Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Masum çocuklara has

Risale-i Nur’un fıtraten ve zamanın vaziyetine göre talebesi olacak, başta, masum çocuklardır. Çünki bir çocuk küçüklüğün de kuvvetli bir ders-i imani alamazsa, sonra pek zor ve müşkil bir tarzda islamiyet ve imanın erkanlarını ruhuna alabilir. Adeta gayr-i müslim birisinin islamiyet-i kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa, peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevi fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve validesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi bela olur. Ahirettede onlara şefaatçi değil, belki davacı olur. Neden imanımı terbiye-i islamiye ile kurtarmadınız!..

        İşte bu hakikata binaen en bahtiyar çocuklar onlardır ki; Risale-i Nur dairesine girip dünyada peder ve validesine hürmet ve hizmet ve hasenatı ile onların defter-i amâline vefatlarından sonra hasenata yazdırmakla ve ahirette onlara derecesine göre şefaat etmekle bahtiyar evlad olurlar.

 

Risale-i Nur’un İkinci kısım talebeleri:  Fıtraten Risale-i Nur’a muhtaç, bir derecede dünyadan ürkmüş veyahut küsmüş kadınlardır. Hususan bir derece yaşlı da olsa, Risale-i Nur, ona hakiki bir gıda-yı manevidir. Çünkü Risale-i Nur’un dört esasından birisi şefkattır ki, ism-i Rahimin mazhariyetinden gelmiş. Kadınların da en esaslı hassaları ve fıtri vazifelerinin mayası, şefkattir.

Risale-i Nur’un en mühim bir esası şefkat olmasından nisa taifesi şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle daha ziyade Risale-i Nur’la fıtraten alakadardırlar. Ve LİLLAHİLHAMD, bu fıtri alakadarlık çok yerlerde hissediliyor. Bu şefkatteki fedakârlık, hakiki bir ihlası ve mukabelesiz bir fedakârlık manasını ifade ettiğinden, şimdi bu zamanda pek çok ehemmiyeti var. Evet bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakiki bir ihlas ile vazife-i fıtriyesi itibariyle kendini evladına kurban etmesi gösteriyorki; Hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkışafı ile; Hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla o kuvvetli ve kıymetdar seciye inkışaf etmez. Veyahut su-i istimal edilir. Yüzer nümunelerinden bir küçük nümunesi şudur: O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve faide görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “ Oğlum paşa olsun” diye bütün malını  verir; Hafız Mektebinden alır, Avrupaya gönderir. Fakat o çocuğun   hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor ve dünya hapsinden kurtarmağa çalışıyor; Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor. Fıtri şefkatin tam zıttı olarak o masum çocuğunu, Ahirette şefaatçi olmak lazım gelirken davacı ediyor. O çocuk, “ Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helaketime sebebiyet verdin?” diye şekva edecek. Dünyada da terbiye-i İslamiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı layıkıyla mukabele edemez; belki de çok kusur eder. Eğer hakiki şefkat su-i istimal edilmeyerek, biçare veledinin haps-i ebedi olan Cehennemden ve idam-ı ebedi olan dalâlet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrı ile çalışsa; o veledin bütün ettiği hasenatının bir misli, validesinin defter-i a’mâline geçeceğinden validesinin vefatından sonra her vakit hasenatlarıyle ruhuna Nurlar yetiştirdiği gibi, Ahirette de; değil davacı olmak, bütün ruh-u canı ile şefaatçi olup ebedi hayatta ona mübarek bir evlat olur.                      BEDİÜZZAMAN   SAİD NURSİ

 

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Allah’tan ümidini kesme

Ben fakiri Rabbım, eşrefi mahluk yaratmış iken,

Nefis ve şeytanın, desiselerine aldandım,

Cürmü günahın nahoş, hallerine kanmış iken,

Vakit çok geçtikten  sonra, fark ettim ki yandım.

Oldum, ümrümün eyyamını harcayan biri,

Her an nefsimi, bir neşve-i fani için aldım,

Rabbim beni kulluk ideyim diye, halk edivermiş,

Ben gaflet ile, bilmem nasıl isyanlara daldım.

Ümrüm geçiyor, elimde kurtaracak amelim yok,

Ben aldanarak, yine büyük tehlikelere daldım,

Ya Yabbi! Sayamam, bir sürü günahım var,

Bin cürmü günahlar ile, hayret zede kaldım.

