ihtilaf Adabı

MENFİ VE MÜSBET TAVIR VE VASIFLAR

“S- Veli olan şeyhin, müddeî olan müteşeyyih ile farkları nedir?

C- Eğer hedef-i maksadı, İslâmın ziya-yı kalb ve nur-u fikriyle ittihad ve mesleği muhabbet ve şiarı terk-i iltizam-ı nefs ve meşrebi mahviyet ve tarîkatı hamiyet-i İslâmiye olsa kabildir ki, bir mürşid ve hakikî şeyh olsun. Lâkin eğer mesleği tenkis-i gayr ile meziyetini izhar ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin ve inşikak-ı asâyı istilzam eden hiss-i taraftarlık ve meyelan-ı gıybeti intac eden kendine muhabbeti, başkalarına olan husumete mütevakkıf gösterilse; o bir müteşeyyih-i müteevviğdir, bir zi’b-i mütegannimdir. Din ile, dünyanın saydına gider. Ya bir lezzet-i menhuse veya bir içtihad-ı hata onu aldatmış, o da kendisini iyi zannedip büyük meşayihe ve zevat-ı mübarekeye sû’-i zan yolunu açmıştır!” (Mü.:65)

MÜSBET VE MENFİ İHTİLAF

“Hadîsteki ihtilaf ise, müsbet ihtilaftır. Yani: Herbiri kendi mesleğinin tamir ve revacına sa’yeder. Başkasının tahrib ve ibtaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır. Amma menfî ihtilaf ise ki: Garazkârane, adavetkârane birbirinin tahribine çalışmaktır; hadîsin nazarında merduddur. Çünki birbiriyle boğuşanlar, müsbet hareket edemezler.

İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce’ olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârane, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melce’dir ki; onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünki garazkârane tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona hâşâ lanet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.

Üçüncü suale deriz ki: Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise; maksadda ve esasta ittifak ile beraber, vesailde ihtilaf eder. Hakikatın her köşesini izhar edip, hakka ve hakikata hizmet eder. Fakat tarafgirane ve garazkârane, firavunlaşmış nefs-i emmare hesabına hodfüruşluk, şöhretperverane bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan barika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünki maksadda ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının Küre-i Arz’da dahi nokta-i telakisi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritane gider. Kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hâl-i âlem buna şahiddir.

Elhasıl:  اَلْحُبُّ لِلّٰهِ ٭ وَالْبُغْضُ فِى اللّٰهِ ٭ وَالْحُكْمُ لِلّٰهِ olan desatir-i âliye düstur-u harekât olmazsa nifak ve şikak meydan alır. Evet َالْبُغْضُ فِى اللّٰهِ ٭ وَالْحُكْمُ لِلّٰهِ demezse, o düsturları nazara almazsa, adalet etmek isterken zulmeder.” (M:268)

“Ey ehl-i hakikat ve tarîkat! Hakka hizmet, büyük ve ağır bir defineyi taşımak ve muhafaza etmek gibidir. O defineyi omuzunda taşıyanlara ne kadar kuvvetli eller yardıma koşsalar daha ziyade sevinir, memnun olurlar. Kıskanmak şöyle dursun, gayet samimî bir muhabbetle o gelenlerin kendilerinden daha ziyade olan kuvvetlerini ve daha ziyade tesirlerini ve yardımlarını müftehirane alkışlamak lâzım gelirken, nedendir ki rekabetkârane o hakikî kardeşlere ve fedakâr yardımcılara bakılıyor ve o hal ile ihlas kaçıyor. Vazifenizde müttehem olup, ehl-i dalaletin nazarında, sizden ve sizin mesleğinizden yüz derece aşağı olan, din ile dünyayı kazanmak ve ilm-i hakikatla maişeti temin etmek, tama’ ve hırs yolunda rekabet etmek gibi müdhiş ittihamlara maruz kalıyorsunuz. Bu marazın çare-i yegânesi: Nefsini ittiham etmek ve nefsine değil, daima karşısındaki meslekdaşına tarafdar olmak. Fenn-i Âdâb ve İlm-i Münazara’nın üleması mabeynindeki hakperestlik ve insaf düsturu olan şu: “Eğer bir mes’elenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına tarafdar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır.” Hem zarar eder. Çünki haklı çıktığı vakit o münazarada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor, belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa; zararsız, bilmediği bir mes’eleyi öğrenip, menfaatdar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip, tarafdar çıkar, memnun olur.

