Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Göz zinasından korunmalıyız

Efendimizden (sav) Ebu Hureyre (ra) rivayet etmiştir: “Gözlerin zinası harama bakmaktır.” (Buhari, Muüslim) Ayrıca, Cüreyr (ra) anlatıyor: Peygamberimize (asv) yanlışlıkla harama bakmayı sorduğumda buyurdu ki: “Gözlerini oradan çevir.” Yine Peygamberimiz: (asm) “Ayni cinsiyetten olsa bile gözlerimizi korumamız gerekir. “Gözlerimizi çevirmek:” Televizyon proğram’ı, dizi filimler de karşımıza çıksa, yani tüm mahrem görüntülerde bu geçerlidir

         Sahilde gezinmek veya mayolu  insan birikintilerinin olduğu yerlerde de bu kanun geçerlidir. Parklar için de bu geçerlidir. Çoluk çocuğu gezindirmek sabahın erken saatlerinde ve akşam serinlerinde açık saçıklar olmadığı zaman ve yerlerde gezinebiliriz

         Haramlardan korunmak için Allaha yalvarıp duamızı unutmayacağız. Duanın gücünü hafife alamayın. Evet anlaşıldı ki uygunsuz kıyafetlerin giyinildiği yerlerden uzak durmaya çalışacağız. Zor durumlarda kaldığımız zaman şu duayı okumalıyız: “Euzu bil-lahiS-Semȋ il Alȋmi , mineş şeytanirracim.” Bu duanın manasını: (Fussilet suresi. 36 ayette bakınız. “Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce bizi rahatsız ediyorsa, hemen Allaha sığınmamız gerek. Çünkü O hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir.”

        Hatta normal zamanlarda da Allahtan yardım istemek gerekir. “Lȃ havle ve la kuvvete il-la billahil aliyyil azim.” (Allahtan başka kuvvet sahibi yoktur.) Bunu bolca okumayi de tavsiye ederler. Eğer samimi bir şekilde dua edersek İnşaAllah gözlerimizi haramdan çevirmekte başarılı oluruz.

        Evet unutmayalım ki: Haramdan gözlerimizi çevirmek, kaba veya anti-sosyal olmak demek değildir, dışarı çıkmak eğlenmek ve hatta dava adamı için tebliğ için uygun zemindir.      Peygamber Efendimiz, her sene düzenlenen ve içinde içki ve kumar gibi  islami olmayan eğlencelerinde bulunduğu “Ukaz” festivalinde insanlara İslamiyet’i anlatırdı.     Bununla beraber bu gibi yerlere katılabilmek için insan kendine güvenmeli, buraya katılabilmek için meşru bir niyet ve sağlam iman sahibi olmak lazım. Evet Müslüman nezih ve temizdir, bu temizlik onun bütün vücudunu kaplaması lazım.

        Ayeti Kerimede: “Ey İman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa, bilsin ki, şeytan hayasızlığı ve kötülüğü emreder.” “Nur sȗresi, ayet 21)

        Bilmeliyiz ki: Uygun giyinmemiş bir erkek veya kadına bakmak, şeytanı adımlarını takip etmektir. Büyük günaha girmek bir bakışla başlar sonra konuşmakla ilerlenir, flort, buluşma. Sonra hiçbir zaman konuşmak istemediğin şeylere gider. O zaman haydi bakalım şeytanın oyunlarını bozun ve gözlerinizi çevirin! Evet haydi bu temizliğe bugün başlayalım, bu sıcak günlerde, bu iş zor olabilir bu disiplin ve sağlam iman gerektirir.

        Ama ne zaman ki biz Allahın istedigi gibi yaşamaya çalışırsak bu hayatta  ve bundan sonraki hayatımızda bizim için güzel günler, güzel şeyler hazırlanacaktır. Bu tamamen bir cihaddır. Bazi şeylere katlanmak tamamen değecek, bu cihada katlanmak hepimiz için büyük değer taşır.

        Sıcaklık artıkça, terlemeye başlayınca hatırlamamız gereken bir şey: Var olan gözlerimizi korumak. Ben güneş gözlügü kullanmaktan bahsetmiyorum. Bakışlarımızı aşağıya çekmekten bahsediyorum.

        Ahlakımızı muhafaza etmek için, bunun üstüne üstüne gitmek lazım. her nekadar  dışarıda testtürlü hanımlar garip karşılanıyor. Halbuki uluslararası kuruluşlar bile, hastalık kontrolü ve önleme merkezi gibi kuruluşlar bile vücudu açmaya değil örtmeyi tavsiye ediyorlar. Dinimize ters düşen, Avrupa’dan bize gelen bu çıplaklık gelmeden önce Müslümanlar hiç bir zaman soyunma ihtiyacı hissetmediler.