Zaman çok kötüdür, hilebazlar çok, sayısız,

Onlar var iken, pak ve günahsız kalamadım,

Nefis ve insu cin şeytanlarından, kurtulmak zor,

Bunların karşısında,  bu fakir kurtulamadım.

Ahir zaman şerrinden, Allaha sığınan suleha çok,

Bu kötü zamanın şerlerinden,  pak kalamadım,

Bana hücum edenlerin sayıları, çok iken,

Çok korkuyorum, günah bataklığında kalırım.

Zor şartlar altıdan, kurtulabilmek büyük kar,

Selamet için, gafletten kurtulma işi yapalım,

Aman! Ebedi mutluluk, elimizden kaçmasın,

Diye gayret  ederek, vazifemizi yapalım.

Senden ümidi keseyim mi, ey ulu Gaffar!? 

Günahım rahmetinden mi büyük, ne bunaldım,

Ya Rab, af edip beni şafiine  bağışla,

Ben imanlıyım, her nekadar bin suça daldım.

Günahkȃrım ama kat-i ümid eylemem asla,

Af et beni Ya Rab! Kapuni zil ile çaldım,

Her nekadar çok düşmanlar saldıyorlar,

Risale-i Nurl,ar var iken ben ümitsiz kalmam.

 

Abdülkadir Haktanır

İnsana en kötü haslet cehalet

İnsanın değer, bilgisinden geçer,

O zavallı, nefsin isteğini seçer.

Bu insan, nereden geldi kim gönderdi,

O ni’metleri, onun önüne  kim serdi.

Söyle; yaşanırmı Allahı tanımadan,

İki hayat, elden gider İman olmadan.

Allah, çift hücreden onu yaratabilmiş,

Muhtaç olduğu şeyleri,önüne sermiş.

Akı karadan, seçmek için irade vermiş,

Dikkatli olmak için, her an ikaz edermiş.

İnsan, tüm varlıklarda eşsiz bir mahluk

Onun için, insan için en mühim iş kulluk.

O kulluk, sana verebilir büyük bolluk,

Aksine, çekebilirsin sayısız yokluk.

Meleklerin üstüne, çıkabilmek elinde,

Vahşi hayvanın altına, düşmekte sende.

Gözünü aç, öğren sana o şeref kimden,

Sayısız zenginlik, sana hangi sevenden.

Yap ne yap, O Zata imanını kuvvetlendir,

Aksi takdirde  senin yerin müthiş ateştir.

Ey insan! Sen aç gözünü vazifeni yap,

Durma, sevinerek sevaplı işleri kap.

Mahlukatın, en şerefli olan birisin,

Hak etmeden, mahlukatın tepesindesin.

Yap ne yap, takva ile her zaman yap sevap,

Hayırlı işleri bırakma, durmadan yap.

Allah bize, sonsuz bir cennet va’d etmiş,

Onu kazanmak için, ibadet edin demiş.

Yoksa ! Bizim hayatımız dünyada felaket,

Ahiret ise cehennem gibi helaket.

Ey insan! Cahil kalma, oku Kur’an ve kitap,

Böylece karanlıktan kurtul, Nurlan yap sevap.

Abdülkadir Haktanır

Memleketimizde müslümanların en büyük derdi

Beş altı yüz sene hükmeden, 25 milyon km kareye İslamiyeti yayıp adaletle hükmedebilen; şehid dedelerin torunları olan bu kızlarımız, bacılarımız olan bu hanımlar, ne cesaretle yarım çıplaklıkla, bazıları dandik tesettürle, gevurların kıyafetini almakla, baba ve dedelerine hakaret edip, gevurları geride bıraktılar.

Halbuki Allah Kur’anda şöyle emrediyor “Ey Peygamber, hanımlarına, kızlarına ve Mü’minlerin kadınlarına söyle, dış elbiselerinden (cilbablarından) üzerlerini sıkıca örtsünler! bu onların tanınmalarına, tanınıp ta eziyet edilmemelerine o vaziyet en elverişli olanıdır… ( Ahzab:59) diğer ȃyati kerime daha interesant: “Ey iman edenler:…Peygamberin hanımlarından gerekli  her hangi bir şey sorduğunuz zaman perde arka sından onlardan sorun. Bu vazıyet hem sizin hem onların kalpleri için daha temizdir. (Ahzab:53)( Bakın Kardeşlerim Peygamberimiz a.s.mın hanımları Müslümanların anneleri mesabesinde oldukları halde onlara perde arkasında konuşmayı emrediyor. Hadisi şeriflerde:” Tesettür Hanımın vücut azalarının kalınlığı belli olmamasıdır” buyuruyor.. Diğer Hadisi Şerifte: “Dar elbise giyen kadınlar için Hadis: Elbiseli çıplaklar diyor.” 

Nereden nereye geldik! Mehmet Ȃkif ne diyor:

Hani haysiyyetin gölgesi çiğnense eğer;

Olmadan üç kişinin beş kişinin huni heder,

Kahraman  gayzı yatışmaz kanı coşkun efrad?

Hani namahreme söylemem kızlarımın,

Karımın isminin hem öldürürüm sorma sakın!

Diye tahriri nufur istemeye er kişiler!

Hani göstermediler eski celaletten eser.

(Haysiyetinin kendisi değil gölgesini çiğnetmek istemeyen er kişiler. Eğer Hanımına baksan veya laf atsan üç beş kişi ölmeden sinirleri yatmazdı o zamanki Müslüman’ın. Yabancıya kızımı ve karımı göstermek şöyle dursun ismini bile sorsan seni öldürürüm diyen siz değilmiydiniz. Bu sebepten nüfus sayımı istemeyen o erkekler.) Onların torunları ne hale düştü hanımlarımız ecnebi hanımlarla karışsalar tanıyamazsın hangisi Müslüman hanımı.

Üstad diyor! Dene bakalım Bulgar gavuruna İslam kıyafetini giydirebilirsen- giydir? giydiremezsin?  Onla bizim kıyafetimizi kabul etmez de biz onlarınkini niye kabul edelim, kabul etsek şeref değil, alçaklıktan başka değildir.

Üsdad diyor! Çevredeki Müslüman devletler size itimat ettikleri için kötü ahlaklarınızı de müspet kabul eder. Bu yüzden benim doğum yerim Yugoslavya olduğu için, Amcam zavallı bilmiyor kimdir Türkiye muhabbeti için oğlunun adını İsmet İnönü koymuştu. Halbuki buradan fazla orada Osmanlıdan kalma İslami hayat mevcuttu.orada avluların çevresi  en az 2,5-3 metre duvarla sarılıydı. Postacı  ve poliste  sokak kapısını çalıp izin isteyip aldıktan sonra içeri girebilirlerdi. sokakta hanım beyi ile kol kola şöyle dursun, yan yana gezemezlerdi. Hanım 3-4 metre geride gezerdi. Saçaklı şapka şöyle dursun, Hekimoğlu ismail ve bazi yaşlı Abiler taşıdıkları Fransız beresini halk ne zaman sırp şehirlerine gidince Müslüman oldugunu tanınmamak için giymeye başladılar hocalarda büyük feveran koptu. Ayt nasıl Fransızlara benzemek için onları beresini giyersiniz.

Unutmayalım ki! Ecnebiler Müslümanlara benzememek için, Benim başım Müslümanların gibi Secdeye gitmediğinin almati olarak Kasketi icat edip onu giyerler. Foter ise haça benzer Haç alametidir. Biliyorsunuz haç onların tapanağıdır.  Bilirsiniz, haçın üst tarafı kısa alt tarafı uzundur. Hatta onların beli Müslümanların gibi rukȗa eğilmesin diye Zünnar isimli bellerine sert bir kuşak icat etmişler ve onu bellerine bağlarlarmış. İnönü Beyefendi Lozan da o dinsizlere söz vermiş ve demiş: Ben Türk milletine kendi adetlerinden koparıp sizlere benzeteceğim. Ve gemilerle Türkiye ye İtalya dan şapka getirip halkın başlarına koydurmuş. Hatta memurların şapkayı takmalarını mecbur etmiş. Şimdi zavallı millet şapka mecburiyeti kalktığı için baş açık gezmeye mecbur olmuş. Ki Müslüman Müslüman’a selam vermek farz olduğu halde karşıdakini Yahudi mi Müslüman mı olduğunu bilemediğin için selem yalınız tanıdığın kimselere verebiliyorsun. 

