Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Kalbinde sevgiyi koyan Allah’tır, yeterki sen iste

(Hakiki imanla insan, nasıl hakikatlarla Nurlanır)

Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un kudsiyet ve istiğna-i kemaline muvafık bir tarzda ve ona lâyık bir surette; hadsiz bir muhabbet, nihayetsiz bir şefkat, gayetsiz bir iftihar, -tabiri caiz ise- mukaddes hadsiz bir memnuniyet, bir sevinç, -tabirde hata olmasın- hadsiz bir lezzet-i mukaddese, bir ferah-ı münezzeh şuunat-ı rububiyetinde bulunur ki; onların âsârı bilmüşahede görünüyor.

Mektubat ( 295 )

Çünki bir daha dönmemek üzere zeval ise; şefkati musibete, muhabbeti hırkate ve nimeti nıkmete ve aklı, meş’um bir âlete ve lezzeti eleme kalbettirmekle hakikat-ı rahmetin intifası lâzımgelir.

Sözler ( 65 )

 

         Hem hiçbir cihetle akıl kabul eder mi ki: Hadsiz rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi san’atını çok sever ve kendini sevdirip ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zât-ı Kadîr-i Hakîm, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâni’ini fıtraten perestiş eden hayatı ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu mevt-i ebedî ile i’dam edip; kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedî bir surette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencide ederek sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ ve kellâ!..

Sözler ( 107 – 108 )

 

         Demek ey nefis! Nefsine muhabbet değil, belki adavet etmelisin veyahut acımalısın veyahut mutmainne olduktan sonra şefkatetmelisin.

Sözler ( 359 )

Sıcaklığın nisbî lezzeti ve fazileti, soğuğun tesiri iledir. Yemeğin nisbî lezzeti, açlık eleminin tesiri iledir. Onlar gitse, bunlar da azalır. Halbuki hakikî lezzet ve muhabbet ve kemal ve fazilet odur ki; gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzât bir hakikat-ı mukarrere olsun. “Lezzet-i vücud ve lezzet-i hayat ve lezzet-i muhabbet ve lezzet-i marifet ve lezzet-i iman ve lezzet-i beka ve lezzet-i rahmet ve lezzet-i şefkat ve hüsn-ü nur ve hüsn-ü basar ve hüsn-ü kelâm ve hüsn-ü kerem ve hüsn-ü sîret ve hüsn-ü suret ve kemal-i zât ve kemal-i sıfât ve kemal-i ef’al” gibi bizzât meziyetler; gayr olsun olmasın, şu meziyetler tebeddül etmez.

 

         İşte Sâni’-i Zülcelal ve Fâtır-ı Zülcemal ve Hâlık-ı Zülkemal’in bütün kemalâtı hakikiyedir, zâtiyedir; gayr ve masiva, ona tesir etmez. Yalnız mezahir olabilirler.

 

         İKİNCİ REMİZ: Seyyid Şerif-i Cürcanî “Şerh-ül Mevakıf”ta demiş ki: “Sebeb-i muhabbet ya lezzet veya menfaat, ya müşakelet (yani meyl-i cinsiyet), ya kemaldir. Çünki kemal, mahbub-u lizâtihîdir.” Yani, ne şeyi seversen ya lezzet için seversin, ya menfaat için, ya evlâda meyil gibi bir müşakele-i cinsiye için, ya kemal olduğu için seversin. Eğer kemal ise, başka bir sebeb, bir garaz lâzım değil. O bizzât sevilir. Meselâ; eski zamanda sahib-i kemalât insanları herkes sever, onlara karşı hiçbir alâka olmadığı halde istihsankârane muhabbet edilir.

 

         İşte Cenab-ı Hakk’ın bütün kemalâtı ve esma-i hüsnasının bütün meratibleri ve bütün faziletleri, hakikî kemalât olduklarından bizzât sevilirler.

Sözler ( 619 )

Merhametine mazhar olanların, hususan cennet-i bâkiyede nihayetsiz enva’-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena’umlarına ve ferahlarına göre o Zât-ı Rahmanurrahîm, ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi (ona lâyık şuunatla tabir edilen) ulvî, kudsî, güzel, münezzeh manaları vardır. “Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesruriyet-i kudsiye” tabir edilen, izn-i şer’î olmadığından yâd edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuunatı vardır ki; herbiri kâinatta gördüğümüz ve mevcudat mabeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesruriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde isbat etmişiz. O manaların birer lem’asına bakmak istersen, gelecek temsilâtın dûrbîni ile bak:

 

         Meselâ: Nasılki sehavetli, âlîcenab, müşfik bir zât, güzel bir ziyafeti, gayet fakir ve aç ve muhtaç olanlara vermek için, seyahat eden güzel bir gemisine serer. Kendi de üstünde seyreder. O fukaranın minnetdarane tena’umları ve o aç olanların müteşekkirane telezzüzleri ve o muhtaç olanların senakârane memnuniyetleri; ne derece o kerim zâtı mesrur ve müferrah eder, ne kadar onun hoşuna gider, anlarsın.

