Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Evet dönmeyeceğiz

Risale-i Nurun bizlere öğrettiği ve bizleri emniyet selȃmet ve celȃdetle yürüttüğü ve ilerlettiği bu cadde-i  Kübrȃyi  Kur’aniyeden, manevi cihad-ı diniyeden dönmeyeceğiz. Yolumuz Kur’an yolu, Rehberimiz Risale-i Nurdur. Söz verdik Allaha Dönmeyeceğiz. Söz verdik Kahraman Üstada dönmeyeceğiz.

Bu yol aşk, çile, cefa ve ızdırab yoludur. Bu yol tarihe şeref veren isimsiz kahramanların yoludur. En sarp kayalar en geçit vermeyen dağlar. En uçsuz bucaksız çöller ve en dipsiz deryalarla da karşılaşsak yinede dönmeyeceğiz Kudursa ehli dünya dönmeyeceğiz. Çünkü söz verdik Yüce Allah’a, vazgeçmeyeceğiz. Cihan işitsin bunu bu yolda yaşamın ne kadar ilerlerse de, yürüyüşümüz yavaşlasa da bu yolda ölümü hiç düşünmeden daima ilerleyeceğiz.

Küffarın önünde, dönmemek için, Fıratı geçtikten sonra yaptırdığı köprüyü yıkan Hz. Ebu Ubeyde (r.a.) gibi dönmeyeceğiz. İspanya önlerinde geri dönmemek için gemileri yaktıran islamın muzaffer komandanı Tarık Bin Ziyad  gibi dönmeyeceğiz. Sadece ve yalınız münhasıran İ’la-yı Kelimetullah için, yani hakkı cihana ilan için, asırlarca şimalde at koşturanlar gibi dönmeyeceğiz.

Atını deryaya sürerek: “Ya Rabbi bu derya ilerlememe mani olmasaydı Senin Ulu Adını yaymak düşmanlarını kahretmek için dönmemek üzere daha da uzaklara gidecektim.” Diyen Ukbe Bin Nafi gibi dönmeyeceğiz.

İslam Kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlȗb eden Celaleddin Harzemşah gibi, harbe giderken vüzerası ve etba-ı Ona, “Sen Muzaffer olacaksın Cenabı Hak Seni galib edecek.” Dedikleri zaman, Ben Allahın emriyle cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım, Cenabı Hakkın vazifesine karışmam; muzaffer etmek  veya mağlub etmek Onun vazifesidir diyen ve Muazzez Üstad Bediüzzaman Said Nursi (r.a.), aynen Bende Celaleddin Harzemşah gibi, Benim vazifem hizmet-i imaniyedir, muzaffer etmek veya etmemek Cenabı Hak’kın vazifesidir diyen İslam Kahramanı gibi, bizde ihlas ile bu yolda yürüyecek, sürünecek fakat asla dönmeyeceğiz İnşaallah.

Yirminci asrın ufuklarında artık hakkaniyeti tebellür eden Risale-i Nur’un dem ve damarlarımıza şiringa etti; İslama hizmet, İmana  hizmet ve Kur’ana hizmet davasından dönmeyeceğiz. “Anadan doğmak ölmek içindir” demişler. Hakikaten ölmek insanın en büyük bir meselesidir. Ama yatarken ve evinde ölmek var. düşmanın önünde kaçarken ölmek de var. Bir de İlahi Davası uğrunda, işini, evine terk etmiş dershanede ölmek var.

Ya Rabbi bizi hangisinden razı isen o yolda öldür, fakat döndürme! Ȃmin… Bu imana hizmet yolunun başında “Evinden ve işinden, evlad-ı ıyȃlından geçenler bu mukaddas davaya her şeyini feda edenler. Ey Mübarek Kardeşler buyurun geçebilirsiniz!” yazacağız. Kafir müşriklerin elinden Habbab (r.a.) “Senin yerinde Muhammed (A.s.m.) olsun sen rahatça yaşa! Dediklerinde, O büyük ruhlu Mücahid, “Ben yıllarca böyle kalmaya razıyım. Fakat Resülullahın ayağına bir diken batmasına tahammül edemem.” demiş, onun gibi diyerek şehid olmak ne büyük saadettir.

Ya Rabbi bizi İhlasla yaşat ve böyle bir imanla şehid et! Alemi İslama indirilen darbelerin en evvel kalbe indiğini hisseden, Muazzez Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin yolundan Dönmeyeceğiz! Bir asra yaklaşan ömrünü takip,tehdit zulum ve işkence ile esarette geçiren ve ruhunu saran vecd ve ilhamdan aldığı kuvvetle küfür ȃlemine meydan okuyan. “Milletimin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım demiş. Üstadımız:  Vücudum yanarken gönlüm gül ve gülistan olur demiş.”  Üstadımın rızasından bizleri ayırma Allahım, Öldür fakat döndürme Allahım. Ȃmin sümme ve sümme Ȃmin…

Evet Üstadın yaşı 90 civarında iken ağırlık kilosu 36 imiş 21 defa zehirlemişler  28 sene işkence etmişler. Abisi Abdülmecid’e demiş 111 gün sonra seni de alacaklar, gayret vererek canını sıkma demiş, orada hanımın gibi sana bakarlar demiş. Evet tam 111 gün sonra Abdülmecid ağabeyi de hapsetmişler.

Allah cümlemizi zalimlerin şerrinden korusun Amin!…

Bu hakikatleri sizinle paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Şükür nimeti ziyadeleştirir, gafleti kaçırır

         “Nev-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal ve akibet-bînlik adesesiyle, gayet şaşaalı bir gece bayramında, hapishane penceresinden bakarken, nazar-ı hayalime inkişaf eden bir vaziyeti beyan ediyorum. Sinemada, eski zamanda mezaristanda yatanların vaziyet-i hayatiyeleri göründüğü gibi, yakın bir istikbalde mezaristan ehli olanların, müteharrik cenazelerini görmüş gibi oldum. O gülenlere ağladım. Birden bir tevahhuş, bir acımak hissi geldi. Aklıma döndüm, hakikattan sordum: “Bu hayal nedir?” Hakikat dedi ki: “Elli sene sonra, bu kemal-i neş’e ile gülen ve eğlenen zavallılardan, elliden beşi, beli bükülmüş yetmiş yaşlı ihtiyarlar gibi; kırkbeşi, mezaristanda çürümüş bulunacaklar. O güzel sîmalar, o neş’eli gülmeler, zıdlarına inkılab etmiş olacaklar.  kaidesiyle; madem yakında gelecek şeylerin gelmiş gibi görülmesi bir derece hakikattır; elbette gördüğün hayal değildir. Madem dünyanın gafletkârane gülmeleri, böyle ağlanacak acı hallerin perdesidir ve muvakkat ve zevale maruzdur; elbette bîçare insanların ebedperest kalbini ve aşk-ı bekaya meftun olan ruhunu güldürecek, sevindirecek, meşru dairesinde ve müteşekkirane, huzurkârane, gafletsiz, masumane eğlencelerdir ve sevab cihetiyle bâki kalan sevinçlerdir. Bunun içindir ki, bayramlarda gaflet istilâ edip, gayr-ı meşru daireye sapmamak için, rivayetlerde zikrullaha ve şükre çok azîm tergibat vardır. Tâ ki; bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünki şükür, nimeti ziyadeleştirir, gafleti kaçırır.” (28.Lem’a:274)

GAFLET-İ UMUMİYE BU ZAMANDA BİLHASSA DALÂLETTEN GELMEKTEDİR.

        “Evet her vakit, hususan bu zamanda ve bilhassa dalaletten gelen gaflet-i umumiyede, siyaset ve felsefenin galebesinde ve enaniyet ve hodfüruşluğun heyecanlı asrında, büyük makamlar herşeyi kendine tâbi’ ve basamak yapar. Hattâ dünyevî makamlar için dahi mukaddesatını âlet eder. Manevî makamlar olsa, daha ziyade âlet eder. Umumun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak için bazı kudsî hizmetlerini ve hakikatları basamak ve vesile yapıyor diye itham altında kalıp, neşrettiği hakikatlar dahi tereddüdler ile revacı zedelenir. Şahsa, makama faidesi bir ise, revaçsızlıkla umuma zararı bindir.” (Emir-1:74)

GAFLETİN MERTEBELERİ MUHTELİFTİR

-“Hidayet ve dalalette insanların dereceleri mütefavittir. Gafletin mertebeleri muhteliftir. Herkes her mertebede bu hakikatı tamamıyla hissedemez. Çünki gaflet, hissi ibtal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede ibtal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuzbin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebilerin tagutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalalete gidenlere ve onları körükörüne taklid edip ittiba edenlere binler nefrin ve teessüfler!

        Ey bu vatan gençleri! Firenkleri taklide çalışmayınız! Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefihane taklid edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz!.. Çünki şu surette ittibaınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzadır!..” (17.LEM’A:120)

LEHVİYATLAR GAFLET VERİYOR

“Meselâ: İnsanın en lezzetli ve tatlı ve kıymetli hissi olan muhabbet, eğer sırr-ı tevhid yardım etse, bu küçücük insanı, kâinat kadar büyüttürür ve genişlik verir ve mahlukata nazenin bir sultan yapar. Eğer şirk ve küfre düşse el’iyazübillah öyle bir musibet olur ki, mütemadiyen zeval ve fenada mahvolan hadsiz mahbublarının ebedî firakları ile bîçare kalb-i insanîyi her dakika parça parça eder. Fakat gaflet veren lehviyatlar, muvakkaten ibtal-i his nev’inden zâhiren hissettirmiyor.” (2.Şua:16)

ENANİYETİN GAFLET VE DÜNYAPERESTLİKTEN ÇIKMASI

“Kardeşlerim! Gaflet ve dünyaperestlikten çıkan dehşetli bir enaniyet, bu zamanda hükmediyor. Onun için ehl-i hakikat, -hattâ meşru bir tarzda dahi olsa- enaniyetten, hodfüruşluktan vazgeçmeleri lâzım olduğundan, Risale-i Nur’un hakikî şakirdleri, buz parçası olan enaniyetlerini şahs-ı manevîde ve havz-ı müşterekte erittiklerinden, inşâallah bu fırtınada sarsılmayacaklar.” (13.Şua:318)

EN HAYIRLI GENÇ ODUR Kİ, GAFLETTE BOĞULMAYANDIR

“En hayırlı genç odur ki; ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesatına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki; gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister; çocukçasına hevesat-ı nefsaniyeye tâbi olur.” 23. Mektub:282

GAFLET VE İSYAN İLE, ENE KALINLAŞIR

“Ene, haddizâtında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mâyi haline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki, sahibini yutar. Halkı, esbabı da kendisine kıyas ederek Hâlık’ın evamirine mübarezeye başlar. Küçük âlemde yani insanda ene, büyük insanda yani kâinatta tabiata benziyor. İkisi de tagutlardandır.” ( Mesnevi:201)

Paylaşan Abdülkadir Haktanır

Bahara dikkat et, zeminin yüzünü temaşa et!