Yugoslavyanın lideri Marşal Tito Müslüman hanımların yüzlerinden Peçeyi ve vücutlarından çarşafı 1951 de çekmek için Türkiye yi örnek göstererek biz çok geç kaldık bakın Türkiye ne kadar bizden evvel bu problemi halletti diyerek. Kadınlardan çarşaf ve peçeyi çekmek için: Bir iki polisle mahalle hanımlarını bir yere toplardılar Hanımlardan bu kanunu kabul ettik onlara dedirtiyorlar dı. Annemim de almaya geldiler rahmetli annem fenalaştı bayıldı onu alamadılar gidemedi. 

Halbuki Peygamberimizin Hadisi Şerifinin “Men teşebbehe bi kavmin fehüve minhüm”. buyuruyor. yani ( Kim ki başka kavmın milletine benzerse o onlardandır.) Bu hadisi açıklamak için kitap yazan İskilipli Atıf Efendiyi o sebepten İdam etmişler. Ayni manada kitabı Arnavutlukta: İbrahim Kaduku Efendi Yazmış. Ayni manada kitabi Bosnalı: Seyfullah Efendi yazmış. Bunu teyid eden Üstad Bediüzzaman Hazretleri Şualar kitabının 385 sahifesinde Şeyhül İslam Zembilli Atıf Efendin fetvasını şöyle haber veriyor: Şeyhül İslam demiş: “Şaka ile de olsa şapkayı başına takan Müslüman Kȃfir olur” Türkiye de ki Müslümanlar şapkadan kurtuldukları için Türkiye de yaşayan Müslümanların çogu baş açık geziyor. Halbuki Peygamberimiz  a.s.mI Hiç kimse baş açık görememiştir.

Hulasa! Müslüman’ın cennet hayatındaki ebedi mutluluğunu ve cehennemde sonsuz bir zamanda ateşte yanacak kȃfirin hayatını ve Günahlarını temizleyinceye kadar günahkarın düşünmeden yaşayan aptal gafillere hayret etmemek imkȃnsızdır.

Bu hakikatleri sizinle paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Bizim vazifemiz tebliğ, tesiri Allah’tan bekle

Kalben arzu edip fıtraten yetişmek istediğiniz hissen şu hizmetin tekmili, tahakkuk ve tecellisi için olması lazım gelen şartların tahakkuku noktasındaki kalbi istidadınızı, hakikat noktasında şimdi şu derste tam tarif edilecek. İltibas edilen yani, karıştırılan nokta şu: Bizim vazifemiz, sadece ve sadece tebliğdir. Şimdi bir Müslüman dini tebliğdeki hizmetinin yerini ve hizmet mükellefiyeti noktasındaki çizgiyi çok iyi tesbit etmesi gerektir. Sana terettüp eden görev, ciddi mükellefiyet, tebliğ ma’nâsıdır. İltibas nereden oluyor? İltibas şurada. Tebliğ çizgisini taşıyorsun, te’sir sahasına giriyorsun. İşte orada iltibas oluyor. Risâle-i Nûrda bakın bu çok önemlidir.

Sizinki yalnız tebliğdir, te’sir değildir. Te’sir, yalnız ve tamamen Allahtandır.

Onun için, Cenab-ı Allah te’siri peygamberlere dahi vermemiş. Peygamberler   de  hak namına hakikatı tebliğ edecektir. Bir elçidir, bir habercidir. Şimdi mesela bir beldeye bundan yirmi sene önce geliyorsun. Bu beldede yirmi sene önce on kişi idi. Yirmisene sonra yine on kişi, artma yok. Fakat sonra üç kişi ölmüş, on kişi yediye düşmüş. Eksilme var. İşte bizim tebliğimiz bu yedi kişiye olacak. O yirmiyi arayıp, ne olduğunu sormayacağız. Olanlarla iktifa edeceğiz.  Standart  nasıl başladıysak öyle bitireceğiz. Bu ma’nâda  nefsimizin de desisesi karışıyor. Şimdi bizim, tebliğ noktasından kendi kendimizi sorgulamamız gerekir. Acaba sen, sana terettüp eden tebliğ vazifesini, nefs-ül emirde istendiği ölçüde, kıvamda ve yoğunlukta yaptın mı? Sen sana terettüp eden görevi gerçek ma’nâda ifa ettin mi? Vazifemiz tebliğdir, te’sir ve muvaffakıyet değildir. Te’sir Allahtandır. Hâdi Allahtır. Cenab-ı Allah Peygamberlere dahi hidayet edicilik vermemiş. Bir Peygamber dilediğini Cennete götüremiyor. Dilediğini Cennete taşıyamaz. İşte Nuh (A.S.) kendi öz evladı, sular kabarıyor, Hz. Nuh: “Oğlum bin gemiye” ”Baba binmem, dağlar çok yüksektir, dağlara çıkarım”. Nuh’un (A.S.) oğlu “Dağlara kaçarım” diyor. Babası, “Oğul bugün Allahın rahmetinden kaçılacak gün mü? Gel gemiye bin”. Binmedi, sular aldı götürdü. Hz. İbrahim (A.S.) babasına, Resulullah öz amcasına hidayet edemiyor. Çünkü, Hâdi doğrudan doğruya Allahtır. Hidayeti Allah bahşediyor. Bakın, Cenab-ı Allah hidayeti peygamberlere vermemiş. Bilal-i Habeşi (R.A.) mescidin içinde durmadan dönerken, Hz. Ömer onun o halini görüp, gelip Peygamberimize “Bilali mescidin içinde döner halde gördüm. Aynı raksa kalkar gibi” Efendimiz “Peki sen hikmetini sordun mu?” “Ya Resulallah sormadım”. Çağırıyor Bilali, “Sen mescidde şöyle şöyle yapmışsın”. Bilali Habeşi de itiraf ediyor. “Evet ya Resulallah, ben mescidde düşündüm, “Cenab-ı Allah sana her şeyi vermiş. Ama bir şeyi vermemiş. Hidayeti. Benim gibi bir köleye hidayet ulaşır mıydı, ulaşmaz mıydı? Ben Cenab-ı Allahın Hâdi isminin tecelliyatını düşündüm. Cûş-u hurûşa geldim. Zevkimden şevkimden pervaz etmeye, dönmeye başladım”. Peygamberimiz istihsan etmiş. Şimdi Allah hidayeti peygamberlere dahi vermemiş.

Risale-i Nur hizmeti neşr-i esrar-ı Kur’aniyedir. Risale-i Nur hizmeti tebliğ esası üzerine kurulmuştur. Risale-i Nur hizmeti sahabe mesleğinin bu asra bakan bir in’ikasıdır, yansımasıdır. Şimdi biz çizginin bu tarafını tahlil edelim. Hepimizin hatası, perişaniyeti var. Ona göre konuşalım. Bakın çizginin bu tarafı tebliğ, öbür tarafı te’sir. Te’sir Allahtandır. Şimdi insan evvela te’siri düşünürse, meşreb ve mesleğini te’sir üzerine kurarsa, o zaman o insanın tebliğinde müessiriyet şart görünür. İnsan tam olarak fiziki coğrafyaya benziyor. Bir yerden bir yere gidiyorsunuz, bakıyorsunuz, orada mükemmel bir bağ, bahçe var. Cenab-ı Hakkın Müzeyyin ismi, Musavvir ismi, Rezzak ismi, Rububiyet, kemal-i şaşaa ile zuhur etmiş. Bağlar bahçeler yemyeşil. Başka bir yere giriyorsunuz kıraç, çöl. Ot dahi bitmemiş. Şimdi şu taraf çöl, bu taraf münbit bir arazi.

Meselâ Peygamberimiz Mekkede fazla itibar görmedi. Neden hicret etti?  Çünkü, manen münbit toprakları yoktu. Medine daha müsait. İslamiyetin yeşermesi, inbisat ve inkişafı Medinede oldu. Dolayısıyla Resulullahın hicreti gösteriyor ki, bir da’vâ adamı, çöl gibi bir beldeden daha münbit bir beldeye hizmet namına göç edebilir. Ve bu sünnettir. Ama sebat ederek tebliğde mecbur ve mezun olmak, sebat etmek de var. Cenab-ı Hak o sebatın neticesini sonuçta ikram edebilir. Meselâ bulunduğun pozisyondan ayrılamıyorsun. Hicrete muktedir değilsin. Amma bulunduğum belde çöl gibi olsa dahi azmimle, gayretimle, hamiyyetimle, tevecühümle hizmetteki yoğunluk ve saffetimle devam edeceğim. Cenab-ı Hak çölleri bağlara bağistanlara çevirir.

Hz. İsa (A.S.) bir havarisini bir beldeye gönderiyor. Havari orada  din-i Hakkı tebliğ ediyor. Uzun bir müddet geçiyor. Fakat sünnetullah kanunlarına göre münbit bir yer değilmiş. İnsanları lakayt. Halbuki havarinin dünyası tebliğ. Da’vâsı, hissiyat-ı insaniye ve da’vâ ruhu olarak temerküz etmiş. Havarinin bütün dünyası tebliğ olduğu halde, insanlarda intibah ve kalblerde inşirah yok. Karar veriyor, “Bu belde hizmete müsait değil. Burayı terk edeceğim”. Fakat tam şehri terk edeceği zaman, birden Hz. İsanın (A.S.) ruhaniyeti, karşısında temessül ediyor.  Tarihi bir cümleyi duyuyor: ”Kovadis, nereye, dön geri, Kovadis! “ Hakikaten o  havari hemen geriye dönüyor. Daha büyük bir azim ve gayretle çalışıyor.

(“Kovadis” başlıklı bir sohbetimizde bu hususda fazla teferruat var, bakınız.)

Cenâb-ı Hak onun bu çalışmasına semere veriyor. Din-i hak o beldede inkişaf etmeye beşlıyor. Şimdi biz birinci çizgi, yani tebliğ üzerinde isek, durup biraz düşünmemiz lazım. Kırk sene evvel bu beldede yirmi kişi vardı. Şu ana geldik, miktar, kemiyet gibi keyfiyet de artmadı ise, da’vâ aşkı ile biz yine vazifemizi yaparız, vazife-i İlâhiyeye karışmayız. Fakat bize sorarlar “Gel bakalım, vazifeni yaptın mı, yapmadın mı?” (bir şartla; kemiyetin çoğalmasına sen engel olmayasın.) Tamam te’sir Cenâb-ı Hakkındır. Fakat tebliğ noktasında o havarideki gibi sabır, azim ve gayreti gösterdik mi? Kendimizi bu noktada biraz sarsalım, murakabe edelim değil mi?  Demek tebliğin şartları ve tebliğe terettüp eden hususiyetler var.  Bakın bu mes’elede derinliğe girmeden başlıklar altında kısaca konuşursak:

Tebliğin birinci şartı: ihlâsdır, hulusiyettir ve bu da’vâ-yı Kur’âniyede saffet ve samimiyettir.  Şimdi bir Nûr Talebesi olarak herkesin kendisini muhasebe ve murakabe etmesi lazımdır. Yani “Ben bu da’vâ-yı Kur’âniyede ne derece ve ne ölçüde hâlisim, hasbi ve samimiyim?“  Üstad Risâle-i Nûrun muhtelif yerlerinde  “İhlâs en büyük kuvvettir” diyor. Âhirzamandayız, Peygamberimiz (A.S.M.) hadislerde buyuruyor ki: “Âhirzaman hadisatı gibi dehşetli bir umur, hiç bir zaman yaşanmamış” Hakikat noktasında en dehşetli, en korkunç, en tehlikeli ve en karanlık bir asırda yaşıyoruz. Şimdi bu asırda insanların genelde lakayd, ölmüş hallerine bakıyoruz. Sanki kalbi taşlaşmış, idraki betonlaşmış, ruhu çölleşmiştir. Ma’nevîyat tarlası çöle dönmüş. Adamın beton gibi kalbine, gel de tohum at. Betonu evvela deleceksin. Beton neyle delinir? Elmas uçlu matkap lazım. İşte Üstadın tavsiye ettiği “Sırr-ı ihlâs, matkabın ucundaki elmas gibidir” Şimdi sen matkabının ucuna elmas takabilirsen, o zaman sen tebliğin şartlarından birini yerine getirmiş olursun. Sonra tebliğin alt yapılarından birisi ilimdir. İlmin esası da bilmekden fazla, tanımak yani ma’rifetullahtır. Elhamdülillah bu noktada Nûr Talebelerinin fazla bir sıkıntısı yoktur. Çünkü Risâle-i Nûr en yüksek hakikat-ı Kur’âniyede verdiği hakikât derslerini anlayarak okusak en yüksek silahla mücehhez olacağız.  Yalnız bilmek, anlamak da kâfi değildir. Mehdi hakkında Peygamberimiz’den (A.S.M.) şöyle bir rivayet var ki, “Mehdi söylediğini yaşayacak, yaşadığını konuşacak.” Bakın aynen bu vasıftaki bir Müslüman hakikatı konuşursa ağzı, dili bir çağlayan olur. Üç kelime var “Bulmak, bilmek ve olmak” Üstad “Risâle-i Nûr  Talebeleri seçilmiştir” diyor. Nûr Talebeleri mürid değil, muraddır. Şimdi seçildik, hakikat-ı Kur’âniyeyi Allahın lutfuyla bulduk. Elhamdülillahi hâzâ min fadli Rabbi.

   Tebligat yazı ile tâmim edildi. Risâle-i Nûr o zaman altıyüzbin nüsha yazılarak dağıtıldı. Kalem tekniğe meydan okumuştu. Nurların Anadoluya dağıtılıp tebliğ edilmesi, teksir edilmesi faaliyetinin heyecanı vardı. Yazmanın ve dağıtmanın heyecanı vardı. Şimdi maalesef ekseriyetle bu heyecan kalktı. Çünki Risâle-i Nûrların hem hatt-ı Kur’an baskısı, hem Latincesi heryerde açıkça satılıyor. Külliyat tamamen yazılıp CDler halinde internete kadar girdi. Demek Risâle-i Nûrun neşriyatının o heyecanı da kalktı.    Sonra medrese-i Yusufiye devri de kalktı. Halbuki oraya ölü giren, diri çıkıyordu. Hapishanenin medrese-i Yusufiye adı ile anılmasının ayrı bir heyecanı, ayrı bir kudsiyeti ve keyfiyeti vardı. Girmeyen bilmez.   

       Şimdi dini faaliyetlerde bir Mekke dönemi vardır, bir de Medine dönemi. Elbet fedâkârlık, gayret, saffet ve samimiyet enteresan bir şeydir. İşte bakın Mekke döneminde Resulullahın Ashabı içerisinde bir tane münafık yoktu. Ama Medine döneminde Mescid-i Nebeviyenin içinde münafık peyda oldu. Zenginlik ve gına gelince ruhlara lakaytlık geliyor. İmkanlar genişleyince tembellik meydana geliyor. İşte bir Nur Talebesi nuru tanıdığı ilk haftaları, belki altı ayında dünyası Mekke dünyası gibidir. Onun hayatı müzaharetle, şevkle doludur. Her şey ona lezzet veriyor. Medresede halının üzerine uzanıp yatsa beş yıldızlı otelden fazla zevkalıyor. Medresenin çorbasına talim etmek dünyanın en lezzetli değişilmez halidir. 

       Şimdi bu sohbetimizde ifade ediliyor ki, iltibas edilen yani karıştırılan nokta şuradadır: Kulun vazifesi nedir? Vazife-i İlahiye nedir? Bizim vazifemiz sadece tebliğdir. Bir Nur Talebesinin dini tebliğ ederken hizmetinin yerini, mükellefiyet noktasındaki çizgiyi çok iyi tespit etmesi gerekir. İltibas nereden oluyor? Tebliğ çizgisini neden aşıyorsun, te’sir sahasına giriyorsun ve bu halde vazife-i İlahiyeye karışıyorsun. İşte iltibas orada oluyor. Halbuki kulun vazifesi sadece tebliğdir, te’sir değildir vesselam. Te’sir tamamen Allahtandır. Bu te’sir Peygamberlere dahi verilmemiş. Peygamberler de bir elçidir, bir habercidir. Hak namına tebliğ edecektir, o kadar.

Şimdi bir beldede bakıyoruz, seneler sonra has cemaat azalmışsa, bizim vazifemiz kalan mevcut cemaata, nefsimiz başta olmak üzere yine tebliğdir. Unutmayalım, Risâle-i Nûr müşteri aramaz. Bizim hizmetimizde kemiyetin ehemmiyeti yoktur. (Yukarıda dediğim gibi biz kemiyete engel olmayacağız o kadar) İşte bu tebliğ noktasında kendimizi sorgulamamız gerek. Bana terettüp eden tebliğ vazifesini nefs-ül emirde istendiği ölçüde, kıvamda ve yoğunlukta yapabiliyor muyum, yapabildim mi? Âhirette yalınız bundan murakabe edileceğiz. Amma netice noktasından ki, netice Allahındır, orada bize murakabe, muhasebe yoktur. Yani sen sana terettüp eden vazifeyi gerçek ma’nâda yaptın mı, tebliğ vazifeni yapmış oluyorsun.

Ya Allah, Ya Hâdi, bizleri de hidayetinle istikamette muhafaza et, ihlâs ile yaşat, iman ile öldür. Âmin. . .

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır