Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Cemalini hem kendi hem başkalarının gözüyle görmek ister

CEMAL VE KEMALİNİ , HEM KENDİ HEM, GAYRIN NAZARIYLA MÜŞAHADE İSTER …

         “Ey kardeş! Eğer hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammasını ve hakikat-ı salâtın rumuzunu bir parça fehmetmek istersen, nefsimle beraber şu temsilî hikâyeciğe bak:  Bir zaman bir sultan varmış; servetçe onun pek çok hazineleri vardı. Hem o hazinelerde her çeşit cevahir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş. Hem gizli pek acaib defineleri varmış. Hem kemalâtça sanayi-i garibede pek çok mehareti varmış. Hem hesabsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası varmış. Hem, nihayetsiz ulûm-u bediaya ilim ve ıttılaı varmış. Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca; o sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin; tâ nâsın enzarında saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san’atının hârikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin. Tâ cemal ve kemal-i manevîsini iki vecihle müşahede etsin:

        Bir vechi: Bizzât nazar-ı dekaik-aşinasıyla görsün. Diğeri: Gayrın nazarıyla baksın.  Bu hikmete binaen, cesîm ve geniş ve muhteşem bir kasrı yapmağa başladı. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim ederek hazinelerinin türlü türlü murassaatıyla süslendirip kendi dest-i san’atının en  latif, en güzel eserleriyle zînetlendirip, fünun-u hikmetinin en incelikleriyle tanzim edip düzelterek ve ulûmunun âsâr-ı mu’cizekâraneleriyle donatarak tekmil ettikten sonra, herbir taam ve nimetlerinin bütün çeşitlerinden en lezizlerini câmi’ sofralar, o sarayda kurdu. Herbir taifeye lâyık bir sofra tayin etti. Öyle sehavetkârane, san’atperverane bir ziyafet-i âmme ihzar etti ki, güya herbir sofra, yüz sanayi-i latifenin eserleriyle vücud bulmuş gibi kıymetli hadsiz nimetleri serdi. Sonra aktar-ı memleketindeki ahali ve raiyetini, seyre ve tenezzühe ve ziyafete davet etti. Sonra bir yaver-i ekremine sarayın hikmetlerini ve müştemilâtının manalarını bildirerek onu üstad ve tarif edici tayin etti. Tâ ki, sarayın Sâniini, sarayın müştemilâtıyla ahaliye tarif etsin ve sarayın nakışlarının rumuzlarını bildirip, içindeki san’atlarının işaretlerini öğretip, derûnundaki manzum murassalar ve mevzun nukuş nedir? Ve ne vecihle saray sahibinin kemalâtına ve hünerlerine delalet ettiklerini, o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip, o görünmeyen sultana karşı marziyatı dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin. İşte o muarrif üstadın herbir dairede birer avenesi bulunuyor. Kendisi en büyük dairede şakirdleri içinde durmuş, bütün seyircilere şöyle bir tebligatta bulunuyor. Diyor ki:

        “Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla, kendini size tanıttırmak istiyor. Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımağa çalışınız. Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. Siz dahi onun san’atını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz. Hem bu gördüğünüz ihsanat ile, size muhabbetini gösteriyor. Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz. Hem şu görünen in’am ve ikramlar ile, size şefkatini ve merhametini gösteriyor. Siz dahi şükür ile ona hürmet ediniz. Hem şu kemalâtının âsârıyla, manevî cemalini size göstermek istiyor. Siz dahi onu görmeğe ve teveccühünü kazanmağa iştiyakınızı gösteriniz. Hem bütün şu gördüğünüz masnuat ve müzeyyenat üstünde birer mahsus sikke, birer hususî hâtem, birer taklid edilmez turra koymakla, herşey kendisine has olduğunu ve kendi eser-i desti olduğunu ve kendisi tek ve yekta, istiklal ve infirad sahibi olduğunu size göstermek istiyor. Siz dahi onu tek ve yekta ve misilsiz, nazîrsiz bîhemta tanıyınız ve kabul ediniz.” (Sözler:120)

                KUR’AN, ÂDET PERDESİNİ YIRTIP, NAZAR-I İBRETLERİ CELBEDER …

 “Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın bütün kâinattaki âdiyat namıyla yâdolunan, hârikulâde ve birer mu’cize-i kudret olan mevcudat üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıp, o hakaik-i acibeyi zîşuura açıp, nazar-ı ibretlerini celbedip, ukûle tükenmez bir hazine-i ulûm açar. Felsefe hikmeti ise, bütün hârikulâde olan mu’cizat-ı kudreti, âdet perdesi içinde saklayıp, cahilane ve lâkaydane üstünde geçer. Yalnız hârikulâdelikten düşen ve intizam-ı hilkatten huruc eden ve kemal-i fıtrattan sukut eden nadir ferdleri nazar-ı dikkate arzeder, onları birer ibretli hikmet diye zîşuura takdim eder. Meselâ: En câmi’ bir mu’cize-i kudret olan insanın hilkatini âdi deyip lâyakdlıkla bakar. Fakat insanın kemal-i hilkatinden huruc etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder. Meselâ: En latif ve umumî bir mu’cize-i rahmet olan bütün yavruların hazine-i gaybdan muntazam iaşelerini âdi görüp, küfran perdesini üstüne çeker. Fakat intizamdan şüzuz etmiş, kabilesinden cüda olmuş, yalnız olarak gurbete  düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla iaşesini görür, ondan tecelli eden lütuf ve keremle hazır balıkçıları ağlatmak ister (Haşiye). İşte Kur’an-ı Kerim’in ilim ve hikmet ve marifet-i İlahiye cihetiyle servet ve gınası; ve felsefenin ilim ve ibret ve marifet-i Sâni’ cihetindeki fakr ve iflasını gör, ibret al!” (Sözler:137)        Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Çok faydalı vecizeler

İhtar  Bu risale benim nazarımda çok mühimdir. Çünki, içinde çok mühim ve ince olan esrar-ı imaniye inkişaf ediyor. Bu risaleyi anlayarak okuyan adam imanını kurtarır inşâallah….. evvelce dikkatle okuduktan sonra tamamını teenni ile mütalaa eyle!..        Şualar ( 5 – 6 )

 

avam-ı mü’minînin imanını şübhelerden ve İslâmiyetini hakikatsızlık vesveselerinden muhafaza ediyor…..

o şübhe ve vesvese zâil olup imanı kurtulur ve kuvvet bulur.                                                                                        Emirdağ Lahikası-1 ( 91 – 92 )

 

Risale-i Nur da ekseriyet itibariyle kendi kendine ders verip muallimlere ihtiyaç bırakmadığı         Emirdağ Lahikası-2   226

 

müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem’edilse ve hâkeza.. mükemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir. Barla 371, Kastamonu   56

müteferrik hadisleri ve parça parça aynaları tahrir ve tasvir edip birleştirirse; öyle bir ayna onlardan çıkabilir ki, aynelyakinin nuru o aynada zahir ve nümayan olacaktır. Hem onlardan öyle bir hads tehassul edebilir ki, hakkalyakinin nuru, ondan çiçekler açacaktır inşallah .                 Mesnevi-i Nuriye (Badıllı) 256

 

bir kısmı gayet mücmel olmakla beraber izah edilmiyor, tâ letafet-i asliyesini kaybetmesin.                                                    Lem’alar113

 

, kendi fikrimle tanzim veya ıslah etmeği muvafık görmediğim için bir parça fehmi işkal edecek bir vaziyet aldı.                             ŞUALAR  99

 

tanzimsiz, müşevveş bir surette idiler. Onlar ne hal ile yazılmış ise, öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye me’zun değiliz!                                    Mektubat  488

 

bahtiyar odur ki; kevser-i Kur’anîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir.}, onların nefislerini kendi nefsine tercih etmek” olduğundan, mabeynimizde bu nevi hubb-u câhtan gelen rekabet tesir etmemek gerektir.                                                                                         …mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir. Gıbtakârane müzahameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur; hizmetini tekmil eder.                                                                                    Lem’alar  165 -166

 

şahsî dükkânımı kat’iyyen kapamışım. Bana o mukaddes dükkânın hizmetkârlığı yeter. Müflis bir hizmetkâr olsam, daha hoşuma gidiyor.                                               Barla 269

 

Onun fevkinde beyan olamaz, ondan daha ileri beyana lüzum yok ve izah edilmez                                                                                                               Mektubat  231

Mübalağa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meyl-üt tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meyl-ül mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meyl-ül mübalağa ile, hayali hakikata karıştırmaktır. Bu seciye-i seyyie ile iyilik etmek, fenalık etmek demektir. Bilmediği halde tezyidinden noksan, ıslahından fesad, medhinden zemm, tahsininden  kubh  tevellüd  eder                                                          MUHAKEMAT  31

 

Şeriatın herbir hükmünde Şâri’in bir sikke-i itibarı vardır. O sikkeyi okumak lâzımdır. Sikkenin kıymetinden başka o hüküm herşeyden müstağnidir. Hem de lafz-perdazane ve mübalağa-cûyane ve ifratperveranelerin tezyin ve tasarruflarından bin derece müstağnidir. Dikkat olunsun ki, böyle mücazifler nasihat ettikleri vakitte nazar-ı hakikatte ne derece çirkin oluyorlar.       MUHAKEMAT  33

 

Evet lafızperestlik bir hastalıktır, fakat bilinmez ki hastalıktır…

         Tenbih: Lafızperestlik nasıl bir hastalıktır.. öyle de; suretperestlik ve üslûbperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve manayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır.                                 MUHAKEMAT  88

 

üstadımız Bedîüzzaman, bir Nur talebesine Risale-i Nur’dan bazan okuyuvermek lütfunu bahşederken izah etmiyor, diyor ki: “Risale-i Nur, imanî mes’eleleri lüzumu derecesinde izah etmiş. Risale-i Nur’un hocası, Risale-i Nur’dur….

Risale-i Nur’un beyan ettiği, asrımızın fehmine uygun ve ihtiyacına tam cevab veren hakikatların anlaşılmasında ve tesiratında ve Risale-i Nur’un mahiyetinin derkine bir perde olabilir. Bunun için, bazı lügatların manalarını söyleyerek aynen okumak daha müessir ve daha efdaldir.

         İstanbul Üniversitesindeki kardeşlerimiz de böyle okuyorlar. Biz de hülâsaten deriz ki: Risale-i Nur, gayet fasih ve vecizdir. Sözün kıymeti; îcazındadır, kısalığındadır. Bir mes’ele-i imaniye ve Kur’aniye umuma ders verilirken, mücmel olarak tedrisinde, daha fazla istifaza ve istifade vardır.                          Sözler  772

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Bize televizyonun verebileceği zararlar

Kur’anın uslub ve ifadelerinde çok kere muayyen meseleleri muayyen isimleriyle değil, umumi ve külli  manada ve vasıflariyle ve hususiyetleriyle  bildirir.

Mesela günümüzün televizyonları, açık saçık kız ve kadınları ve sefahet alemlerini ve dine ve dindarlık hislerine zarar veren manzaraları göstermektedir. Halbuki bu vazıyet, Şeriatta kat’iyyetle haramdır ve şeriatın temel kitaplarında yazılıdır. Hem Şeriat zarar ve fayda, hayır ve şer hususlarında  ekseriyet itibariyle hükmeder.

İşte Bediüzzaman Hazretleri Televizyon gibi cihazların umuma şamil ifadelerle  haramiyetine şöyle dikkat çekip ikaz eder:

Dördüncü esas: Sanem-perestliği şiddetle Kur’an men ettiği gibi, sanem-perestliğin (putperestliğin) bir nevi olan suret-perestliği de men eder. Medeniyet ise,  suretperestliği kendi mehasininden (güzelliğinden) sayıp Kur’ana muaraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli gölgesiz suretler, ya bir zulmu mütehaccir (taşlanmiştir)  ki beşeri zulme ve riyaya ve hevaya, hevesi kamçılayıp teşvik eder.

Hem Kur’an merhameten kadınların hürmetini muhafaza için, kadın haya perdesini takmasını emreder, ehemmiyetsiz bir meta (mal) hükmüne geçmesinler.

Medeniyet ise, kadınları yuvalarından kaçırıp perdelerini yırtıp, beşeri (insanı) de baştan çıkarmıştır. Halbuki ȃile hayatı, kadın- erkek mütekabil (karşilıklı) hürmetle devam eder. Halbuki açık-saçıklık, samimi hürmeti ve muhabbeti izale edip ȃilevi hayatı zehirlemiştir. Hususan Suretperestlik,(resimlerle) ahlȃkı fena halde sartığı ve sukutu ruha (ruhun ölmesine) sebebiyet verdiği şununla anlaşılır. Nasılki merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlȃkı tahrip eder (bozar). Öylede ölmüş kadınların suretlerine veya sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan suretlerine (yani, hanımların resimlerine) hevesperverane  bakmak, derinden derine hissiyatı ulviyeyi insanıyeyi,( insanın manevi duygularını ) sarsar, tahrib eder (bozar) (S:410)

İşte zamanımızı külli ifsadatın (umumi bozmakların tesirli) bir vesilesi  televizyon ve emsali aletlerdir ki Bediüzzaman asrın imamı olarak meseleye şiddetle dikkati çeker.

Şu medeni beşerin hırçinlaşmiş ruhunda, şu suretler (resimler) denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin (gülümseyen cenazelerin) rolleri pek azimdir (büyüktür); Hem tesiri Müthiştir.(**)

Memnu (yasak) heykel suretler: Ya zulmu mütehaccir. (taşlanmış zulum), Ya mütecessid riya (vucut bulmuş gösteriş) ya müncemid hevestir (dondurulmuş hislerdir) Ya tılsımdır: Celbeder o habis ervahı. (pis ruhları.)

(**): Nasıl meyyite (ölü) bir karıya nefsanȋ nazarla bakmak nefsin dehşetli alçaklığını gösterir. Öyle de rahmete muhtaç bir biçare meyyitenin güzel tasvirine (güzel görünmesine) müştehiyane ( nefis iştahiyle) bir nazarla bakmak, ruhun hissiyat-ı ulviyesini (ulvi hisleri) söndürür. (S: 727)

Yine Bediüzzaman  Hz. edebiyatın yani tesirli söz söyleme ve yazma üç sahası bulunduğunu ve menfi ve müspet müspet olarak iki kısma ayrıldığını ve bunların da neşriyat vasitasıyle geniş sahaya yayıldığını ve ulvi hislere tesir etmekten daha çok nefsini nefsani hisleri tahrik ettiğini ve dolayisiyle o neşriyat aletlerinin  haramiyetini yari manzum olarak diyor ki:

Kȃmilȋn insanların zevki maalȋsini hoşnut eden bir halet, çocukça bir hevese sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez, onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevki süfli, sefih, hem şehevi içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhȋyi bilmez. (Bu beyan zamanımıza çokça bakar. Çünki,  Avropayı taklid ederek getirilen ve muzik adı verilen gürültüler insanların kalplerini kendine çekerek maneviyattan uzaklaştırmıştır. Kur’an (17: 64) Ȃyetinde mealen ve asrımıza bakan vechile , anlatmak istediği zahir ve işari mana ki; insi münafikların şerrine karşı Müminleri ikaz etme sadedinde Allah, İnsi ve cinni şeytanlardan mürekkeb şer ceryanın mümessiline ve mümessillerine hitaben: İnsanlardan gücünün yettiği (yani avam ve gafil) kimseleri  sesinle yani şehevi çalgılarla ve sihirbaz aldatıcı ve yalan telkin ve propagandacilarla) oynat, kaydır, şaşırt (yolundan saptır) der…

Avrupadan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvari nazarla, Kur’anda olan latif ulviyeti göremez hem tadamaz.

Kendindeki mihengi ona ayar edemez. (Hakikaten bu ifsat edilen insanların sahib oldukları hissiyat, maneviyata karşi yabanidir. ..  Edebiyatta üç meydanı cevelan vardır; o onlar içinde gezer haricine çıkamaz.

Ya aşkla hüsündür, ya hamaset ve şehamet, tasviri hakikat. İşte yabani edepse hamaset noktasında hakperestlikten uzak kalır.

Belki zalım nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla  kuvvetperestlik hissini  telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşki hakikiyi bilmez.

Şehvet-engiz bir zevki nefislere de tesir eder. Hakikatın açıklanması maddesinde, Kainatta san’at-ı İlahi suretinde bakmaz. Bir sıbga-i Rahmani noktasında görmez. Belki tabiat deyip geçer. Yanlış tasviratın dışına çıkamaz.

O tek bir ilacı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayat-ı meyyit. Bu sapık netice-i muzırrai gösterir. Halbuki  sefaheti öyleşevkedici gösterir ki, ağız suyu akıtır akıl hakim olamaz.

Bu gün çok kötü bir devirde yaşıyoruz hanım kızlar anne babalarından lazım olan terbiyeyi alamayıp açık saçıklıkta hırstiyan kızlarını çok geride bırakmışlar. Onların ya imanları yok ya çok zayıf. Zavallılar düşünemiyor ki: onları yakmak için önlerinde cehennem ateşi onları bekliyor.

Bakın Allah Kur’anı Kerimde ne buyuruyor:

Ey iman edenler!…. Peygemberin hanımlarına  herhangi bir şey soracağınız zaman, perde arkasından sorun! Öyle yapmanız hem sizin kalbiniz için hemde onların kalpleri için daha temizdir. İla ahır. Bakın peygamberimin hanımları Müslümanların anaları hükmünde olduğu halde, yani hiç bir Müslüman onlarla evlenmesi haram olduğu halde, onların yüzlerine bakmayı Allah yasaklıyor. (Ahzab: 53) 

Hulasai kelam! Cehennemi boylamamak için  insan öyle uyanık olacak ki her zaman Allahın varlığına inanarak, öleceğini aklından çıkarmamak lazım ki  günahlardan kurtulsun  ve Allahın emrettikleri salih amelleri yapabilsin .

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Risale-i nurların izahı

Risale-i Nur, yirminci asrın müslümanlarını ve bütün insanları, koyu fikir karanlıklarından ve müdhiş dalalet yollarından kurtarmak için müellifin kendi ihtiyarıyla değil, bir ihsan-ı İlahî olarak yazılmış olan ilhamî bir eserdir. İşte insan üzerindeki tesiri pek büyük olan böyle bir eseri devamlı olarak teenni ile ve lügatların manalarını öğrenerek dikkatle okuyabilseniz, geceli gündüzlü çalışan birçok Nur talebeleri gibi siz de büyük bir huzur ve saadete kavuşursunuz. Gençlik Rehberi 251

           

Hâlık-ı Rahîm’in rahmetiyle, şu taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş asırda, o derin ve yüksek yolu şu derece ihsan ettiğinden bin şükür etmeliyiz. Çünki imanımızın kurtulmasına kâfi gelir. Fehmettiğimiz miktarına memnun olup tekrar mütalaa ile izdiyadına çalışmalıyız.                        Sözler.93

Dikkatle dinleyenler, Allah tevfik verirse, imanını kurtarabilirler. Bu hakaikle Avrupa ehl-i dalaletine de meydan okunur, fikrindeyiz. Bu kabil dalalet ve gaflette olanlar ya mübarezeden mağlub olurlar, ya ulviyeti hissedip tegayyüb ederler, yahut Ebu Cehil gibi hakikatı kabul etmemekte inad ederler veya dehşetlerinden kulaklarını kapayıp kaçarlar, fikir ve kanaat ve imanındayız.                                                                                                                     Barla 34

hakaik-i imaniyenin yüzer tılsımlarını keşf ve izah edip, aklı inkârdan ve tereddüdlerden kurtarmış. İşte bu hakikat içindir ki; bu çok usandırıcı ve dehşetli zamanda, usandırmayacak bir tarzda, çok tekrar ile beraber, aklı başında olanları Risale-i Nur’la meşgul ediyor. Re’fet Bey’in mektubunda dediği gibi, “Risale-i Nur’un en bâriz hasiyeti, usandırmamak. Yüz defa okunsa, yüzbirinci defa yine zevkle okunabilir” diye pek doğru demiş.                      KASTAMONU  215

Risale-i Nur, herşeyin hakikatını beyan etmiş. Başka izahata ihtiyaç bırakmamış. Risale-i Nur onlara kâfidir.                               Emirdağ Lahikası-2 156

Kim bir şeyde çok tevaggul etse; galiben başkasında gabileşmesine sebebiyet verir. Bu sırra binaendir ki: Maddiyatta   tevaggul eden, maneviyatta gabileşir ve sathî olur. Bu noktaya nazaran; maddiyatta mehareti olanın maneviyatta hükmü hüccet olmasına sebeb olmadığı gibi, çok defa sözü dahi şâyan-ı istima’ değildir. MUHAKEMAT  17

Evet mekteblerde, dünya maişeti, ya rütbeleri için fenleri ders okumak, bu kısacık dünyevî hayatta derecesi, faidesi bir ise; ebedî hayatta Kur’an ve Kur’anın kudsî kelimelerini ve nurlu ve imanî manalarını öğrenmek, binler derece daha kıymetlidir. Onlar şişe hükmünde, bunlar elmas hükmündedir.                                                                                      Emirdağ Lahikası-1 ( 238 )  

Resail-in Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmağa ve başka üstadlardan taallüm edilmeğe ve müderrisînin ağzından iktibas olmağa muhtaç olmadan herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifade eder, muhakkik bir âlim olabilir.                     ŞUALAR  690

Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakikatlı bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risale-i Nur şakirdlerinin bir şahs-ı manevîsi var, şübhesiz o şahs-ı manevî bu zamanın bir âlimidir.                       LEM’ALAR  167

Âyet-ül Kübra Mühim bir ihtar ve bir ifade-i meram Bu ehemmiyetli risalenin, herkes herbir mes’elesini anlamaz. Fakat hissesiz de kalmaz. Büyük bir bahçeye giren bir kimsenin, o bahçenin bütün meyvelerine elleri yetişmez. Fakat, eline girdiği mikdar yeter. O bahçe yalnız onun için değil, belki elleri uzun olanların hisseleri de var.                                                                            Şualar  98

          (İsm-i A’zam’dan Hayy-u Kayyum’a dair parçada pek derin ve geniş mes’eleleri herkes birden bilemez ve zevk etmez, fakat hissesiz de kalmaz.)                                        Lem’alar  304

   Namınıza yazılan Onikinci Lem’anın izaha muhtaç noktalarının izahına şimdilik ihtiyaç yoktur. Asıl maksad, âyâta gelen evhamın def’ine kifayetidir. Ve bu nokta-i nazarda kâfi derecede herkes fehmeder. Her risalede herkesin hissesi var, fakat herkes her şeyini bilmek lâzım değildir.                                          Barla 344

mükerreren demiştim: Herkes her risalenin her mes’elesini anlamasına muhtaç değil. Ne kadar anlarsa kâfidir.                                                                                                            Barla 345

Nur şakirdleri mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i Nuriye açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes herbir mes’elesini tam anlamaz. Hem iman hakikatlarının izahı olduğu için; hem ilim, (Haşiye) hem marifet, hem ibadettir. Eski medreselerde beş-on seneye mukabil, inşâallah Nur medreseleri beş-on haftada aynı neticeyi temin edecek ve yirmi senedir ediyor.(Haşiye): Şayet biri biliyor, taallüm etmeğe muhtaç değilse ibadete muhtaç veya marifete müştak veya huzur ister. Onun için herkese lüzumlu bir derstir.                                                                                                                                              Emirdağ  249

Sözleriniz mürşidane ve çok yüksek olduğundan gayet dikkatli ve tahlil ederek okunmak îcab ediyor. Serdeylediğiniz delail-i akliye ve mantıkıye o kadar tatlı ve hayretbahştır ki; İnsan okudukça okuyor ve nâmütenahî bir zevk-i manevî hissederek hiç elinden bırakmak istemiyor. Bu sebeble bir defa okumak kâfi değil. Hepsi yanında bulunup daima okumalıdır.             Barla 51

o dersler, ulûm-u imaniyeden olduğu için, bir insan yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter. Bahusus siz daima bir-iki hakikî kardeşi de bulursunuz.                                                                                Barla 260

İmanı geniş olana bütün kemalât-ı hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir; daha nurani, daha parlak manzaraları açar.İşte bunun için, “Bir pencere bana kâfi geldi, yeter” diyemezsin. Çünki senin aklına kanaat geldi, hissesini aldı ise; kalbin de hissesini ister, ruhun da hissesini ister. Hattâ hayal de o nurdan hissesini isteyecek. Binaenaleyh herbir pencerenin ayrı ayrı faideleri  vardır.                                      SÖZLER  690

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Nefis, akıl ve ene

Sebep-sonuç bağlantılarını irdeleyerek düşünebilen ve böylece bir hükme ulaşabilen akıl ise, vahye teslim olmadığı sürece determinizm açmazından kendini kurtaramamaktadır. İslamî zeminde yetişerek hayatı inceleyen filozoflardan Muallim-i Sani olarak anılan İbn Rüşd dahi, yoktan yaratılmayı kavrayamamış, maddenin ezeliyeti fikrinden kurtulamamıştır. Tüm dünya tarafından epistemiyolojik açıdan yüksek bir yere oturtulan İbn-i Sina gibi bir dâhi, iman ve yakîn ile değil, teslimiyet ve kabul ile küfürden yakasını kurtarabilmiştir.