Orada: Her şeyden Cenab-ı Hakk’a karşı pencereler hükmünde çok vecihler var. Bütün mevcudatın hakaikı, bütün kâinatın hakikatı; esma-i İlahiyeye istinad eder. Herbir şeyin hakikatı, bir isme veyahut çok esmaya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san’atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ hakikî fenn-i hikmet, “Hakîm” ismine ve hakikatlı fenn-i tıp “Şâfi” ismine ve fenn-i hendese “Mukaddir” ismine ve hâkeza herbir fen, bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemalât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatları, esma-i İlahiyeye istinad eder. Hattâ muhakkikîn-i evliyanın bir kısmı demişler: “Hakikî hakaik-i eşya, esma-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikın gölgeleridir.” Hattâ birtek zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar esma-i İlahiyenin cilve-i nakşı görünebilir. Şu ince ve dakik ve pek büyük ve geniş hakikatı, bir temsil ile fehme takribe çalışacağız. İki üç ayrı ayrı elek ile elemek suretinde tahlil edeceğiz. Ne kadar uzun beyan etsek yine kısadır. Usanmamak gerek. Şöyle:

        Nasılki gayet mâhir bir tasvirci ve heykeltraş bir zât, gayet güzel bir çiçekle ve insan cins-i latifinden gayet güzel bir hasna’nın suret ve heykelini yapmak istese; evvelâ, o iki şeyin umumî şekillerini bazı hatlarla tayin eder. Şu tayini, bir tanzim iledir, bir takdir ile yapıyor. Hendeseye istinaden hudud tayin ediyor. Şu tanzim ve takdir, bir hikmet ve ilim ile yapıldığını gösteriyor ki, tanzim ve tahdid fiilleri, ilim ve hikmet pergeliyle dönüyor. Öyle ise, tanzim ve tahdid arkasında, ilim ve hikmet manaları hükmediyor. Öyle ise, ilim ve hikmet pergeli, kendini gösterecek. İşte kendini gösterdi ki, o hududlar içinde, göz, kulak, burun, yaprak ve incecik püskülcükler gibi şeylerin tasvirine başladı. Şimdi görüyoruz ki: İçindeki pergelin harekâtıyla tayin edilen a’zalar, san’atkârane ve inayetkârane düşüyor. Öyle ise o ilim ve hikmet pergelini çeviren, arkada sun’ ve inayet manaları var, hükmediyorlar ve kendilerini gösterecekler. İşte ondandır ki; bir hüsün ve zînete kabiliyet gösteriyor. Öyle ise; sun’ ve inayeti çalıştıran, irade-i tahsin ve kasd-ı tezyindir. Öyle ise onlar hükmediyorlar ki; tezyine, tenvire başladı. Bir tebessüm vaziyetini gösterdi ve hayatdarlık heyetini verdi. Elbette şu tahsin ve tenvir manasını çalıştıran, lütuf ve kerem manasıdır. Evet o iki mana, onda o derece hükmeder ki; âdeta o çiçek bir lütf-u mücessem, o heykel bir kerem-i mütecessiddir. Şimdi bu mana-yı kerem ve lütfu çalıştıran ve tahrik eden, “teveddüd ve taarrüf” manalarıdır. Yani: Kendini, hüneri ile tanıttırmak ve halka kendini sevdirmek manaları arkada hükmediyor. Bu tanıttırmak ve sevdirmek, elbette meyl-i merhamet ve irade-i nimetten geliyor. Madem rahmet ve irade-i nimet, arkada hükmediyor. Öyle ise o heykeli, nimetin enva’ıyla dolduracak, tezyin edecek, o çiçeğin suretini de bir hediyeye takacak. İşte o heykelin ellerini, kucağını ve ceplerini kıymetdar nimetler ile doldurdu ve o çiçek suretini de bir mücevherata taktı. Demek bu rahmet ve irade-i nimeti çalıştıran, terahhum ve tahannündür. Yani “acımak ve şefkat etmek” manası, rahmet ve nimeti tahrik ediyor. Ve o müstağni ve hiç kimseye ihtiyacı olmayan zâtta olan terahhum ve tahannün manasını tahrik eden ve izhara sevkeden, elbette o zâttaki manevî cemal ve kemaldir ki, tezahür etmek isterler. Ve o cemalin en şirin cüz’ü olan muhabbet ve en tatlı kısmı olan rahmet ise, san’at âyinesiyle görünmek ve müştakların gözleriyle kendilerini görmek isterler. Yani cemal ve kemal, (çünki bizzât sevilirler) her şeyden ziyade kendi kendini severler. Hem hüsündür, hem aşktırlar. Hüsün ve aşkın ittihadı bu noktadandır. Cemal madem kendini sever, kendini âyinelerde görmek ister. İşte heykele konulan ve surete takılan sevimli nimetler, güzel meyveler, o cemal-i manevînin -kendi kabiliyetlerine göre- birer lem’asını taşıyorlar. O lem’aları hem cemal sahibine, hem başkasına gösteriyorlar.  Aynen öyle de: Sâni’-i Hakîm, cenneti ve dünyayı, semavatı ve zemini, nebatat ve hayvanatı, cin ve insi, melek ve ruhaniyatı, küllî ve cüz’î bütün eşyayı; cilve-i esmasıyla eşkalini tahdid ediyor, tanzim ediyor, birer miktar-ı muayyene veriyor. Onun ile bunlara “Mukaddir, Munazzım, Musavvir” isimlerini okutturuyor. Öyle bir tarzda şekl-i umumîsinin hududunu tayin eder ki, “Alîm, Hakîm” ismini gösterir. Sonra ilim ve hikmet cedveliyle, o hudud içinde, o şeyin tasvirine başlar. Öyle bir tarzda ki, sun’ ve inayet manalarını ve “Sâni’ ve Kerim” isimlerini gösteriyor. Sonra san’atın yed-i beyzasıyla, inayetin fırçasıyla o suretin, -eğer birtek insan ve birtek çiçek ise- göz, kulak, yaprak, püskül gibi a’zalarına bir hüsün, bir zînet renkleri veriyor. Eğer zemin ise; maadin, nebatat ve hayvanatına bir hüsün ve zînet renkleri veriyor. Eğer Cennet ise; bağlarına, kasırlarına, hurilerine bir hüsün ve zînet renkleri veriyor ve hâkeza… Başkalarını kıyas et.

        Hem öyle bir tarzda tezyin ve tenvir eder ki: Lütuf ve Kerem manaları, onda o derece hükmediyor ki; âdeta o mevcud-u müzeyyen, o masnu-u münevver; bir lütf-u mücessem, bir kerem-i mütecessid hükmüne geçer. “Latif ve Kerim” ismini zikreder. Sonra o lütuf ve keremi şu cilveye sevkeden, elbette teveddüd ve taarrüftür, yani kendini zîhayata sevdirmek ve zîşuura bildirmek şe’nleridir ki, “Latif, Kerim” isimlerinin arkalarında “Vedud ve Maruf” isimlerini okutuyor ve masnuun lisan-ı halinden işitiliyor. Sonra o müzeyyen mevcudu, o güzel mahluku, leziz meyveler, sevimli neticelerle süslendirip, zînetten nimete, lütuftan rahmete çevirir. “Mün’im ve Rahîm” ismini okutturur ve zâhirî perdeler arkasında, o iki ismin cilvesini gösterir. Sonra bu Rahîm ve Kerim’i, (Müstağni-i Ale-l ıtlak olan Zât’ta) bu cilveye sevkeden, elbette bir terahhum, tahannün şe’nleridir ki; ism-i “Hannan ve Rahman”ı okutturuyor ve gösteriyor. Şu terahhum, tahannün manalarını cilveye sevkeden, elbette bir cemal ve kemal-i zâtîdir ki, tezahür etmek ister. “Cemil” ismini ve Cemil isminde münderiç olan “Vedud ve Rahîm” isimlerini okutturuyor. Çünki cemal, bizzât sevilir. Zîcemal ve cemal, kendi kendini sever. Hem hüsündür, hem muhabbettir. Kemal dahi, bizzât mahbubdur, sebebsiz olarak sevilir. Hem muhibdir, hem mahbubdur. Madem nihayetsiz derece-i kemalde bir cemal ve nihayetsiz derece-i cemalde bir kemal; nihayet derecede sevilir, muhabbete ve aşka lâyıktır. Elbette âyinelerde ve âyinelerin kabiliyetlerine göre lemaatını ve cilvelerini görmek ve göstermekle tezahür etmek ister. Demek Sâni’-i Zülcelal’in ve Hakîm-i Zülcemal’in ve Kadîr-i Zülkemal’in zâtındaki cemal-i zâtî ve kemalât-ı zâtiyesi, terahhum ve tahannün ister ve “Rahman ve Hannan” isimlerini tecelliye sevkeder. Terahhum ve tahannün ise, rahmet ve nimeti göstermekle “Rahîm ve Mün’im” isimlerini cilveye sevkeder. Rahmet ve nimet ise; teveddüd, taarrüf şe’nlerini iktiza edip “Vedud ve Maruf” isimlerini tecelliye sevkeder. Masnuun bir perdesinde onları gösterir, teveddüd ve taarrüf ise; lütuf ve kerem manalarını tahrik eder. “Latif ve Kerim” isimlerini masnuun bazı perdelerinde okutturuyor. Lütuf ve kerem şe’nleri ise, tezyin ve tenvir fiillerini tahrik eder. “Müzeyyin ve Münevvir” isimlerini masnuun hüsün ve nuraniyeti lisanıyla okutturur. Ve o tezyin ve tahsin şe’nleri ise, sun’ ve inayet manalarını iktiza eder. Ve “Sâni’ ve Muhsin” isimlerini, o masnuun güzel sîmasıyla okutturur. Ve o sun’ ve inayet ise, bir ilim ve hikmeti iktiza eder. Ve İsm-i “Alîm ve Hakîm”i, o masnuun intizamlı, hikmetli a’zasıyla okutturur. O ilim ve hikmet ise tanzim, tasvir, teşkil fiillerini iktiza ediyor. “Musavvir ve Mukaddir” isimlerini masnuun heyetiyle, şekliyle okutturur, gösterir. İşte Sâni’-i Zülcelal, bütün masnuatını öyle bir tarzda yapmış ki; ekserisi, hususan zîhayat kısmı, çok esma-i İlahiyeyi okutturur. Güya herbir masnuuna ayrı ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye sarmış. Her gömlekte, her perdede ayrı ayrı esmasını yazmış. Meselâ: Temsilde gösterildiği gibi, tek güzel bir çiçekle, insanın kısm-ı sânisinden bir ferd-i hasnanın yalnız zâhirî hilkatlerinde, çok sahifeler vardır. Başka büyük ve küllî masnuatı, o iki cüz’î misale kıyas et.

        Birinci sahife: Umumî şekil ve mikdarını gösteren heyettir ki: “Ya Musavvir, ya Mukaddir, ya Munazzım” isimlerini yâdeder. İkinci sahife: Suretlerinde ayrı ayrı a’zaların inkişafıyla hasıl olan çiçek ve insanın basit heyetidir ki; o sahifede “Alîm, Hakîm” isimleri gibi çok isimler yazılıyor.Üçüncü sahife: O iki mahlukun ayrı ayrı a’zalarına, ayrı ayrı hüsün ve zînet vermekle, o sahifede “Sâni’ ve Bâri'” isimleri gibi çok isimler yazılıyor. Dördüncü sahife: Öyle bir zînet ve hüsün, o iki masnua veriliyor ki; güya lütuf ve kerem tecessüm etmiş, onlar olmuş. O sahife “Ya Latif, Ya Kerim” gibi çok isimleri yâdeder, okur.Beşinci sahife: O çiçeğe leziz meyveler, o hasnaya sevimli evlâdlar, güzel ahlâklar takmakla; o sahife “Ya Vedud, ya Rahîm, ya Mün’im” gibi isimleri okutturuyor. Altıncı sahife: O in’am ve ihsan sahifesinde, “Ya Rahman, ya Hannan” gibi isimler okunuyor. Yedinci sahife: O nimetlerde, o neticelerde, öyle lemaat-ı hüsün ve cemal görünüyor ki, hakikî bir şevk ve şefkatle yoğrulmuş hâlis bir şükür ve safi bir muhabbete lâyık olur. O sahifede “Ya Cemil-i Zülkemal, ya Kâmil-i Zülcemal” isimleri yazılı okunuyor. İşte yalnız bir güzel çiçek ve hasna bir insan ve yalnız maddî ve zâhir suretinde bu kadar esmayı gösterirse; acaba umum çiçekler ve bütün zîhayat ve büyük ve küllî mevcudat, ne derece ulvî ve küllî esmayı okutuyor, kıyas edebilirsin.Hem insan ruh, kalb, akıl cihetiyle ve hayat ve letaif sahifeleriyle “Hayy, Kayyum ve Muhyî” gibi ne kadar esma-i kudsiye-i nuraniyeyi okur ve okutturur, kıyas edebilirsin. İşte, Cennet bir çiçektir. Huri taifesi dahi bir çiçektir. Rûy-i zemin dahi bir çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Sema da bir çiçektir; yıldızlar, o çiçeğin yaldızlı nakışlarıdır. Güneş de bir çiçektir; ziyasındaki yedi rengi, o çiçeğin nakışlı boyalarıdır. Âlem, güzel ve büyük bir insandır; nasılki insan, küçük bir âlemdir. Huriler nev’i ve ruhanîler cemaatı ve melek cinsi ve cin taifesi ve insan nev’i, birer güzel şahıs hükmünde tasvir ve tanzim ve icad edilmiştir. Hem herbiri külliyetiyle; hem herbir ferdi, tek başıyla Sâni’-i Zülcemalinin esmasını gösterdikleri gibi; onun cemaline, kemaline, rahmetine ve muhabbetine birer ayrı ayrı âyinelerdir. Ve nihayetsiz cemal ve kemaline ve rahmet ve muhabbetine birer şahid-i sadıktır. Ve o cemal ve kemalin ve rahmet ve muhabbetin birer âyâtıdır, birer emaratıdır. İşte şu nihayetsiz enva’-ı kemalât, daire-i vâhidiyette ve ehadiyette hasıldır. Demek o daire haricinde tevehhüm olunan kemalât, kemalât değildir. İşte hakaik-i eşyanın esma-i İlahiyeye dayandığını ve istinad ettiğini, belki hakikî hakaik, o esmanın cilveleri olduğunu ve herşeyin çok cihetlerle, çok dillerle Sâniini zikr ve tesbih ettiğini anla. “Vein min şeyin illa yu sebbihu bihadihi” nin bir manasını bil ve

“Subha menihtefa bi şiddetizzuhurihi”  de. Ve âyetlerin âhirlerinde olan: “Vehüve alimül kadir…Ve hüvel gafururrahim…Vehüvel azizül hakim”

ve tekrarlarındaki bir sırrı fehmet.Eğer bir çiçekte esmayı okuyamıyorsan ve vâzıh göremiyorsan; Cennet’e bak, bahara dikkat et, zeminin yüzünü temaşa et. Rahmetin şu büyük çiçekleri olan Cennet ve bahar ve zeminde yazılan esmayı vâzıhan okuyabilirsin, cilvelerini ve nakışlarını anlar, görürsün.” (Sözler:627)                                 

Paylaşan Abdülkadir Haktanır

Fen Hakîm Olduğu Bir Devirde  İspat Konuşur!

        Bu sebepten Allah bizlere Bediüzzaman Hazretlerıni göndermiş ki bu asrın imansızlarına da cevap verebilelim. Necmi Ağabeyin dediği gibi: İki kere iki dört eder ister topla ister çarp. Hiç kimse beş eder diyemez, dese rezil olur. Daha önce de bir yazımda demiştim gönül istiyor ki camilerin imamları da Risale-i Nurları, onlarda O mübarek eserlerden istifade etsinler. Ondan sonra değil yalınız camilerde toplanan imanlı insanlara bir şeyler anlatmak. Belki: İmandan mahrum kalan tahsillileri de ikna edebilme gücüne sahip olurlar.

     Geçenlerde bir İlahiyatçıya sordum, (Sen ateiste hangi Ayeti okursun?  O herif bana, defet onu, onunla konuşmak bile hatadır. Dedim peki o okul öğretmeni ise, onunla da mı konuşmayacaksın? Evet dedi. Pekȋ o ateist-imansız,  yavrularımız olan öğrencileri de imansız yapar. Evet kardeşler imansıza  Ayeti Kerime okunmaz. Varlığına inanmadığın birinin sözüne inanamazsın. Bu sebepten çoğunun kalbinde imanı olmadığı halde, ben müslüman değilmiyim bizi kandırmak için diyebiliyor?

        Ben açık saçık bir hanım kıza, Sana bir şey sorabilirmiyim  sor dedi? Dedim: Yanlış anlama kötü bir maksatla konuşmayacağım. Allah tarafından sana sert bir sesle, örtünecekmisin yoksa ellerindeki baş parmaklarını alırım, veya hot parmaklarının menteşelerini çıkarıp alırım dese, yok örtünmem mi diyecek. Pekȋ ya dese: Kulaklarını, ve yahot gözlerini, veya aklını alırım, ne dersiniz örtünmem mi diyecek?

        Kardeşlerim bu dünyada Allahın Esmaü-l Hüsnasından Rahman ismi tecelli ediyor. Yani bahsettiğim gibi olsa idi hiç kimse Allaha isyan etmeye cesaret edemezdi. Burada herkes istediği gibi yaşar; ister sevap yapar isterse günahlara boğulur. Her ne kadar burada Mü’min önünde mutluluk yeri olan sonsuz bir cennet ümidiyle yaşayabilir, fakat o bu işlerin hikmetini bilir. Allahtan dert sıkıntı hastalık yokluk ona isabet etse, sabretmeye çalışır. Bilirki bütün bunlar günahlarımı paklamak için  Allah tarafından bana veriliyor. Yok iyilik gelse; şükretmeye gayret eder. o bilir ki buraya mutlu olmak için gelmedik, imtihan olmaya gelmişiz. imtihana giren ögrenci ona hangi soru çıkacağı belli değildir. o her soru için cavabı öğrenmeye çalışacak. Ne mutlu ona ki imtihanını verme gayretinde olur. Eyvahlar o kimseye ki: Amellerinde kendini hayvana benzetip her şeye saldırır.

        Kardeşler bugün fen tasdik ediyor ki Allah 1.300.000 çeşit varlık yaratmış. Fakat insan kadar kıymetli bir varlık yaratmamış. Bu insan Meleklerden de üstün olabilir vahşi hayvandan da daha vahşi olabilir. Hiç kimse İnsan olmaya hak etti de insan oldu, öyle bir şey yok, İnsan olmak için de her hangi yere bir dilekçe hiçbirimiz vermedik. Onunla beraber Büyük Allahımız gözle görünmeyen bir hücreden O bizi insan yaratmış. şifremiz olan 46 krozom olan insan şifresi, yirmi üçü babanın her hücresinde var, karnından 225.000.000 hücreyi o “sperm” ile  baba annenin karnına atar, anne de de tek bir tane hücre var, o 23 kromozomlu hücresi bulunur. Annenin o tek hücresini babadan gelen o kadar çok hücre içinde kendine denk geleni bulmak için 7-8 saat anne karnında savaşırlar. bulduktan sonra iki hücreden bir hücre olur ve anne karnında hayata devam eder 1 m.m -2 ,santine çıkar ve ilerlemeye başlar ve başlar vitamine ihtiyacı olsun, annenin vitaminlerini emmekiçin  gübegiyle annesine bağlanır ve annesinin vitaminlerini emmeye başlar. ihtyacı olan vitamin annede yok ise o cenin: Annesine toprak bile yedirtir. bu sebepten bir hamile kadın bir yiyeceği gördümü ondan ona tattırmadan bırakmazlar.

        Evet insanın şifresi 46 kromozom, maymunun ise 48 kromozomdur. insana yutturmak istiyorlar; insan maymundan olmuştur,safsata ile.

        Ben balkanlarda hizmetteyken bir ateiste sordum sizin köyde doğanlar kız mı erkek mi doğar? Bana nasıl olur onlar beraber sayıda doğarlar.Peki bu dengeyi kim elinde tutar? Bana cevaben onu su yapar peki bu insanlar aynı suyu içmiyor mu?  UNUTMA SENİN TABİAT DEDİĞİN ŞEY YAPAN YARADAN DEĞİL ALLAH TARAFINDAN HER ŞEY YARADILMIŞTIR. Onu bul yoksa yarınki pişmanlığın sana fayda vermez!!! 

Kardeşlerle paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Diyanetten soru cevapla bize bildirenler

1- Küllî ve Cüz’î irade ne demektir, açıklar mısınız? 
İrade: istemek, dilemek, seçmek, iki veya daha çok alternatiflerden birine karar vermek demektir.

Allahu Teala’nın “irade” sıfatı vardır. Allahu Teala’nın iradesi demek, Allah’ın, mümkinattan her birini, sonsuz hallerden ve vakitlerden birine tayin ve tahsis buyurması demektir.

Burada geçen “mümkinat”tan maksat, olmasını veya olmamasını, varlığını veya yokluğunu aklın caiz gördüğü şeylerdir. İşte bu şeylerin varlığına veya yokluğuna, olmasına veya olmamasına karar vermek Allahu Teala’nın iradesini ilgilendiren bir husustur; buna karar vermek Allah’ın işidir. Bu kararın kaynağı da Allah’ın “irade” sıfatıdır. Bu iradeye “irade-i ilahiyye=ilahî irade” denir.

Bir de Allah’ın kullarına verdiği bir “irade” vardır ki, kul, kendisini ilgilendiren, kendi yaptığı işlerde bu iradesini kullanarak karar verir. İşte irade-i külliyye ve irade-i cüz’iyye terimleri, kula ait olan bu irade ile ilgilidir. Şöyle ki:

Kulda bi’l-kuvve mevcut olan irade gücüne “küllî irade” denir. Bu irade kullanılmaya hazır olan, ancak henüz kullanılmayan “potansiyel irade” demektir. Bu durumdaki iradenin herhangi bir olaya yönelme, herhangi bir şeyin olmasına veya olmamasına karar verme gibi bir işlevi yoktur; yani bu irade, insanın fiilen kullanmadığı bir iradedir. Dolayısıyla insan, kullanmadığı böyle bir iradeden sorumlu değildir.

 2- Ecel nedir? Ömür kısalır ya da uzar mı? 
Ecel, kelime olarak mutlak vakit, bir şeyin müddeti veya bir şeyin müddetinin sonu anlamındadır. Daha sonra bu kelime insan ömrünün sonu anlamında kullanılmış ve bu manada meşhur olmuştur. Ecel hayatın son bulması ve ölümün gerçekleştiği zamandır. Bu anlamı ile her canlı için tek bir ecel vardır. Bu ecel Allah’ın kaza ve takdiriyle olup, asla değişmez. Belirlenen ecel, vaktinden ne önce gelebilir ne de o vakitten sonraya kalabilir. Bu hususla ilgili Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır. “Her ümmetin takdir edilmiş bir eceli vardır.

Ecelleri geldiği zaman ne bir saat geri kalırlar, ne de ileri giderler.” (Yunus suresi, ayet: 49)

Ehli Sünnetin görüşüne göre öldürülen kişi kendi eceliyle ölmüştür. Katilin öldürmesi ile o kişinin eceli değişmiş ve ömrü kısalmış olmaz. Ecel, hayatın tereddütsüz ve kesin olarak son bulduğu zamandır. Katilin mes’ul olması, Allah’ın kesin olarak yasakladığı cana kıyma yasağını işlemiş olmasındandır.

3- Son nefeste yapılan tevbe makbul müdür? 
Bütün günahlardan tevbe etmek ve tevbeyi geciktirmemek gerekir. Fakat tevbe kapısı, can boğaza gelinceye kadar açıktır. Bu konuda Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: “Bir kul can çekişmeye başlamadıkça Allahu Teala onun tevbesini kabul eder” buyurmuşlardır. Bu hadis-i şerif, ruhu boğazına gelmeden, can çekişmeye başlamadan kulun tevbesinin kabul olunacağını bildirmektedır, Aksi takdirde can boğaza gelip, hayattan ümit kesilip ahiret ahvalinin görülmeğe başlandığı zaman, yapılan tevbe ise geçerli değildir. Bu hususta Allahu Teala Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Kötülükleri yapıp yapıp da nihayet ölüm gelip çatınca: “Ben şimdi tevbe ettim” diyenler ile kafir olarak ölünler için (kabul edilecek) tevbe yoktur. Onlar için acıklı bir azap hazırladık.” (Nisa, 18)

4- Tecdidi iman ve nikah ne zaman lazımdır? 
Dinden olduğu kesinlikle bilinen şeylerden birini inkar veya dini hükümleri alaya almak; dine, imana sövmek… gibi küfrü gerektiren söz ve davranışlarda bulunmadıkça “tecdid-i iman ve tecdid-i nikah” gerekmez.

Bir Müslüman, Allah korusun, küfrü gerektiren bir davranışta bulunursa, tevbe istiğfar ederek imanını ve evli ise nikahını yenilemesi gerekir.

5- Şefaat var mıdır? Nerede ve nasıl olacaktır? 
Şefaat, suçlu veya yardıma muhtaç veya iyiliğe layık olanlar hakkında af, iyilik ve lutuf ricasında bulunmak demektir.

Ahirette şefaatın varlığı, ayet ve tevatüre varan sahih hadis-i şeriflerle sabittir. (El-Bakara, 123; Taha, 109; Sebe, 23; Gafir, 18; Muhammed, 19; Müddessir, 48 ve daha bazı ayetler.)

Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’in kıyamet gününde, bütün mahşer halkının, mahşer yerinin şiddet ve dehşetinden kurtulması ve bir an evvel hesabın kolayca görülmesi için büyük ve umumî şefaatı vardır. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’in bu büyük şefaatından başka, azabı haketmiş bazı mü’minlerin cehennemden kurtulması, bazı mü’minlerin hesaba çekilmeden cennete girmesi, cennete giren mü’minlerin derecelerinin yükseltilmesi gibi şefaatleri de olacaktır. Bu şefaatlardan en fazla istifade edeceklerin de kamil ve muhlis mü’minler olduğunda şüphe yoktur.

Mahşerden sonra da her peygambere Cenab-ı Hak tarafından kendi ümmeti hakkında şefaat izni verileceği gibi şehitlerin ve salih kişilerin de şefaat etmelerine izin verilecektir. Fiilen cehenneme girmiş günahkarların cehennemden çıkarılması için Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’in şefaatı olacağı gibi bazı ehl-i cennetin de şefaatleri olacaktır.

6- İslam’ın bazı şartlarını yerine getirmeyene kafir denir mi? 
Ehl-i Sünnet inancına göre, amel imandan cüz değildir. Bu itibarla, dinden olduğu kesinlikle bilinen hükümlerin aslını inkar etmemek şartı ile, bir kimsenin dinî hükümlere riayet etmemesi, onu din sınırları dışına çıkarmasa da şüphesiz, dinin emir ve yasaklarına uymayan bu kişi günahkar olur. Günahı karşılığında tevbe etmez veya Allah Teala meccanen affetmezse cezasını çeker.

7- Kabir azabı var mıdır? Nasıl izah edile-bilir? Öldükten sonra ruhun durumu? 
Kabir azabı vardır ve haktır. Buna delalet eden ayetler olduğu gibi tevatür derecesine varan hadis-i şerifler de vardır. (İbrahim Süresi, 27; Taha Suresi, 24;Mü’min Suresi, 46)

. Kabir hayatı ve kabir azabı sözü ile, cesedin defnedildiği yer ve bu yerde gördüğü azab kasdedilmez. Bundan maksat, ölümden sonra mahşerde tekrar dirilişe kadar geçecek zaman içindeki mutlu bir hayat veya azaptır. Her ölü, ister bir kabre defnedilsin, ister denizlerin derinliklerinde kaybolup gitsin, isterse hayvanlar tarafından parçalanıp yenilsin, mutlaka ya nimetler içinde olacak veya azab görecektir. Kafirler ve asî olan bazı mü’minler azab görecekler; salih mü’minler ise Allah Teala’nın dilediği şekilde nimet içinde bulunacaklardır. Bu hususta Kur’an-ı Kerim’de “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler. Allah’ın lutuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar.” (Al-i imran, 169) ayeti ile Nuh kavmi hakkındaki: “Onlar, günahları yüzünden suda boğuldular, ardından da ateşe sokuldular…” (Nuh Suresi, 25) anlamındaki ayetler birer delil teşkil etmektedir. Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz de; “Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukurdur” diye buyurmuşlardır.

Kabir azabı hem ruha, hem de cesede her ikisine beraber yapılacaktır. Çünkü ölen insanın ruhunun, kabirdeki cesediyle ilişkili olacağı sahih hadîslerde belirtilmektedir. Nitekim insanın uyku halinde gördüğü güzel veya korkunç rüyalar bunu açıklamaktadır. İnsan korkulu rüya görünce elem; İyi rüya görünce de zevk duyuyor. Halbuki bu acı veya tatlı rüyayı görenlerin yanında bulunanlar, onların ne acılarına ve ne de zevklerine muttali olabiliyorlar. İşte bunun gibi ölüler de kabirlerinde ya büyük bir neşe ve zevk içindedirler, ya da çeşit çeşit azaplara maruz kalıyorlar. Fakat biz onların bu hallerine muttali olamıyoruz.

8- Sürekli olarak kocasının ağzına küfreden bir kadının dini nikahı ne olur? 
İnsan, “Eşref-i mahlukat”, yani yaratılmışların en şereflisi olarak yaratılmıştır. Dinimiz, insanların hem maddî, hem manevî yapısına tecavüz etmeyi günah saymıştır. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de insana verdiği nimetleri sayarken: “Biz ona iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi?” (El-Beled, 8, 9, 10) buyurarak, bu uzuvların önemini belirtmiştir. Bu itibarla insana ve onun uzuvlarına yakışıksız sözlerle hakaret etmek, büyük vebali muciptir. .

İslam alimleri Müslümanların ağzı şehadet kelimesinin mahalli olması itibariyle, Müslüman’ın ağzına söven kişinin imanla ilişkisinin kesileceğini, hemen tevbe edip imanını yenilemesini ve kelime-i şehadeti getirmesi gerektiğini söylemişlerdir. (Bkz. Damad C. l, s. 705) Şüphesiz bu durum, niyet ve maksada göre değişir. Niyet, kişinin dinine imanına sövmek olmadığı takdirde, küfür de söz konusu olmaz. Bu takdirde nikaha da bir zarar gelmez. Şüphesiz, maksat, dine ve imana sövmek olmasa da, bu tür çirkin sözler söylemenin vebali ağırdır.

9- Avrupa’da işçi olabilmek için, Müslüman olmadığını söyleyen bir Müslüman dinden çıkar mı? 
Bir zaruret olmadıkça küfrü yani dinden çıkmayı gerektiren ifadelerin telaffuzu halinde dinden çıkılmış olur. Bu şekilde dinden çıkan kişinin, dini hükümlere göre, eşiyle aralarındaki nikah bağı da kopar.

Ancak, zorlanarak küfrü gerektiren sözleri söylemek zorunda kalan kişiler, bu hükmün dışındadırlar. Nitekim Kur’an-ı Kerim Nahl süresi 106. ayetinde: “İmandan sonra Allah’a karşı küfre saparak, -kalbi imanla mutmain olduğu halde zorlananlar hariç-, küfre sinesini açan kimseler üstüne muhakkak ki, Allah’tan bir gazap iner ve kendilerine büyük bir azap vardır” buyurulmuştur.

Ayetin manasıyla uyum içinde olan bir hadisinde Peygamber (S.A.V.): “Ümmetimden hata ve unutmak veya zorlama sonucu vuku bulacak günahlar affolunmuştur” buyurmuştur.

Ayetten ve hadisten anlaşılan, küfrü gerektiren sözlerin isteyerek bilinçle söylenmesi halinde dinden çıkılacağı, ancak, kalbi imanla dolu olduğu halde zor ve baskı sonucu bu tür sözleri söyleyenin dinden çıkmayacağıdır.

Zorlama, fıkıh dilinde: Bir kimseyi tehdit ve korkutma ile rızası olmaksızın bir sözü söylemeye veya bir işi işlemeye mecbur bırakmaktır. Zorla-yanın, o işi yaptırmaya muktedir olması da şart koşulmuştur.

Avrupa’da işçi olabilmek maksadıyle, Müslüman olmadığını söylemekte zorlama ile ilgili hükümler mevcut olmadığından bu sözlerin söylenmesi caiz değildir. Zira bu kişi kendi irade ve seçeneğiyle bu sözleri söylediğinden imanı hafife atmış ve böylece dinden çıkmış olur.

10- Tevbesi olmayan günah var mıdır? 
İslam; itikad, ibadet ve muamelattan oluşur. itikat kısmının ihlali küfrü, diğerlerinin ihlali ise günahı gerektirir.

Kişi kafir olmadıkça günah işlemekle dinden çıkmaz. Küfür dışında günah işleyen kişi, ne kafir ne de münafık olur, imandan çıkmaz. Bu nedenle tevbesi olmayan günah yoktur. Cenab-ı Allah “Ey iman edenler, samimi bir tevbe ile Allah’a dönün” (Tahrim, 66/8) buyurarak günah işledikleri halde kişilere iman kelimesiyle hitap etmiştir. Ancak, haramları ve helalları yalanlayıp inkar etmemek gerekir.

Tevbe etmekle kul hakkının sorumluluğundan kurtulunmaz. Bunun için hak sahibinin hakkını ödemek ve helallaşmak gerekir.

Paylaşan Abdülkadir Haktanır