Eş Seçimi ve Eş Geçimi

İslam ailesinin en temel özelliği huzur, sevgi ve rahmet yuvası olmasıdır. Bu ailede eşler birbirleriyle huzura kavuşur, çocukları da güzel ortamda büyürler. İslam ailesinde karı-koca birbirlerinin cenneti olurken çocukları da o cennet bahçesinin meyveleri olurlar. Bunun başında iyi bir eş seçimi gelmektedir.

Eş seçiminde dikkat çeken bir konu: Kadının en câzibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letâfet ve nezâket içindeki hüsn-ü sîreti (güzel ahlakı) dir. Ve en kıymettar ve en şirin cemâli ise, ulvî, ciddi, samimi, nurânî şefkatidir.
Buradan da anlaşılacağı üzere, eşin yüksek karekterli oluşu, ciddi ve samimi oluşu aynı zamanda şefkatli oluşu o şirin güzelliğini tamamlayıcı çok önemli unsurlardandır.

Kişi eşini Rahmeti İlahiyenin Latif bir hediyesi olarak düşünmeli, Onu o yönüyle sevmeli, muhabbet etmeli. Sevgisini zamanla geçecek olan dış güzelliğine bağlamamalı, kadını cazibedar yapan asıl güzelliği letafeti, nezaketi, dürüstlüğü, iç güzelliği ve ahlakıdır. Bu güzellikler hiç bitmeyeceği gibi artarak çoğalacaktır. Kadın dış süsü, dişiliği ile değil kişiliği, iç güzelliği, ahlakı, iffet ve sadakatı ile hukukunu, hürmetini ve muhabbetini muhafaza edebilir. Yoksa ihtiyarladıkça kaybolacak olan güzelliğine güvenirse en zayıf ve en muhtaç olduğu bir zamanda ne hürmet kalır ne muhabbet.

Mutlu yuvalarınız olması duasıyla.

Çetin KILIÇ

Kaynak:RNK

Kab-ı Kavseyn makamı

Kadir-i mutlak olan Allah, (cc) “Âyetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haramdan alıp, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla görendir.”1, buyurmuş.

Cennetten getirilen bir binekle Hazreti Muhammed’i, (asm) Mescid-i Haramdan, Mescid-i Aksa’ya, oradan da yedinci kat tabir edilen Sidretü’l Müntehaya çıkarılmış.

Sidre’den sonraki safhayı Efendimiz (asm) şöyle buyurmuş: ‘’Sidre’den sonra öyle bir yere yükseldim ki, kaza ve kaderi yazan kalemlerin çıkardıkları sesleri duydum. Arşın altına geldiğimde, Arşın üstüne baktım; ne zaman var, ne mekân, ne de cihet. Rabbimin şu lâhuti sesini işittim; ‘Yaklaş ey Muhammed!” Ben de Kab-ı Kavseyn miktarı yaklaştım.”

“Kab-ı kavseyn”, miraç mucizesinin en son ve en ileri safhasında, Peygamber Efendimiz (asm.)’in rüyete mazhar olduğu, manevi makamın ismidir. Kavs, yay demektir. Kâb, yayın iki uç kısmıdır. Yayı ikiye ayıran kabzaya da Kavseyn denir. Yani iki yay ile ifade edilmektedir. Bu ifade mecazîdir. Bediüzzaman hazretleri, Kâb- kavseyn için, “imkân ve vücub ortasında Kab-ı kavseyn ile işaret olunan makam,”2, demiştir.

Buna göre, teşbihteki yaylardan birisi imkân, diğeri ise vücub olmaktadır. İmkân bütün mahlûkat âlemini; vücub ise, zat, şuunat, sıfat, ef’al ve esmanın tümünü ifade eder.

Mahlûkatın varlığı “mümkin, yani olup olmaması eşittir. Bütün mahlûkat bu gruba girer. Allah’ın varlığı ise vaciptir, yani varlığı zatındandır ve olmaması muhaldir. İşte miraç hadisesinde, Vacibü’l-Vücut olan Allah, mümkinat âleminin Sultanı’nı (asm.) rüyetine ve sohbetine müşerref kılmıştır.

“Arş’a ve Kab-ı Kavseyne kadar gitmek, aynı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir.” 3, Bazı şeyler vardır ki akıl idrakte zorlanabilir. Risale-i Nur’dan geçen  şu cümle ile konuyu bağlayalım: ” İdrak-i meali bu akla gerekmez, zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.”4, Vesselâm

Rüstem Garzanlı

02.03.2024

Dipnotlar:

1-İsrâ, 17/1

2- Sözler, 31.Söz. İkinci esas.566

3- Sözler, 31.Söz 3.Esas. s.578

4- Sözler, 28.Söz. s.502

ihtilaf Adabı

MENFİ VE MÜSBET TAVIR VE VASIFLAR

“S- Veli olan şeyhin, müddeî olan müteşeyyih ile farkları nedir?

C- Eğer hedef-i maksadı, İslâmın ziya-yı kalb ve nur-u fikriyle ittihad ve mesleği muhabbet ve şiarı terk-i iltizam-ı nefs ve meşrebi mahviyet ve tarîkatı hamiyet-i İslâmiye olsa kabildir ki, bir mürşid ve hakikî şeyh olsun. Lâkin eğer mesleği tenkis-i gayr ile meziyetini izhar ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin ve inşikak-ı asâyı istilzam eden hiss-i taraftarlık ve meyelan-ı gıybeti intac eden kendine muhabbeti, başkalarına olan husumete mütevakkıf gösterilse; o bir müteşeyyih-i müteevviğdir, bir zi’b-i mütegannimdir. Din ile, dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i menhuse veya bir içtihad-ı hata onu aldatmış, o da kendisini iyi zannedip büyük meşayihe ve zevat-ı mübarekeye sû’-i zan yolunu açmıştır!” (Mü.:65)

MÜSBET VE MENFİ İHTİLAF

“Hadîsteki ihtilaf ise, müsbet ihtilaftır. Yani: Herbiri kendi mesleğinin tamir ve revacına sa’yeder. Başkasının tahrib ve ibtaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfî ihtilaf ise ki: Garazkârane, adavetkârane birbirinin tahribine çalışmaktır; hadîsin nazarında merduddur. Çünki birbiriyle boğuşanlar, müsbet hareket edemezler.

İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce’ olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârane, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melce’dir ki; onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünki garazkârane tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona hâşâ lanet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.

Üçüncü suale deriz ki: Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise; maksadda ve esasta ittifak ile beraber, vesailde ihtilaf eder. Hakikatın her köşesini izhar edip, hakka ve hakikata hizmet eder. Fakat tarafgirane ve garazkârane, firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfüruşluk, şöhretperverane bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan barika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünki maksadda ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının Küre-i Arz’da dahi nokta-i telakisi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritane gider. Kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hâl-i âlem buna şahiddir.

Elhasıl:  اَلْحُبُّ لِلّٰهِ ٭ وَالْبُغْضُ فِى اللّٰهِ ٭ وَالْحُكْمُ لِلّٰهِ olan desatir-i âliye düstur-u harekât olmazsa nifak ve şikak meydan alır. Evet َالْبُغْضُ فِى اللّٰهِ ٭ وَالْحُكْمُ لِلّٰهِ demezse, o düsturları nazara almazsa, adalet etmek isterken zulmeder.” (M:268)

“Ey ehl-i hakikat ve tarîkat! Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gibidir. O defineyi omuzunda taşıyanlara ne kadar kuvvetli eller yardıma koşsalar daha ziyade sevinir, memnun olurlar. Kıskanmak şöyle dursun, gayet samimî bir muhabbetle o gelenlerin kendilerinden daha ziyade olan kuvvetlerini ve daha ziyade tesirlerini ve yardımlarını müftehirane alkışlamak lâzım gelirken, nedendir ki rekabetkârane o hakikî kardeşlere ve fedakâr yardımcılara bakılıyor ve o hal ile ihlas kaçıyor. Vazifenizde müttehem olup, ehl-i dalaletin nazarında, sizden ve sizin mesleğinizden yüz derece aşağı olan, din ile dünyayı kazanmak ve ilm-i hakikatla maişeti temin etmek, tama’ ve hırs yolunda rekabet etmek gibi müdhiş ittihamlara maruz kalıyorsunuz. Bu marazın çare-i yegânesi: Nefsini ittiham etmek ve nefsine değil, daima karşısındaki meslekdaşına tarafdar olmak. Fenn-i Âdâb ve İlm-i Münazara’nın üleması mabeynindeki hakperestlik ve insaf düsturu olan şu: “Eğer bir mes’elenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına tarafdar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır.” Hem zarar eder. Çünki haklı çıktığı vakit o münazarada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor, belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa; zararsız, bilmediği bir mes’eleyi öğrenip, menfaatdar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip, tarafdar çıkar, memnun olur.

İşte bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakikat, ehl-i tarîkat, ehl-i ilim kendilerine rehber ittihaz etseler, ihlası kazanırlar. Ve vazife-i uhreviyelerinde muvaffak olurlar. Ve bu feci’ sukut ve musibet-i hazıradan rahmet-i İlahiye ile kurtulurlar.” (L:157)

ŞERİAT USULÜNCE MEŞVERETLE İHTİLAFI HALLETMEK

“bu büyük ve ağır ve kıymetdar hizmet-i Kur’aniyeye kemal-i tesanüdle çalışmak lâzımdır. Sakın, dikkat ediniz! İhtilaf-ı meşrebinizden ve zaîf damarlarınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i dalalet istifade edip, birbirinizi tenkid ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iye ile re’ylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlas Risalesi’nin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa az bir ihtilaf, bu vakitte Risale-i Nur’a büyük bir zarar verebilir. Hattâ sizden saklamam, işte şimdi Feyzi de Emin de biliyorlar ki; mabeyninizde gayet ehemmiyetsiz bir tenkid, bize burada zarar veriyor gibi size, hiç bilmediğim halde, bu noktaya dair iki mektub yazdım ve ruhen çok endişe ediyordum.” (K:236)

MÜNAKAŞANIN TERKİ VE MUSALAHA

“Sabri manasız, lüzumsuz seninle münakaşa etmiş; sen de hiddete gelmişsin. Eyvah dedim, “Ya Rab! Erzurum’dan imdadıma yetişen bu iki zâtın münakaşasını musalahaya tebdil et.” diye dua ettim. Risale-i Nur’un İhlas Lem’alarında denildiği gibi; şimdi ehl-i iman, değil müslüman kardeşleriyle belki hristiyanın dindar ruhanîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf mes’eleleri nazara almamak, niza’ etmemek gerektir. Çünki küfr-ü mutlak hücum ediyor. Senin hamiyet-i diniye ve tecrübe-i ilmiye ve Nurlara karşı alâkanızdan rica ediyorum ki, Sabri ile geçen macerayı unutmağa çalış ve onu da afvet ve helâl et. Çünki o, kendi kafasıyla konuşmamış; eskiden beri hocalardan işittiği şeyleri, lüzumsuz münakaşa ile söylemiş. Bilirsin ki; büyük bir hasene ve iyilik, çok günahlara keffaret olur.” (E:206)

“Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sakın sakın münakaşa etmeyiniz, casus kulaklar istifade ederler. Haklı olsa, haksız olsa bu halimizde münakaşa eden haksızdır. Bir dirhem hakkı varsa, münakaşa ile bin dirhem bizlere zararı dokunabilir.” (Ş:321)

KARDEŞLERE KARŞI HİDDET ETMEMEK

“hem Risale-i Nur’un tesettür perdesinden çıkıp gayet büyük ve umumî bir mes’elede kendi kendine merkezlerinde mübarezesi zamanında şakirdlerini arkasında bulmak ve kaçmamakla sarsılmaz ve mağlub olmaz bir hakikata bağlandıklarını mütereddid ve mütehayyir ehl-i imana göstermesi gayet lüzumlu olduğunu dahi nazarınıza ve meşveretinize alınız. Sakın sakın birbirinizin kusuruna bakmayın; hiddet yerinde hürmet ediniz, itiraz yerinde yardım ediniz.” (Ş:327)

HİDDET ETMEMEK VE BİRBİRİNE KARŞI KUSURLARA BAKMAMAK VE AFV MUAMELESİ YAPMAK

“Haşirde adalet-i İlahiye, hasenelerin seyyielere racih gelmesiyle affettiğine binaen, siz de hasenelerin rüchanına göre muhabbet ve afv muamelesini yapmak lâzımdır. Yoksa bir seyyie ile hiddet etmek, sıkıntıdan gelen bir titizlik, bir asabilik ile zararlı bir hiddet, iki cihetle zulüm olur. İnşâallah, birbirinize sürurda ve tesellide yardım edip sıkıntıyı hiçe indirirsiniz.” (Ş:330)

“Şimdi en ziyade bizi ve Nurları vurmak ve sarsmak için en fena plân, Nur talebelerini birbirinden soğutmak ve usandırmak ve meşreb ve fikir cihetinde birbirinden ayırmaktır. Gerçi gayet cüz’î bir nazlanmak oldu. Fakat göze bir saç düşse başa düşen bir taş kadar incitir ki, büyük bir hâdise hükmünde mataram haber verdi.”(Ş:511)

 

Selam ve Dua ile..

Rüştü Tafralı

 

 

www.NurNet.org

Dua rahmet kapılarını açar

Son yıllarda dünyayı kuşatan zulümler, savaşlar, hastalıklar ve pahalılık gibi üzücü hadiselerin ardı arkası kesilmiyor.

Bu musîbetlerin başında insanların hatası olduğu bir gerçektir. Kur’ân’ı Kerîm’de meâlen, “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.” 1 buyurulmuş. Allah, (cc) iyilikte de, kötülükte de insanı irade-i cüz’iyesini kullanmakta serbest bırakmıştır.

İnsan, irade-i cüz’iyesini kötülükte kullanması ve mârifetullahtan uzak kalması halinde kuvve-i gadabiyeye hâkim olamaz, hissiyatı akla galip gelir bilerek veya bilmeyerek hem kendine hem de topluma zarar verir. “Başınıza gelen bir bela, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.” 2 diye, belânın gelmesi kendi hatamızın bir neticesi olduğu mukaddes kitabımız dikkat çekmiştir.

Umumî bir musîbet ve belâ geldiği zaman çıkar yol, sadece birey değil toplum olarak duâ ile yakarışta bulunmak gerekir. Bunu da belirtmekte fayda var, duâ ve yakarış sadece musîbet ve belâ geldiği zamana mahsus değildir. Her zaman duâ etmek nafile bir ibadettir. Ancak belâ ve musîbet geldiği zaman duâ etmek farzdır.

Allah ile insan arasında en yakın münâsebet duâdır. Duâ ile insan acz ve fakrını anlar ve ellerini yüce Mevla’ya kaldırır, O’ndan muradını talep eder. Duâ, manevî bir sığınaktır, yardım, moral ve güç tazeleme kapısıdır, rahmet kapılarının açıldığı andır.

“Eğer Allah vermek istemeseydi, istemeyi vermezdi.” Yani, Cenab-ı Allah, (cc) eğer rahmet kapılarını açmak istemeseydi, insana duâ edecek kapıyı da açmazdı. “De ki; eğer duânız olmasa Rabbimin katında ne ehemmiyetiniz var.” 3 duânın ehemmiyetine dikkat çekmiştir.

Hülâsa: İmanın yerine küfrün, adaletin yerine zulmün, muhabbettin yerine düşmanlığın, birlik ve beraberliğin yerine ihtilafın, sadâkat ve uhuvvettin yerine kin ve nefretin revaçta olduğu bir yerde belâ ve musîbetler de kaçınmaz olur. Ne zaman ki, zulmün yerine adalet, düşmanlığın yerine muhabbet, ihtilâfın yerine ittifak sağlanırsa o zaman Cenab-ı Allah’ta rahmetiyle muamele eder, inşallah.

Musîbetlere sebep olan bir diğer husus ise, nakkaşın, nakşında tasarruf ve hikmeti bilinmiyor. Her musîbet bir cezanın neticesi olarak görmemek lâzım, bazen netice itibariyle güzel olan musîbetler de vardır. Allah’ın has kullarının derecelerini arttırmak; günahkâr kullarının da hata ve kusurlarına kefâret olmak için bazen musibetlerle kul imtihan ediliyor. Kul’da musibet ve belâların karşısında dua ve sabır ile rahmet kapısının açılmasını beklemelidir. Vessellâm…

24.02.2024

Rüstem Garzanlı

Dipnotlar:

1- Nisa Sûresi 79. 

2- Şûrâ, âyet 30.

3- Furkan. âyet 77.   

Berat Gecesi

Bu gece bir yıl içerisinde olacakların yazıldığı gece, ecellerin, rızıkların, hastalıkların, savaşların yazıldığı gece.
Bu gece Hazreti Muhammed (sav) efendimize şefaat yetkisi verildiği gece.
Bu geceyi uykuda geçirenlere melekler ‘yazık ettiler, yazık ettiler “diye nida ederler.
Bu gecenin feyzi akşam güneş batması ile başlayıp, sabah güneş doğana kadar devam eder.
Bu gece elli yıl ibadet sevabının verildiği gecedir.
Allah bizleri af etmek istiyor, bizde af dileyip tertemiz bir sayfa ile sabaha çıkmayı istemeliyiz. Af edilmenin en kestirme yolu af etmektir.
Muhiddin Arabi, “cennetime gir” diyen Allah (cc) ‘den kendisini haksız yere idam edenlerinde affını istemiştir.
Bu gece öyle bir geceki kendimizden çok ümmetin affı için dua etmemiz gereken gece.
Dostlarla iyi geçinmek her kesin işi, marifet düşmanla iyi geçinmek, maharet onun için dua etmek bu gece af edilmeyi en çok hak edenler işte bu kullar.
Bu gece itiraf gecesi, işlediğimiz günahları Allah’a pişmanım Yarabbim diyerek istiğfar etme gecesi. Suç işleyen evladınız gözü yaşlı bir şekilde gelip suçunu itiraf etse nasıl sevinirsiniz, eskisinden daha fazla sarılır kucaklarsınız, Allah’ın Gafur ismi Settar ismi burada tecelli eder. Kuluz kusurluyuz.
Şeytan bu gece kusurunuzu göstermemek, itiraf ettirmemek için kırk takla atacak, tövbe ettirmemek için cirit atacak.
Peygamber (sav) Efendimiz “Günahına tevbe eden hiç günah işlememiş gibidir” buyuruyor.
Bu gece asıl berata erenlerden olma dileğiyle berat geceniz mübarek olsun.

Çetin Kılıç

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version