İşte bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakikat, ehl-i tarîkat, ehl-i ilim kendilerine rehber ittihaz etseler, ihlası kazanırlar. Ve vazife-i uhreviyelerinde muvaffak olurlar. Ve bu feci’ sukut ve musibet-i hazıradan rahmet-i İlahiye ile kurtulurlar.” (L:157)

ŞERİAT USULÜNCE MEŞVERETLE İHTİLAFI HALLETMEK

“bu büyük ve ağır ve kıymetdar hizmet-i Kur’aniyeye kemal-i tesanüdle çalışmak lâzımdır. Sakın, dikkat ediniz! İhtilaf-ı meşrebinizden ve zaîf damarlarınızdan ve derd-i maişet zaruretinizden ehl-i dalalet istifade edip, birbirinizi tenkid ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iye ile re’ylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlas Risalesi’nin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa az bir ihtilaf, bu vakitte Risale-i Nur’a büyük bir zarar verebilir. Hattâ sizden saklamam, işte şimdi Feyzi de Emin de biliyorlar ki; mabeyninizde gayet ehemmiyetsiz bir tenkid, bize burada zarar veriyor gibi size, hiç bilmediğim halde, bu noktaya dair iki mektub yazdım ve ruhen çok endişe ediyordum.” (K:236)

MÜNAKAŞANIN TERKİ VE MUSALAHA

“Sabri manasız, lüzumsuz seninle münakaşa etmiş; sen de hiddete gelmişsin. Eyvah dedim, “Ya Rab! Erzurum’dan imdadıma yetişen bu iki zâtın münakaşasını musalahaya tebdil et.” diye dua ettim. Risale-i Nur’un İhlas Lem’alarında denildiği gibi; şimdi ehl-i iman, değil müslüman kardeşleriyle belki hristiyanın dindar ruhanîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf mes’eleleri nazara almamak, niza’ etmemek gerektir. Çünki küfr-ü mutlak hücum ediyor. Senin hamiyet-i diniye ve tecrübe-i ilmiye ve Nurlara karşı alâkanızdan rica ediyorum ki, Sabri ile geçen macerayı unutmağa çalış ve onu da afvet ve helâl et. Çünki o, kendi kafasıyla konuşmamış; eskiden beri hocalardan işittiği şeyleri, lüzumsuz münakaşa ile söylemiş. Bilirsin ki; büyük bir hasene ve iyilik, çok günahlara keffaret olur.” (E:206)

“Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sakın sakın münakaşa etmeyiniz, casus kulaklar istifade ederler. Haklı olsa, haksız olsa bu halimizde münakaşa eden haksızdır. Bir dirhem hakkı varsa, münakaşa ile bin dirhem bizlere zararı dokunabilir.” (Ş:321)

KARDEŞLERE KARŞI HİDDET ETMEMEK

“hem Risale-i Nur’un tesettür perdesinden çıkıp gayet büyük ve umumî bir mes’elede kendi kendine merkezlerinde mübarezesi zamanında şakirdlerini arkasında bulmak ve kaçmamakla sarsılmaz ve mağlub olmaz bir hakikata bağlandıklarını mütereddid ve mütehayyir ehl-i imana göstermesi gayet lüzumlu olduğunu dahi nazarınıza ve meşveretinize alınız. Sakın sakın birbirinizin kusuruna bakmayın; hiddet yerinde hürmet ediniz, itiraz yerinde yardım ediniz.” (Ş:327)

HİDDET ETMEMEK VE BİRBİRİNE KARŞI KUSURLARA BAKMAMAK VE AFV MUAMELESİ YAPMAK

“Haşirde adalet-i İlahiye, hasenelerin seyyielere racih gelmesiyle affettiğine binaen, siz de hasenelerin rüchanına göre muhabbet ve afv muamelesini yapmak lâzımdır. Yoksa bir seyyie ile hiddet etmek, sıkıntıdan gelen bir titizlik, bir asabilik ile zararlı bir hiddet, iki cihetle zulüm olur. İnşâallah, birbirinize sürurda ve tesellide yardım edip sıkıntıyı hiçe indirirsiniz.” (Ş:330)

“Şimdi en ziyade bizi ve Nurları vurmak ve sarsmak için en fena plân, Nur talebelerini birbirinden soğutmak ve usandırmak ve meşreb ve fikir cihetinde birbirinden ayırmaktır. Gerçi gayet cüz’î bir nazlanmak oldu. Fakat göze bir saç düşse başa düşen bir taş kadar incitir ki, büyük bir hâdise hükmünde mataram haber verdi.”(Ş:511)

 

Selam ve Dua ile..

Rüştü Tafralı

 

 

www.NurNet.org

Dua rahmet kapılarını açar

Son yıllarda dünyayı kuşatan zulümler, savaşlar, hastalıklar ve pahalılık gibi üzücü hadiselerin ardı arkası kesilmiyor.

Bu musîbetlerin başında insanların hatası olduğu bir gerçektir. Kur’ân’ı Kerîm’de meâlen, “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.” 1 buyurulmuş. Allah, (cc) iyilikte de, kötülükte de insanı irade-i cüz’iyesini kullanmakta serbest bırakmıştır.

İnsan, irade-i cüz’iyesini kötülükte kullanması ve mârifetullahtan uzak kalması halinde kuvve-i gadabiyeye hâkim olamaz, hissiyatı akla galip gelir bilerek veya bilmeyerek hem kendine hem de topluma zarar verir. “Başınıza gelen bir bela, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.” 2 diye, belânın gelmesi kendi hatamızın bir neticesi olduğu mukaddes kitabımız dikkat çekmiştir.

Umumî bir musîbet ve belâ geldiği zaman çıkar yol, sadece birey değil toplum olarak duâ ile yakarışta bulunmak gerekir. Bunu da belirtmekte fayda var, duâ ve yakarış sadece musîbet ve belâ geldiği zamana mahsus değildir. Her zaman duâ etmek nafile bir ibadettir. Ancak belâ ve musîbet geldiği zaman duâ etmek farzdır.

Allah ile insan arasında en yakın münâsebet duâdır. Duâ ile insan acz ve fakrını anlar ve ellerini yüce Mevla’ya kaldırır, O’ndan muradını talep eder. Duâ, manevî bir sığınaktır, yardım, moral ve güç tazeleme kapısıdır, rahmet kapılarının açıldığı andır.

“Eğer Allah vermek istemeseydi, istemeyi vermezdi.” Yani, Cenab-ı Allah, (cc) eğer rahmet kapılarını açmak istemeseydi, insana duâ edecek kapıyı da açmazdı. “De ki; eğer duânız olmasa Rabbimin katında ne ehemmiyetiniz var.” 3 duânın ehemmiyetine dikkat çekmiştir.

Hülâsa: İmanın yerine küfrün, adaletin yerine zulmün, muhabbettin yerine düşmanlığın, birlik ve beraberliğin yerine ihtilafın, sadâkat ve uhuvvettin yerine kin ve nefretin revaçta olduğu bir yerde belâ ve musîbetler de kaçınmaz olur. Ne zaman ki, zulmün yerine adalet, düşmanlığın yerine muhabbet, ihtilâfın yerine ittifak sağlanırsa o zaman Cenab-ı Allah’ta rahmetiyle muamele eder, inşallah.

Musîbetlere sebep olan bir diğer husus ise, nakkaşın, nakşında tasarruf ve hikmeti bilinmiyor. Her musîbet bir cezanın neticesi olarak görmemek lâzım, bazen netice itibariyle güzel olan musîbetler de vardır. Allah’ın has kullarının derecelerini arttırmak; günahkâr kullarının da hata ve kusurlarına kefâret olmak için bazen musibetlerle kul imtihan ediliyor. Kul’da musibet ve belâların karşısında dua ve sabır ile rahmet kapısının açılmasını beklemelidir. Vessellâm…

24.02.2024

Rüstem Garzanlı

Dipnotlar:

1- Nisa Sûresi 79. 

2- Şûrâ, âyet 30.

3- Furkan. âyet 77.   

Berat Gecesi

Bu gece bir yıl içerisinde olacakların yazıldığı gece, ecellerin, rızıkların, hastalıkların, savaşların yazıldığı gece.
Bu gece Hazreti Muhammed (sav) efendimize şefaat yetkisi verildiği gece.
Bu geceyi uykuda geçirenlere melekler ‘yazık ettiler, yazık ettiler “diye nida ederler.
Bu gecenin feyzi akşam güneş batması ile başlayıp, sabah güneş doğana kadar devam eder.
Bu gece elli yıl ibadet sevabının verildiği gecedir.
Allah bizleri af etmek istiyor, bizde af dileyip tertemiz bir sayfa ile sabaha çıkmayı istemeliyiz. Af edilmenin en kestirme yolu af etmektir.
Muhiddin Arabi, “cennetime gir” diyen Allah (cc) ‘den kendisini haksız yere idam edenlerinde affını istemiştir.
Bu gece öyle bir geceki kendimizden çok ümmetin affı için dua etmemiz gereken gece.
Dostlarla iyi geçinmek her kesin işi, marifet düşmanla iyi geçinmek, maharet onun için dua etmek bu gece af edilmeyi en çok hak edenler işte bu kullar.
Bu gece itiraf gecesi, işlediğimiz günahları Allah’a pişmanım Yarabbim diyerek istiğfar etme gecesi. Suç işleyen evladınız gözü yaşlı bir şekilde gelip suçunu itiraf etse nasıl sevinirsiniz, eskisinden daha fazla sarılır kucaklarsınız, Allah’ın Gafur ismi Settar ismi burada tecelli eder. Kuluz kusurluyuz.
Şeytan bu gece kusurunuzu göstermemek, itiraf ettirmemek için kırk takla atacak, tövbe ettirmemek için cirit atacak.
Peygamber (sav) Efendimiz “Günahına tevbe eden hiç günah işlememiş gibidir” buyuruyor.
Bu gece asıl berata erenlerden olma dileğiyle berat geceniz mübarek olsun.

Çetin Kılıç

HİLM VE İNSAF İLE ADABINA MUVAFIK MÜBAHASE

HİLM VE İNSAF İLE ADABINA MUVAFIK MÜBAHASE

“Üstadım başkalarında nâdiren bulunan mümtaz hasletlerin zâhirî tavrının pek fevkınde bir vaziyet gösteriyor. Zâhir hâle bakılsa; ilm-i hâli bilmiyor gibi görünür, birden bakarsın bir deryâ kesiliyor. Me’zun olduğu miktarı, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan istifade derecesi nisbetinde söyler. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan istifadesi olmadığı vakitlerde, yeni ay gibi mahviyet gösterir. “Bende nur yok, kıymet yok” der. Bu hasleti de tam tevazu’dur, ve مَنْ تَوَاضَعَ رَفَعَهُ اللّٰهُ Hadîsiyle, tam âmil olmasıdır.

İşte; bu haslet icabatındandır ki, bizim gibi talebelerinden bazı mesâil-i ilmiyede muhalefet bulunsa, onların sözlerini içinde arar; hak bulduğu vakit kemâl-i tevâzu’ ile ve lezzetle kabul ederek teslim eder. “Mâşâallah, siz benden daha iyi bildiniz. Allah râzı olsun.” der. Hak ve hakikatı, nefsin gurur ve enâniyetine daima tercih eder. Hattâ ben bazı mes’elelerde muhalefet ediyordum. Bana karşı gayet mültefit, memnunâne bir tavır alır; eğer yanlış yapsam, güzelce damarıma dokunmayarak beni îkaz eder. Eğer güzel birşey söylemiş isem, çok memnun olur.” (T:212)

“Aziz kardeşim, sen bu mektubu eczacıya ve münakaşayı işitenlerden münasib gördüklerine oku. Benim tarafımdan da, yeni bir talebem olan eczacıya selâm et; de ki:

“Mezkûr mesail gibi dakik mesail-i imaniyeyi, mizansız mücadele suretinde cemaat içinde bahsetmek caiz değildir. Mizansız mücadele olduğundan, tiryak iken zehir olur. Diyenlere, dinleyenlere zarardır. Belki böyle mesail-i imaniyenin itidal-i demle, insafla, bir müdavele-i efkâr suretinde bahsi caizdir. Ve de ki: “Eğer senin kalbine bu nevi mesailde şübheler gelirse ve Sözler’den de cevabını bulmazsan, hususî bana yazarsınız…” (M:45)

“Eğirdir’de bir münakaşa-i ilmiye işittim. O münakaşa, hususan şu zamanda yanlıştır. Hattâ münakaşayı bilmiyordum. Benden de sual edildi. Mu’teber bir kitabda, Hadîs-i Şeyheyn’in ittifakına alâmet olan »öişaretiyle bir hadîs bana gösterildi. “Hadîs midir, değil midir?” sual edildi. Ben dedim: Böyle mu’teber bir kitabda, Şeyheyn Hadîsinin ittifakına hükmeden bir zâta itimad etmek lâzım; demek hadîstir. Fakat hadîsin, Kur’an gibi bazı müteşabihatı var. Ancak havas onların manalarını bulabilir. Şu hadîsin zahiri dahi, müşkilât-ı hadîsin müteşabihat kısmından olmak ihtimali var, dedim. Eğer bilseydim medar-ı münakaşa olmuş, öyle kısa değil, belki böyle cevab verecektim:

Evvelâ: Bu çeşit mesaili münakaşa etmenin birinci şartı; insaf ile, hakkı bulmak niyetiyle, inadsız bir surette, ehil olanların mabeyninde, sû’-i telakkiye sebeb olmadan müzakeresi caiz olabilir. O müzakere hak için olduğuna delil şudur ki: Eğer hak, muarızın elinde zahir olsa, müteessir olmasın, belki memnun olsun; çünki bilmediği şey’i öğrendi. Eğer kendi elinde zahir olsa, fazla birşey öğrenmedi, belki gurura düşmek ihtimali var.

Sâniyen: Sebeb-i münakaşa, eğer hadîs ise; hadîsin meratibini ve vahy-i zımnînin derecatını ve tekellümat-ı Nebeviyenin aksamını bilmek lâzım. Avam içinde müşkilât-ı hadîsiyeyi münakaşa etmek, izhar-ı fazl suretinde avukat gibi kendi sözünü doğru göstermek ve enaniyetini, hakka ve insafa tercih etmek suretinde deliller aramak caiz değildir. Madem şu mes’ele açılmış, medar-ı münakaşa edilmiş, bîçare avam-ı nâsın zihninde sû’-i tesir ediyor. Çünki şu gibi müteşabih hadîsleri aklına sığıştıramadığı için; eğer inkâr etse dehşetli bir kapı açar, yani küçücük aklına sığışmayan kat’î hadîsleri dahi inkâra yol açar. Eğer zahir-i hadîsin manasını tutarak öyle kabul edip neşretse, ehl-i dalaletin itirazatına ve “hurafattır” demelerine yol açar.” (M:350)

“Re’fet Bey mektubunda diyor: “Bu mes’ele ihvanlar beyninde medar-ı münakaşa olmuş.” Kardeşlerime tavsiye ediyorum ki: İnşikaka ve iftiraka sebebiyet veren münakaşa etmesinler. Yalnız müdavele-i efkâr suretinde niza’sız mübahaseye alışsınlar” (L:106)

Selam ve Dua ile..

Rüştü TAFRALI

 

www.NurNet.org

TOPLUMSAL ÖDEVİMİZ

TOPLUMSAL ÖDEVİMİZ

Dünya son beş senedir çeşitli musibetlere sahne oluyor. Sel, salgın, deprem, tusunami.. ve bunlardan sonra tezahür eden maddi ve manevi rahatsızlıklar. Adeta açılış ve kapanış zamanlarında insanlar acaba bu sene ne başımıza gelecek diye bekler oldu, bu da hem vesvese hem de evhama sebep oluyor. Bazen bu manevi olan evham ve vesvese maddi olan musibet ve hastalıklardan daha tahripkâr olabiliyor.

Bir tusunami oldu dünya oraya aktı, bir salgın oldu dünya evine kapandı her yere kilit vuruldu. Deprem oldu kalbimiz orada attı. Dünyada şimdi çeşitli yerlerde de soy kırım uygulanıyor. Dozerlerle üzerlerinden geçiliyor, bombalarla adeta banyo yapıyor, zorla kimlik asimilesine tabi tutuluyor, diri diri yakılıyor, toprağa gömülüyor.

Bu insanlar neden bunu yaşıyor? Müslüman oldukları için bunu yaşıyorlar. Buralarda vefat eden, şehid olan insanlar canlarını, imanları uğurunda hiçe sayıp vefat ediyorlar.

Dünyanın ve ümmetin dağınıklığından cesaret alan zalimlerse yok etme politikalarına devam ediyorlar. Ümmetin gafletiyle aklımıza imanları kavrulan, yanan, yok olmayla karşı karşıya kalan manzaralar geliyor.

“Alevleri göklere yükseliyor, içinde evladım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor…”[1]

Adeta imansız, dinsiz, tebliğ gelmemiş bir sürü haline gelen insanlar aslında oralarda şehid olan kardeşlerimizden daha fazla içimizi acıtıyor. Akrabalarımız, komşularımız, arkadaşlarımız.. ifsad komitelerinin masasına adeta meze olmuşlar, rüzgarlara karşı koyamayan bir yaprak gibi savrulup, yozlaşıp gidiyorlar. Buradakilerin ebedi hayatı un ufak oluyor. 

Medyanın payı da hiçte azımsanmayacak kadar etkili olan bu yozlaşma karşı her ferd mücadele etmekle mükelleftir. Kimsenin bu yükümlülükten kaçmak gibi birlüksü hakkı yok. Bu vazifeden kaçmak adeta harpten kaçmak gibidir. Vazifesini terk eden yapmayan, ihmal eden herkes mesuldür. İster meb’us ister talebe olsun..

Mesela bakın üstad Bediüzzaman hazretleri manen mükellef olduğu hizmeti yapması için hiç dahli olmadığı halde ibadetiyle meşgul olduğu mağaradan çıkarılıp uzun yolculuklar sonrası Burdur’a getiriliyor ve kader-i ilahi hizmete sevk ediyor.

Helak olan Lut kavminin hemen hepsi abiz, zahid insanlar olmasına rağmen fasıkları fısktan men etmedikleri, önemsemediği halde o kadar Salih bir kavim oldukları halde helak oldular.

Kimsenin ba-na-ne demeye hakkı yoktur. Her banane bir mesuliyettir. Ve gayret etmek toplumsal bir ödevimizdir.

“Teessür ve ızdırab karşısında kalbden bir parça kopsa idi, bir genç dinsiz olmuş haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince paramparça olması lâzım gelir.”[2]

Bu hak söz her insanın boynuna borç ve dimağlarına çakılı bir mıh gibi olduğu daima hatırlanmalıdır. Ama gaflet, fısk, ademalud işler insana sersemlik vermiş. Başını kaldırıp etrafına bakmayı akledemiyor adeta mutant gibi mankurt olmuş durumda.

Nesiller birbirine yabancılaştırılarak toplumsal çözülme hızlandırılmaya çalışılıyor. Evimizi, muhitimizi mümkün olduğu kadar fenalıklardan uzak tutmakla mükellefiz.

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Asa-yı Musa (262)

[2] Şualar (550)

Dünyanız Nurlansın.

Exit mobile version