Sözler ( 623 )

         O nimetlerde, o neticelerde, öyle lemaat-ı hüsün ve cemal görünüyor ki, hakikî bir şevk ve şefkatle yoğrulmuş hâlis bir şükür ve safi bir muhabbete lâyık olur.

Sözler ( 630 )

Hem peder ve vâlideyi şefkat ile teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına onlara hürmet ve muhabbet, Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine aittir. O muhabbet ve hürmet, şefkat lillah için olduğuna alâmeti şudur ki: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faideleri kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman, daha ziyade muhabbet ve merhamet ve şefkat etmektir.

Sözler ( 639 )

Dünyada meşru bir surette nefsine muhabbet, yani mehasinine bina edilen muhabbet değil, belki noksaniyetlerini görüp tekmil etmeğe bina edilen şefkat ile onu terbiye etmek ve onu hayra sevketmek neticesi; o nefse lâyık mahbubları, Cennet’te veriyor. Nefis, madem dünyada heva ve hevesini Cenab-ı Hak yolunda hüsn-ü istimal etmiş. Cihazatını, duygularını hüsn-ü suretle istihdam etmiş. Kerim-i Mutlak, ona dünyadaki meşru ve ubudiyetkârane muhabbetin neticesi olarak Cennet’te, Cennet’in yetmiş ayrı ayrı enva’-ı zînet ve letafetinin hüsnünün güzelliği görünür.

Sözler ( 647 )

nümuneleri olan yetmiş muhtelif hulleyi giydirip, nefisteki bütün hasseleri memnun edecek, okşayacak yetmiş enva’-ı hüsün ile vücudunu süslendirip; herbiri, ruhlu küçük birer cennet hükmünde olan hurileri, o dâr-ı bekada vereceği, pekçok âyât ile tasrih ve isbat edilmiştir.

 

         Hem dünyada gençliğe muhabbet, yani ibadette gençlik kuvvetini sarfetmenin neticesi: Dâr-ı saadette ebedî bir gençliktir.

 

         ÜÇÜNCÜ İŞARET: Refika-i hayatına meşru dairesinde, yani latif şefkatine, güzel hasletine, hüsn-ü sîretine binaen samimîmuhabbet ile, refika-i hayatını da naşizelikten, sair günahlardan muhafaza etmenin netice-i uhreviyesi ise: Rahîm-i Mutlak, o refika-i hayatı, hurilerden daha güzel bir surette ve daha zînetli bir tarzda, daha cazibedar bir şekilde, ona dâr-ı saadette ebedî bir refika-i hayatı ve dünyadaki eski maceraları birbirine mütelezzizane nakletmek ve eski hatıratı birbirine tahattur ettirecek enis, latif, ebedî bir arkadaş, bir muhib ve mahbub olarak verileceğini va’detmiştir. Elbette va’dettiği şeyi kat’î verecektir.

Sözler ( 647 – 648 )

 

“Eyvah, eyvah! El’aman, el’aman! Yâ Erhamerrâhimîn meded! Bizi muhafaza eyle, bizi cinn ve insî şeytanların şerrinden kurtar, kardeşlerimin kalblerini birbirine tam sadakat ve muhabbet ve uhuvvet ve şefkatle doldur.” diye hem ruhum, hem kalbim, hem aklım feryad edip ağladılar.

Tarihçe-i Hayat ( 598 )

Faydalanmaya sunan:Abdülkadir Haktanır.

Ana sermayemiz olan zamanı nerede harcıyoruz 2

Risale-i Nur Şakirdleri Takva ve Sünnet-i Seniyye dairesinde halis İman Hizmetinde çalışıp hiçbir dünyevi maksad ve gayeye itibar etmezler:

Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, bu zamanda Risale-i Nur’da, nokta-i istinad olarak avam-ı mü’minînin en ziyade muhtaç oldukları ve Nur’da buldukları öyle bir hakikattır ki; hiçbir şeye âlet olmayacak ve hiçbir garaz ve maksad içine girmeyecek ve hiçbir şübhe ve vesveseye meydan vermeyecek ve hiçbir düşman ona bahane bulup çürütmeyecek ve yalnız hak ve hakikat için ona çalışanlar bulunacak; dünya maksadları ona karışmayacak; tâ ki, uzakta olan ehl-i iman, o hakikata ve sadık naşirlerine (Onları yayanlara) tam itimad edip imanlarını, zındıkların ve dinsizlerin, din aleyhindeki dehşetli feylesofların itirazlarından ve inkârlarından kurtarsınlar. (Em:214)

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Kader-i İlahî adaleti bizleri Denizli Medrese-i Yusufiyesine (h-Hapsanesine) sevk etmesinin bir hikmeti, her yerden ziyade Risale-i Nur’a ve şakirdlerine hem mahbusları, hem ahalisi, belki hem memurları ve adliyesi muhtaç olmalarıdır. Buna binaen, biz bir vazife-i imaniye ve uhreviye ile bu sıkıntılı imtihana girdik. Evet yirmi-otuzdan ancak bir-ikisi ta’dil-i erkân ile namazını kılan mahbuslar içinde birden Risale-i Nur şakirdlerinden kırk-ellisi umumen bilâ-istisna mükemmel namazlarını kılmaları,lisan-ı hal ile ve fiil diliyle (işle) öyle bir ders ve irşaddır ki, bu sıkıntı ve zahmeti hiçe indirir, belki sevdirir. Ve şakirdler (talebeler) ef’alleriyle bu dersi verdikleri gibi, kalblerindeki kuvvetli tahkikî imanlarıyla dahi buradaki ehl-i imanı ehl-i dalaletin evham ve şübehatından kurtarmalarına medar çelikten bir kal’a hükmüne geçeceğini rahmet ve inayet-i İlahiyeden ümid ediyoruz. (Ş:306)

Lisanın, Kur’anın Âyetlerini âleme duyururken, hal ve etvar ve ahlâkın da onun mânasını neşretsin; lisan-ı hâlin ile de Kur’anı oku. O zaman sen, dünyanın efendisi, âlemin reisi ve insaniyetin vasıta-i saadeti olursun! (TH:157)

 

Lâübaliler ruhsatlarla okşanılmaz; azimetlerle, şiddetle ikaz edilir. (M:478)

Evet Hazret-i Üstad, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin Sünnet-i Seniyesine tam iktida etmiştir.

Bediüzzaman’ın bu hali de, bütün İslâm Mücahidlerine ve umum Müslümanlara bir örnektir. Yani, Cihad ile ubudiyet ve takvayı beraber yapıyor; birini yapıp, diğerini ihmal etmiyor. (Konf:26)

 Evet elması bildiği (âhiret ve iman gibi) halde, yalnız zaruret-i kat’iyye suretinde şişeyi (dünya ve malına gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer’iye var. Yoksa küçük bir ihtiyaçla veya heves ile veya tama’ ve hafif bir korku ile tercih edilse; eblehane bir cehalet ve hasarettir, (zarardır) tokada müstehak eder. (K:25)

Risale-i Nur şakirdlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir. (K:148)

Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünki aramızdaki dere pek derindir. Doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz veya dalalete düşer boğulursunuz. (Ms:126)

Görülmüyor mu ki, İttihadcılar o kadar hârika azm ü sebat ve fedakârlıklarıyla, hattâ İslâm’ın şu intibahına da bir sebeb oldukları halde, bir derece dinde lâübalilik tavrını gösterdikleri için, dâhildeki milletten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslâmlar dindeki ihmallerini görmedikleri için hürmeti verdiler. (Ms:100)

Aziz, sıddık kardeşlerim!

İşarat-ı Gaybiye-i Gavsiye ve Aleviye’de, altmışdörtte Risale-i Nur te’lifçe tamam olur. Demek o tarihten sonra, yalnız izahat ve haşiyeler ve tetimmeler olacak. Bu münasebetle iki nokta ihtar etmek kalbime geldi:

Birincisi: Risale-i Nur’un fıtraten ve zamanın vaziyetine göre talebesi olacak, başta masum çocuklardır. Çünki bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkil bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını (şartlarını) ruhuna alabilir. Âdeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer.

Bilhassa (çocuk anne ve babasını)) peder ve vâlidesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa,daha ziyade yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve vâlidesine hürmet yerinde istiskal edip (anne babasından bıkar) çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi bela olur. Âhirette de onlara şefaatçi değil, belki davacı olur. Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız (diye Allahın huzurunda şikȃyet ederler)?

İşte bu hakikata binaen en bahtiyar çocuklar onlardır ki; Risale-i Nur dairesine girip dünyada peder ve vâlidesine hürmet ve hizmet ve hasenatı ( iyilikleri) ile onların defter-i a’maline vefatlarından (ölümlerinden) sonra hasenatı yazdırmakla ve âhirette onlara derecesine göre şefaat etmekle bahtiyar evlâd olurlar. (Em:41)

 

Bu hakikatleri sizinle paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Üstadımızın teheccüd namazı için ifadesi

Teheccüd namazı yatsı namazından sonrada kılınır; fakat onun asıl vakti biraz uyuduktan sonra kalkıp kılmaktır:

Çünkü gece rahmet, mağfiret, feyiz ve bereketin coştuğu bir zaman dilimidir. Bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Gecenin son üçte biri kaldığında Rabb’imiz dünya semasına inerek (rahmetiyle tecelli ederek) buyurur ki: Hani bana kim dua eder ki, duasını kabul edeyim! Benden kim istekte bulunur ki, dileğini vereyim! Benden kim mağfiret diler ki, onu bağışlayayım!”

İşte teheccüde kalkmak, Rabb’imizin bu sorularına karşı, “Ya Rabbi, ben dua ediyorum. Ben istekte bulunuyorum. Ben mağfiret istiyorum.” diyebilmektir. Bu hadisten anlıyoruz ki, teheccüt namazı kılarak kim ne isterse Rabb’imiz onu verecektir. Asıl  teheccüdün vakti biraz uyuyup uyandıktan sonra başlayıp imsak vaktine kadar devam eder. En faziletlisi, gecenin son üçte biridir. Burada “Hiç uyumadan önce teheccüd kılınabilir mi?” sorusu akla gelebilir. Uyumak, teheccüdün şartı değil, vaktini belirleme aracıdır. “Uyumadan kılınmaz” demek, gece yarısından önce uyuyan kimsenin tekrar uyanıp kılması gerektiğini anlatmak içindir. Yoksa geç yatan veya hiç uyumayan kimse gece yarısından sonra pekâlâ teheccüt kılabilir.

 Daha önde de dedim ya yatsı namazından sonrada kılınız ama onun en faziletlisi gecenin üçte biri kalıncakılmaktır

Teheccüd iki, dört veya sekiz rekât kılınabilir. Efendimiz (a.s.m.) gecenin sonuna doğru, imsaktan önce, sekizi teheccüd, üçü de vitir olmak üzere 11 rekât namaz kılar, sonra bir müddet uyur, sabah namazına kalkardı.

Sahura kalkmak teheccüde başlamak için bir fırsat

Ramazan’da sahura kalkmak çok faziletli bir ibadet olan teheccüd namazına başlamak için altın bir fırsattır. Zaten yemek için uyandığımızda birkaç dakikamızı teheccüt kılmaya ayırabiliriz. Peygamber Efendimiz (a.s.m) kendisi teheccüdü kılar, sahabe efendilerimize de tavsiye ederdi. Abdullah b. Ömer’i (r.a) bir gece rüyasında iki melek yakalayarak cehenneme götürdüler. Cehennem kuyu duvarı gibi taşla örülmüş olarak görünüyordu. İki boynuz gibi iki yanı vardı. Burada kendilerini yakından tanıdığı kimseleri de görmüştü. O anda:

        Cehennemden Allah’a sığınırım, demeye başladı. O sırada yanına başka bir melek gelerek ona:

        Korkma, sen buraya atılmayacaksın. Senin için tasa ve endişe yoktur, dedi.

        Abdullah b. Ömer (r.a) bu rüyasını Resulüllah’ın (a.s.m) hanımı olan ablası Hz. Hafsa’ya (r.anha) anlattı. Hafsa Validemiz de Resulüllah’a (a.s.m) aktarınca Efendimiz şöyle buyurdu:

        Abdullah ne iyi adamdır. Keşke gecenin bir kısmında kalkıp da ibadet etmeyi âdet edinseydi.

        Peygamber Efendimiz’in (a.s.m) burada kast ettiği ibadet teheccüt namazıydı. Abdullah b. Ömer bunu öğrenince gecenin pek azında uyuyup kalan zamanını ibadetle geçirmeye başlamıştı. Ümmetine sünnet olan teheccüd namazı, Efendimiz’e (a.s.m) Rabb’imiz tarafından özel bir farz olarak emredilmişti.

Teheccüt, nimetlere karşı şükür, kabir ve cehennem azabına karşı bir zırhtır. Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle, “kabir gecesinde ve berzah karanlığında lüzumlu bir ışık”tır.

Teheccüt, insana sunulan eşsiz bir hazine

Teheccüt âdeta kulun, ezelî ve ebedî Sevgilisiyle buluştuğu, O’nu tesbih ve tazim ettiği, derdini döktüğü, yardım istediği özel dakikalardır. Teheccüt namazı, maddî ve manevî sayısız dertlerle mahzun, birçok arzusu ve emeli bulunan, nihayetsiz ihtiyacı olan insana sunulan eşsiz bir hazinedir. Rabb’imizin hazinesinden istifade etmenin tek şartı, kalkıp abdest alıp o yüce dergâha yönelmektir.

Bize lazım olan hasletleri hayatımızda kazanamadığımız halleri kazanmak için bir fırsattır

 Gençliğimde lazım olan ibadetlerim yapamadım. Ondan sonrada ibadetlerimi aksatıyordum.  Gelecekle ilgili hayallerim vardı, suya düştü. İdeallerim adına üzerime düşen her şeyi yaptığıma inanıyorum. Ancak irademle istediğim hedeflere ulaşamadım. Sürekli yapamadığım şeyleri hayal ediyor, şöyle yapsaydım keşke diyorum. Ehliyet sınavını dahi veremedim. N’olacak benim halim? Sonra ciddi bir pişmanlık bende hasıl oldu. Kerim, Rahim ve Gafur olan Allahıma karşı ciddi bir pişmanlıkla yöneldim,  ümitle ibadetlerime başladım korku ve ümit ile ibadetlerimi yaparken biraz rahatladım

Evet bu insan kendisini cehenneme atma çabasında olan üç tane düşmanı olduğu için: Yani Nefis, Şeytan ve iki ayaklı şeytanlar onun peşinde olmasından ötürü, Meleklerden de üstün çıkabilir, vahşi hayvanların altına dahi düşebilir. bu sebeple kendini kurtarmak için Allah bu insana çok çeşit sebepler vermiştir. İnsan bu sebepleri yerine getirmeye  gayret edebilir ancak ve ancak imanı sağlam ve kavi olduğu zaman. Bütün mahlukat ve insanların çoğu uykuda oldukları zaman insan o tatlı uykusunu bozup yavaş yavaş necasetten temizlenip abdestini alarak teheccüd namazına durmak insan için büyük bir kȃrdır ve kurtulmasına sebeplerden çok mühim olan bir tanesidir.

Sizin ile paylaşan Abdülkadir Haktanır

Zaman cemaat zamanıdır

Nerede benim rizam icin birbirini sevenler? Benim gölgemden baska bir gölgenin bulunmadigi bir gunde onlari kendi golgemde gölgelendirecegim. (Hadis-i Kutsi)

 

“Duşuncelerle bir araya gelmiş ve cemaat oluşturmuş 5-10 fert, insanlığı asırlar boyu hep aydınlık iklimlerde dolaştıran Ebu Hanife, Muhammed Bahauddin Naksibendi, Abdulkadir Geylani, Imam Gazzali ve emsali kimselere nasip olan mazhariyetlerin çok çok ötesinde, mazhariyetlere sahip olabilirler. Bu o büyük zatlari tezyif veya misyonlarını inkȃr olarak anlasilmamali; Allah ( c.c)’in cemaate hususi ihsani şeklinde yorumlanmalidir.”

 

Mevlana gibi yüce bir şahis devrimizde yaşiyor olsaydı; çağımızdaki tehlikelerin farkina vardığında umulur ki, o da ferdi maneviyattan çıkıp CEMAAT halinde bulunmanın ancak bu çağda ayakta kalabilmenin bir yolu olduğu onu soyleyecektir.

 

Not: Eski zamanlarda kişinin tek başına kendisini yetiştirmesi kolay olduğundan, manevi acıdan kendilerine ceki düzen vermek isteyenlerin bir yerde inzivaya çekilmeleri yeterli olabilirdi. Ama dünyanın bir köy haline geldiği ve sürekli insanlarla muhatap olunarak ilerlemelerin kaydedilebildiği çağımızda INZIVA hayatinin yaşanılabilmesi düşünülemez. Bu devirde tek başına kalan bir insan, nefisinin ve şeytanın buyruklarına çok fazla direnemeden eriyip gidebilir. Onun hatalarını düzeltecek HAYIRHAH’ları bulunmadığı müddetçe kişinin başına daha da kötüsu gelebilir. Bu, manevi olarak kayıp gittiğinin farkına varılmamasıdır. Mesela, ilk başta namazı bırakan bir insanin sonraları namaz kılmamayı normal olarak görmesi ve bundan ıstırap duymamaya başlamasıdır.

 

Peki eski zamanlardaki tehlikelerden daha fazlaları neler? Bir çarşıya çıktığınızda birçok bayanın namahrem yerleri istemeseniz bile gözünüze çarpar. Böyle durumlarda istememek bile büyük bir başarıdır. Televizyonu açarsanız, gözünüzün harama takılmaması mümkün değildir. Okula giderseniz, hakeza öyledir. Bu devirde günahlardan korunmak için ancak dağda bir kulübede yaşamak gerekir.

 

Nasıl ki, bir çay bırakıldığında soğumaya baslar, insan da böyledir. Ortam, insanin maneviyatını sürekli olumsuz yönde etkileyerek, onun soğumasına meyilli olarak yaratılmıştır. Buna   çare ise bu maneviyatı sürekli canlı tutmak, daha doğrusu demliğin altını sürekli açık bırakmaktır. Kişisel basari ile de bu mümkün olamayacağından dolayı, maneviyattaki süreklilik ancak CEMAATLE mümkündür…

 

Bir tek ağacı düşünün… Ağaç ne kadar büyük de  olsa tek başına bir yağmur bulutunu kendisine çekmesi mümkün değildir. Ama yağmur ormanlarındaki birliktelik sayesinde yağmur bulutları bu ormanların üzerlerine gelip yağmurunu boşaltmaktadır.

 

Cemaatte ise kişi her ne kadar bozuk da olsa, etrafındaki insanları örnek alma gibi bir durum söz konusu olabilir. Onu sürekli hayra çağıran insanlar da bulunmaktadır. Kendisini çok büyük günahları olduğu halde, belki de Allah tarafından sevilmese bile, sırf Allah’ın sevdiği kullar arasında bulunduğundan dolayı Allah rahmet nazari ile bakabilir, etrafındaki iyi insanlar sebebiyle onu da affedebilir.

 

Bir insan tek başınayken yaptığı günah tekdir, yaptığı hayır da münferittir. Cemaatte ise durum farklıdır; cemaat içinde bulunan bir kişinin yaptığı günah münferittir, yaptığı hayır ise umumidir. Yani her şahsın yaptığı hayır herkese miktarı eksilmeksizin SAMİMİYETLERİ ÖLÇÜSÜNDE dağıtılır. Bu sayede Allah insanları birlik halinde olmayı teşvik etmiştir. Öyle ki, insan öldükten sonra bile mensubu bulunduğu cemaatte bulunan herkesin yaptığı hayırlar ona yazılmaya devam edilir…

 

Allahın kanuni da böyledir. Tek başına yaşayan hayvanlar, toplu halde yaşayanlara göre çok daha zayıftırlar ve avcıları tarafından çok kolay pusuya düşürülebilir, yenebilirler. Toplu halde yasayanlar ise kendi aralarındaki güçlü te’sir ve haberleşmelerle düşmanlara karşi gayet iyi direnebilirler.

 

         Aynen bunun gibi, iç alemlerinin, ruh ve kalp dünyalarının hayat dereceleri çok ulvi olan ve simalarında melek çehrelerini müşahede edebileceğimiz arkadaşların, şefkat, merhamet ve nurdan tebessümlerle süslenmiş aydın bakışları altında ışıklaşmaların yaşandığını düşündükçe, şeytanın aldatmalarına ve günahlarının yıkıcılığına karşı nasıl bir atmosfer içinde bulunduğumuzu daha iyi anlarız. Bu atmosfer içinde direnç kazanacak olan zayıf kalp ve iradelerimizin, fer ve kuvvetinin arttığını ve zülcenahayn, yani iki kanatlı, çift yönlü bir kuvvete sahip olduğumuzu hissederiz.

 

Cemaatin, cemaat olmanın yanında, cemaat prensipleri ile yürümesinin de insan ve topluma kazandırdığı pek çok şey vardır. Bunlar bilhassa globallesen bir dünyada, bugün daha fazla ehemmiyet kazanmış durumdadır. Şöyle ki; fert, dahi bile olsa ve dahiyane teşebbüsleriyle ortaya harikulade isler dahi koysa, cemaat düşüncesi ve beraberliği ile ortaya konan şeyler, onu rahatlıkla çok gerilerde bırakır. Zira, bir Arap atasözünde de ifade edildiği gibi “iki kafa bir kafadan hayırlıdır.” Kafa yani düşünen beyin sayısı, alınan kararları uygulamada omuz veren insan sayısı ne kadar çoğalırsa, ortaya konan performans doğrultusunda istenilen neticeye ulaşmak da o kadar kolay ve mükemmel olur. Bütün bunları, tek bir ferdin  de olsa- başarması, yapması düşünülemez.

 

Ayrıca cemaat halinde veliliği temsil eden kişiler gurur, fahr ve ucb (kendini beğenme) içine de girmez, hatta giremezler. Zira o gayeye ulaşmada ve o noktaya yükselmede kendisinin olduğu kadar cemaatin sair fertlerinin de payı vardır ve belki de onunkinden daha yüksektir. Burada görüldüğü gibi cemaat içinde bulunma, ayni zamanda ucb, gurur, fahr gibi ahlak-i seyyienin de önünü kesebiliyor.

 

Cemaat kavramını anlatmaya çalıştığımız bu mevzuda, üzerinde mutlaka durulması gereken bir başka nokta da; Allah’in inayetinin cemaat üzerinde tecelli etmesi gerçeğidir. Allah Rasülü ( s.a.s) buna “Allah’ın inayet ve kudreti cemaatle beraberdir” (Tirmizi, Fiten, 7; Nesei, Tahrim, 6) hadisleri ile işaret buyurur. Bu ise nihayetsiz acz’u fakr içinde bulunan insanin nihayetsiz güç ve kudrete sahip olan Allah’ın desteği ile yürümesi, iş yapması demektir.

 

“Ümmetim dalalet üzerine içtima etmez”(birleşmez) Hadisi zaviyesinden cemaat gerçeğine bakılacak olduğunda, yanılma oranının cemaatlerde daha az olacağı da unutulmamalıdır.

 

Gün gelecek, eliniz, ayağınız, gözünüz, kulağınız, kısaca bütün azalarınız fayda vermez olacak ve o zaman arkadaşlarınızın elleriyle tutacak, onların ayakları ile yürüyecek ve gözleriyle görüp, kulaklarıyla işiteceksiniz. Öyleyse, şimdiden sadik arkadaşlar edinmeğe bakın. Zannediyorum, “Sadıklarla beraber olun!” ayeti bu hakikate işaret etmekte!

 

Önce şurası iyi bilinmelidir ki, bir ferd, dalalet adına tahripkar cemaatler karşısında tek başına mukavemet edemez. Bir insan, ‘gavs’ bile olsa, şahsi dehasıyla, kültür ve ilim dünyasıyla, hatta keşif ve kerametleriyle asrimizin dalaletleri ve günah tufanları karşısında tek başına yasayamaz; yasasa da, sürüden ayrı kaldığı için her zaman kurtlara yem olabilir. Ayrıca, cemaat içinde bulunmanın getireceği feyizlerden, sağlayacağı avantaj ve lütuflardan da mahrum kalır. Ayakları cemaat zeminine basmayan insan, ayaklar altında bir yaprak ve bir tüy gibidir; bu yandan üflesen öte yana, öte yandan üflesen bu yana savruluverir. Bu yüzdendir ki, Gavs-i A’zamlar, Imam-i Rabbaniler, Muhyiddin Ibn Arabiler bile bu asırda yaşasalardı, herhangi bir cemaatin bir uzvu olmak isteyeceklerdi. Sahabe devrinin o en kuvvetli, en iktidarlı ve meleklere parmak ısırtacak insanları bile cemaatleşme ve birlik teşkil etme lüzumunu duymuşlardı. Bu sebeple, hasımlarımızın içtimai kanal ve kollarla geçeceğimiz yollarda kurdukları sayısız tuzaklara ve onların cemaatçe hücumlarına, ayrıca, manevi hasımlarımız olan şeytana, nefse ve günah tufanlarına karşı yem olmaktan, boğulmaktan bizi koruyacak en mühim sığınak, cemaatleşmedir. Evet, bu fikre davet, günümüzün en hayati mes’eleleri arasındadır.

 

Hadisin beyanıyla, Allah’in rahmeti cemaatle beraberdir. Cemaat üzerinde dolaşan bir bulut, adeta altına girene rahmet yağdırır. Bir kişinin duası, sadece bir ferdin duasi olup, tasidigi rahmet damlaları da o kadardır. Halbuki, tam olarak ittihad etmis (birleşmek), agız gönül birliği içindeki bir cemaatin duasının karşılığı, tek tek her ferde inen miktarın kat kat üstündedir ve sağanak sağanaktır. Eğer rahmete açık semereli bir ağaç olmak istiyorsanız, orman içinde bir ağaç olmaya bakınız; tek başınıza kaldığınızda hiçbir rahmet düşmez.. kuruyup gidebilirsiniz; ama ormana mutlaka rahmet inecek ve siz de o rahmetten bol bol yararlanacaksınız. Yine diyelim ki, siz bir sivilsiniz, silahınız yok; kuvvet ve kudretiniz de sermayeniz kadar.. Oysa, askerde tek başınıza bile olsanız, iktidarınız, silahınız, ferdi kabiliyet ve cesaretinizin yanı sıra, içinde bulunduğunuz birliğin kuvvet ve iktidarını da yanınızda bulur ve yerinde bir paşayi, hatta bir orduyu bile esir edebilirsiniz.

ister hayır adına, isterse şer adına olsun, her hal u kȃrda cemaatin işgücü ve te’siri her türlü tasavvurun üstünde olduğu gibi, böyle bir şahs-ı manevinin Allah’a teveccüh edip yalvarması da, Cenab-ı Hakk’ın rahmetini ihtizaza getirmesi ve İlahi imdada vesile olması bakımından çok önemlidir. Hatta o kadar ki, ehl-i dalalet bile bir cemaat halinde dua etse, bazı ahvalde sizin tek başınıza yaptığınız duaları geri çevirebilir. O halde, dalalet cemaatlerine karşı mukabele ve mukavemet edebilmek için, mü’minlerin de cemaatleşmeye, cemaat halinde müdafaaya ve cemaat ruhuyla duaya ihtiyaçları vardır.
Cemaat içinde bulunmanın bir büyük faydası da şudur: Kişinin masiyetleri, günahları, dualarının kabul semasına yükselmesine engel olabilir; cemaatin dualarının kabul olacağı ise, kat’i gibidir. Bir kudsi hadisde Allah (cc) soyle buyurur: “Humu’l kavmu la yeska bihim celisuhum- Onlar oyle bir cemaattir ki, onlarla bir arada bulunan bedbaht olmaz.” Evet, gül bahçesinde bulunan, hiç olmazsa o bahcenin kokusundan istifade eder.

Cemaat, İlahi rahmetin cazibesi ve duasıyla davet edip sinelere ulaştırmada vasıta olduğu gibi, bela ve musibetlerin def’ine de önemli bir vesiledir. Sema, kendine açılan semavi yalvarma elleri ve gönülleriyle çok alakadardır. Evet, cemaat halinde dua ve yakarış, Rahmete açılan avuçlara semavi tebessümleri (gülümsemeleriyle) celb ederken, ayni zamanda yere uzanan afet ve musibetlerin de def’ine sebeptir.


Peki hangi cemaat? Bu konuda belli bir yönlendirme yapılması 
yanlış olur. Her insan kendi fikirlerine, yaşam tarzına ve doğruluğuna inandığı bir topluluğa girebilir. önemli olan FERDIYET’ten uzaklaşmak, CEMAATin feyzi ve bereketinin yanında daha güvenli olmaktır.

         Bir gün hesaba çekileceğiz, Allah korusun, günahlarımız ağır basarsa belki içinde bulunduğumuz CEMAAT’te Allah’ın razı olduğu kullardan varsa; olanların yüzsuyu hürmetine bizler de affediliriz. Sadece bu umut için bile CEMAAT halinde yasamak büyük bir lütuftur…

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Müjdeler! Bu zamanda kurtulana

Çünkü, çevremizi sarmış sayısız düşman,

Uğraşırlar insanlığımızdan olalım pişman,

Uzaklaştırsınlar, ebedi mutluluktan,

Cehenneme düşürüp, mahrum kalalım cinandan.

 

Bizler mutlu olmak için, buraya gelmedik,

Şansımız kesin olmadığını, bizler bilirdik,

O kesin ümitleri, kafamızdan silmişdik,

Bu çok kötü zamanda, nerede kesinlik.

 

Zaman kötü olduğundan, ümitsiz kaldık,

Gaflete dalarak, çoğumuz aldandık,

Zaman kötü olduğundan, gaflete daldık,

Düşmanlara aldanarak, sahtekȃra kandık.

 

Buraya geliş sebebimiz, bir imtihan,

Gayesine ulaşır, imtihanı kazanan,

Hedefe ulaşırız, bizde var ise iman,

Yoksa tenimiz olur, cehennemde yanan.

 

Kardeşim,  çok dikkatli ol kurtar kendini,

Olur olmaz düşmana, sakın verme elini,

Yoksa senin canın yanar, kırarlar belini,

Acı cehennem ateşine, atarlar seni.

 

Bir taraftan düşman nefsin, yapar türlü hile,

Öte yandan, şeytan aldatır desiselerle,

İki ayaklılar da, entrikalı hilelerle,

Kurtulursun, yalnız sağlam iman ile.

 

Aç gözünü gör, Müslüman’ın düşmanı çok,

Sen bir an önce uyan, yoksa kurtuluş yok,

Sapıklık teklif edenin, ağzına han carı sok,

Çünkü onların verdiklerine, gözümüz tok.

 

Unutma! Silahsız düşman duruyor karşında,

Onlar hazırlanıyorlar, sonsuz tahribata,

Bizlere yara açmak için, iki hayata,

Müminleri itmek için, manen memata.  

 

Gençlere tesettürsüz kızlarla saldırırlar,

Fuhuş kapısını açarak, hayayı kaldırdılar, 

Kendileri, rezaletten hoşnut kalırlar,

Allahım ne olur bunlara, yağdır kahırlar.

 

Çünkü, İmansızı onun küfrü kahır eder,

Dünya ile ahiretini, berbat eder,

İmansızın kendi şahsından, huzur gider,

Ne cesaretle imansız, o yolda gider.

 

Büyük Rabbim, müslümanlara bu büyük dert,

Kuvvetin ile, bu düşmanlardan bizi hıfzet,

Rabbim Kahharsın, düşmanlarımızı kahret ,

Rızanı kazandır bize, o çok büyük nimet,

Bu bizim içimizden gelen, büyük bir istek.

 

Abdülkadir Haktanır