Bu ilginç açmazın, gerçekten birer dehâ seviyesinde düşünce gücüne sahip olan bu insanların hakka vasıl olma noktasında içerisine düştükleri derin aczin nedeni, kainatın maddi ve manevi yönlerini ayrıştırarak eşyaya muhatap olmalarıdır. Fizik ve metafizik inceleme alanları olarak kainattaki mahlukatın maddî ve manevi yönleri birbirinden koparıldıktan sonra, gerçek bir hükme ulaşabilmek ve ulaşılan sonuçları telif edebilmek mümkün değildir. Ruhu çıkmış bir vücut nasıl ceset seviyesine iniyorsa, anlamsal arayışı olmayan bir nazar karşısında  kainat sönükleşmekte, hakkı ifade noktasında derin bir sessizliğe bürünmektedir. Kainatı bir otopsi salonuna çeviren, mahlukatı ise birer ceset seviyesine indirgeyen bu nazarın arkasında ise elbette ki, akıl vardır. Çünkü, anı kavramaktan aciz olan, zamanın hep gerisinde koşan akıl, sürekli hareket halinde olan eşyayı kavrayabilmek için geçici olarak dondurur, parçalar, sonra sebep sonuç bağlantılarını bu geçici donukluğun içerisinde ilintilendirebilir. Eğer bu donukluk, kişinin iç dünyasında uyanık bir halde bulunan vicdandaki şuur ve kalpteki iman ile çözülmez ise veya şuur uykuya, kalp ise karanlıklara gömülmüşse, bu zihin sahibinin mahlukattaki anlamsal devnimi seyredebilmesi, eşyanın varlığında, kainat içerisinde bulunduğu noktada, diğer varlıklarla olan ilişkilerinde ve daima bir akış halindeki hareketlerinde açığa çıkan anlamları çözebilmesi imkansızlaşacaktır. Her sabah, komşusunun tebessümüne tebessümle cevap veren insanın, kendisine her şafakta binler tebessüm ve selam gönderen güneşi, tebessümsüz ve selamsız karşılaması bu nedenledir.

Yaratıcıdan gaflet ederek yaşayan bir insanın, kendi tercihleri sonucu yaratılan eserleri sahiplenmesini, iç aleminde kibrin açığa çıkışı takip edecektir. Kibir gibi manevi bir hasatalığa yakalanan insanın enaniyeti firavunlaşacak, aklı iblisleşecek, nefsi ise frenlenemeyecek derecede şımaracaktır. Modern zaman iblislerinin telkinleriyle Yaratıcısını, ruhunu ve dinini terk ederek derin bir boşluğa düşen insanlığın çırpınışlarını ve iç aleminde oluşan bu boşluğun derin sancılarını gidermek için, şuuru uyuşturan cazibeli eğlencelerle avutulmaya girişilmesi yeterli olmamıştır. Modern zamanlarda postmodern arayışlara giren insanlık, geriye dönerken izini kaybetmiş, yol üzerine ağ geren ve şimdilerde artık bir sektöre dönüşerek kapitalizmin en verimli aletlerinden biri haline gelen tüketiciliğin ve mistisizmin tuzaklarına takılmıştır.

Nefsi ve enaniyeti takip etmekle açığa çıkan, aklın mutlak gerçekliği kavrama gücünün yetersizliğiyle bir perde gibi araya giren tüm bu olumsuzluklar, nefsi ve enaniyeti reddeden, aklı olumsuzlayan insanları haklı çıkarır niteliktedir. İnsanın içsel donanımının bir yönünü oluşturan bu özellikler, gerçekten birer iblis gibi, sırf insan mücadele ederek karşı duruşunu netleştirebilsin, bu özelliklerin ilk bakışta karşısında yer alan kalp, şuur gibi melekî yönlerini geliştirebilsin diye mi verilmiştir? Tüm bu olumsuz yönelimlerine rağmen, insanın bu özelliklerinden istifadesi mümkün değil midir? İnsanın bu yönleri tümden aşağılanmayı gerçekten haketmekte midir? Diğer taraftan insana verilen vicdan ve kalp gibi özellikleri birer melek gibi masum mudur, handikapları yok mudur? İnsanın, iki ucu buluşturan ifrat-tefrit ortasında bir denge noktasına gelmesiyle açılabilecek kapıların tasavvuru mümkün müdür?

Melek, Hayvan ve İnsanı kıyaslayalım.

Kainattaki varlıkların durumuna dikkat edilecek olursa, maddî alemin merkezinde hayatın yer aldığı fark edilecektir. Maddî olan ne varsa ya doğrudan ya da dolayısıyla hayat ile irtibatları vardır, hayata doğru akmaktadırlar. Bir vücutta merkezî bir konumda olan beyin, nasıl ki vücudun diğer tüm unsurlarını birleştirip irtibatlandırıyor ise, hayat da kainattaki unsurların irtibatlandığı bir merkez olarak kendini göstermektedir. Ruhun devreye girmesiyle, ruhsal hayat sahibi olan varlığın hareketlerinde bu irtibat fiilen ispat edilmekte, hayatın ve ruhun üzerinde kendini gösteren şuur ise bu irtibatları anlamlandırmaktadır.

Cansız cisimler kendi varlıklarından dahi habersiz oldukları için, ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, en küçük bir canlı mahlukun irtibat alanının genişliğine ulaşamazlar. Karınca her adımında kainatın tümüyle var olması için dua etmektedir, ancak, karıncanın kendi varlığından şuursal bir haberdarlığı bulunmamaktadır. Bu nedenle, hayatiyetin vermiş olduğu irtibatla kainattan istifadesi mümkün olsa da, bu istifade şuursal yansımalar içermediği için içselleşemez, nesnel bir planda kalır. Gerçi bu durum şuursuz ve idraksiz birer nefis sahibi olan hayvanların, kainatın mülkî boyutundan gölgesizce istifadelerini sağlayarak, fiîli şükür halini mutlak boyutta yaşamalarına da imkan sunmaktadır. Akıl olmadığı için geçmişin ve geleceğin muhakemesi yoktur. Dolayısıyla, düşünsel bir hafıza sahibi olmadıkları için geçmişin elemini taşımazlar ve yorum kabiliyetleri olmadığı için de gelecek kaygısı duyumsamazlar. Lezzetlerini bulandıracak geçmişin elemleri ve gelecek kaygıları bulunmadığı için de, sadece bulundukları anın içerisinde elemsiz bir lezzet alırlar.

Şuurun, yani farkındalığın devreye girmesiyle bu istifade birden basamak atlayarak, içsel bir boyuta taşınır. Şuur sahibi varlık fark edebilme yeteneğine sahip olduğu içindir ki, ikramın nedenselliği arkasında ikram edicinin sıfatlarını kavrayabilir, bu sıfatların sahibi olan Zâtın varlığını idrak edebilir, nimetin nimet olduğunun ayrımına vararak, fiili hamd basamağından sözlü hamd basamağına geçişler yaşayabilir. Melekleri yüksek bir hamd ve tesbih mertebesine taşıyan sahip oldukları bu şuur ve idrak kabiliyetleridir, yaratılmasındaki incelik ve gerçeklik bu yüksek şuur ve idrak kabiliyetlerinde gizlidir. Mutlak bir adâlet, mutlak mizan ve nizamı, mizan ve nizam ise tasarrufta mutlakiyeti gerektirir. Şuurlu birer varlık olarak insanlar yaratılmakta olan kainatın çok küçük bir kısmına muhatap olabilmektedirler. Muhatap oldukları bu yüzeysel ve dar alanda dahi hakkıyla hamd ve sena gerçekleştirememektedirler. Hamd ve senânın gerçekleşmediği bir vasatta yaratılmakta olan mahlukattaki sanat, mahlukat uzerinde ifade edilmekte olan kemâl, yansımakta olan esmâ ve sıfatı İlâhiyenin tümü abesiyete gider, israf olur. Böyle bir durumda yaratmanın kendisi, ilahî bir oyun mertebesine düşer. Melekler kainatta cereyan eden incelikli tasarrufun ve her şeyi anlamlandıran hikmetin ciddi bir gereği olan hamd ve senayı yerine getirmek üzere yaratılmışlardır. Meleklere iman adâlet, hikmet, nizam ve mizanın bir gereğidir, Allah’ın abesle iştigâl etmekten münezzeh olduğunun bir tasdikidir. Bu nedenledir ki, imanın rükünleri arasina girmistir.

         Fakat, meleklerin bulunduğu mertebede hakikatler öylesine perdesiz, öylesine gerçek bir boyutta algılanabilmektedir ki, meleklerin hamd ve tesbihleri, şuursuzca ve idraksizce veya robotçasına değil, ama bir annenin bebeğini sevmesi gibi, neredeyse kaçınılmaz olarak ortaya çıkmaktadır. Melekler bir annenin bebeğine muhatap olduğu yakınlıktan çok daha yakın, çok daha perdesiz bir mertebeden Allah’ın rahmetine, keremine, ihsanına, kahrına, azametine, celaline muhatap olup, çok daha derinden bir sevgi ve haşyet içerisinde, samimi ve gölgesiz bir hal ile hamd ve tespih etmektedirler. Kainatın manevî boyutundan gerçek anlamda istifadeleriyle,  icraat-ı İlâhiyenin perdesiz muhatapları, cemal-i İlâhinin mutlak huzur içerisindeki beklentisiz aşıklarıdırlar onlar. Bu huzurlarını, manevî lezzetlerini bozacak nefis gibi, enaniyet gibi fitne unsurlarından da uzaktırlar, nazarlarını bulandıracak aklî vermekten de.

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır