi, senin top tekniklerinde geliştirdiğin yeniliklerin de büyük payı vardır. Arabalarla taşınan seyyar top birliklerinin kurduğu o aşılmaz bataryalarla, artık bu dünyanın hâkimi olmak zor değildir. Lütfen baba, bana izin ver ki, gücümü milletimin hizmetine vereyim.”

Bayezit:

“Var git oğul, git de abine itaat et. Beni rüsvay etme.”

Yavuz:

“İtaat evvela Allah’a, sonra banadır!..”

yavuz.sultan.selim.ve.kurtlerYavuz Selim, kendisine verilen ahidnâmaye rağmen Şehzâde Ahmed’in babasının yerine saltanatın başına geçeceğini öğrenmesinden sonra, kendisine bağlı kuvvetlerle babasının ordusunun bulunduğu Çorlu’nun Karışdıran ovasına geldi. Şehzâde Ahmed’in taraftarları, padişahı, Selim’in aleyhine tahrik ve muharebe etmek için arabasının örtüsünü kaldırarak “İşte elinizi öpmeğe gelen oğlunuzun kuvvetini görün, müretteb ve müsellah askerlerle oğul, babayı böyle mi ziyaret eder?” dediler. II. Bayezit istemeyerek de olsa savaş emrini verdi. Selim’in ordusu yaklaşık üç bin, babasının ordusu ise on beş bin kişiden fazla idi. 3 Ağustos 1511 yapılan bu savaşta mağlup olan Yavuz Selim elli arkadaşıyla beraber kaçmayı başarmış ve meşakkatli bir yolculuğun ardından gemi ile Kırım’a gelmiştir.

Yavuz Sultan Selim bu mağlubiyete rağmen asla ümitsizliğe düşmemiş ve arkadaşlarına bir gün mutlaka saltanatın başına geçeceğini defaatle ifade etmiştir. Evet Yavuz Sultan Selim, başına gelen her türlü bela ve musibetleri bir cilve-i İlahî olarak görüp, onlara sabırla mukavemet etmiş ve asla acze ve ümitsizliğe düşmemiştir.1

Bu savaştan yaklaşık on ay geçmiş ve işler iyice karışmıştı. Yeniçeriler, padişahın hastalığı sebebiyle işlerin iyice bozulduğunu söylüyor ve bu yüzden saltanatın başına Yavuz Selim’in geçmesini istiyorlardı. Korkut’un şairliği ve musikişinaslığı ön planda idi, aynı zamanda âlim ve fazıl bir kişi idi. O, Fatih Sultan Mehmed’in gözbebeği ve en çok sevdiği torunuydu. Ahmed ise ordunun sevk ve idaresinde muktedir değildi. Yeniçeriler, cennet mekân Fatih Sultan Mehmed’in o şanlı seferlerini ancak çok sevdikleri Yavuz Sultan Selim gibi bir dahinin devam ettireceğine, devletin ve milletin onun ile nice fütuhatlara mazhar olacağına inandıkları için, saltanatın başına onun geçmesinde ısrar ediyorlardı.

Yeniçerilerin, sipahilerin ve topçuların Yavuz Selim’in saltanatın başına geçmesinde ısrar etmeleri karşısında artık hüküm ve nüfuzunun kalmadığını gören Sultan Bayezit, Selim’i İstanbul’a davet etmek zorunda kalır. İstanbul’a gelen Selim’i devlet ricalı karşılar. Ertesi günü Yavuz Selim, devlet erkânının da hazır bulunduğu bir ortamda babası ile görüşür ve hürmetle babasının elini öper. O da olanlardan dolayı babası kadar müteessirdir. Bayezit, herkesin önünde Yavuz Selim’e yüksek sesle; “devleti adaletle idare etmesini, zulüm yapmamasını, ihtiyaç sahiplerine yardım etmesini, ilim adamları ile âlimlere ihtiram göstermesini” söyledikten sonra şöyle der:

“Bak oğlum Selim! Biz otuz yıldır saltanat sürdük, ama Allah şahittir ki adaletten ayrılmadık. Eğer adaletten ayrılmaz ve hayırlı işler yaparsan, yarın huzur-u İlahiye yüzün ak olarak çıkarsın. Bu devran ve saltanat kimseye baki değildir.”

Bayezit, oğlunun hükümdar olmasındaki ısrarı, askerler ile bir kısım yöneticilerin Selim’e taraftar olmaları karşısında saltanatı istemeyerek 25 Nisan 1512’de Yavuz Sultan Selim’e bırakır. Babasını eski saraya kadar uğurlayan Selim, tekrar saraya döner ve tebrikleri kabul eder.

Bayezit saltanatı oğluna terk ettikten sonra, kendisine yıllık iki milyon akçe maaş bağlanmış ve Dimetoka’ya gönderilmiştir. Ancak Bayezit daha Dimetokya’ya varmadan 26 Mayıs 1512 tarihinde Çorlu civarında ansızın vefat ederek ebediyete göç etmiştir. Şamdanizade Müriü’t tevarih’te Bayezit’in Karıştıran’da şehit edilerek vefat ettiği yazmaktadır. İkinci Bayezit’ın naaşı Fatih camiinde kılınan cenaze namazının ardından Bayezit Camii’ndeki türbesine defnedildi.

Fıtraten mahzun bir yapıya sahip olan Sultan Bayezit babası Fatih Sultan Mehmed Han gibi cevval değildi. Ata binmekten ziyâdesiyle zevk duyardı. Dini merasimleri ihmal etmez, her sene hanedan azalarına, askeri devlet adamlarına, ulema, meşayih ve sair saray erkânına ihsanlarda bulunur, ihtiyaç sahiplerine de bol miktarda sadaka dağıtırdı. II. Bayezid vaktinin çoğunu mütalaa ile geçirirdi. Felsefe ilmine derin bir vukufiyeti vardı. “Adli”mahlasıyla Türkçe ve Farsça şiirler yazmıştır.

II. Bayezid, babasının zamanında İstanbul’da başlayan ilmi çalışmaları teşvik etmiş; âlim, şair ve edipleri himaye ederek onlara değer vermiş ve böylece İstanbul’u ilim merkezi hâline getirmiştir. İstanbul’da çeşitli camiler, medreseler, imarethaneler ve mektepler yaptırmıştır. Yine Edirne ve Amasya’da birçok cami, medrese, hastane, imarethane ve mektep yaptırmıştır.

İkinci Bayezit Han, eşsiz bir feraset ve marifet örneği göstermiş, kale silahı olarak kabul edilen hantal topları seyyar hâle getirmeyi başarmış, ve güçlü topçu taburları ile tesirli topçu birlikleri oluşturmuştur.2

Yavuz Sultan Selim’in Vatanperverliği

Yavuz Sultan Selim şöyle diyordu:

“İnsan kendisinin dünyaya gelmesine vesile olan ana ve babasına ömrünün sonuna kadar minnettarlık duyuyor ve onlara itaat ediyor. Hâlbuki vatan bizi vücuda getiren ana babamızı ve ecdadımızı göğsünde besliyor ve büyütüyor. Şehit olan ecdadımızın bedenlerini bağrında saklıyor. Bu bakımdan vatana minnettar olmak ve onun için en büyük fedakârlığı yapmak vicdanın en kati bir emridir. Sevdiğimiz vücutları, gölgesinde oturduğumuz ağaçları, kokusunu duyduğumuz çiçekleri, hasılı bizim vücudumuzu ve hissimizi besleyen her şeyi yetiştiren vatandır.” 

İşte bu anlayışla hareket eden Yavuz Sultan Selim Han, vatanın bekası ve milletin selameti için her türlü fedakârlığı yapmaktan geri kalmamıştır. Yavuz Sultan Selim’ in söylediği şu hakikat devleti idare edenlerin kulağına küpe olmalıdır. “Kimseler zahmetsiz rahata ermez. Eziyet ve sıkıntı çekmeyince cevher ele girmez ve maksuda erişilmez. Huzur ve asayiş isteyen kişi bu yolda önüne çıkacak meşakkatlere katlanmalı. Bu mesele; bir sünnetullah kanunu olarak cereyan etmektedir. Çünkü Mısır’a aziz olmak, atılan kuyuya sabır ve tahammülün neticesindedir.

Devlet elbisesi bir ariyettir. Bir müddet giyip salınanların arkasından alınır. Saltanat kösü, tahta oturanların bab-ı saadetlerinden nöbet ile çalınır. İbret hadiseleriyle dolu olan dünyâda, her kemalin sonunda bir zeval vardır. Baki kalan, tagayyür, tebeddül ve tecezziden münezzeh yüce mülkün sahibi yalnız Allah’tır.”

Yavuz Sultan Selim:

“Yazık o kimselere ki; beni taç ve taht parıltıları ile gözleri kamaşmış olanlardan zannediyorlar. Hayır, hayır Selim’i tanıyanlar benim taht için babasına karşı gelmeyeceğimi pekâla bilirler. Eğer kardeşlerimin millete benden daha ziyâde hizmet edeceklerine kani olsaydım, yeri göğü yaratan Allah’ın ismine yemin ederim ki padişah olmayı fikrimden bile geçirmezdim. Eğer onlar padişah olsaydılar büyük babam Fatih’in bıraktığı miras yok olacak, memleket çok büyük bir uçuruma sürüklenecekti. Pederim saltanatı büyük kardeşim Ahmet Han’a vermek isteyince memleketin büyük bir tehlikeye düşeceğini yakinen anladım ve bu bakımdan ona karşı çıktım. Vatan bin türlü tehlike içerisinde inlerken o hâlâ padişah olmak sevdasında ve hırsında idi ve bu bakımdan bana isyan etti. Darende ve Amasya’yı ele geçirdi. Anadolu’ya padişah olduğunu iddia ederek memleketi bölmeye çalışıyordu. O düşünmüyordu ki, ‘Bir postta iki aslan oturmaz.’Düşünmüyordu ki, ‘Bir kına iki kılıç sığmaz.’ Hem akıl etmiyordu ki‘Bir memlekette iki padişah olmaz.’ Kan dökülmemesi için kendisini çok ikaz ettim, ama o bu sevdasından vazgeçmedi.”

Bu konu ile ilgili güzel bir darb-ı mesel vardır: “On derviş bir kilimi paylaşır da iki sultan bir iklimi paylaşamaz.” derler. Zira devlet işi ile tasavvuf mesleği arasında, sevk ve idarede çok farklılıklar vardır.1

Annesinin Yavuz Selim’e Tarihî Nasihati

Kardeşlerinin isyan etmelerinden dolayı son derece üzüntülü ve düşünceli olan Yavuz Selim’e ilk hocası olan validesi, bir gün yanına gelerek kendisine şöyle der:

“Oğlum Selim! Seni sürekli gazaplı ve celalli görüyorum. Çehren çok değişti. Yüzünde derin bir teessür ve keder var. Bu ne hâldir oğlum?”

Sultan Selim:

“Nasıl çehrem değişmesin, kalbim kederler içerisinde yanmasın ey aziz ve müşfik anacığım! Her gün bin türlü acı ve korkunç haberler alıyorum. Bu acı hatıralar kalbimi ve dimağımı yakıyor. Ve ruhumda büyük fırtınalar koparıyor.”

Validesi:

“Metanet, oğlum Selim, metanet!”

Selim:

“Emin ol anacığım ben hiçbir zaman metaneti elden bırakmadım. Fakat kardeşim Ahmet padişahlık sevdasını bırakmıyor ve isyan ediyor. Memleketin her köşesini kanlara boyamaya çalışıyor.”

Validesi:

“Şüphe yok ki kardeşinin Amasya’da yaktığı fesat ocağının dumanları pek yakında buralara kadar gelecektir. İhtimaldir ki birkaç gün sonra bu şehrin civarındaki dağlar yüzlerce ve binlerce yiğidin kanıyla sulanacaktır. Ne yapayım oğlum, kardeşin böyle istiyor. Dökülecek kanlara o sebep olacak, bunun hesabını Allah ondan sorsun. Ecdadın tarihini hatırla. Sultan Yıldırım Beyazit’in zamanını düşün. Artık tahta çıkabilmek için kardeşiyle cenk etmek âdet hâline gelmiştir. Kim bilir, bu utanç verici hâl daha ne kadar sürecek. Kardeşin seni o makamdan indirmeye ve oraya çıkmaya çalışacak. Ama inan ki muvaffak olamayacaktır. Çünkü tahta en evvel çıkan, tahtın sahibi ve hâkimidir. Hâlk onu padişah tanıdıktan sonra kimse onu oradan indiremez. İşte amcan Sultan Cem’in durumu ortada. Birkaç kez isyan etti ama sonuç malum.”

“Bu milletin selameti ve vatanın bekası için eğer icap ederse benim bile kanıma gir. Onu sana helal ederim.”

“Yeter ki millet yaşasın, vatan tehlikeden kurtulsun. Bu bakımdan sen istikbalde vuku bulacak hadisatı şimdiden düşünme, hissine galebe çal ve metaneti elden bırakma. Emin ol ki müstakbel korkunç bir uçuruma değil selamete doğru gitmektedir.”

Batılı bir oryantalistin bir tespiti çok calibi dikkattir. Bu zat Avrupa’nın kralları ile Osmanlı sultanlarının, sevk ve idaresini inceledikten sonra şuna karar vermiştir:

“Bizim krallarımız kendi şahsı ve yakınlarının menfaatı, keyif ve huzuru için raiyetlerini katliamdan geçirmiştir. Selatin-i Osmaniye ise milletinin, devletinin ve raiyetlerinin hakkı, hukuku ve saadeti için evlat ve kardeşlerini öldürmüşlerdir.”

Evet, Yavuz Sultan Selim’in kalbini ve ahval-i ruhiyesini anlamayanlar, onun, kardeşlerini kuru bir makam uğruna öldürttüğünü iddia edenler şunu çok iyi bilmelidirler ki, o Çaldıran seferi ile Anadolu’yu Şiilik tehlikesinden kurtardığı gibi, kardeşlerini öldürtmekle de Osmanlı hanedanının şeref ve haysiyetini kurtarmış ve devletin payidar olmasını sağlamıştır. Öyle olmasa idi padişahlık kavgaları baş gösterecek, Anadolu’nun her köşesinde bir bey çıkacak, Osmanlı devleti inkıraza uğrayacak ve millet yok olacaktı. Bu yüzden o hiç kimsenin yapamayacağı ve tahammül edemeyeceği acılara katlanarak memleketin başına gelecek felaketleri bertaraf etmiştir. Nitekim kendisi de bu hususu şöyle ifade eder.

“Eğer böyle yapmasa idim ruhum daima azap içinde kalırdı. Büyük dedem Sultan Osman Han bana demez mi idi ki; ey oğlum Yavuz! Ben bu devleti senin ve kardeşlerinin ihtiraslarına kurban olması için mi tesis ettim? Büyük babam Fatih; ‘Yazıklar olsun sana ve kardeşlerine ki, ben yüz elli senelik bir devletin azim ve kuvvetiyle bin yıldır devam eden Roma İmparatorluğunu kabza-i tasarrufuma aldım, bir çağ kapatıp yeni bir çağ açtım. Siz ise iki günlük saltanat kavgasına kapıldınız da birbirinizle uğraşıp, memleketi inkıraza sürüklediniz. Benim ve ecdadımın ruhunu ıstırap içinde bıraktınız’ diye itap etmez miydi?”2

Endülüs’teki yöneticiler Yavuz Sultan Selim Han’ın yaptığı bu fedakârlığı yapamadıkları için medeniyetin merkezi olan ve Avrupa’ya Üstadlık yapan o muhteşem Endülüs medeniyeti maalesef yıkılmaktan kurtulamadı.

Zulümatlı Günler ve Kardeş Kavgaları

Yavuz Sultan Selim Han’ın Baş Veziri Sinan Paşa bir gün Yavuz Sultan Selim Han’ın huzuruna gelerek şöyle der:

“Padişahım size çok korkunç ve acı bir haber vereceğim.”

Yavuz Selim:

“Nedir o korkunç haber Sinan Paşa?”

Sinan Paşa:

“Efendim Malkoçzade Ali Bey’in yeğeni Hasan Bey, kardeşin Ahmet Han’ın ordusu ile Bursa’ya doğru hareket ettiğini söylüyor.”

Yavuz Selim bu haber karşısında çok müteessir olur ve kendi kendine “Eyvah kanlı günler yaklaşıyor.” diye söylenir. Daha sonra Malkoç-Zade Hasan Bey’in nerede olduğunu sorar. Sinan Paşa onun buraya geldiğini ve kendisiyle görüşmek istediğini söyler. Yavuz, Hasan Bey’in huzura getirilmesini emreder ve yine kendi kendine:

“Bu elim hadisenin vuku bulmaması için olanca gücümle çalıştığım hâlde kardeşim ordusu ile üzerime geliyor. Bu aziz vatanın üstünde korkunç fırtınalar esiyor. Artık kim bilir müstakbel ne gibi facialara hazırlanıyor. Kim bilir zavallı vatan daha ne kadar kanlı sahneler görecek. Ne zamana kadar kendi menfaatlerinden başka bir şey düşünmeyen kimselerin elinde oyuncak olacak.”

der ve ellerini kaldırarak şöyle dua eder:

“Ey bütün mevcudatın ezelî ve ebedî Hâlık’ı! Ey bütün kâinattaki umum ahenk ve nizamın nazımı! Ey sonsuz merhamet sahibi olan Allah’ım! Bu milleti bela ve fitnelerden kurtarmam için benden yardımını esirgeme.”

Az sonra Hasan Bey huzura girer. Yavuz Sultan Selim: “Hasan Bey getirdiğin bu kara haberden inşallah hayırlı neticeler çıkarır ve yaklaşan bu tehlikelere bir çare buluruz. Şimdi sen bu meseleyi etraflıca anlat bakâlım.” der.

Hasan Bey:

“Devletli padişahım, kardeşiniz Ahmet Han Amasya’yı zaptederek kendisini padişah ilan etti. Biz canımızı zor kurtardık ve durumu size haber vermek için buraya geldik. Tellallar hâlkı size karşı isyana ve savaşmaya davet ediyor. Kendi padişahlarının Ahmet Han olduğunu ve Sultan Selim’i tanımadıklarını söylüyorlar. Tahta çıkmak Ahmet Han’ın hakkıdır, Sultan Selim haksız olarak tahta çıkmıştır.” diyorlar.

Yavuz Sultan Selim:

 “Allah’tan korkmayan, kendi keyfinden başka bir şey düşünmeyen kimselere ne diyeyim. Kardeşlerimin padişah olma hevesi ve ihtirası yüzünden vatanın tehlikeye girmemesi için elimden geleni yaptım. Bundan dolayı aylarca ağladım, hâlende ağlıyorum ve hayatımın sonuna kadar da ağlayacağım. Memleketimin huzur ve selameti için buna mecburdum. Şimdi de diğer kardeşim Ahmet Han bana isyan ediyor ve benimle savaşmak için üzerime geliyor.”

Hasan Bey:

“Devletlü Padişahım! Bir kısım insanlar peygamberlerin tebliğini bile kabul etmemiş ve onların nicesini acımasızca katletmişlerdir. Elbette milletin birlik ve beraberliği için çalışan bir padişahın icraatını kabul etmeyen bazı cahil ve menfaatperest kimseler de olacaktır. Bunun için müteessir olmayınız. Hem, başta yeniçeriler olmak üzere hâlkın çoğu zatınıza karşı sadıktırlar.‘Sultanımızın payidar olması için kanımızın son damlasına kadar savaşmayı ve onun uğrunda ölmeyi şeref sayarız’ diyorlar.”

Yavuz Sultan Selim, Hasan Bey’in bu konuşmasından fevkalade mesrur olur, ancak durumun ciddiyetinden dolayı da hemen savaş için hazırlık yapılmasını emreder. Yavuz, Sinan Paşa ile Hasan Bey’in dışarı çıkmasından sonra tekrar ellerini kaldırır ve şöyle dua eder:

“Ey yüceler yücesi Allah’ım! Ey Bütün insanların kalbindeki gizli şeyleri bilen Yezdan’ım! Kalbim ve maksadım elbette sana malumdur. Ben bir yandan Mısır’da Çerkez Beyleri ile öte yandan İran’daki Şah İsmail’in fitnesiyle uğraşırken, şimdi de kardeşim Ahmet Han bana isyan edip savaşa geliyor. Dışarıdakilerin bana olan düşmanlığını anlıyorum. Çünkü onlar benim maksadımı bilmezler. Ya benim kardeşime ne demeli; birbirimizi çok iyi tanıdığımız hâlde neden bana düşman oluyor. Ben isterdim ki kardeşlerim Ahmet ve Korkut ile beraber bu vatanın birliği ve milletin payidar olması için çalışalım. Heyhat! Kardeşlerimin benimle çalışmaları bir yana, onlar benim icraatlarıma engel oldular ve bana düşman kesildiler.”

“Ey kadir-i mutlak! Ey sonsuz merhamet sahibi olan Allah’ım!Nedir bu insanlardaki makam ve şöhret sevdası? Nedir herkesin gözünü bürüyen siyaset ve tama hırsı?”

Kardeş Savaşları

Manisa’da bulunan Korkut, Selim’in bir ordu ile üzerine geldiğini haber alınca Piyale Bey’le beraber kaçmış, daha sonra da yakalanarak idam edilmiştir. Şehzade Korkud yanındaki Piyale Bey’e

“Nizâm-ı âlem için belki vücudumuz feda edilir. Ölümüme yanmam, ama mevtime ağlayacak kimse bile yoktur.”

der. İdam edilmezden evvel müsaade ister, padişaha verilmek üzere manzum bir mektup yazar, iki rekât namaz kıldıktan sonra idam edilir. Hâlbuki Korkut, Sultan Selim’e ilk biat edenlerden olmuş ve sadakatle hizmet edeceğine dair söz vermişti. Ne yazık ki, tahrik edildi ve saltanat hevesine kapıldı. Böyle âlim ve fazıl bir insanın bu tür işlere nasıl cüret ettiği anlaşılır bir durum değildir.

Hükümet erkânından başta veziriazam Koca Mustafa Paşa olmak üzere, Barbaros Oruç ve Hızır kardeşler ile bazı devlet erkânının destek vermesi ve yeniçeri ocağının büyük zabitlerinin şehzâde Ahmed’i hükümdar yapmak için mektup göndermeleri, onu ümitlendirmişti. Ona, Vatikan’ın verdiği desteğini de unutmamak gerek.

Yavuz Sultan Selim, Şehzâde Ahmed’in üzerine meşhur Malkoç oğlu Bâli Bey’in oğlu Ali Bey kumandasında bir kuvvet yollayınca, Ahmed, Şah İsmail’den yardım istemek üzere iki oğlunu İran’a göndermiş, kendisi de Malatya’ya oradan da Amasya’ya kaçmıştır. Şehzâde Ahmed’in Kasım adındaki oğlu Memluklere iltica etmiş, Murad adındaki diğer oğlu ise bir müddet Şah İsmail’in yanında kalmış, hatta İran’da sancakbeyi derecesinde bir makama getirilmiştir. Bu hizmette iken vefat etmiştir. Şehzade Ahmed’in hükümdar sıfatıyla Anadolu’da faaliyet gösterdiğine dair Topkapı Sarayı arşivinde birçok vesika vardır.

14 Nisan 1513 yılında Şehzade Ahmed ile Yavuz Selim arasında yapılan savaşta, Ahmed, Yavuz Selim’in ordusunu hezimete uğratmış ve yaklaşık yedi bin kişiyi öldürmüştür. Daha sonraki savaşta mağlup olan Ahmed idam edilmiştir.1

Şehzade Ahmet’in Yüzüğü

Yavuz Sultan Selim Han’a karşı savaşan Ahmet Han mağlup olmuş ve idam edilmişti. Ahmet Han idam edilirken, Yavuz Sultan Selim’e karşı haksızlık yaptığını ve bu meselede onun haklı olduğunu vicdanen kabul etmiş olacak ki,

“Benim bu yüzüğüm, Yavuz Sultan Selim’e son yâdigârım olsun ve beni hatırlasın.”

diyerek, Rumeli’nin bir yılık vergisine denk geldiği rivayet edilen parmağındaki yüzüğü bir yâdigâr olarak kabul etmesi ricasıyla ona hediye etmiştir.

Nitekim Yavuz Selim zaman zaman o yüzüğe bakarak şöyle derdi:

“Ben o yüzüğe bakarak geçmiş zamanın hadisatını hatırlıyorum ve bundan da kalbim sızlıyor. Kardeşlerim ve yeğenlerimin mezarlarından çıkarak üzerime geldiklerini, ‘Bize niçin kıydın’ diye huzur-u ilahiyeye şikâyetçi olduklarını hayal ediyorum. Gecelerim müthiş ıstıraplar ve kabuslar içinde geçiyor. Gözüme bir iki saat uyku geçtiği zaman bile, rüyamda kanlar içinde yüzüyor ve ifritlerle pençeleşiyorum. Ah! Keşke mümkün olsaydı da bin bir türlü felaketlerin ve acıların, tahammülsüz ıstıraplar altında inleyen zavallı kalbimi açarak onlara gösterebilseydim. O zaman herkes anlardı ki Selim, kardeşlerinin ölümünden dolayı hissi ve vicdanıyla daima mücadele hâlindedir. Hayalen onlara hitap ederek şöyle diyorum:

‘Ey aziz kardeşlerim Ahmet ve Korkut! Niçin bana ıstırap veriyorsunuz? Niçin bana dargınsınız? Ben de kendime dargınım. Lakin ne yapayım beni siz mecbur bıraktınız. Sizi, vatanımı kurtarmak ve milletimi yaşatmak için öldürtmeye mecbur kaldım. Eğer böyle olmasaydı vatan elden gidecek, anarşi ve fitne baş gösterecekti.’2

Bu hadisat Sultan Abdülhamit Han’ın şu sözünün ne kadar isabetli olduğunu da ortaya koymaktadır:

“Devlet; şefkat ve merhamet ile değil, hikmet ve maslahat ile idare edilir.”

Yavuz, idam ettirdiği iki ağabeyi ile on yeğeninin servetlerini hazineye almamış, onların tamamını müteveffaların zevcelerine, kızlarına, analarına, yani kanuni mirasçılarına vermiş, üstelik bunların hepsine maaş bağlatmıştır. Sultan Korkut’un iki kızı hakkında pek lütufkâr davranmıştır. Sultan Ahmed’in pek büyük olan servetini, son kuruşuna kadar hayatta bulunan yaşlı anası Bülbül Hatun’a vermiş, oğlunun şanına layık hayır eserleri yaptırmasını da tavsiye eylemiştir.3 Bütün bunlardan da anlaşıldığı gibi Yavuz, vatanın bekası, milletin selameti, birlik ve dirliği ve yüksek menfaatleri adına yapmıştır.

Yavuz Selim, Korkut Han’ın en sadık adamlarından biri olan Piyale Bey’e: “Seni, çok az insana nasip olan büyük sadakatinden dolayı affediyorum.” deyip vezirlik teklif edince, Piyale Bey yine büyük sadakat örneği gösterir ve Yavuz Sultan Selim’e: “Sultanım bundan sonra benim vazifem Şehzade Korkut’un türbedarı olmaktır.” der ve onun teklifini kabul etmez.

Yavuz ile Hocası Hilmi Efendinin Mükâlemesi

Bir gün Yavuz Sultan Selim’in hocası Hilmi Efendi içeri girer. Biraz sohbetten sonra Yavuz Sultan Selim, her gün bin bir türlü dert ve ıstırap içerisinde yuvarlandığını, ama Cenab-ı Hakk’ın her zaman sabır ve tahammül ihsan ettiğini söyler.

Hilmi Efendi:

“Sultan’ım! Sabrın sonu selamettir. Bu bakımdan, ‘Sabır, bütün sıkıntıların anahtarıdır.’ hadisini her zaman hatırında tut. Sabır ve metanetle yalnız kendi şahsını değil, milletin ve memleketin de selametini temin edersin. Sen artık şehzade Selim değil, bir padişahsın ve ulu’l- emirsin. Ömrümün son deminde senin bu makamda oturduğunu görmemden dolayı, milletin ve memleketin geleceğinden emin olarak dar-ı ahirete ve Allah’ın huzuruna sürur ve emniyetle gideceğime inanıyorum.”

Hocasının bu sözlerinden fevkalade memnun olan Selim, tebessümle şöyle der;

“Bana büyük bir hüsnüteveccüh gösteriyorsunuz. Ancak benim gayem taç ve taht sevdası değildir. Bu makama da ancak sizin duanız, himmetiniz ve irşadınız ile nail oldum.”

Hilmi Efendi:

“Ben sana yalnız hakikatleri anlattım. Memleketin kardeşlerinin elinde kalması hâlinde vatanın inkırazına ve milletin izmihlaline sebep olacaktır, dedim. Sen de Allah’ın ihsan ettiği zekân ve metanetin, hüsn-ü niyet ve dirayetinle bu milleti dağılma tehlikesinden kurtarmaya biiznillah vesile oldun. Kendi gayretlerinle bu makama yükseldin. Bu şeref sana aittir. Bundan dolayı bana yalnız iftihar ve şükretmek düşer, o da bana yeter.” der.

Yavuz:

“Muhterem Efendim büyük tehlike hâlâ devam ediyor.”

Hilmi Efendi:

“Nedir o büyük tehlike?”

Yavuz Selim:

“Anadolu’da günden güne artan Şii’lik tehlikesi İstanbul ve Edirne’ye kadar yaklaşıyor ve Şah İsmail bunun için büyük gayret sarf ediyor.”

Hilmi Efendi:

“O mesele seni ıstırap içinde bırakmasın, hakiki bir cerayan-ı fikrin önüne hiçbir şey set çekemez. Hak ve hakikate istinat eden bir binayı, cahil ve müfsitlerin teşebbüsü yıkamaz. Zira sen hak ve hakikat uğrunda çalışıyorsun. Hiç şüphe yok ki, Allah’ın inayet ve yardımı seninle beraberdir.”

“Şah İsmail ise kendi şahsi ihtirası ve ikbali için Ehl-i sünnet Mezhebini ortadan kaldırmak üzere hayali ve batıl mezhepleri yaymaya çalışıyor. Şu ezeli bir kanundur ki, hak ve hakikat ilim ve cehalet her zaman mücadele etmiştir ve edecektir. Lakin hak ve hakikat her zaman galip gelmiştir. Batıl ve cehalet her zaman mağlup olup mahkûm kalacaktır. Sen; Ehl-i sünneti muhafaza ettikçe, hak ve hakikatten ve insaniyetten ayrılmadıkça her zaman galip geleceksin. Şah İsmail akla hayale gelmeyen fitnelere başvursa bile mutlaka mağlup olacaktır. Zira, hak üzerine hiçbir şey galip gelemez ve onu mağlup edemez. Şunu da derim ki, muvaffakiyet ve fütuhatın, neşeni artırıp da seni gururlandırmasın. Padişahlığın azamet ve haşmetinden gururlanarak keyfine ve iradene göre hareket etmeyesin. Hiçbir zaman unutma ki, sen ancak pek mahdut bir memleketin ve ailenin hâkimisin. Âlemdeki umumi intizam ve nizamın nazımı Cenab-ı Allah’tır. O, senin ve milletinin, yerlerin, göklerin, bağların, deryaların ve on sekiz bin âlemin hâkimi ve nâzımıdır. Hiçbir zaman doğruluktan ayrılma ve kimseye haksızlık yapma.”4

Yavuz Sultan Selim:

“Aziz ve muhterem hocam, Cenab-ı Hak şahittir ki, şu ana kadar kendi ikbal ve saadetim için hiçbir kimseye fenalık etmedim.” der.

Yine bir gün Sultan Selim Hocası Hilmi Efendiyle sohbet ettiği bir sırada Vezir-i Azam Sinan Paşa içeri girer, tazim ve hürmetten sonra kapalı bir zarfı Sultan’a takdim eder.

Padişah: “Nedir bu Sinan Paşa! Nereden ve kimden geliyor?” diye sorar.

Sinan Paşa’nın: “Devletlu Padişahım, Malkoç-zade Hasan Bey’den, Ankara’dan geliyor.” demesi üzerine Yavuz, hemen zarfı açar ve sessizce okumaya başlar. Çehresinde gazap ve şiddet alametleri belirir. Hocası Hilmi Efendi; “Hayırdır inşallah Sultanım; elinden yavrusu alınan bir aslan gibi birden celal ve gazaplandın.” diye sorduğunda;

Sultan Selim:

“Muhterem Hocam! Takdir edersiniz ki bir padişahın milletine olan muhabbeti bir aslanın yavrusuna olan ilgisinden daha fazladır. Milleti izmihlale sürüklenmek istenen bir padişahın şiddet ve öfkesi de yavrusu elinden alınan bir aslanınkinden elbette daha şiddetlidir.”

dedikten sonra mektubu okuması için hocasına uzatır. Hilmi Efendi tebessüm ederek; “Osmanlı Padişahı Sultan Selim’e yazılan bir mektubu hoca Hilmi Efendi’nin okumaya hakkı var mıdır?” diye engin tevazuunu dile getirince, Sultan Selim Han: “Padişah hocasının elbette ki hakkı vardır.” der. Bunun üzerine Hilmi Efendi mektubu okumaya başlar. Şah İsmail’in adamlarının Ankara civarına kadar sokulup binlerce insanı kendi şahları tarafına çevirdiklerini, milletin din ve mezhebini bile değiştirmeye yönelik ifsat faaliyetlerde bulunduklarını okuyan Hilmi Efendi bu durumun yalnız Osmanlı hanedanı için değil, bütün âlem-i İslam için de dehşetli bir tehlike olduğunun idrakinde olarak padişaha şöyle der:

“Sultanım! Gazap etmeye elbette ki hakkın var. Lakin bu öfkeniz ve şiddetiniz itidal ve sükûnetinizi kaybettirecek dereceye varmasın.”

tavsiyesinde bulunur. Zaten Yavuz, bu gibi mühim meselelerde hocaları ile sürekli istişare eder ve onların görüşlerini aldıktan sonra karar verirdi. İşte İran seferi öncesi hocası ile bu meseleyi istişare etmesi de bu özelliğinin bir delilidir.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

1 Yavuz Sultan Selim’in iç mücadeleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Ali,Künhülahbar, v. 204a-21b.
2 Kenan Yusuf, Yavuz Sultan Selim ve İttihad-ı İslam Siyaseti Mithat Paşa Sanayi Mektebi (Selanik).
3 M.Ç.Uluçay, V. Türk Tarih Kongresi Zabıtları, 428.
4 Kenan Yusuf, Yavuz Sultan Selim ve İttihad-ı İslam Siyaseti Mithat Paşa Sanayi Mektebi (Selanik).

* Yavuz Sultan Selim’in bu ve benzeri hususiyetleri hakkında bilgi edinmek için bk. Muhyi Çelebi, Selim-Name, İzzet Koyunoğlu Kitaplığı, Konya, Nr. 13335.

Çin İşgali Altında: Doğu Türkistan

İslam’ın ilk 5 yılında Allah Resulü’nün tebliğine kulak veren Sahabe efendilerimizin sayısı 50’den fazla değilken, bugün dünyada yaklaşık 200’e yakın ülkede 1,5 milyardan fazla Müslüman bulunmaktadır.

Bu noktada Kuran-ı Kerîm’in “inananlar kardeştir” buyurduğunu düşünürsek, bizlerin Müslümanlar hakkında bilgi sahibi olmamız ve dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan, mücadele eden kardeşlerimizi tanıyıp bilmemiz gerekmektedir. Onların dertleri ile dertlenmek, onlara elden geldiğince destek olmak ve en azından dua etmek hepimizin görevi olsa gerektir.

Biz de ülkemiz dışında kalan Müslümanların geçmişten bugüne durumlarını aktarmaya çalışacağımız bu çalışmaya ilk olarak İslam Âleminin en sahipsiz ve kanayan yarası olan Doğu Türkistan ile başlayacağız.

Türkistan adını ilk defa eski İranlılar’ın, daha sonra Araplar’ın Orta Asya’da Türkler’in yaşadığı bölgeleri tanımlamak için kullandıkları bilinmektedir.

Bu alanın tarihî kaynaklardaki adı 19. yüzyıl ortalarına kadar Türkistan’dır (Türk yurdu). Ekseriyeti günümüzde Uygur ve Kazak Türkleri ile diğer Türk gruplarının oluşturduğu Çin Halk Cumhuriyeti hâkimiyetindeki bölgeye Doğu Türkistan; 1924’ten sonra Sovyet hâkimiyetine giren alana Batı Türkistan adı verilmektedir.

Doğu Türkistan, Asya kıtasının tam ortasında bulunmaktadır. Güneyde Pakistan, Hindistan, Keşmir ve Tibet, güneybatı ve batıda Afganistan ve Batı Türkistan, kuzeyde Sibirya ve nihayet doğu ve kuzeydoğuda Çin ve Moğolistan ile sınırdır. Doğu Türkistan’ın yüzölçümü Çin topraklarının altıda birini teşkil etmektedir. Bu toprağın 600.000 kilometrekaresi çöl, 91.000 kilometrekaresi ormanlıktır.

Doğu Türkistan’ın tarihine baktığımızda Türk tarihi kadar eskiye gitmemiz gerekmektedir. Zira Doğu Türkistan, Türklerin en eski yerleşme alanlarından biridir. İslâm öncesi devrede Doğu Türkistan coğrafyası sırasıyla; Hun (M.Ö. 220-M.S. 386), Tabgaç (386-534) ve Göktürk (550-840) hâkimiyetinde kalmıştır. Bugün Doğu Türkistan’da yaşayan Uygur Türkleri 840 yılında bölgeye yerleşmiştir. 840’ta kurulan Karahanlılar, İslâmiyet’ten sonra önemli bölümü Doğu Türkistan’da olan ilk büyük Türk devletidir. Doğu Türkistan daha sonra Kara Hoca Uygur Hanlığı (846-1218) ve Türk-Moğol İmparatorluğu hâkimiyeti altında kalmıştır. (1218-1759)

1750’de ilk Çin işgali başlamış ve 1862 tarihine kadar sürmüştür. Bu süre içinde Doğu Türkistan’da 42 bağımsızlık mücadelesi hareketi olmuştur. 1863’te Doğu Türkistan Mücadelesini yürüten Mehmed Yakup Bey, Kaşgar merkez olmak üzere bir devlet kurmayı başarmıştır. Bu devlet Osmanlı Padişahı Abdülaziz’den yardım istemiş ve istedikleri yardımı almışlardır. Yakup Bey’in Abdulaziz Han adına hutbe okuttuğu ve sikke bastırdığı bilinmektedir. Sonraları Mehmed Yakup Bey, en büyük desteği ise II. Abdulhamid’den görmüştür. Bu desteğe rağmen, bu devlet Çin ve Rusya’dan dolayı maalesef uzun ömürlü olamamıştır.

Yakup Bey’in 1877 yılında vefat etmesi üzerine Çin hemen ortaya çıkan siyasi boşluktan faydalanarak 18 Mayıs 1878’de Doğu Türkistan’ın tamamını işgal etmiştir ve nihayetinde 18 Kasım 1884’te Çin imparatorunun emriyle 19. eyalet olarak Sincan (Xin Jian, Yeni Toprak) adıyla doğrudan Çin’e bağlanmıştır.

Bu ağır ve işkenceli esareti kabullenmeyen Doğu Türkistan halkı 1931 yılında Kumul kentinde yeniden bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi başlatmıştır. Ülkenin bütün bölgelerinde başarı kazanılmıştır. Bu başarının ardından 12 Kasım 1933’te Kaşgar’da ‘Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti’ kurulmuş, hareketin önderlerinden Hoca Hacı Niyaz cumhurbaşkanı olmuş ve Kaşgar başkent ilan edilmiştir.

Bu gelişme hem Çin’i hem de Sovyetler Birliği’ni endişeye düşürmüştür. Sovyetler Birliği yönetimi, kendi hükümranlığında bulunan Batı Türkistan’a örnek olmasından ötürü tedirginlik duymuştur. Bu nedenle başlarda bağımsızlık mücadelesine destek verdiği halde daha sonra vermemiştir. Ve yıkıma giden yolda öncelikle 1946 yılında iki hükümet arasında 11 maddelik bir metin imzalanıp birleşik hükümet kurulmuştur. Ve ardından, Sovyetler Birliği ve Çin iş birliği ile 20 Ekim 1949’da Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti fiilen ortadan kaldırılmıştır.

Sürekli değişen dünya konjonktürüne bir de II. Dünya Savaşı eklenince, Orta Asya’yı bütünüyle Rus egemenliğine bırakmak istemeyen Çin kuvvetleri 29 Eylül 1949 yılında Urumçi’yi işgal etmiş, 1951 yılına geldiğinde ise tüm Doğu Türkistan’ı kontrolü altına almıştır.

Esaret istemeyen Doğu Türkistan halkı bu işgale karşı Osman Batur liderliğinde direniş hareketi başlatsa da bu hareket çok geçmeden bastırılmış ve 1953 yılına kadar 100.000’den fazla Doğu Türkistanlı öldürülmüştür. Doğu Türkistan Müslümanları, 1 Ekim 1955’ten beri Sincan Uygur Özerk Bölgesi adıyla Çin işgali altında, inanılmaz ve acımasız baskılar ve asimilasyon uygulamalarına maruz kalmaktadır.

M. Ertuğrul Esen – Zafer Dergisi

Sultan Murad’ın Fatih’e Nasihatleri

Sultan Murad’ın Fatih’e nasihatlerini konu alan “Nasihatü Sultan Murad” pek bilinmeyen bir eserdir. Kitapta, Sultan Murad’ın küçük yaştaki oğlu, şehzade Mehmed’e anlayabileceği bir dille yaptığı ahlâkî ve sosyal öğütler nakledilmektedir.

Bu eserin orijinali, Venedik Balyoslarından Andrea Coscola tarafından II. Murad devrinde kaleme alınmış ve uzun süre gözlerden uzak kaldıktan sonra, A. Coscola’nun torunu Balyos Marino da Cavali tarafından M. 1559 (H. 967) tarihinde Saray tercümanlarından Tercüman Murad Bey’e tercüme ettirilerek, Osmanlı Padişahı Kanunî Sultan Süleyman’a takdim edilmiştir. Eserin orijinal iki yazma nüshası, Topkapı Sarayı ve Nuruosmaniye kütüphanesinde 3295 numarada kayıtlıdırlar.

  • Ey oğul! İnsan başkaları tarafından aldatıldığında, eninde sonunda anlar ve durumu düzeltme çareleri arar. Fakat kişi kendi kendini aldattığında, bunu gidermeyi beceremediği gibi, çare için de çalışamaz.
  • Bilirsin ki bir yemiş, ancak olgunlaştığı zaman güzeldir. Sen de insanların tecrübelerle olgunlaşmış ve güngörmüş olanlarını tercih etmelisin.
  • Aklın gücü, kılıçtan daima üstündür. Ben, nice yiğitlerin sırf kılıçlarına güvendikleri için helâk olduklarını görmüşümdür.

Meselâ, dedemiz Sultan Yıldırım Bayezit sadece kılıcına güvenmeyip, tedbirini de onunla birlikte alsaydı, Timurlenk hâdisesi meydana gelir miydi? Bu hâdise olmasaydı, bizim için daha iyi değil miydi?

  • Güçlü ve kuvvetli olmak elbette iyidir, fakat kuvvet, Hakk’ın ve aklın emrine verilmelidir.
  • Ben, bu çile ve ızdıraplar dünyasında çektiklerimin mükâfatının, Allah tarafından ebedî bir âlemde verileceğine bütün kuvvetimle inanıyor ve O’na her an yalvarıyorum. Ayrıca, kendi hâlimden de son derece memnunum.
  • İnsanoğlu özellikle gençliğinde, yeme-içme ve şehvet konularında normal ölçüyü aşar. Hâliyle bütün bu israflar bedenini zayıf düşürür. Böyle, gençliğini Allah’ın yasakladıklarıyla harcayanlar, ihtiyarlıklarında işe yaramaz bir vücuda sahip olurlar.
  • Beni böyle sapasağlam olarak ihtiyarlığa ulaştıran iki şeyi iyice tecrübe etmiş ve bir âdet haline getirmişimdir. Bunlardan biri, az yemek; diğeriyse, yediklerimi sindirmek için ister sabah, ister akşam, bazen atla, bazen de yaya olarak gezip dolaşmaktır.
  • Ben bu bahçeye kendi elimle diktiğim ağaçları, öz oğullarım gibi severim. Bu güzel kokulu ve tatlı yemişlere değişik bir gözle bakar, Yüce Allah’ın sanatkâr, yaratıcı sıfatlarını tanır, bundan da ayrı bir zevk alırım.
  • Ben de, babamdan pek çok faydalı öğütler dinlemiştim.
  • Şunu da iyice bilmeni isterim, bu dünyada üç türlü insan vardır:

Bunlardan ilki, akıl ve fikirleri yerinde olan, geleceği az çok gören, düşünen ve aşırılıkları olmayan kimselerdir.

İkincisi: Doğruyu yanlışı tam bilemeyen kimselerdir. Nasihat edildiğinde, kafaları alır, kabul eder ve söz dinlerler. Çoğu zaman, duyup, işittiklerine uyarak yaşarlar.

Üçüncü grup ise: Ne kendileri birşeyden haberdardır ve ne de yapılan ikazlara, nasihatlara kulak asarlar. Sadece kendi arzularına uyar ve herşeyi bildiklerini sanırlar.

Ey oğul! Yüce Allah eğer seni ilk sırada saydığım kişiler arasında yaratmışsa sevinirim. İlkinden değil de, ikinciler gibiysen, sana yapılan nasihatlara kulak vermeni tavsiye ederim.

Sakın üçüncü gruba dahil olmayasın! Onlar ne Allah’a, ne de insanlara karşı iyi bir durumda değildir…

  • Padişahlar, elinde terazi tutmuş bir kimseye benzer. Sen padişah olunca teraziyi doğru tutmanı isterim. O zaman yüce Allah da, senin iyiliğini arzular.

Betül Tomor – Zafer Dergisi

Sultan Muhammed Alparslan ve Haşhaşiler

Büyük  Selçuklu Devleti’nin ikinci hükümdarı olan büyük devlet adamı Alparslan, Müslüman Türklerin Orta Asya’dan Anadolu’ya gelişlerini ve mücadelesini yöneten askerî komutan ve hükümdardır. Gerçek adı Muhammed olup, daha çok unvanı olan Alparslan adıyla tanınmaktadır.

Üzerinde yaşadığımız bu cennet vatanı bizlere armağan eden ecdadımızdan birisi de Sultan Alparslan’dır. İslâm’ın bu bahadır evlâdı Malazgirt’te kalabalık Bizans ordusunu perişan ederek Anadolu’nun kapısını Müslümanlara açmıştır. Fetih ordusu da açılan bu kapılardan tekbirlerle girmiştir ve her karışını kanlarıyla sulayarak kendilerine vatan edinmişlerdir…

Alparslan, amcası Tuğrul Beyin 7 Eylül 1063’te evlat bırakmadan vefat etmesi üzerine, 7 Aralık 1063’te Selçuklu Beyleri tarafından tahta çıkarıldı ve kendisine biat edildi. Kısa zamanda bütün Selçuklu beyleri ve Tuğrul Beyin veziri El-Kunduri de Alparslan’a biat etti  27 Nisan 1064 günü Halife Kaim bi Amrillah’ın da hazır bulunduğu bir mecliste cülus merasimi yapıldı ve Alparslan sultan ilan edildi.

Alparslan ilk icraat olarak, asayişi temin etti. İsyanları bastırdı. Devlet teşkilatına ve orduya çeki düzen verdi. Akabinde de fetih harekâtına başladı. 1064’te bir Hıristiyan krallığı olan Gürcistan’ı fethetti. Kars’ı ve Ani’yi aldı.

Devleti için Bizanslıları devamlı bir tehdit unsuru olarak gören Alparslan, düşman üzerlerine gelmeden önce düşmanın üzerine gidilmesi yolunu seçti ve namlı kumandanlarını Anadolu’ya akınlara gönderdi. Bunlardan, Gümüş Tekin, Afşin ve Ahmed Şah Anadolu içlerine daldılar ve Bizans ordularını bozguna uğrattılar.

Afşin Bey 1067’de Malatya civarında çok kalabalık Bizans ordusunu bozguna uğratmış, Kayseri’yi fethederek Orta Anadolu’ya kadar ilerlemişti.

Afşin Bey 1069 senesinde de Anadolu’da Bizans ordusunu bozguna uğratarak akınlara devam etmiş ve Ege sahillerine kadar ilerlemiştir.

Alparslan, Kutalmışoğlu Süleyman Şah’a da Anadolu’nun fethini emretmişti. Bu namlı kumandan aldığı emir üzerine süratle Anadolu’ya dalmış ve fetih harekatına başlamıştı.

Selçukluların Anadolu’da üst üste kazandıkları zaferlerden ürken Bizanslılar, kesin netice almak için büyük bu ordu hazırlamışlardı. İki yüz bin kişilik bir büyük ordunun başına imparator Romanos Diogenes geçmişti. Niyetleri Müslüman Türkleri Anadolu’dan çıkarmak, hatta bütün Selçuklu topraklarını ele geçirerek bu devleti ortadan kaldırmaktı. Bu niyetle yola çıkmışlardı ve kendilerinden de son derece eminlerdi. Böyle kalabalık bir orduya kimsenin karşı koyamayacağını zannediyorlardı.

Bizans ordusu şarka doğru ilerlediği esnada Alparslan Halep civarında bulunmaktaydı. Niyeti, bütün Suriye’yi fethetmekti. Bizanslıların Anadolu’nun doğusundaki yerleri ele geçirip Azerbaycan’a girmek maksadıyla ilerlediklerini haber alınca ordusunun bir bölümünü Suriye’nin fethi için bırakıp kalan 54 bin kişilik kuvvetle süratle yola çıktı. Fırat’ı geçip, Diyarbakır yoluyla Ahlat’a doğru hareket etti. Bu esnada Bizans ordusu Malazgirt’e gelerek kaleyi ele geçirmişti.

Sultan Alparslan, Buharalı İmam Muhammed Bin Abdülmelik’in tavsiyesi üzerine muharebeyi Cuma gününe denk getirmişti. 26 Ağustos 1071 Cuma günü bütün İslam beldelerinde ve Malazgirt ovasında kılınan Cuma namazında halifenin gönderdiği şu hutbe ve dua okunmuştur:

“Allah’ım! İslâm’ın sancaklarını yükselt ve hayatlarını Sana kulluk için esirgemeyen mücahitlerini yalnız bırakma! Ya Rabbi! Alparslan’ı düşmanlarına karşı muzaffer kıl ve onun askerlerini meleklerin ile kuvvetlendir! Zira O, Senin rızanı kazanmak için varlığını, canını ve her şeyini fedadan sakınmıyor. O Senin yolunda ve dininin üstünlüğü için nasıl cihat yapıyorsa Sen de onu öylece koru ve düşmanlarını kahret!”

Malazgirt ovasında kılınan Cuma namazından sonra bütün erler bir birleriyle helalleşmişti. Alparslan beyaz bir elbise giymişti.

Toplanan askerlerin yanına gelen Alparslan, atından inerek secdeye varmış ve Âlemlerin Rabbine şöyle niyazda bulunmuştu:

‘Ya Rabbi! Seni kendime vekil yapıyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihad ediyorum. Ey Allah’ım! Niyetim halistir, bana yardım et, sözlerimde hilaf varsa beni kahret!”

Sultan Alparslan daha sonra askerlerine dönerek şöyle demiştir:

“Burada Allah’tan başka bir sultan yoktur; emir ve kader tamamıyla O’nun elindedir. Bu sebepten benimle birlikte savaşmakta veya savaşmamak için uzaklaşmakta serbestsiniz.”

Askerler heyecanla, hep bir ağızdan; “Asla emrinden ayrılmayacağız!” diye haykırmışlardı. Alparslan konuşmasına şöyle devam etmiştir:

“Ey askerlerim! Eğer şehid olursam bu beyaz elbise kefenim olsun, Zaferi kazanırsak önümüzde çok hayırlı günler olacaktır. Ey askerlerim ve kumandanlarım! Daha ne zamana dek biz azınlıkta düşman çoğunlukta olmak üzere, böyle bekleyeceğiz. Düşmanı yenersek arzu ettiğimiz netice hasıl olacaktır. Yoksa şehit olarak Cennete gideceğiz. Beni izlemek isteyenler gelsinler. Geri dönmek isteyenler serbestçe dönsünler. Onlara hiçbir ceza verilmeyecektir. Bugün burada ne emreden bir sultan, ne de emir alan bir asker vardır. Ben de sizlerden biriyim ve sizinle birlikte savaşacağım.”

Bu konuşmasından sonra oku, yayı atarak kılıcını sıyıran Alparslan, “Bismillah!” diyerek en ön safta düşmana doğru at sürmüştür. Kumandanlarının arkasından şimşek gibi Bizans ordusu üzerine atılan 54 bin er, düşman ordusunu perişan etmişti. Gün boyu devam eden savaş neticesinde Müslümanlar kesin zaferi kazanmış, kılıç artığı Bizans askerleri yüz geri kaçmağa başlamışlardı. İmparator Diogenes esir alınmıştı. İmparator, Sultan Alparslan’ın  huzuruna getirildi. Muzaffer padişah esir imparatorun ellerini çözdürdü ve yanına oturttu. Esir imparatora misafiriymiş gibi davranıyordu. Sohbet esnasında İmparator’a sordu:

“Ey Rum Kayzeri, ben senin eline esir düşmüş olsaydım, bana nasıl muamele ederdin? Diogenes:

“Kamçılattırırdım” diye cevap verdi. Alparslan:

“Şimdi, benim size nasıl bir muamelede bulunacağım tahmin ediyorsunuz?”

“Ya öldüreceksiniz, yahut da bir harp esiri sıfatıyla bütün Selçuk ülkesini dolaştıracaksınız. Çok zayıf bir ihtimale göre de, benden bir kurtuluş akçesi ve rehineler aldıktan sonra serbest bırakacaksınız.”

Alparslan bu cevap karşısında tebessüm etmiş ve Diogenes’e: “Bilemediniz. Düşündüğünüzün hiçbirisini yapmayacağım. Sizi karşılık beklemeden serbest bırakacağım” demiştir.

Alparslan, Diogenes’e bol miktarda altın para verdi ve yanına muhafızlar katarak İstanbul’a kadar emniyetle gitmesini temin etti. (Köymen, Mehmet Altay, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi. Cilt 3. Alparslan ve Zamanı, Ankara:2001,Türk Tarih Kurumu Yayınları)

Malazgirt zaferi üzerine Anadolu’nun kapısı Müslümanlara açılmıştır. Bu cennet belde kısa zamanda tevhid ehli ile dolmuş, tekbirlerle nurlanmıştır.

Mahir bir kumandan ve müdebbir bir idareci olan Alparslan İslâmiyet’i harfiyen yaşamaya gayret etmiş ve İslamiyet’in kazandırdığı güzel ahlakla milletine örnek olmuştur. Düşmanlarını bile affetmesiyle, üstün ahlakını göstermiştir.

Alparslan, veziri Nizamülmülke geniş selahiyetler vererek memleketin baştan  başa ilim ve irfan güneşiyle aydınlanmasına çalışmıştır. Hakkı tebliğ etmek ve yaymak için bütün imkanları seferber etmiş, Müslümanlara yönelen tehlikeleri bertaraf etmek için hayatını ortaya koymuş, cihaddan cihada koşmuştur.

Malazgirt’in büyük kahramanı, halkın içinde Hak’la beraber bir hakikat eridir. Mutfağında her gün elli koyun kesilir, fakirler ve yoksullar hep onun mutfağından yerlerdi. Divanında yoksul kimselerin isimleri kayıtlı idi. Bunlar muntazaman gelir ve kendileri için tayin edilmiş maaş ve geçim masraflarını alırlardı. Bazen hasta veya yoksul bir kimseyi gördüğü zaman son derece hislenir, teessüründen ağlar ve derhal yardım ederdi, Zira bu insanlar ona, Allah’ın birer emanetiydiler ve bu emanetten dolayı da Allah’a hesap verecekti .
Tarihçi Râvendi “Alparslan bütün cihâna at sürdü”, İbnül’Adim “hükümdarlar arasında onun kadar dine ve cihada bağlı kimse yoktur” derken, onun hayatının gayesi olan yüce ideal ve mefkûrelerin tahakkuku için her şeyini vakfettiğini belirtmektedirler.
Sultan Alparslan Maverâünnehir seferi esnasında esir edilen bir kale kumandanı tarafından hançerlendi.
Suikasta uğradığı zaman söylediği şu cümle, hem dindarlığını hem de cihan hâkimiyeti şuurunu güzel belirtir. “Bir tepe üzerine çıktığım vakit, ordumun azametinden ve askerlerimin çokluğundan altımda yerin titrediğini hissediyor ve kendi kendime “Ben dünyanın hükümdarıyım. Bu ordu ile Çin’i fethederim” diyordum, Bu gurur yüzünden bu duruma düştüm. Halbuki her sefere çıkışta daima Allah’tan yardım dilerdim…”

                                         *****

Tarihi kaynaklarda, Haşhaşilik, 11. Yüzyılda İsmaili tarikatına mensup din adamı Hasan Sabbah tarafından kurulmuş bir tarikattır. Haşhaşîlerin en belirgin özelliği; faaliyetlerini büyük bir gizlilik içinde yürütmeleri ve kendilerine muhalefet edenleri suikast yöntemi ile yok etmeleridir.

Bu sebeple “Suikastçılar Tarikatı” olarak da adlandırılmışlardır. Bâtınî hareket uzun yıllar imamlar ve dâîler tarafından son derece gizlilikle yürütülürken Hasan Sabbâh’ın liderliğinde “yeni bir kimlik” kazanmış ve böylece “Haşhaşîlik” ortaya çıkmıştır.

Haşhaşîler etki altına alamadıkları insanları kendilerine muhalif kabul etmişler ve onlara “şüphe” ile bakmışlar, bazılarını da zehirli hançer ile cezalandırmışlardır. Zaten Haşhaşî felsefesinde; dâîlerle propaganda, tehdit, sindirme, psikolojik baskı, muhaliflere suikast vazgeçilmez unsurlardır. Böylece birçok idareciyi kendi saflarına çekmişler ya da onları kendilerine karşı pasif konumda tutmayı başarabilmişlerdir. Diğer taraftan insanların beyinlerini uyuşturarak akıllarını kullanamaz ve mantıklı hareket edemez hale getirmişlerdir.

Selçuklu devlet erkanı ülkeyi Haşhaşîlerden korumak için gerekli tedbirleri alırken onların devlet kurumlarına sızmalarını önlemeye yönelik çalışmalar da yapmışlardır. Selçuklu Veziri Nizâmü’l-Mülk devlet hizmetine alınacak İranlılar’ın bilhassa dinî inanış bakımından temiz Müslüman olmalarına çok dikkat etmiş ve böyle yapılmazsa devletin varlığının bile tehlikeye düşebileceğini ifade etmiştir.

Sultan Alparslan beylerinden Erdem’in maiyetinde İsmailî inanca sahip birinin çalıştığını öğrenince çok sinirlenmiş ve Erdem’e: “Senin kâtibin olan Hurdâbe dedikleri o adamcağız, Haşhaşî değil midir?” diye sormuş, Erdem Bey: “Ey bendelerinin efendisi, o eğer hep zehir olsa, bu dergâhın sakinlerine ne zarar verebilir ki?” demişti. Huzura getirilen kâtibin Sultan’a Haşhaşî değil Şiî olduğunu söylemesi üzerine Alparslan: “Ey kötü adam, Râfızî mezhebi o kadar iyi midir ki, onu Haşhaşî düşüncene kalkan yapıyorsun?” diyerek kâtibi cezalandırmıştır. Sonra da: “Suç bu adamcağızın değildir, suç kötü inançlı birini kendi hizmetine alan Erdem’indir. Düşmanlarımız aciz kaldıkları müddetçe itaat gösterirler. İşlerde zayıflık zuhur ederse, öç almaya çalışırlar” demiştir. Böylece Haşhaşî yapılanmaya karşı tavrını ortaya koymuş ve devlet adamlarının da onlara karşı dikkatli olması gerektiğini ifade etmiştir.

Başkomutanımız Recep Tayyip Erdoğan, Haşhaşiler hakkında şöyle diyordu: “Büyük Selçuklu Devletinde Haşhaşiler denilen gözü dönmüş gizli bir örgütün devlet bünyesini nasıl esir almaya çalıştığını, gerektiğinde düşmanlarla nasıl işbirliğine gittiğini, asırlar önce millet olarak yaşadık ve gördük. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu sinsi virüslere, devlet bünyesini terk etmeye yönelik sızıntılara asla geçit vermez ve vermeyecektir.”(15 Ocak 2014 Akşam)

Cumhurbaşkanımız, FETÖ teröristleri için her gittiği yerde “Haşhaşi”  sıfatını kullanıyor. Fakat bu ifadenin hukuk, siyaset ve halk üzerinde etkisi olmuyordu. Çünkü  cemaat kırk yıldır gerçek yüzünü Kur’anı, Sünneti, Risale-i Nurları kullanarak çok iyi gizlemişti. 15 Temmuz darbe kalkışmasından sonra FETÖ teröristleri için bu kelimenin biçilmiş kaftan olduğu, onları bu isimlendirme dışında başka şekilde tarif etmenin de mümkün olmadığı ortaya çıkmıştır. Haşhaşi benzetmesinin bugün ne kadar doğru ve gerçek bir ifade olduğunu artık hepimiz daha iyi anlıyoruz.

Günümüzde mazlumların, mağdurların, ezilenlerin son sığınağı, son kalesi Türkiye’dir. Fetö hainleri son kaleyi yıkmak istediler. Kırk yıl takiye yapan, bu bukalemun yapılı, robotlaşmış insanların tavanının 15 Temmuz 2016 gecesi, altın neslin, katil, hain nesle dönüşerek  haşhaşı çizgide, bir ölüm makinesine, zombiye dönüştüklerini gördük. Bunlar için hedeflerine varmak  için Haşhaşiler de olduğu gibi  her yol mubah… Ne vicdanı var, ne ahlakı var, ne kul hakkı, ne herhangi bir kutsalı var. 

“Türk milleti asırlardan beri İslamiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız. Onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşe çarpıştıramayız. Bu şer’an caiz değildir. Kılıç harici düşmana karşı çekilir. Dahilde kılıç kullanılmaz…” diyordu, asrın manevi doktoru. Dinlemediler, bedelini vatan hainliği ile ödüyorlar.

“Düşmanlarımız aciz kaldıkları müddetçe itaat gösterirler. İşlerde zayıflık zuhur ederse, öç almaya çalışırlar.” Sultan Muhammet Alparslan

‘Her şeyi affedin, ama vatanınıza ihanet edenleri asla affetmeyin.’ Hz. Ali (ra)

Mehmet Abidin Kartal