         Çoğu şehirlerde, köylerde, kasabalarda bile en sıcak yazlarda yaşadılar imanı sağlam olanlar Allaha çok şükür dinlerini yaşıyorlardı. Bu gün zavallı genç erkekler yarı çıplak hanımlar karşısında çok zordalar. Fakat ister erkek ister hanım olsun Allah ve Sevgili Peygamberimizin (sav)min tavsiyelerini yerine getirenler cennet gibi mutlu bir yeri hak etmekle büyük kȃr elde ediyorlar. O açık saçıklarda cehennem ataşinde yanmakla karşı karşıya kalacaklarını unutmasınlar!…      

Paylaşan Abdülkadir Haktanır

Bu asır alacakaranlığı temsil ediyor

Bu asır alacakaranlığı temsil ediyor. O yüzden, bu fark, kendi asrımda o denli belirmiyor. Gece ile gündüz arasındayım. İşime geldiği zaman gecenin karasına sığınıyor, işime geldiği zaman “Henüz gündüz” diye avunuyorum. Zira “ülfet”im var. Resul-i Ekrem gelmiş. Tüm kâinata Rabbi adına bakmış. Tüm kâinata Rabbinin nurunu yaymış. Bize her fiilden Ona giden bir yol bırakmış. Binlerce sahabinin, milyonlarca evliyanın ve asfiyanın önderi, imamı olmuş. Onlar, getirdiği nuru, herşeye rağmen bugünlere taşımışlar. Bu halin rahatlığı içinde, bu nurun kıymeti nazarımda tam belirmiyor.

Tıpkı, güneşin doğuşuna ülfet edip alışmam gibi. Güneş her gün doğuyor, gün boyu bana konuşuyor, ve gidiyor. Sonra tekrar doğuyor. Her bir doğuşu ayrı bir haber, her bir dolanışı ayrı bir harika, her bir batışı ayrı bir güzellik sunduğu halde, ülfetim çoğu kez güneşe hiç baktırmıyor. “Güneş zaten doğar ve batar” diyorum. Sanki hiçbir hikmet, hiçbir harika, hiçbir rahmet yokmuş gibi, sanki sıradan birşeymiş gibi muhatap oluyorum. Ona muhtaç yaratılmamışım, o olmasa da yaşarmışım gibi geliyor.

Herhalde, Resul-i Ekrem’e ve getirdiği vahye de öyle nazar ediyorum. Örülen tüm duvarlara, çekilen tüm perdelere, taşınan tüm sis bulutlarına rağmen büs bütün karanlığı yaşamıyorsam; belli-belirsiz de olsa hâlâ birşeylerin farkına varabiliyorsam,  insan bunu, onun getirdiği hediye sayesinde olduğunu görmezden geliyorum. Sanki, o olmasa da ben Rabbime inanırdım gibi diyor insan.

O olmasa da, çiçeğe “Ne güzel yapılmış” diye bakabiliyor gibi diyebiliyor insan. Oysa, bugün bir hakikati görüyorsam, aslında onun elçiliğiyle görüyorum. Bir sırrı anlıyorsam, risaleti sayesinde anlıyorum. “Lâilaheillallah”ı, O “Muhammedün Resulullah” olduğu için diyebiliyorum. Yoksa, onun ubudiyeti ve risaleti olmasaydı, hiçbiri olamazdı. Kendi hayatım da, kâinatın vücudu da anlamsız ve abes kalırdı demeli bu insan.

Çünkü Rabbimiz kâinatı yaratmış, sonra, şu kâinata bakan her akıl mutlaka onun Rabbimizin eseri olduğuna hükmetmiş değil. Her bir akıl sahibi, kâinatta görünen nakışlarla bir Nakkaş’ı, güzelliklerle bir Cemîl’i, sanatlı yapılışlarla bir Sânii, intizam ve düzenle bir Munazzım’ı görmüş; kendiliğinden, kâinatı Rabbi’nin isim ve sıfatlarının aynası bilmiş değil. Öyle olsaydı, bu sırrı en ziyade, her biri birer deha olan filozoflar bulurdu. Ne ki, onların maddede boğulmuş, her biri diğerini çürüten, yine her biri kendi içinde çelişen tabloları, gerçeğin öyle olmadığını gösteriyor.

Ben, herşeye rağmen, kâinata bakıp “ne güzel yapılmış” diyebiliyorsam, kâinata muhatap olmanın usulünü bildiren bir muallim sayesinde diyorum. Bir Resul-i Ekrem —ve diğer tüm peygamberler— sayesinde diyorum. Onun irşadı, rehberliği, tarifi, talimi, teşrifi, elçi ve dellal ve gösterici oluşu sayesinde diyorum. Kâinata bakan; ve içindeki en küçük sineğin bile çok hikmetler ve vazifeler kanadına takılarak, ince bir nakışla işgördüğünü gören aklım, “Bunda büyük bir iş var. Bu boşuna böyle olamaz” demekle kalmıyorsa; ardından ondaki büyük sırrı görebiliyorsa, o öğretici ve gösterici sayesinde görebiliyor.Evet Bu zamanın ihtiyacına cevap veren Risale-i Nur eserleri, Ayeti Kerime ve Hadisi Şeriflerin işığında onları meydana getiren Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine karşı  teşekkürümüzü sunar Allahu tealȃya şükrederiz. İşte burada Risale-i nurdan bir parça:

“Risale-i Nur bir alemdir, ünvandır. Bu zamanda zuhur eden Kur’anî hakikatler manzumesidir. Necib milletimizin, insaniyet-i kübra olan İslâmiyete sarılması, yepyeni bir ruh ve taze bir iman aşkı ve heyecanı içinde uyanmasının ifadesidir. İçinde bulunduğumuz asrın değiştirdiği hayat şartları ve yeni bir dünya nizamı ve görüşü karşısında imanın tahkim ve takviyesi ile feveran eden hamiyet-i İslâmiyenin manasıdır. Mütenebbih, kalpleri iman ve muhabbet-i Nebevî ile coşkun ve cihandeğer şeref-i intisabıyla şerefraz fedakârların yetişmesi ve bu milletin mazisine mütenasip kahramanlığı, yüksek iman ve ahlâkı izhar etmesi işaretidir.

Bedîüzzaman, Risale-i Nur’u hiçbir makam ve meşrebin tesiri altında kalmadan, maddî-manevî hiçbir menfaat ve hissiyat karışmadan, doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakîm’in umumun istifade edebileceği ve umuma hitap eden hakikatlerini tefsir etmiş, bu hakikatlerin tercümanlığını yapmıştır. Te’lif ettiği âsârından herkes istifade edebilmektedir. Bir taifeye, bir sınıf halka mahsus değildir. Bu Tarihçe-i Hayat, okuyucuların nazarını, bu zamanda, Kur’anın hikmet nurları olan Risale-i Nur’a çevirip ondan istifadeyi gösterecektir. Said Nursî ise Kur’an’ın hizmetinde fedakârane çalışmış, Sünnet-i Peygamberîye ittiba etmiş, nümune-i imtisal bir zât olarak görünmektedir.” (Tarihçe-i Hayat s.28)

Üstad miras bırakmamış. Fakat vasiyetleri var. Emanet bıraktığı eserleri tahrif etmeyecek, sağlam talebelerine tevdi etmiş, kıskanç bir kısım hocalara veya Nurun mesleğini tahrip edici bir kısım ellere bırakmamıştır.

Paylaşan Abdülkadir Haktanır

Hulusi ağabeyin mektubu

(Görün, bu ağabey nasıl olmuş Üstadın birinci talebesi?)

Aziz ve  Muhterem Kardeşim

Manzara güzel ikametgȃhınızda daire-i  rü’yetinize giren ve her biri Haliklarının Esmasının mazharı, medȃrı ve aynası olduklarını lisan-ı halleri ile beyan eden her mahlȗk,ve her masnu ile birlikte manevi letaifinizin, tefekkür, tezekkür, teşebbüh bir ifadesi demek olan lȃtif yazınızı, ben de o daireye girerek, zamanın fevkine çıkarak, yazıldığı yerdeki hȃfȋ kisveye bürünerek zevk etmek istedim.

        Başımı ihtiyarsız etrafıma çevirdim. Sükȗnetli ve şehirden hariç mȗnzevi dȃiremizden hariç etraftaki bağlara, ağaçlara ve semadaki büyük ve muvazzaf me’mur olan şemse baktı ve bunları sahibi tarafından tek tük götürülen develere, uçuşan ve ötüşen kuşlara; burnuma kulağıma yüzüme elime ve ayağıma ara sıra konan sineklere; gȃh lȃtif, hafif, gȃh mutedil, gȃh sert ve haşin esen rüzgȃra; bilhassa bahçedeki bir kaç çam ağacının dal ve yapraklarından çıkan seslere, azalarına baktım  göremediklerimi düşündüm.

“Besmele çekerek; Tüsebbihu lehüssemavatü-sseb’u vel erdu ve men fi hinne; Ve in min şeyin illa  yusebbihu bihamdih. “fermanından bir zerreyi anlar gibi oldum. Her bir şeyin lisan-ı halleri ile Esma-i hüsna adedince Halik’ın Vahdaniyetini hissettim ve dedim:

        “Fesübhanallah Vahdaniyetin bu kadar delilleri var iken, bu zamanın insanlarına ne olmuş ki, kör ve sağır olup, bu kadar hadsız şehadete ve tesbihata lȃkayd kalıyorlar. Veya derd-i maişet ile sarhoş olmak yüzünden, hoş ve rahat ve bütün ibadetleri cami’ bir fariza olan namaza karşı tembel davranıyorlar. Veya büsbütün dünyaya hasr-ı nazar edip ebedi olarak bu fani ȃlemde kalacaklarmiş gibi kendilerini lakayd sanıyorlar. Veya bu fȃni alemi hiç düşünmeyen, hayvandan çok aşaği dsüşüyorlar. “Levlake levlake lema halektül eflak” hitabına manen muhatab, hitabına manen muhatab mükerrem bir beni Âdem, ahsen-i takvimde bir kȃmil bir mü’mini muhakkik olmak gibi ȃlay-ı illiyyine nametliğinden, esfel-i safiline ihtiyarlarıyla sukut ediyorlar.”

        Döndüm nefsime baktım. Gözlerini kapamış, kulaklarını tıkamış nefsimi gördüm. Bu bendeki hal sabırsızlıkla bekliyor gördüm ve dedim:

        Ey nefis yaş elliyi geçeli bir kaç sene oldu. Aile hasta, akraba içinde en yaşlı erkek sen kaldın. Komşulardan, hemşerilerden, memleketin her yerinde, dünyanın bütün sakinlerinden milyonlarca insanlar bu ȃlemden gittiler. Bu muhaceret, akıntı kesilmeden devam ediyor. Son sür’atle giden bu şümendüfere benzeyen, üzerinde yaşadığımız şu arz, her çeşit sakinlerine, bir vev’i istasyon, iskele veya bekleme yeri olan kabirlerine atlayarak, zıplayarak ve boşaltarak yolunu boşaltarak devam ediyor. Trenin vagonlarına büyük harflerle şöyle yazılmış: “ebedi alemin istasyonlarına gider!” Yolcuların boyunlarına nereye gidecekleri, ne zaman indirecekleri ve ne halde indirecekleri yazılı yaftalar yazılmış.

        “Ey basireti kapanmış, dünya işleri ile gözleri perdelenmiş hevesat ile tȗl’u emele dalmış olan biçare nefis! Uyan gözünü aç! Hakikati gör, Bak! Başın nerede ise kabrin duvarına, ağacına veya taşına çarpacak. Bak, bak, atılacağın çukur gözle görülecek kadar yaklaştı! O zaman uyanmak bir fayda etmez. Seni Cenab-ı Hak hatsız ni’metlerine nail etti. İmanȋ ve Kur’anȋ sana istihdam ve böylelikle en büyük ni’meti ile seni taltif buyurdu. Bu kadar hadsiz ni’metlere karşı, Rabbinin  Huzuruna ne ile gidiyorsun? Feraizi bile ciddiyetle ifaya gayretin yok! Hala eneye yarayan o medhe düşkünsün. En küçük kusuru bile üzerine almak istemezsin. (Her arzunu yerine getirmeli. Her isteğin, haram helȃl düşünülmeden verilmeli, Ölümü unutmalı, hoşa gidecek şeylere aç kurt gibi saldırmaya devam etmeliyim diyorsun!)”

        “Ey nefis! Sen her  isteğine muvaffak oldun! Yalınız bir şeye muvaffak olamadın. Oda ekser nȃs seni iyi bilirler. Ben aksine iddia ediyorum. Senin iyi olmaya asla niyetin yoktur. Ne kadar sureti haktan görünürsen görün, sen mekkȃrsın, gaddarsın! Sana itaat eder gibi hallerim, seninle ittifak eden ȃhır zaman fitnesinin şerlerine mukavemet edemediğinden, ihtiyarsız zuhura geliyor. Kalb ruh ve sair letaifim sana asla muti’ değildirler.” Rabbimden dȃimȋ niyaz”ım şudur:

        “Ya rabbim ben nefsimi islȃha muktedir değilim. Sen bana öyle kuvvet ver ki, onu islȃha muvaffak olayım. Huzuruna nihayetsiz acz ve fakrımla, fakat hȃlis ve nihayetsiz Rahmetine muhtaç, müflis bir abd olarak geleyim.”

        Ey benim dertlerimi dinleyen Aziz kardeşim,

        Keşf erbabına göre, Halikın bir İlȃh levhası demek olan ve bir nevi yazar bozar tahtaya benzeyen levh-i mahfuza, nazarınız yetişse idi, bu biça kardeşinizin şakȋ  olduğunu siz de görür ve o zaman “Heyhat! Ben bunu insan zannederdim!” derdiniz. Ben maalesef işte böyle bir şakȋ olduğumu hissediyorum. Dünyada şakiyi ta’rife kalkarsak, ne deriz? Yoll kesen, gaspeden, baş kesen, ev yıkan… ilȃ ȃhir, değil mi?

        İşte sana bir yol kesen. Başta akıl, kalb, sır gibi manevi cihazlarım ȃhu enȋn ettikleri halde, onların yolunu nefsim keser. Haydi bu taraf geliniz diyerek, isteğine göre götürür.

        İşte bir gȃsıb. O letȃifin kazançlarını, nefsim hevaya sarfediyor.

        İşte bir baş kesen: O letȃifi nefsim ȃdeta işlemez ve başları kesilmiş hȃli getiriyor.

        İşte bir ev tıkan: Hane-i vücudumu, nefsim nursuz viraneye çevirerek, ebedȋ saadethanemi yakmak istiyor.

        Nazarım levhimahfuza yetişmekten çok uzak. Fakat lȗtf-u Hakla bu acınacak hȃlimi hissediyum. Amma başka bir Rab yok ki, O’na iltica edeyim, ondan istimdad edeyim. O’nun bȃbı Rahmetini dak edeyim. İster istemez bu kapıyı, niyaz ile fizar ile çalmaya devam edeceğim.

        Eğer hatırınıza gelirse ki: “Yahu sen neler yazıyorsun? Bu yazılarla verdiğin numara birbirine zıd değil mi?” Kardeşim evvela bilmek başka yapabilmek başka olduğu gibi…

        “Helekennasu il-lel ȃlimune ve helekel ȃlimune il-lel ȃmilune ve helekel ȃmilune il-lel muhlisune, velmuhlisune ala hatarin azim.” hükmünce insana bilmek kȃfi değil; yapabilmek lazım. Hatta yapabilmek de kȃfi değil, garazsız ivazsız,  tam halis ubȗdiyyet, maksȗd ve matluptur. Yani, “ben bir abdim ve vazifem seyyidimin emri ve izni dairesinde işlemektir. Ben ücretimi peşinen almiş bir ameleyim. Vazifem Mȃlikimin emirlerini kayıtsız şartsız yapmaktır. Ben muvazzaf bir me’murum Vazifem Halıkımın mülkünde vazifelerimi unutmadan, memuriyetimi istikametle ifaya çalışmaktır.”

        Saniyen: Cenab-ı Hak, hakkı her ağızdan söyletebilir. Her kalemle yazdırabilir. İntak-ı bilhakın çok misalleri var. Meşhur İbrahim Hakkı Hazretleri de:

                               “Her söyleyeni dinle,

                               Ol söyledeni anla,

                               Hoş eyle kabul canla.”

        demekle bu hakikata güzel bir işaret yapıyor. Seyyiatımızdan mes’uluz. Hasenatta ki hissemiz pek azdır. Onun için bizden sudur eden İyiliklerde, Rabbimizin in’amı  ve ihsanını görüp Ona şükür edeceğiz. Seyyiat ve mesȃibde, nefsimizin kusurunu anlamaya çalıçarak, Rabbimize istiğfar ve ilticada bulunacağız.

        Her şey vücuda gelmeden evvel ve geldikten sonra yazılıdır. Âmenna , fakat hiçbir şeyi vücuda gelmeden evvel kimse bilmez. geldikten sonra da ȃkibetini anlayamaz, ancak kime ne kadar bildirirse Allah, o kadar bilir. Mukaddir kim ise, Alȋm de O’dur. Onun ezeli ilmini kimsenin bilmesine imkȃn yoktur. O Alȋm ve Hakȋm, maddi sebepleri, İzzet ve Azametine perde etmiş. Bir bahçenin yetişmesini suya havuza bağlamış. Suyu kendisi havuzu Onun mahluku yapar. Bahçıvan Onun mahlukudur. Bahçıvan suyu bahçeye akıtır, havuzu doldurur. Çiçeği, sebzeyi, ağacı Allah yetiştirir. Bazen bir afet verir. Kısmen veya tamamen mahveder. Fakat bahçıvanın kusuru ile de o bahçe mahvolabilir. O zaman onu mes’ul ve mahkum eder. çünkü işe ihtiyarın parmağı karıştı Bahçıvan diyemez ki: “Sen benim  iki gün şu vazifeyi ihmal edeceğimi biliyordun. beni mes’ul ve mahkȗm etmemelisin!”

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

İffetli  olmanın şartları

        Kardeşlerim sizlere sel gibi hücum eden kebair (büyük günahlar) içinde ki şu vahim şartlardır iffeti muhafaza etmek hakkında çok önemli mesajlar ve bilgiler vermek istiyorum. Fakat daha  önce Üstadımızın  “Takva”  hakkındaki ikazlarını tekrar gözden geçirmek lazımdır. Bilahare hakikati nuriyeden anladıklarımızı şerh ederek izaha çalışacağız. Üstadımız Hazreti Ali (R.A.) ve Şahi Geylani’in (R.A.) beyitleriyle Risale-i Nura verdikleri ehemmiyetin, zamanın ehemmiyetinden olduğunu söylüyor. Zaman neden ehemmiyetli? Kastamonu Lahikasında ki meşhur takva mektubundan seçerek aldığım kısımda bakın ne diyor? “Böyle kebairi azime içinde amel-i sȃlihin ihlȃsla  muvaffakiyeti pek azdır. Hem az bir ameli salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir. Hem takva içinde bir nevi ameli salih var. Takva böyle zamanlarda binler günahın tehacümünde bir tek içtinab, az bir amelle yüzer günahın terkinde, yüzer vacib işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta niyetiyle, takva nȃmıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla, menfi ibadetten gelen ehemmiyetli a’mel-i sȃlihadır. Risale- Nur şakirtlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir.” K: 148.

        “Ȃhirzaman fitnesinde en dehşetli rölü oynayan, taife-i nisaiye (hanımlar taifesi) ve onların fitnesi olduğu hadȋsin rivayetlerinden anlaşıyor. Bu zamanda zındıka dalaleti, İslamiyete karşı muharebesinde, nefs-i emmarenin planıyla, şeytanın kumandasına verilen fırkalardan en dehşetlisi; yarım çıplak (karı ve kız)lardır ki, açık bacaklarıyla dehşetli bıçaklarla ehli imana taaruz edip saldıriyorlar. Nikȃh yolunu kapamağa fuhuşhane yolunu genişletmeğe çalışarak; çokların nefislerini  birden esir edip, kalb ve ruhlarını kebȃir  (büyük günahlarla) ile yaralıyorlar . Belki o kalblerden bir kısmını öldürüyorlar.” G: 23.

        Fitne-i ahırzamanın mahiyeti bana göründü ki, o fitnenin dehşetlisi ve cazibedarı, kadınların yüzsüz yüzünden çıkiyor. İhtiyarı selb ediyor. Pervane gibi sefahet ateşine atıyor. Ve bir dakika hayat-ı dünyeviyeyi senelerce hayatı bakiyeye  tercih ettiriyor. Ben bir gün sokağa bakarken, o fitnenin tesirli bir numunesini hissetim. Gençlere çok acıdım. Dedim: Bu biçareler  kendilerini, bu mıknatis gibi celbedici fitnenin ateşinden kurtaramazlar. G:16.

        “Rivayette var ki: Fitne-i ȃhirzaman o kadar dehşetlidir ki, hiç kimse nefsine hȃkim olmaz. Bunun için, bin üçyüz sene zarfında emr-i Peygamberȋyle bütün ümmet o fitneden (Allaha sığınmış) istiaze etmiş azabı kabirden sonra “Min fitnetid-deccali ve min fitneti ȃhirizzaman.” (duaları) vird-i ümmet olmuş. Allahu a-lem bissavab, bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri kendine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, (kendi istekleri ile) belki zevkle irtikȃb ederler.

        Mesela Rusyada hamamlarda kadın erkek beraber çıplak girerler ve kadın kendi güzelliğini göstermeğe fıtraten çok meyyel olmasından seve seve o fitneye atılır baştan çıkar ve fıtraten cemalperest erkekler dahi nefsine mağlup olup o ateşe sarhoşane bir sürur ile düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın leyhviyatları ve kebairleri, (büyük günahları) ve bid’aları birer cazibedarlık ile pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar; sersem eder.” Ş:584-585p5.

        “Demek elemli, karanlıklı, tahassürlü bir dirhem zevki, ayni yerde yüz derece ziyade daimȋ elemsiz bir zevke  , sefaheti tercih edenler, aksi maksatlarıyla ayni zevkte elȋm elemleri alır.”K: 106.  Her dakikada şimdiki tarzı hayat-ı içtimaiyede yüz günah insana karşı geliyor.” K:148. Herkeste nefsi emmare var, değil mi? Evet nefsini beğenen ve nefsini ittiham eden bedbahttir. Nefsin ayibını gören bahtiyardır.”M:329p3.

        Şimdi bakın İhlas Risalesinde daima okuduğumuza göre (İnşaAllah) hepimizce malumdur ki; bu derslerden ancak akıl ruh ve kalb faydalanıyor. Fakat nefis, heva, his vehim ve şeytan faydalanmadığı gibi, hoşlanmıyor da. Bize düşen vazife nedir? Derslerle kuvvetlendırdığımız üç kuvvetimiz olan aklımız, kalbimiz diğer menfi beş düşman kuvvetine galebe etmek bizim birinci vazifemizdir. O zaman ne oluyor? Bakın bu tevafukla melaikeyi de gecebilmişiz. Bu hususta bakın Üztad ne diyor?

        Beşerin şeheviye ve gadabiye kuvvetleri, Kuvve-i akliyesine münkad olursa (aklın dediğine uyarsa) beşer mücahedesinden dolayı melaikeye tefavuk eder. (üstün çikar) aksi takdirde hayvanattan daha aşağı olur  İşa:205.Görüyorsunuz bütün sokaklar iri pislık kanalı olmuş, çıplak medenilerle dolmuş, çünkü diyor.

        “Mimsız medeniyet taife-i nisayı yuvalarından uçurmuş, hürmetleri kırmış, mebzul metaı yapmış. Şer-i İslam  Rahmeten onları davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahmetleri evlerde, hayatları ȃilede” S: 727.

        Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe riya ile rekabet, hased ile hodgamlık depretir damarları! Yatmış olan hevesat birden bire uyanır. Taife-i nisada serbestȋ inkişafı sebep olmuş beşerde ahlak-ı seyyienin (kötü ahlakın) birden bire inkişafı.” S:727.

        Diyemeyiz ki “Medeni Avrupada kadın erkek karışık, kötülük olmuyor!” Bakın Üstad bu hususta ne diyor.

     Memleketimiz Avrupaya kıyas edilmez… Seriütteessür ve hassas olan memaliki harredeki (sıcak memlekettte) memaliki harredeki insanların hevesat-ı nefsaniyesini mütemadiyen tehyic edecek açık saçıklık, elbette çok sȗ-i istimalata ve israfata ve neslin zafiyetine ve sukutu kuvvete sebeptir.” L:198.

        gözünü çıkaramazsın ve manen gözü kör etmek demek olan, gözü sana verenin rızası haricinde harama sarf edemezsin B:327  Bakın insan harama bakarsa gözü ne kadar ȃdi kavvad, (Pezevenk gibi) bir dereceye indiriyor.

        Göz bir hassedir ki, ruh bu ȃlem o pencere ile seyreder, Güzü eğer Cenab-ı Hakka satmazsan (Onun dediği yerde kullanmazsan) belki nefis hesabına gözü çalıştırsan; geçici devamsız bazi lezzetleri ve manzaraları seyr, şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad dercesin bir hizmetkȃr olur. S:27.

        Bakın haram nazar ihtimali dahi mescide cemaate gitmeyi hanımı din men ediyor. Mescide gidip gelmekte kebȃire  maruz kalmaması için, halvethanesinde bulunması lazımdır.” K.2487.

Risale-i Nur talebelerinden bir genç hȃfız pek çok adamların dedikleri gibi dedi: “Bende unutkankık hastalığı tezayüd ediyor, (ziyadeleşiyor) ne yapayım?” Bende ona dedim mümkün oldukça namahreme nazar etme. Çünkü rivbayette var. İmam-ı Şafii’nin (R.A.)dediği gibi, haram nazar nisyan verir.” (Harama bakmak unutkanlık yapar.) K:133.

        Bahsi geçen “Pek çok” adamlar içinde bizde varmiyiz? Varsak neden acaba?

Üstadın iffet ve istikametteki hudutsuzluğu, bilmüşahede sabittir ve inkȃrı gayri kabildir. Hayatı boyunca hanımlarla konuşmamış nazarıyla dahi meşgul olmamış. Şiddetle içtinab etmiş. Bir mektübundan anlaşıldığı gibi, gençliğinde dahi iffet ve istikametin zirve-i müntehasında olduğu, onu yakından tanıyan ve hayatına aşina olanların müşahedeleri ile sabittir. T:464. Yine Üstad anlatıyor:

        Bir sene evvel bir seyre giderken; Arkamdan bir çocuğuyla bir kadın geliyorlardı, ben yoldan çıktım, yolu onlara bıraktım. Baktım beni geçmiyorlar, sıkıldım bir bahçeye girdim, baktım onlarda bahçeye girdiler. Hem hiddet hem hayret ettim. Mucizat-ı  Ahmediye elimde idi. Tefaül edip açtım en evvel gözüme ilişen ve yalınız o risalede bir defa zikredilen bir isim ki, ayni o kadının ismini o sahifede gördüm. Baktım o kadını tanıdım. Fesübhanallah dedim. Bunlar kim olduklarını anlamak için daha evvel o kitaba baksa idim bu hayretten kurtulacaktım. Bu hadiseyi hem ben hem hazır olan şamlı Hafız Tevfik ve hȃdiseyi anlayan o kadın ve başkaları hayret ettik. B:358.

“Kuvve-i şeheviye (nin fesadi ile) arz da fesad hasil olur. Halbuki arz takva üzerine tesis edilmiş bir mescid hükmündedir.” İ: 203…  

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Bayram ağabeyden hatıralar

         Bir gün formalar halinde Sikke-i Tasdik-i Gaybi gelmişdi. Mustafa Sungur Ağabey okuyordu. Hatta tenekeci Mehmed Ağabey de gelmişti. O arada Üstadımız taacub etti. Hangi Ayet anlatmadı “Bu Ayet bu zamana bakıyor. Bu ayet-i kerime işari manasıyla yedi sene sonra Kur’an’ın küfrü mağlub etmesini ve islamiyetin şaşaalı günlerinin geleceği haberini veriyor. ben o günleri görmeyeceğim. Sizlerin aldığınız süruru, bana da kabirde aynen sizler gibi toprak altında o zevki tadacağım. O müjdeli günleri Mustafa Sungur kabrimin baş ucunda okuyacak. Ben de temaşa edeceğim. Mesrurane dinleyeceğim” dedi.

         Üstadımız bir gün yine sadakat dersi verirken “Abdülkadir Geylani Şimdi Gelse, “Said sen bu mesleğinde bir parça taviz versen, milyonlar senin kitaplarını okuyacakl. Fakat öyle yapmazsan hem bunlardan mahrum kaldığın gibi, hapislerde zulümlerle, eziyetlerle cefa çekeceksin” dese ben diyeceğim “Hayır Üstadım, ben zulme, işkencelere razıyım, fakat mesleğimden en küçük bir taviz veremeyeceğim” diyeceğim” demişti.

                                                                           “GAVS OLMAKTANSA, GELECEK ZATA BABA OLMAYI TERCİH EDERİM”

         Bazı zamanlar Üstad Bediüzzaman’ın muhterem babası Sofi Mirza efendi Nurs Köyünden kalkarak, Seyyid Safahullah Hazretlerinin ziyaretine giderdi. Bir defasında oraya giderek, O muhteşem Meclise girince Seyyid Safahullah ayağa kalkarak, Sofi Mirza’yi meclisin baş köşesinde yer göstermişti, orada bulunan ulema bu basit, ümmi Nurs’lu köylüye “Neden bu kadar alaka ve hürmet gösterdiğini Seyyid Safahullaha sordukları zaman, Gavsi Hizani Şu cevabı verir: Bu Sofi Mirza ileride öyle bir zata baba olacak , bunun sülbünden öyle bir zat gelecek ki o zata baba olmayı, gavslığa tercih ederim. Gavs olmaktansa o gelecek zata böyle baba olmayı tercih ederim” demişti.

         Bismihi Sübhanehu

         Esselamu Aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekȃtuh

aziz sıddık kardeşim Sabri bey! Üstadımız size çok selam ediyor ve diyor ki, “Ben hem rahatsızım, hem hiç vakit bulamıyorum ki, bir satır mektüp okuyayım. Hem Ceylan burada yoktur ki, bana yazsın” dedi. “Hem Ziver kardeşimizin uzun mektupları ve Risale şeklinde yeni huruf ile yazıyı Üstada verdik, Ben bir tek yeni yazıdan bilmiyorum. Hem Risale-i Nurun Şakirdleri içinde çok alimler edipler ve muharrirler var. Hiç birisi şimdiye kadar lahikaya girmeyen Risale-i Nur hesabına  eser yazmadı sebebi, bir hodgamlık ve hodfuruşluk olmamak Ve Risale- Nurun haricinde başka meşguliyette bulunmamak ve başka muharrirlerin o cihette iştahlarını açmamak içindir ki: Ancak çok zaman hizmet eden bazı kıymettar zatların yazdıkların bazı fıkraları lahikaya giriyor. Ehemmiyetli bazılarında da mecmuaların ahirine ilhak edilir. Ziver kardeşimizin gerçi haslar gibi sadakat ve alakası var. Fakat bu noktada tecrübesi azdır. Çoklar çalıştılar ki dini mecmua çıkaran bazı gazeteciler yeni hurufla risale-i Nurun bazı parçalarını tab etmek üzere istediler. Mesleğımız hattı Kur’aniyeyi kurtarmak olduğu için, yeni hurufla izin verilmedi. Yalınız dȃrulfununun bazı ehemmiyetli şakirtlerinin israrıyla iki risaleye izin verildi. Mesleğımızde katiyyen ihlas-ı tamme bulunması şarttır ve hiçbir menfaat ve benlik göstermemek, Risale-i Nuru hiçbir şeye vasıta etmemek ve tarafgirlik damarıyla hareket edenleri teşrik etmemek olduğundan Nur şakirdlerinin çok dikkat ve ihtiyat etmeleri lazımdır”Üstadımız diyor.

“Zivere Bilhasa selam ederim. Onun yazdığı mektup ve saireyi okuyamadım. Gerçi mevzuu Nurlardır, fakat Nurlar içinde bulunan ehemmiyetli fıkralar Nurların tervicine kafidir. Elbette Ziverin bazı kıymettar fıkraları vardır. Müsait bir vakitte dinleyeceğım O risale içinde ki kıymetli fıkraları lahikaya geçirmek  için İspartaya, Ziver’in bir fıkrası diye  Göndereceğim.

         Üstad Diyor: “ŞİMDİKİ TALEBELERİM DAHA FEDAKȂRDIR.”

         Bir gün fedakȃrlıktan bahsederken şöyle demişti: “Benim şimdiki talebelerim, Ruslarla harb ederken benimle şarkta kendini ateşe atanlar fedakȃrdırlar. Çünkü bütün ümrünü feda etmek kolay değildir. Bir anda Allah için insan kendini ateşe atsa şehid olur, gider. Devamlı suretle sadakatle fedakȃrlık ise, öyle kolay değildir. Onun için benim bu zamanda ki talebelerim, eski Said’in talebelerinden daha fedakȃrdırlar. Ne vakıt bu sır şarkta inkişaf etse hemşehrilerim büyük hizmet ederler” derdi.

                                                        VAZİFELİ MEMURLARA: “VAZİFENİZİ YAPIN ÜCRET BEKLEMEYİN”

         Bazen savcı polis geldiğinde onlara önem verirdi. Küpek ve kedilerden onlara örnek verirdi.”Köpeğe bir dilim ekmek verin size bağlanır. Mutlaka borcunu ödemeye çalışır. Halbuki kedi öyle değildir. Çok sevdiği ciğerle onu besleseniz bile, ona hiç aldırmaz. Nankörlük yapar. Onun size minnet borcu olmaz. Sizde vazifenizi olduğu gibi yapın, ücret beklemeyin” derdi. Bazı mühim zatlara, günde en az bir sahife Risale-i Nur okumaya tavsiye ediyordu ve Risale-i Nurun şahsi manevisinin ehemmiyetini ifade ile. “Günde en az bir sahife Risale- Nur okuyarak Ȃlem-i İslamda hasıl olan şirket-i maneviye düsturuna dahil olmalısınız” diyordu.

         Bazi zatlara diyordu. “Belki hatırınıza benim sakalsız olduğum gelir. bunu size izah edeyim de tereddüdünüz gitsin. Bu sünneti işlemediğimin sebebi, benim ileride çok talebelerim olacak. Ben sakal bırakırsam bunların genç, ihtiyar hepsi sakal bırakacaklar. Gençlerdeki Sakal ise arkadaşları arasında istihza mevzuu olacak. Hem bu zamanda sakala hürmet kalmamış. Bu sebepten bırakmıyorum” derdi.

                                                        SABAH NAMAZINA DÖRT SAAT KALA KALKARLARDI.

         Üstad gece namazı teheccüdünü kılıp, evrad okuduktan sonra bir saat kayıtlı isimlere sevap bağışlardı. O sırada kat’iyyen odasına kimse giremezdi. Tespihatta SÜBHANALLAH, ELHAMDÜLİL-LAH AlLAHU-EKBER dediği vakıt tek tek ve yavaş söyler bizleri ikaz ederdi. “Harfların tam hakkını verin” derdi. Yine bir gün ” Ben namazdan çıkışta Esselamu Aleyküm ve Rahmetullah dediğim zaman Sağıma selam verirken Enbiyaları sol tarafıma selam verirken Evliyaları niyet ederek öyle selam veriyorum” demişti.

         Bir gün Hafız Abdullah toprakla başçavuş Ahmed Eskişehirde ziyarete gelmişlerdi. Başçavuş Ahmede fedakȃrlık dersi vermişti. Ahmed Kur’an hakkı için söyle: Sana deseler ki, Saidi terket. sana istediğini vereceğız. Eğer terk etmezsen, sana en ağın işkenceyi yapacağız. Hangisini yaparsın?” Dedi. Ahmed Üstadım Risale-i Nuru tercih ederim, efendim” demişti o zaman Üsdad heyecanla “Ben dahi sizler için ȃhiretimi terk ederim.” Ben sizden daha fedakȃr değilim, sizin çoluk çocuğunuz var, benim yok…

Bu hakikatleri sizinle paylaşan kardeşiniz: Abdülkadir Haktanır