Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Zulümden kaçıp adaletli olun

Malik İbnu Diynardan nakil: 
Çevremdeki insanlar yaptigim zulumden dolayi benden uzaktilar.. Gunlerden bir gun Evlenmeyi arzuladim ve bir cocuk sahibi olmayi.. Evlendim ve bir cocugum oldu.. Adini Fatma koydum.. Onu cok sevdim.. Ve Fatma buyudukce kalbimdeki imanda onunla buyudu.. Kalbimdeki isyanda azaldi onunla.. Elimde icki kadehi vardi onu icme istegiyle doldurmustum Fatma onu devirdi.. daha yaşı iki bile değildi..
 
Sanki ona bunu yaptiran Allahtı! O buyudukce kalbimdeki imanda onunla buyudu..Allaha yaklastigim her bir adimda icinde oldugum maasilerden(isyanlardan)  uzaklastim biraz biraz.. Ta ki Fatma 3 yasina basana kadar.. 3 Yaşini bitirdiginde Fatma öldü!!
 
Ve Malik İbni Diynar devam ediyor anlatmaya:
 
Kizim Fatma ölünce durumum vaziyetim eskisinden dahada kotu oldu.. Ve bende cevremdeki muslumanlarda olan ve beni bu buyuk uzuntuye karsi dayanmami sagliyacak sabir yoktu.. Hersey cok kotuye gidiyordu..Seytan durmadan benimle oynuyordu..Ta ki o gun geldi ve Seytan bana dediki:
 
“Bugun oyle bi sarhos olacaksinki daha once hic boyle sarhos olmadin!!” Ve ben o gece icmeye ve sarhos olmaya azmetmistim..Gece boyu ictim..ictim.. ictimm!!
 
Oyle bir duruma gelmistimki ruyalar beni birbirine atiyordu..Taki o ruyayi gorene kadar: Ruyamda kiyamet gunundeydim! guneş kararmiş, denizler ateşe cevrilmis, Depremler oluyordu durmadan.. İnsanlarin hepsi kiyamet günündeydi..İnsanlar zümre zümre..grup gruptu..ve ben o insanlarin arasındaydım.. Sesler duyuyordum birisi sesleniyordu: Ey Filan oglu filan!! Cabbara hesap vermeye hadi! Diyordu ..
 
Ve o çağrilan insanin yuzunun rengi simsiyah olmuştu duydugu o korkudan.. Birçok insani çagrildi.. ta ki kendi ismimi duyana kadar.. Ses beni cagiriyordu..Haydi Cabbara Hesap vermeye!! Diyordu..
 
O an çevremdeki o insan kalabaliğından kimse kalmamisti.. Kiyamet günü..Mahşer yeri bomboştu.. Sonra bir anda karsimda bir fare gordum çok büyüktü(devdi),çok vahşi ve çok saldirgandı..çok güclüydü..Ağzi açik bana doğru koşuyordu.. Bende duyduğum korku ve dehşetten dolayi ondan kaçmaya başlamiştim.. Kaçarken bir anda karşımda oldukça yaşli ve zayif bir adam gördüm!ve ona seslendim: -AHH!!Beni bu dev fareden kurtar!!

Bana dediki: Oğlum Ben cok zayifim seni ondan kurtaracak gücüm yok. Ama şu yönde koş eminim kurtuluşa ereceksin.. Ben onun dediği yöne dogru koşmaya başladım..Dev fare hala arkamdaydi beni kovalıyordu..Ve karşima cehennemin ateşi çikti..Yüzümde hissediyordum o dehşetli sicakligi!!! Fareyle cehennem arasinda sıkışmıştım.. Ve kendi kendime dedimiki o an..Ben bu fareden ateşe düsmek için mi kaçıyorumm!!
 
Ve koşa koşa bana bu yolu tariff eden o zayif adama dogru koşmaya başladım..Farede peşimdeydi gittikçe yaklaşıyordu bana Cok korkuyordum!! Adamın yanina geri geldim ve ona dedimki: -Allah aşkina beni bu fareden kurtar yalvarırımm! Ve yaşli adam benim halime ağlıyordu.. Bana dediki: Beni görüyorsun ben çok zayifım güçsüzüm benim seni kurtaracak halim yok..Ama bu sefer şu yönde koş! Bu sefer inşallah kurtuluşa erecerksin….
 
Adamın dediği yönde koştum deli gibi..Fare hala kovaliyordu bir adim arkamdan koşuyordu..Beni ısıracakti az kalmişti…Ta ki karşimda o dağı görene kadar… O dağın üstünde birsürü bebek vardi.. Ve o dağın üzerinde bulunan çocuklarin hepsi ağlıyorlardı..Hepside ayni şeyi söyleyerek agliyor haykırıyorlardi.. Diyorlardiki:
-Ey Fatmaa!! Babana bakk! Babana Bakkk!!
 
Malik ibnu Diynar dediki:
O an o cocugun kizim Fatma oldugunu anlamştım.. Ve o an 3 yaşında olup te cennete gitmiş bir kizim olduguna çok sevinmiştim..Beni bu dehşetli korkudan(fareden) kurtarıp Cennete sokacaktı… Kizim beni sag eliyle tuttu ve kurtardı… Ve sol eliyle fareyi itti.. ben o an korkudan ölü gibiydim..
 
Sonra tıpki Dünyadayken oldugu gibi onu kucagima oturttum! Bana dediki: Ey Babacigim! Deyip şu ayeti okudu bana:  “Eliflammim ye’ni lillezine Âmenu en tehşea kulubehum li zikrillahi.” Ona dedimki:  Kizimm!Bu fare neydi bana anlat!! Dediki:O fare enin dunyada icinde oldugun isledigin kotu amellerindi..Onu sen besledin buyuttun ve onun seni yiyebilecek buyukluge  sen ulastirdin!!
 
Ey Babacigimm!Sen bilmiyormusunki Dunyada islenen ameller Ahirette kiyamet gununde mucessem olarak karsimiza cikar!! Ona dedimki:  Peki o zayif adam?  
 
Dediki:
O Yasli ve zayif adam senin guzel amellerindi..Sen onu boyle zayıf böyle gucsuz.. boyle caresiz biraktin.. onu kendi haline aglattin..!!!Seni kurtarmasina izin veremicek duruma sen koydun! Eger ben dogmasaydim ve kucuk yasta gunahsiz olarak olmeseydim seni bu dehsetten kurtaracak baska bisey yoktu!
 
O an uykudan aglaya aglaya uyandim! Agzimdan cikan su kelimelerle: Evet Allahim vakti geldi..Evett Allahimmmmmm vakti geldii!!
 
Hemen gusul abdesti alip giyinip camiye kosyim sabah namazina! Gunahlarimdan arinmak kendime cennet yolunu cizmek..tovbe etmek Allaha yalvarmak icinnn… Camiye girdigim an imamin okudugu o ayet!!! Ruyamda kizimin beni kurtardiginda okudugu ayetti!!

ألم يأن للذين آمنوا أن تخشع قلوبهم لذكر الله

Meali: “İman edenlerin kalplerinin Allahın Zikrine dönmesinin zamanı gelmedimi?”

Bunları yaşayan kişi…
Tabiinlerin İmamlarının Efendisi!!
MALiK BiN DiYNAR!!!
 
O insanlar arasinda geceler boyu aglamasiyla bilinirdi…
 
Ve derdi ki: 
Allahim! Kimin cennete girecegini, kimin cehenneme girecegini sadece sen bilirsin! Ben bunlardan hangisiyimm??? Allahimm!!Beni cennet ehlinden eyle! Cehennem ehlinden eyleme! Malik Bin Diynar buyuk bir tovbe etti.. Ve insanlar arasinda soyle meshur oldu: Caminin kapisina giderdi ve insanlara seslenirdi..derdiki:
 
Ey asi insanlar ey gunahkar insanlar…Allahiniza donun!!Gafil insanlar….Allahiniza donunn!!! Ey Allahtan kacan kullar..Allahiniza donunn! Rabbin sana gece gunduz sesleniyorr!Seni cagiriyorr!!!
 
 “BANA BIR KARIS YAKLASANA BEN BIR DIRSEK YAKLASIRIM..BANA BIR DIRSEK YAKLASANA BEN BIR KULAC YAKLASIRIM…BANA YURUYRNE BEN KOSARIMM!!..
 
La ilahe illa ente Subhaneke…Inni kuntu min el-Zalimin(tovbe duasi) 
 
Peygamber efendimiz bir Hadis-i Şerifinde soyle buyuruyor:
 
أن يهدي الله بيدك رجلا واحدا خير لك من الدنيا وما فيها!
Meali:
“Bir insanin hidayetine vesile olman senin icin dunyadan ve icindeki herseyden hayirlidir”
 
Nakleden: Abdülkadir Haktanır

Akıllı geçinen insan

Hangi cesaretle hiç hazırlıksız, seni yoktan var eden Allahın kanunlarına isyan ederek; dört nal ölüme koşup gidiyorsun. Bu dünyada bulduğun ve faydalandığın sonsuz nimetlere karşı hiç hesap vermeden mi buradan geçeceksin. O güzelim ni’metlerden senden hiç kimse hesap sormadan mı kurtulacağını mı düşünüyorsun, öyle mi zan ediyorsun. Seni yaradan O  Zat senin vücudun için, Kur’anı Kerimi 1400 yıldan beri bir kullanma kılavuzu olarak göndermiş. Türlü türlü temsillerle, burada ne yiyecen ne giyecen nerelerini örtecen ne içecen ne yapacan nereye bakacan ve nereye senin bakmak yasak olduğunu yazar.

Mehmet Akifin dediği gibi: “O Kur’an ne mezarlıkta okumak ne fal bakmak için gönderilmemiştir.” Ki 1400 seneden beri hiç kimse Onun hiç bir nüktesini silememiştir. Zan ediyor musun ki ölünce seni mezara atacaklar onunla işin bitmiş olacak. Seni diriltip istifade ettiğin o kadar nimetlerden Allah senden hesap sormayacak? Bir iğne ustasız yapılmaz, bir harfi yazmadan yazılmazken nasıl oluyor da, iki hücreyi birleştirip anne karnında bir hücre oluyor bu insan. Ondan sonra o hücre öyle çoğalıyor ki: İnsanın Vücudu 80 ile 100 trilyon arasında hücreden teşekkül ediyor. Saniyede 50 milyon hücren ölüyor onların yerlerine başkaları geliyor ve hayat devam ediyor.

Ölüp Ahirete gidenler 3 çeşit olacaklar:

1- Dünyada Allahın emirlerini yaşayan mümin için cennette ebedi olarak mutlu yaşamak var.

2- Dünya hayatında dinini yaşamaya kararı kesin olmayan Müslüman, yani günahkȃr bir Müslüman ahirette günahlarını temizleyinceye kadar cehennem ateşinde yanacaktır.

3- Dünya hayatında islam dinine inanmayan ebedi olarak cehennem ateşinde yanacaktır. Ki cehennemde yananların en ufak azabı ayağının altına bir kor ateşi konur o ateşin sıcağından beyni lok lok yaparak kaynar.

Evet Unutmayalım ki, bu dünyaya mutlu yaşamaya değil imtihanımızı vermeye gelmişiz. Bu zavallı insan burada da orada ruh vasitasıyla vücudu lezzet de alır, azapta çeker. Öldükten sonra mezar hayatından geçer ve mahşerde dünyadaki yaptığının işlerinin hesabını vermeye gider. ondan sonra cennete gitmek için sırat köprüsü üzerinden geçer. Ki o sırat köprüsü cehennem üzerinde kurulmuştur. 3000 k.m. dır 1000 k,m yokuş 1000 k.m düz ve 1000 km eniş yolculuğu vardır. Aklı başında olan insan, bunu ciddi düşünmek değil hayal etse bile. Allahın emirlerini yaşamak için başını eğer. Yetmiyor mu bu sana ki: Seni yoktan yaradan Allah bütün varlıklar üstüne çıkarıp eşrefi mahluk denilen en şerefli mahluk yaratmış. ve önünü hiçten yoktan basit sebeplerden, Türlü türlü nimetler önüne sermiş. Bunlar senden şükür istemez mi Seni sonsuz bir zamanda seni mutlu edecek cennet gibi bir zenginliği sana vaad etmiş. Onları kazanmak için sana gayret edip o güzel cenneti hak edip, bu iş sana düşmüyor mu?

Kardeşim yap ne yap o tatlı canını çıkmadan seni rahatlatmak için o mübarek yer olan cenneti sen kazanman için, senin ana vazifen değil mi, söyle bana?!!

Bu hakikati sizinle paylaşan: Abdülkadir Haktanır

İnsanda Bazı Lâtifeler Var Ki Gaflet Ve Dalâletten Gelen Küçük Bir Hâlete Dayanamıyor

Ey insan! Fâtır-ı Hakîm’in senin mahiyetine koyduğu en garib bir halet şudur ki: Bazan dünyaya yerleşemiyorsun. Zindanda boğazı sıkılmış adam gibi “of, of” deyip dünyadan daha geniş bir yer istediğin halde, bir zerrecik bir iş, bir hatıra, bir dakika içine girip yerleşiyorsun. Koca dünyaya yerleşemeyen kalb ve fikrin, o zerrecikte yerleşir. En şiddetli hissiyatınla o dakikacık, o hatıracıkta dolaşıyorsun. Hem senin mahiyetine öyle manevî cihazat ve latifeler vermiş ki; bazıları dünyayı yutsa tok olmaz. Bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş, bir batman taşı kaldırdığı halde; göz, bir saçı kaldıramadığı gibi; o latife, bir saç kadar bir sıkleti, yani gaflet ve dalaletten gelen küçük bir halete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür. Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letaiflerini onda batırma. Çünki çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında; gök, yıldızlarıyla beraber içine girip garkoluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hâfızanda, senin sahife-i a’malin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi; çok cüz’î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder.”

(17. Lem’a:136                                                                                                        

İNSAN GAFLET İLE ZERREYE MASDAR OLDUĞU ZANNIYLA BAKINCA SAN’AT-I İLÂHİYEYİ TAĞUTÎ BİR TABİATA KALBEDER

“Hiç bir şey, bir zerreye bile, mana-yı ismiyle masdar olamaz. Amma bir zerre, mana-yı harfiyle semanın yıldızlarına mazhar olur. Yalnız gaflet ile o zerrenin masdar olduğu zannıyla bakıldığından, san’at-ı İlahiyeyi tagutî bir tabiata malederler.” (Mesnevi:86)

MALİK-İ HAKİKİDEN GAFLET NEFSİN FİRAVUNLUĞUNA SEBEB OLUR

“Arkadaş! Mâlik-i Hakikî’den gaflet, nefsin firavunluğuna sebeb olur. Evet taht-ı tasarrufunda bulunan bütün eşyanın Mâlik-i Hakikîsini unutan, kendisini kendisine mâlik zannederek hâkimiyet tevehhümünde bulunur. Ve başkaları da, bilhassa esbabı kendisine kıyas ile, hâkim ve mâlik defterine kaydeder. Ve bu vesile ile, Allah’ın mülkünü, malını kendilerine taksim ederek ahkâm-ı İlahiyeye karşı muaraza ve mübarezeye başlar. Halbuki Cenab-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görüyor. Maalesef sû’-i ihtiyar ile hâkimiyet ve istiklaliyete âlet ederek tam bir firavun olur.

Arkadaş! Bu ince hakikat, tam vuzuh ve zuhuruyla şöyle bana göründü ki: Gaflet suyu ile tenebbüt eden benlik, Hâlık’ın sıfatlarını fehmetmek için bir vâhid-i kıyastır. Çünki insanlar görmedikleri şeyleri kıyas ve temsiller ile bilirler. Meselâ: Bir adam Cenab-ı Hakk’ın kudretini anlamak için bir taksimat yapar: “Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da Onun kudretindedir” diye vehmî bir çizgi çizmekle mes’eleyi anlar. Sonra mevhum hattı bozar, hepsini de ona teslim eder. Çünki nefis, nefsine mâlik olmadığı gibi cismine de mâlik değildir. Cismi, ancak acib bir makine-i İlahiyedir. Kaza ve kader kalemiyle kudret-i ezeliye (bir cilveciği) o makinede çalışıyor. Binaenaleyh insan o firavunluk davasından vazgeçmekle, mülkü mâlikine teslim etsin, emanete hıyanet etmesin! Eğer hıyanetle bir zerreyi nefsine isnad ederse, Allah’ın mülkünü esbab-ı camideye taksim etmiş olacaktır.” (Mesnevi:67)

Nİ’MET İÇİNDE İN’AMI GÖRMEYENLER MÜN’İM-İ HAKİKİDEN GAFLET EDERLER

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Kur’an-ı Kerim nimetleri, âyetleri, delilleri ta’dad ederken makbul

 âyet-i celileyi tekrar ile zikredilmekte olduğundan şöyle bir delalet vardır ki: Cin ve insin en çok isyanlarını, en şedid tuğyanlarını, en azîm küfranlarını tevlid eden şöyle bir vaziyetleridir ki; nimet içinde in’amı görmüyorlar. İn’amı görmediklerinden Mün’im-i Hakikî’den gaflet ederler. Mün’imden gafletleri saikasıyla o nimetleri esbaba veya tesadüfe isnad ederek, Allah’tan o nimetlerin geldiğini tekzib ediyorlar. Binaenaleyh herbir nimetin bidayetinde, mü’min olan kimse Besmeleyi okusun. Ve o nimetin Allah’tan olduğunu kasdetmekle, kendisi ancak Allah’ın ismiyle, Allah’ın hesabına aldığını bilerek, Allah’a minnet ve şükranla mukabelede bulunsun.”(Mesnevi:95)

BAŞINI GAFLET KUMUNA SOKMA

Her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir. Eğer iman-ı âhiret o hanenin saadetinde hükmetmezse, o aile efradı, herbiri şefkat ve muhabbet ve alâkadarlığı derecesinde elîm endişeler ve azablar çeker. O cenneti, cehenneme döner. Veyahut muvakkat eğlenceler ve sefahetlerle aklını tenvim edip uyutur. Devekuşu gibi avcıyı görür, kaçamıyor, uçamıyor. Başını kuma sokar, tâ görünmesin. Başını gaflete sokar, tâ ölüm ve zeval ve firak onu görmesin. ” (Şualar:226)

GAFLETLE İBADETİ TERKETMENİN NETİCESİ

Kur’anın, terk-i ibadet hakkında şiddetli tehdidatı ve dehşetli cezaları ise; nasılki bir padişah, raiyetinin hukukunu muhafaza etmek için; âdi bir adamın, raiyetinin hukukuna zarar veren bir hatasına göre, şiddetli cezaya çarpar. Öyle de; ibadeti ve namazı terk eden adam, Sultan-ı Ezel ve Ebed’in raiyeti hükmünde olan mevcudatın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve manevî bir zulüm eder. Çünki mevcudatın kemalleri, Sâni’a müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadet ile tezahür eder. İbadeti terkeden, mevcudatın ibadetini görmez ve göremez, belki de inkâr eder. O vakit ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve herbiri birer mektub-u Samedanî ve birer âyine-i esma-i Rabbaniye olan mevcudatı; âlî makamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, camid, perişan bir vaziyette telakki ettiğinden, mevcudatı tahkir eder; kemalâtını inkâr ve tecavüz eder. Evet herkes, kâinatı kendi âyinesiyle görür. Cenab-ı Hak insanı kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden hususî bir âlem vermiş. O âlemin rengini, o insanın itikad-ı kalbîsine göre gösteriyor. Meselâ; gayet me’yus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve me’yus suretinde görür; gayet sürurlu ve neş’eli, müjdeli ve kemal-i neş’esinden gülen bir adam, kâinatı neş’eli, güler gördüğü gibi; mütefekkirane ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcud ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terkeden adam; mevcudatı, hakikat-ı kemalâtına tamamıyla zıd ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve manen onların hukukuna tecavüz eder. Hem o târik-üs salât, kendi kendine mâlik olmadığı için, kendi mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder. Onun mâliki, o abdinin hakkını, onun nefs-i emmaresinden almak için, dehşetli tehdid eder. Hem netice-i hilkatı ve gaye-i fıtratı olan ibadeti terkettiğinden, hikmet-i İlahiye ve meşiet-i Rabbaniyeye karşı bir tecavüz hükmüne geçer. Onun için cezaya çarpılır” (Lem’alar:190

GAFLETİNİ HUZURA KALBETMEYİ İSTERSEN SÜNNET-İ SENİYYEYE İTTİBA ET

 Ey nefis! Az bir ömürde hadsiz bir amel-i uhrevî istersen ve herbir dakika-i ömrünü bir ömür kadar faideli görmek istersen ve âdetini ibadete ve gafletini huzura kalbetmeyi seversen, Sünnet-i Seniyeye ittiba et. Çünki bir muamele-i şer’iyeye tatbik-i amel ettiğin vakit, bir nevi huzur veriyor. Bir nevi ibadet oluyor. Uhrevî çok meyveler veriyor. Meselâ: Birşeyi satın aldın. Îcab ve kabul-i şer’iyeyi tatbik ettiğin dakikada, o âdi alış-verişin bir ibadet hükmünü alır. O tahattur-u hükm-ü şer’î bir tasavvur-u vahy verir. O dahi, Şârii düşünmekle bir teveccüh-ü İlahî verir. O dahi, bir huzur verir. Demek Sünnet-i Seniyeye tatbik-i amel etmekle bu fâni ömür, bâki meyveler verecek ve bir hayat-ı ebediyeye medar olacak olan faideler elde edilir. fermanını dinle.  Şeriat ve Sünnet-i Seniyenin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden esma-i hüsnanın herbir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi’ olmağa çalış…” (24.Söz:362)

ASR-I SAADETTEN SONRA LETÂİF UYKUYA VE HAVAS, HAKAİK NOKTASINDA GAFLETE DÜŞMESİ

Bir zaman kalbime geldi, niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika zâtlar sahabelere yetişemiyorlar? Sonra namaz için derken, şu kelimenin manası inkişaf etti. Tam manasıyla değil, fakat bir parça hakikatı göründü. Kalben dedim: Keşki birtek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibadetten daha iyi idi. Namazdan sonra anladım ki; o hatıra ve o hal, sahabelerin ibadetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşaddır. Evet Kur’an-ı Hakîm’in envarıyla hasıl olan o inkılab-ı azîm-i içtimaîde, ezdad birbirinden çıkıp ayrılırken; şerler bütün tevabiiyle, zulümatıyla ve teferruatıyla ve hayır ve kemalât bütün envarıyla ve netaiciyle karşı karşıya gelip, bir vaziyette ve müheyyic bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün manasının tabakatını turfanda ve taravetli ve taze ve genç bir surette ifade ettiği gibi; o inkılab-ı azîmin tarrakası altında olan insanların bütün hissiyatını, letaif-i maneviyesini uyandırmış; hattâ vehim ve hayal ve sır gibi duygular hüşyar ve müteyakkız bir surette o zikir, o tesbihlerdeki müteaddid manaları kendi zevklerine göre alır, emer. İşte şu hikmete binaen bütün hissiyatları uyanık ve letaifleri hüşyar olan sahabeler, envar-ı imaniye ve tesbihiyeyi câmi’ olan kelimat-ı mübarekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün manasıyla söyler ve bütün letaifiyle hisse alırlardı. Halbuki o infilâk ve inkılabdan sonra, gitgide letaif uykuya ve havas o hakaik noktasında gaflete düşüp, o kelimat-ı mübareke, meyveler gibi gitgide, ülfet perdesiyle letafetini ve taravetini kaybeder. Âdeta sathîlik havasıyla kuruyor gibi, az bir yaşlık kalıyor ki; kuvvetli, tefekkürî bir ameliyatla, ancak evvelki hali iade edilebilir. İşte bundandır ki, kırk dakikada bir sahabenin kazandığı fazilete ve makama, kırk günde, hattâ kırk senede başkası ancak yetişebilir” (27.Söz:490)

GAFLET VERECEK VE DÜNYAYA BOĞDURACAK VE HAKİKİ VAZİFE-İ İNSANİYETİ VE ÂHİRETİ UNUTTURACAK OLAN EN GENİŞ DAİRE İSE SİYASET DAİRESİDİR

Hem iman ve hakikat noktasında bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünki gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakikî vazife-i insaniyeti ve âhireti unutturacak olan en geniş daire ise, siyaset dairesidir. Hususan böyle umumî ve mücadele suretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir iman lâzım ki; her şeyde, her vaziyette, her bir harekette kader-i İlahî ve kudret-i Rabbaniyenin izini, eserini görsün, tâ o zulm-ü zulmette kalb boğulmasın, iman sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın. Hattâ ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı bulmak için kesret dairelerini unutmağa çalışıyorlar, tâ kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarfetmek lâzım gelen merakı, zevki, şevki lüzumsuz fâni şeylerde telef olmasın. ” (Emir-1:57)

Abdulkadir Haktanır

Gafleti İdâme Ettiren Sıhhat-i Bedenin Bozulması

Bir zaman ihtiyarlığa ayak bastığımdan, gafleti idame ettiren sıhhat-ı bedenim de bozulmuştu. İhtiyarlıkla hastalık, müttefikan bana hücum etti. Başıma vura vura uykumu kaçırdılar. Çoluk çocuk, mal gibi beni dünya ile bağlayacak alâkalar da yoktu. Gençlik sersemliğiyle zayi’ ettiğim sermaye-i ömrümün meyvelerini; bütün günahlar, hatiatlar gördüm. Niyazi-i Mısrî gibi feryad eyleyerek dedim:

         Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu heba,

         Yola geldim lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.

         Ağlayıp nalân edip düştüm yola tenha garib,

         Dîde giryan, sîne biryan, akıl hayran bîhaber.

O vakit gurbette idim. Me’yusane bir hüzün ve nedametkârane bir teessüf ve istimdadkârane bir hasret hissettim. Birden Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan imdada yetişti. Bana o kadar kuvvetli bir rica kapısını açtı ve öyle hakikî bir teselli ziyasını verdi ki, o vaziyetimin yüz derece fevkindeki ye’si dahi izale eder ve o karanlıkları dağıtabilirdi. Evet ey benim gibi dünya ile alâkaları kesilmeye başlayan ve dünya ile bağlanan ipleri kopmaya yüz tutan muhterem ihtiyar ve ihtiyareler! Bu dünyayı en mükemmel ve muntazam bir şehir, bir saray hükmünde halkeden bir Sâni’-i Zülcelal, mümkün müdür ki; o şehirde, o sarayda en ehemmiyetli misafirleriyle ve dostlarıyla konuşmasın, görüşmesin. Madem bilerek bu sarayı yapmış ve irade ve ihtiyar ile tanzim ve tezyin etmiş; elbette nasılki “yapan bilir” öyle de “bilen konuşur”. Madem bu sarayı, bu şehri bize güzel bir misafirhane ve ticaretgâh yapmış; elbette bize karşı münasebatını ve bizden arzularını gösterecek bir defteri, bir kitabı bulunacaktır. İşte o kudsî defterin en mükemmeli; kırk vecihle mu’cize ve her dakikada hiç olmazsa yüz milyonun dillerinde gezen, nur serpen ve herbir harfinde asgari olarak on sevab ve on hasene ve bazan onbin ve bazan Leyle-i Kadir sırrıyla bir harfine otuzbin hasene ve meyve-i Cennet ve nur-u berzah veren Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’dır. Bu makamda ona rekabet edecek kâinatta hiçbir kitab yoktur ve hiçbir kimse gösteremez. Madem bu elimizdeki Kur’an, Semavat ve Arz’ın Hâlık-ı Zülcelalinin rububiyet-i mutlakası noktasından ve azamet-i uluhiyeti cihetinden ve ihata-i rahmeti canibinden gelen kelâmıdır, fermanıdır; bir maden-i rahmetidir. Ona yapış. Her derde bir deva, her zulmete bir ziya, her ye’se bir rica, içinde vardır. İşte bu ebedî hazinenin anahtarı imandır ve teslimdir ve onu dinleyip kabul etmek ve okumaktır.” (26.Lem’a:225)

NEDİR BU GURUR NEDİR BU GAFLET ?

İ’lem Eyyühe’s-Said! Nedir bu gurur ve nedir bu gaflet? Nedir bu haşmet, nedir bu istiğna, nedir bu azamet? Elindeki ihtiyar bir kıl kadardır ve iktidarın bir zerre kadardır. Ve hayatın söndü, ancak bir şu’le kaldı. Ömrün geçti, şuurun söndü, bir lem’a kaldı. Şöhretin gitti, ancak bir an kaldı…Zamanın geçti kabirden başka mekânın var mı? Bîçare! Aczine ve fakrına bir had var mı? Emellerin nihayetsizdir, ecelin yakındır. Evet böyle acz ve fakrınla iktidar ve ihtiyardan hâlî bir insanın ne olacak hali? Hazain-i rahmet sahibi Hâlık-ı Rahman-ür Rahîm’e, böyle bir acz ile itimad etmek lâzımdır. Odur herkese nokta-i istinad. Odur her zaîfe cihet-i istimdad…” (Mesnevi:96)

GENÇLİĞİN GAFLET UYKUSUNDAN İHTİYARLIK SABAHINDA UYANDIM

Ey bu Notaları dinleyen dostlarım! Biliniz ki; ben hilaf-ı âdet olarak, gizlemesi lâzım gelen Rabbime karşı kalbimin tazarru’ ve niyaz ve münacatını bazan yazdığımın sebebi; ölüm, dilimi susturduğu zamanlarda, dilime bedel kitabımın söylemesinin kabulünü rahmet-i İlahiyeden rica etmektir. Evet kısa bir ömürde, hadsiz günahlarıma keffaret olacak, muvakkat lisanımın tövbe ve nedametleri kâfi gelmiyor. Sabit ve bir derece daim olan kitabın lisanı daha ziyade o işe yarar. İşte onüç sene evvel, dağdağalı bir fırtına-i ruhiye neticesinde, Eski Said’in gülmeleri, Yeni Said’in ağlamalarına inkılab edeceği hengâmda; gençliğin gaflet uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım bir anda, şu münacat ve niyaz Arabî yazılmıştır. Bir kısmının Türkçe meali şudur ki:

Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerimim! Benim sû-i ihtiyarımla ömrüm ve gençliğim zayi’ olup gitti. Ve o ömür ve gençliğin meyvelerinden elimde kalan, elem verici günahlar, zillet verici elemler, dalalet verici vesveseler kalmıştır. Ve bu ağır yük ve hastalıklı kalb ve hacaletli yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşahede göre göre gayet sür’atle, sağa ve sola inhiraf etmeyerek, ihtiyarsız bir tarzda, vefat eden ahbab ve akran ve akaribim gibi kabir kapısına yanaşıyorum. O kabir, bu dâr-ı fâniden firak-ı ebedî ile ebed-ül âbâd yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapıdır. Ve bu bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ı dünya da, kat’î bir yakîn ile anladım ki; hêliktir gider ve fânidir ölür. Ve bilmüşahede içindeki mevcudat dahi, birbiri arkasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur. Hususan benim gibi nefs-i emmareyi taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur. “Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerimim! ßõáøõ ÂÊò ŞóÑöíÈñ sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki: Yakın bir zamanda ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarımla veda eyledim. Kabrime teveccüh edip giderken, senin dergâh-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumun lisan-ı kaliyle bağırarak derim: El-Aman el-Aman! Yâ Hannan! Yâ Mennan! Beni günahlarımın hacaletinden kurtar! İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nida ediyorum: El-Aman el-Aman! Yâ Hannan! Yâ Mennan! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halas eyle! İşte kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyi’ciler beni bırakıp gittiler. Senin afv ü rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüşahede gördüm ki: Senden başka melce’ ve mence’ yok. Günahların çirkin yüzünden ve masiyetin vahşi şeklinden ve o mekânın darlığından bütün kuvvetimle nida edip diyorum: El-Aman, el-Aman! Yâ Rahman! Yâ Hannan! Yâ Mennan! Yâ Deyyan! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar, yerimi genişlettir. İlahî! Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten lil-Âlemîn olan Habib’in senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekva değil, belki nefsimi ve halimi sana şekva ediyorum. Ey Hâlık-ı Kerimim ve ey Rabb-ı Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlukun ve masnuun ve abdin hem âsî, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelil, hem müsi’, hem müsinn, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatiatlarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle mübtela olmuş. Sana tazarru’ ve niyaz eder. Eğer kemal-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen; zâten o senin şânındır. Çünki Erhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen, senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki, dergâhına gidilsin. Senden başka hak Mabud yoktur ki, ona iltica edilsin!..” (17.Lem’a:129)

SİYASET-İ RÛY-İ ZEMİN, GAFLET VE DALÂLETİN EN BOĞUCU VE

EN ALDATICI EN GENİŞ PERDESİDİR

Leyle-i Kadir’de kalbe gelen pek uzun ve geniş bir hakikata pek kısaca bir işaret edeceğiz. Şöyle ki: Nev’-i beşer bu son harb-i umumînin eşedd-i zulüm ve istibdadı ile ve merhametsiz tahribatı ile ve bir düşmanın yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle ve mağlubların dehşetli me’yusiyetleriyle ve galiblerin dehşetli telaş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azablarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olması umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın, mahiyet-i insaniyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ve ebedperest hissiyat-ı bâkiye ve fıtrî aşk-ı insaniyenin heyecan içinde uyanmasıyla, ve gaflet ve dalaletin, en sert, sağır olan tabiatın, Kur’anın elmas kılıncı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalaletin en boğucu, aldatıcı en geniş perdesi olan siyasetin rûy-i zeminde pek çirkin, pek gaddarane hakikî sureti görünmesiyle elbette hiçbir şübhe yok ki: Şimalde, garbda, Amerika’da emareleri göründüğüne binaen nev-i beşerin maşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviyesi böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtraten beşerin hakikî sevdiği ve aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak. Ve elbette hiç şübhe yok ki: Bin üçyüzaltmış senede, her asırda üçyüzelli milyon şakirdi bulunan ve her hükmüne ve davasına milyonlar ehl-i hakikat tasdik ile imza basan ve her dakikada milyonlar hâfızların kalbinde kudsiyet ile bulunup lisanlarıyla beşere ders veren ve hiç bir kitabda emsali bulunmayan bir tarzda, beşer için hayat-ı bâkiyeyi ve saadet-i ebediyeyi müjde verip bütün beşerin yaralarını tedavi eden Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla, belki sarihan ve işareten onbinler defa dava edip haber verip sarsılmaz kat’î delillerle, şübhe getirmez hadsiz hüccetlerle hayat-ı bâkiyeyi kat’iyetle müjde ve saadet-i ebediyeyi ders vermesi, elbette nev-i beşer, bütün bütün aklını kaybetmezse ve maddî ve manevî bir kıyamet başlarında kopmazsa; İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’anın kabulüne çalışan meşhur hatibleri ve din-i hakkı arayan Amerika’nın çok ehemmiyetli dinî cem’iyeti gibi rûy-i zeminin kıt’aları ve hükûmetleri Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünki bu hakikat noktasında kat’iyen Kur’anın misli yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mu’cize-i ekberin yerini tutamaz. Sâniyen: Madem Risale-i Nur o mu’cize-i kübranın elinde bir elmas kılınç hükmünde hizmetini göstermiş ve en muannid düşmanları teslime mecbur etmiş. Hem kalbi, hem ruhu, hattâ hissiyatı tam tenvir edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur’aniyenin dellâllığını yapan ve ondan başka me’haz ve mercii olmayan bir mu’cize-i maneviyesi bulunan Risale-i Nur o vazifeyi yapıyor ve aleyhinde dehşetli propagandalara ve gayet muannid zındıklara tam galebe çalmış ve dalaletin en kalın ve boğucu ve geniş daire-i âfâkında ve fennin en geniş perdelerinde Asâ-yı Musa’daki Meyve’nin Altıncı Mes’elesi ve Birinci ve İkinci, Üçüncü ve Sekizinci Hüccetleriyle gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp nur-u tevhidi göstermiş; elbette bizlere lâzım ve millete elzem, şimdi resmen izin verilen din tedrisatı için hususî dershaneler açılma ve izin verilmesine binaen, Nur şakirdleri mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i Nuriye açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes herbir mes’elesini tam anlamaz. Hem iman hakikatlarının izahı olduğu için; hem ilim, hem marifet, hem ibadettir. Eski medreselerde beş-on seneye mukabil, inşâallah Nur medreseleri beş-on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor. Ve hem hükûmet ve millet ve vatan, hem hayat-ı dünyeviyesine ve siyasiyesine ve uhreviyesine pek çok faidesi bulunan bu Kur’an lemaatlarına ve dellâlı bulunan Risale-i Nur’a değil ilişmek, tamamıyla terviç ve neşrine çalışmaları elzemdir ki; geçen dehşetli günahlara keffaret ve gelecek müdhiş belalara ve anarşistliğe bir sed olabilsin.” (13.Söz:154)

KUR’AN,GÖK GÜRLEMESİ GİBİ SAYHALARIYLA TABİATnFİKRİNİ VE GAFLETİ DAĞITIR

Manalı  beyanatıyla o dünyaya şeffafiyet verir ve bulanmasını izale eder. nur-efşan neyyiratıyla, camid dünyayı eritir. mevt-âlûd tabirleriyle dünyanın ebediyet-i mevhumesini Allah parça parça eder.

Gök gürlemesi gibi sayhalarıyla tabiat fikrini tevlid eden gafleti dağıtır. İşte Kur’anın baştan başa kâinata müteveccih olan âyâtı, şu esasa göre gider. Hakikat-ı dünyayı olduğu gibi açar, gösterir. Çirkin dünyayı, ne kadar çirkin olduğunu göstermekle beşerin yüzünü ondan çevirtir, Sânia bakan güzel dünyanın güzel yüzünü gösterir. Beşerin gözünü ona diktirir. Hakikî hikmeti ders verir. Kâinat kitabının manalarını talim eder. Hurufat ve nukuşlarına az bakar. Sarhoş felsefe gibi, çirkine âşık olup, manayı unutturup, hurufatın nukuşuyla insanların vaktini malayaniyatta sarfettirmiyor.” (25.Söz:438)                                                                                

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Isparta vilayetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan tam onlar gibi olmalısın

Bu gelen mektubta, mürşidlik makamına hâiz olan evliya ve müçtehidlere bedel, Hazret-i Üstad’la hizmet arkadaşlığını tercih etmenin takdir edilmesiyle Risale-i Nur nazara verilmektedir. Şöyle ki:

“Feyzi kardeşim! Sen, Isparta Vilayetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan tam onlar gibi olmalısın.

Hapishanede -Allah rahmet eylesin- mühim bir şeyh ve mürşid ve cazibedar bir Nakşî evliyasından bir zât, dört ay mütemadiyen Risale-i Nur’un elli-altmış şakirdleri içinde celbkârane sohbet ettiği halde, yalnız bir tek şakirdi muvakkaten kendine çekebildi. Mütebâkisi, o cazibedar şeyhe karşı müstağni kaldılar.

Risale-i Nur’un yüksek, kıymetdar hizmet-i imaniyesi onlara kâfi olarak kanaat veriyordu. O şakirdlerin gayet keskin kalb basireti şöyle bir hakikatı anlamış ki:

Risale-i Nur’la hizmet ise, imanı kurtarıyor; tarîkat ve şeyhlik ise, velayet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mü’mini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevablıdır. Çünki iman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mü’mine, küre-i arz kadar bir saltanat-ı bâkiyeyi temin eder. Velayet ise, mü’minin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın imanını kurtarmak, on adamı veli yapmaktan daha sevablı bir hizmettir.”(Kastamonu Lâhikası sh:83)

Demek Nur mesleğinde hakikî mürşid, hakaik-ı Kur’aniyenin tefsiri olan Risale-i Nur’dur. Gerçi bu hakaika mazhar olan zât da, bu mazhariyeti cihetiyle mürşiddir. Fakat mazhar olduğu hakaik-ı Kur’aniye kitaba intikal ettiğinden, bu eserleri irşad vazifesinde merci olur.

Evet bu asrın ehemmiyetli ve manevî ve ilmî bir mürşidi olan Risalet-in Nur’un heyet-i mecmuası…..”(Kastamonu Lâhikası sh:10)

 “Sual: Senin ziyaretine gelen herkese diyorsun ki: “Benim şahsımdan bir himmet beklemeyiniz ve şahsımı mübarek tanımayınız. Ben makam sahibi değilim. Âdi bir neferin müşir makamının evamirini tebliği gibi, ben de manevî bir müşiriyet makamının evamirini tebliğ ediyorum. Hem müflis bir adamın, gayet kıymetdar ve zengin elmas ve mücevherat dükkânının dellâlı olduğu gibi; ben dahi, mukaddes ve Kur’anî bir dükkânın dellâlıyım.” diyorsun. Halbuki “Aklımız ilme muhtaç olduğu gibi, kalbimiz dahi bir feyiz ister, ruhumuz bir nur ister ve hâkeza … Çok cihetle çok şeyler istiyoruz. Seni hacatımıza yarayacak adam zannedip, senin ziyaretine geliyoruz. Bize âlimden ziyade bir sahib-i velayet, sahib-i himmet ve sahib-i kemalât lâzım. Eğer hakikat-ı hal dediğin gibi ise, ziyaretinize yanlış geldik.” lisan-ı halleri diyor.

Elcevab: Beş noktayı dinleyiniz, sonra düşününüz. Ziyaretiniz beyhude mi, yoksa faideli midir? O vakit hükmediniz…..”(Mektubat sh:354)

deyip devam eden izahlarda Risale-i Nur’un bir mürşid makamında irşad vazifesini gördüğü beyan edilir. Ezcümle, birkaç kısa ifadeler şöyledir:

Hakaik-i imaniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan eden ve esrar-ı Kur’aniyeden tereşşuh eden Sözler, velayetten matlub olan neticeleri verebilirler.”(Mektubat sh:355)

       “Kur’andan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesail-i ilmiye değil; belki kalbî, ruhî, hâlî mesail-i imaniyedir ve pek yüksek ve kıymetdar maarif-i İlahiye hükmündedirler.”(Mektubat sh:356)

Sözler ve Kur’andan gelen Nurlar; aklıma ders verdiği gibi, kalbime de iman hali telkin ediyor, ruhuma iman zevki veriyor ve hâkeza…”(Mektubat sh:357)

“Biraderzadem merhum Abdurrahman, sekiz seneden beri benden ayrılıp dünyanın gaflet ve evhamlarına bulaştığı halde, şahsıma karşı haddimden çok fazla hüsn-ü zannı varmış. Bende olmayan ve elimden gelmeyen himmeti istiyor ve meded bekliyordu. Kur’an-ı Hakîm’in himmeti imdadına yetişti. Haşre dair olan Onuncu Söz’ü, vefatından üç ay evvel eline yetiştirdi. O Söz onu manevî kirlerinden ve evham ve gafletten temizlemekle beraber; âdeta mertebe-i velayete çıkmış gibi, vefatından evvel yazdığı mektubunda üç zahir keramet izhar etmiş.”(Mektubat sh:357)

“Hasan Efendi’nin eceli otuz-kırk gün kalmıştı. Gayet susamış bir adamın, âb-ı kevser gibi tatlı suya rastgelirken yapışması gibi; öyle de Otuzikinci Söz’e yapışmış, mütemadiyen mütalaa yapa yapa ve tefeyyüz ede ede, hususan Üçüncü Mevkıfındaki muhabbetullah bahsinde, tamamıyla derdine deva bulmuş ve bir kutb-u a’zamdan beklediği feyzi onda bulmuş. Sağlam olarak câmiye gitmiş, namaz kılmış, orada ruhunu Rahman’a teslim eylemiş (RahmetullahiAleyh).”(Mektubat sh:358)

“Kardeşim Abdülmecid, biraderzadem Abdurrahman’ın (Rahmetullahi Aleyh) vefatı üzerine ve daha sair elîm ahvalât içinde bir perişaniyet hissetmişti. Hem elimden gelmeyen manevî himmet ve meded bekliyordu. Ben onunla muhabere etmiyordum. Birdenbire mühim birkaç Söz’ü ona gönderdim. O da mütalaa ettikten sonra yazıyor ki: “Elhamdülillah kurtuldum! Çıldıracaktım. Bu Sözler’in herbiri birer mürşid hükmüne geçti. Çendan bir mürşidden ayrıldım, fakat çok mürşidleri birden buldum, kurtuldum.” diye yazıyordu. Ben baktım ki, hakikaten Abdülmecid güzel bir mesleğe girip o eski vaziyetlerinden kurtulmuş.”(Mektubat sh:358)

Elhâsıl: Bunlar gibi pek çok beyan ve ifadelerle Hazret-i Üstad, Risale-i Nur’u hakiki bir mürşid ve müceddid olduğunu beyan edip nazara vermiştir

  -Risale-i Nur mesleğinde mürşidlik tavrı ile ortaya çıkmayı yasaklayan düsturlardan birisi de fena fil  ihvan düsturudur. Risale-i Nur dairesinde ilim ve fazilette derecesi yüksek olan şahıslar vardır, fakat bu meziyetleri ile şahıs, bir temayüz ve teşahhusiyet istemez. Zira hakiki fazilet; tezavu, mahviyyet ve terk-i enaniyet gibi meziyetlerle kazanılır. Münazarat eserindeki şu gelen sual ve cevabında bu husu çok sarih ifade edilmiştir:

“Sual: Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.

Cevab: Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız….(Münazarat sh:18)

Demek hürmet verilir, istenilmez.. .

Hakikî faziletin ulvi derecesini tazammun  eden fena fi-l ihvan düsturu  gayet sarih olarak Risale-i Nur’da beyan edilmiştir. Bir çok nümunesi şöyledir:

“DÖRDÜNCÜ DÜSTURUNUZ: Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirane iftihar etmektir. Ehl-i tasavvufun mabeyninde “fena fi-ş şeyh, fena fi-r resul” ıstılahatı var. Ben sofi değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte “fena fi-l ihvan” suretinde güzel bir düsturdur.

Kardeşler arasında buna “tefani” denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani: Kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır. Zâten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlâd, şeyh ile mürid mabeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır.”(Lem’alar sh:162)

Hırs-ı şöhret, hubb-u câh, makam sahibi olmak, emsaline tefevvuk etmek gibi hisler ve insanlara iyi görünmek, tasannu’kârane haddinden fazla kendine ehemmiyet verdirmek ve tekellüfkârane lâyık olmadığı yüksek makamlarda görünmek tarzını takınmak ile riya eder. Risale-i Nur şakirdleri ene’yi nahnü’ye tebdil ettikleri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı manevîsinin hesabına çalışması, ben yerine biz demeleri ve ehl-i tarîkatın “fena fi-ş şeyh” ve “fena fi-r resul” ve nefs-i emmareyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu zamanda birisi de “fena fi-l ihvan” yani şahsiyetini kardeşlerinin şahs-ı manevîsi içinde eritip öyle davrandığı için, inşâallah ehl-i hakikatın riyadan kurtulmaları gibi, bu sır ile onlar da kurtulurlar. ”(Kastamonu Lâhikası sh:184)

“Eğer hakikî bir uhuvvetle, birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir tesanüdle, birbirinin aynı olmak derecede bir tefani sırrıyla hareket etseler; o dört adam, dörtyüz adam kuvvetinin kıymetindedirler. Ben nasıl  meziyetinizle iftihar ediyorum, o meziyetlerden ben mahrum kaldıkça, sizde bulunduğundan memnun oluyorum, kendimindir telakki ediyorum. Siz de üstadınızın nazarıyla birbirinize bakmalısınız. Âdeta her biriniz ötekinin faziletlerine naşir olunuz.”(Barla Lâhikası sh:124)

Deniliyor ki: Neden Nur şakirdlerinin kuvvetli hüsn-ü zanları ve kat’î kanaatları, senin şahsın hakkında Nurlara daha ziyade şevklerine medar olan bir makamı ve kemalâtı şahsına kabul etmiyorsun? Yalnız Risale-i Nur’a verip, kendini çok kusurlu bir hâdim gösteriyorsun?

Bu suale verdiği uzun cevabın bir kısmında şöyle der: Bir şey daha kaldı ki; dünya cihetinde hakaik-i imaniyenin neşrindeki vazifedar, makam sahibi olsa, daha iyi tesir eder denilebilir. Bunda da iki mani’ var:

Birisi: Faraza velayet olsa da; bilerek, isteyerek makam yapmak tarzında, velayetin mahiyetindeki ihlas ve mahviyete münafîdir. Nübüvvetin vereseleri olan Sahabeler gibi izhar ve dava edemezler, onlara kıyas edilmez.

İkinci mani: Pek çok cihetlerle çürütülebilir ve fâni ve cüz’î ve muvakkat ve kusurlu bir şahıs sahib olsa, Nurlara ve hakaik-i imaniyenin fütuhatına zarar gelir.”(Emirdağ Lâhikası-1 sh:227)

Netice: 

Mezkûr beyan ve ifadelerde ve Risale-i Nur’un daha pek çok ders ve ikazlarında açıkca görülüyor ki:

Bu asrın hakikî son mürşidi  Risale-i Nur’dur. Şahıslar,  Risale-i Nur’dan ders yapmak, ona bağlanmaya ve okumaya teşvik etmek, muhtaçlara tebliğ ve neşretmek gibi vazifelerle Nur’a, yani  Hakaik-ı Kur’aniyeye hizmetkârlık yaparlar.

Kur’anda (6:157) (7:203) (10:57) (12:111) (16:64, 89) (17:2) (32:23) (39:23) (40:53) (45:20)  ve emsali âyetlerin beyanı ile hakikî ve yegâne hidayet ve irşad mercii ve menbaıKur’andır. Yani hâdî-i hakikî yalnız Allahtır C.C.

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır