Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

İnkarcıların sahte ifadeleri

İmansızlar imanlıları kandırmak için ortaya serdikleri bilgi ürünlerin farkları, inançla ilgili imansızların ortaya serdikleri felsefi safsata ve hurafelerle karışık, masalları Müslümanlar aldanmamak için o ifadelerinde serdikleri sahtekȃrlığın tümünü bilmeli. Yani o İfadelerin kapalı taraflarını bilmeli ve red etmeli.
 
Bitkiler nasıl beslenip enerji elde edebiliyorlar. Kökleriyle topraktan emdikleri suyu, onlarca metre yükseklikteki en uç dallarına kadar ulaştırırlar. Bitkilerin yaşamını devam ettirebilmeleri için şekere de ihtiyacı vardır. Kökleri aracılığıyla topraktan aldıkları suyu, yapraklarında karbondioksitle birleştirip, güneş ışığının da yardımıyla kendilerine lazım olan enerjiyi kendilerine çekiyorlar. Suyu topraktan emiyorlar. Onlar acaba bunu nasıl tarif ederler? Mesela: kışın toprakta bol bol su var ama bitkiler yeşiremiyor. Yazın toprakta su olmadığı halde 30-40 derece güneşin sıcaklığı altında bitkiler yaprakların yeşilliğini koruyabiliyor . Bu yapraklara o nemi kim ulaştırıyor, yapraktaki o yeşillik nasıl devam edebiliyor  suyu tüm yapraklara ulaştırmak  tesadüf oyuncağı olan tabiata nasıl verilebiliyorlar?…
 
 Hidrojen atomlarından oluşan Güneş, dünyamızı aydınlatır ve ısıtır. Hatta insanların ihtiyacı olan renkleri de ihtiva eder güneşin  yedi rengi var fakat bizde sayısız renk mevcut, bu nasıl meydana geliyor sorusuna? Cevap olarak: O renklerin biri diğeri ile ile karışımından meydana geliyor. Peki onları kim karıştırıyor sorusuna kesin cevap, Allah yapıyor kardeşlerim. Yalınız bu değil belki bütün bu ince meseleleri Allah yapıyor. Telefonu eline alıyorsun Amerika daki eş, dost ve akraban ili yanında imiş gibi konuşuyorsun. Hatta konuşmaya başlarken sen kimsin sormadan sesinden bile kim olduğunu tanıyorsun. Şimdi o sesi bizim kulağımıza kim getirdiğini biz düşünmeyecek miyiz? İmansızlar bütün bu ince ve çok mühim işleri akılsız gözsüz sağır tabiata veriyorlar. Bu işleri  ateistler gibi tesadüf oyuncağına bizde mi vereceğiz   

 Kainat varlıklarının, yani var olan mahlukatın çalıştırmanın asıl faili; yani cansız zerre ve maddeleri yerinden kaldırıp, harekete geçiren ve bir şeyleri çalıştırma sebebi yapan asıl sebebi Allah olduğunu  kabul etmeyen felsefe Âlimleri’nin bilgi öretirken düştükleri çukur, işte tam da burası.
 
 Onlar incelemek için yola çıkarken, Allah varmış kâinatın faili yaratıcısı ve ustası ve bu varlıkları çalıştıran varmış yerine, Allah yok muş’u ortaya seriyorlar, onların bu durumu; tıpkı, önünde hazırlanmış bir yemeği görüp, onu yapan aşçısını göremedikleri için, o yemeği; bıçak – soğan- tencere – tava gibi sebeplere, ateşin ısısına, bıçak gibi yemeği yaparken kullanılan basit sebeplere isnad edip; yemeği böylece olumsuz maddelere verip Allahı inkar etmek için yuvarlanıp o kadar olumsuzluğa düşen bir mahluk  durumuna düşerler.
 
Halbuki mahlukat içerisinde böyle, cansız ve bilinçsizlere hayat ve şuur, bilgi ve irade atfedip; böylece kȃinatta canlı veya cansızlara irade ve ilim vererek onların kuvvet ve tercihleriyle bu işler yapılıyormuş gibi göstermek; İnsan şuuruna ters bir hal olduğunu zerre kadar aklı olan anlar !

Çünkü mantık ve dil’de; fiil, failsiz olamayacağı için; maddenin hareketlerinden bahseden Bilimsel İfadelerde, o fiile bir fail ve özne atama zorunluluğu doğuyor. Gene mantık ve dil’de; eser, müessirsiz ve ustasız da olamayacağı için; mahlukatta ki eser ve sonuçlara, bir usta bulma zorunluluğu doğuyor. Yani felsefeciler ce, Rabbimiz’i fail ve özne ve müessir kabul etmemesinin zorunlu kabul edip diğer şıkkı olarak; edilgen bir nesne ve alet olan madde ve süreçler; müessir bir sebep ve iradeli bir failcanlı bir müessir ve usta katına yükseltilir.
 
Elhasıl, neyi – nasıl yaptığını, sonuç ve neticelerini bilmeyen ağaç, güneş, arı, bitki, hücre, hayvan gibi akıl ve şuur, bilgi ve irade, hatta hayattan yoksun varlıklara; malumat ve irade verip, o yapar, eder, verir, geliştirir, izin verir, sağlar gibi; düpedüz mantık ve bilgi yanlışlarını ifade ederler

 ve bu  İfadeleri ve buna benzer safsata ve hurafeleri üretiyorlar. Felsefeciler, bizden onların bu masallarına inanmamızı isterler! Felsefecilerin verdiği malumat dediğimiz ifadelerin hemen hemen tamamı, böyle failsiz ve neticesiz veya sahte failli cümlelerle ifade edilmiştir.
 Göya bilimsel bilgi ve İfadelerin; tasvir ve açıklamalarının, analiz ve yapı sökümünden çıkan sonuçlar bu. Müspet Cümlelerin; gramatik inceleme  ve olumsuz  mefhumundan çıkan sonuçlar böyle. Bunu; Güneşteki hidrojen atomları, nükleer füzyon ile helyuma dönüştürerek yapar. Böylece dünyamızı ısıtmakta, ayrıca bitki ve diğer canlıların enerji ihtiyacını karşılamaktadır derler…
 Hücrelerimiz, kendisi kendi enerjisini üretir…, Hücre zarı, hücreyi dağılmaktan ve dış etkilerden korur. Madde alışverişini sağlayarakhücreye faydalı olanların geçişine izin verir. Bunu fiziki yollarla yapar. Karaciğerimiz, üçyüzden fazla kimyevî reaksiyonu gerçekleştirir.

Kȃinatta görünen fiili  varlık ve işleyişinin asıl faili; yani cansız zerre ve maddeleri yerinden kaldırıp, harekete geçiren ve bir şeylere araç ve sebep yapanın asıl sebebi; yani kȃinattaki madde – enerji’lerin bu işleyişte alet ve sebep olmasının asıl nedeni; yani bütün bu varlığı, fiil ve eserlerinin üretiminde alet – edevat gibi kullanan Rabbimiz’i kabul etmeyen Bilimsellik Felsefesi’nin ürettiği Bilim’in düştüğü çukur, işte tam da burası.
 
Başlangıçta yola çıkarken, (evren) cilerin gözlem ve incelemelerinde; Allah varmış kâinatın faili yaratıcı ve ustası ve işleticisi varmış yerine, Allah yokmuş’u ifade ederek. Ekleyerek her şeyi akılsız gözsüz işitme duygusu olmayan tabiat yapar derler…

Abdülkadir Haktanır

Gaflet zişuura vazifesini unutturur

“Ey maraza mübtela hasta! Bu zamanda tecrübemle kanaatım gelmiştir ki; hastalık bazılara bir ihsan-ı İlahîdir, bir hediye-i Rahmanîdir. Bu sekiz dokuz senedir, liyakatsız olduğum halde, bazı genç zâtlar, hastalık münasebetiyle dua için benimle görüştüler. Dikkat ettim ki; hangi hastalıklı genci gördüm, sair gençlere nisbeten âhiretini düşünmeye başlıyor. Gençlik sarhoşluğu yok. Gaflet içindeki hayvanî hevesattan bir derece kendini kurtarıyor. Ben de bakıyordum, onların tahammül dâhilindeki hastalıklarını bir ihsan-ı İlahî olduğunu ihtar ederdim. Derdim ki: “Kardeşim, senin bu hastalığının aleyhinde değilim, hastalık için sana karşı bir şefkat hissedip acımıyorum ki dua edeyim. Hastalık seni tam uyandırıncaya kadar sabra çalış ve hastalık vazifesini bitirdikten sonra Hâlık-ı Rahîm inşâallah sana şifa verir.” Hem derdim: “Senin bir kısım emsalin sıhhat belasıyla gaflete düşüp, namazı terkedip, kabri düşünmeyip, Allah’ı unutup, bir saatlik hayat-ı dünyeviyenin zâhirî keyfi ile, hadsiz bir hayat-ı ebediyesini sarsar, zedeler, belki de harab eder. Sen hastalık gözüyle, her halde gideceğin bir menzilin olan kabrini ve daha arkasında uhrevî menzilleri görürsün ve onlara göre davranıyorsun. Demek senin için hastalık, bir sıhhattır. Bir kısım emsalindeki sıhhat, bir hastalıktır.” (25.Lem’a:207)

“Güz mevsiminde yaz-bahar âleminin güzel mahlukatının tahribatı, idam değil. Belki vazifelerinin tamamıyla terhisatıdır Hem yeni baharda gelecek mahlukata yer boşaltmak için tefrîgattır ve yeni vazifedarlar gelip konacak ve vazifedar mevcudatın gelmesine yer hazırlamaktır ve ihzarattır. Hem zîşuura vazifesini unutturan gafletten ve şükrünü unutturan sarhoşluktan ikazat-ı Sübhaniyedir.” (10.Söz:76)

“Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû’-i ihtiyarıyla esfel-i sâfilîn tarafına giden insan-ı gafil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakikî yüzü ne kadar güzel olduğunu, Onyedinci Söz’ün İkinci Makamının 219-220’nci sahifelerinde yazılan iki levha-i hakikate bak, sen de gör:

         Birinci Levha: Ehl-i dalalet gibi, fakat sarhoş olmadan gaflet perdesiyle eskiden gördüğüm ehl-i gaflet dünyasının hakikatını tasvir eder.

         İkinci Levha: Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-ı dünyalarına işaret eder. Eskiden ne tarzda yazılmış, o tarzda bıraktım. Şiire benzer, fakat şiir değillerdir.” (23.Söz:330)

.        “Zuhr zamanında ki, o zaman, gündüzün kemali ve zevale meyli ve yevmî işlerin âvân-ı tekemmülü ve meşâgılin tazyikından muvakkat bir istirahat zamanı ve fâni dünyanın bekasız ve ağır işlerin verdiği gaflet ve sersemlikten ruhun teneffüse ihtiyaç vakti ve in’amat-ı İlahiyenin tezahür ettiği bir andır. Ruh-u beşer, o tazyikten kurtulup, o gafletten sıyrılıp, o manasız ve bekasız şeylerden çıkıp Kayyum-u Bâki olan Mün’im-i Hakikî’nin dergâhına gidip el bağlayarak, yekûn nimetlerine şükür ve hamd edip ve istiane etmek ve celal ve azametine karşı rükû ile aczini izhar etmek ve kemal-i bîzevaline ve cemal-i bîmisaline karşı secde edip hayret ve muhabbet ve mahviyetini ilân etmek demek olan zuhr namazını kılmak; ne kadar güzel, ne kadar hoş, ne kadar lâzım ve münasib olduğunu anlamayan insan, insan değil…” (9.Söz:43)

“İnsan-ı gafil, küfran-ı nimet ile ne derece hasarete düştüğünü, çok cihetlerden yalnız bir vechini söyleyeceğiz. Şöyle ki:

         Lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükür etse; o yediği nimet o şükür vasıtasıyla bir nur olur, uhrevî bir meyve-i Cennet olur. Verdiği lezzet ile, Cenab-ı Hakk’ın iltifat-ı rahmetinin eseri olduğunu düşünmekle, büyük ve daimî bir lezzet ve zevk veriyor. Bu gibi manevî lübleri ve hülâsaları ve manevî maddeleri ulvî makamlara gönderip, maddî ve tüflî (posa) ve kışrî, yani vazifesini bitiren ve lüzumsuz kalan maddeleri füzulât olup aslına, yani anasıra inkılab etmeğe gidiyor. Eğer şükür etmezse; o muvakkat lezzet, zeval ile bir elem ve teessüf bırakır ve kendisi dahi kazurat olur. Elmas mahiyetindeki nimet, kömüre kalbolur. Şükür ile, zâil rızıklar; daimî lezzetler, bâki meyveler verir. Şükürsüz nimet, en güzel bir suretten, çirkin bir surete döner. Çünki o gafile göre rızkın akibeti, muvakkat bir lezzetten sonra füzulâttır.” (28.Mektub:366)

“Türkçülük perdesi altına giren ve hakikaten Türk düşmanı olan hamiyet-füruş mülhidlere derim ki: Din-i İslâmiyet milletiyle ebedî ve hakikî bir uhuvvet ile, Türk denilen bu vatan ehl-i imanıyla şiddetli ve pek hakikî alâkadarım. Ve bin seneye yakın, Kur’anın bayrağını cihanın cihat-ı sittesinin etrafında galibane gezdiren bu vatan evlâdlarına, İslâmiyet hesabına müftehirane ve tarafdarane muhabbetdarım. Sen ise ey hamiyet-füruş sahtekâr! Türk’ün mefahir-i hakikiye-i milliyesini unutturacak bir surette mecazî ve unsurî ve muvakkat ve garazkârane bir uhuvvetin var. Senden soruyorum: Türk Milleti, yalnız yirmi ile kırk yaşı ortasındaki gafil ve heveskâr gençlerden ibaret midir? Hem onların menfaati ve onların hakkında hamiyet-i milliyenin iktiza ettiği hizmet, yalnız onların gafletini ziyadeleştiren ve ahlâksızlıklara alıştıran ve menhiyata teşci eden (haramla doyuran)  firenk-meşrebane terbiyede midir? Ve ihtiyarlıkta onları ağlattıracak olan muvakkat bir güldürmekte midir? Eğer hamiyet-i milliye bunlardan ibaret ise ve terakki ve saadet-i hayatiye bu ise; evet sen

böyle Türkçü isen ve böyle milliyetperver isen; ben o Türkçülükten kaçıyorum, sen de benden kaçabilirsin! ” (29.mektub:420)

 

Paylaşan: Abdülkadir  Haktanır

Allah’ın varlığını Risale-i Nur ispat eder

Allah’ın varlığına iman edilmez ve -hâşâ- Allah inkâr edilirse her bir zerrenin hem hâkim hem de mahkûm olduğu kabul edilmek zorunda kalınır. Hâkimlik ve mahkûmluğun maddi bir zatta bulunması ise mümkün değildir. Şöyle ki:

Nasıl ki bir binayı meydana getiren taşlar bir ustaya is­nat edilmez ve kendiliğinden oluştuğuna itikat edilirse, her bir taşın hem hâkim hem de mahkûm olduğu kabul edilmesi lazım. Çünkü bir araya gelerek bir bina yapmaya karar vermiş­lerdir. Hem de mahkûmdur, çünkü bu kararlarından vazgeçip binayı terk edemezler.

Aynen bunu gibi, -eğer bu vücudu Cenab-ı Hak değil de atomlar yaratmışsa- vücuttaki zerreler bu kusursuz organları meydana getirmek için bir araya gelmişler ve bu organları yapmaya karar vererek hâkim ve kanun koyucu vasfını kazanmışlardır.

Evet, bir araya gelmişler ve mesela kalbi yapmaya karar vermişlerdir. Bu karar bir hükümdür, bu kararı veren hâkim olur. Daha sonra da koydukları bu kanuna itaat ederek kendilerini mahkûm etmişlerdir. Zira hiçbir zerre meydana getirdiği organı terk edememektedir. Bu da bir mahkûmiyettir.

Başka bir bakışla: Bir atom diğer atomları emrine itaat ettirip hâkim olmuş. Hem de başka atomların emri altına girerek mahkûm olmuştur.

Hâlbuki hâkimiyet ve mahkûmiyetin bir şahısta toplanması mümkün değildir. Dünyada hem hâkim hem de mahkûm olan maddi bir kimse gözükmemiştir. O hâlde Allah’ı inkâr edebilmek için, vücuttaki sayısız hücrelerde bu iki sıfatın bulundu­ğunu kabul etmek gerekir? İşte küfrün içinde böyle binlerce batıl fikir bulunur.

Allah’ın varlığına dair delillerin sonu yoktur sonsuzdur çünkü hiçbir varlık diğer birine benzemiyor ve her varlık en iyi bir şekilde yapılmış, yani ondan daha iyi olamaz.

Yazılarımızın her yerinde dediğimiz gibi, başta Allah’a iman ve diğer iman hakikatlerinin ispatı hususunda söz hakkı Bediüzzaman Said-i Nursi ve Risale-i Nur külliyatına aittir. Çünkü Kuran’ın feyziyle hiçbir eser iman hakikatlerini Risale-i Nur külliyatı kadar net ve berrak bir şekilde ispat edemez. Çünkü Üstadı Allah bu asra gönderdiği sebebi şu ki: Fen hakim olduğu devirde ispat konuşur. Bu asırda da fen hakim olduğu için Allahın varlığını insanlara kabul ettirmek için inkȃr edilemeyecek bir şekilde kabul ettirmeye mecburuz.

Delilmi istersin? Risale-i Nur eserleri meydana çıkmadan önce Müslüman nineler dedeler yani fen ilmi ile ilgisi olmayanlar. Tahsillilerden çok az var idi ise de imanını gizli tutuyorlardı. 600 küsur sene dine hakim olan Osmanlının torunlarından yalınız 4-5 tane imanlı Prof vardı,onlardan bir tanesi de Turgut Özal idi Aptal Kenan Everen diyor ki: O imanlı olduğunu bilse idim tayin etmezdim.

Allah’ımıza ne kadar şükretsek azdır şimdi ise her Risale-i Nur dersinde bir kaç tane Fakülte birmiş zat olmadan olmaz. Ve elhamdülillah şimdi Risale-i Nur eserlerini devlet basıyor. Bu eserler Halk Partisi devrinde yazıldığı için, Hapishanede yazılmışlar hem de 28 sene zindanlarda, türlü türlü işkencelerle mahkum, 3 ay hücre hapsinde kapalı olduğu halde yazmış 19 defa zehirlemişler fakat Allah Üstadi öldürmemiş. Şimdi ise 54 dile tercüme edilmiş. bu sevabı kazanmaya çalışanlardan bir tanesi de benim Arnavutçaya tercüme ettim ve 100.000 tane kendi elimle halka bilhassa gençlere parasız dağıttım. 20 senedir her snee ikişer sefer birer aylığına gidip balkanlarda 4 devlette yaşayan Arnavut kardeşlere dağıtıyordum. Erkeklere de kızlara da, Üniversite talebelerini müsait bir yerde toplayıp 1 saat kadar bir ders verdikten sonra kendilerine kitap verir idim.

        Bizim yaptığımız bu çalışmanın hedefleri şunlardır:

  1. Risale-i Nur okumayan kardeşlerimizin Allah’ın varlığı hakkındaki şüphelerini yok etmek.
  2. Bu kardeşlerimize Allah’ın varlığının delillerini öğreterek, kâfirlerle girdikleri münazaralarda onların galibiyetine bir vesile olmak ve Allah’ın varlığı hakkında şüphe içinde olan Müslümanlara bir ab-ı hayat yetiştirmelerini sağlamak.
  3. Burada yazılan hakikatlerin menbaı ve kaynağı olan Risale-i Nur’a dikkatleri çekip onlar ile Risale-i Nur arasında bir köprü olabilmek. Zira “Meyvedeki lezzeti hisseden, ağacını merak eder.” sırrınca, bu yazılar bir meyve olup Risale-i Nur külliyatı bu meyvenin ağacıdır. Ümidimiz şudur ki: Sizler de bu meyvenin ağacını merak edin ve o ağaca kavuşun.
  4. Risaleleri okuyan kardeşlerimiz için de istifadelidir. Her ne kadar onlar Risale-i Nur’ları okusalar da, Risalelerde geçen bazı hakikatleri anlayamayabilirler. İşte bu eser onların ufkunu açmak ve anlayışlarını geliştirmek hususunda Risale-i Nur’da anlatılan hakikatlerin şerhleridir.

Bu yazıları sizinle paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Risale-i Nur Külliyatından Toplanan Dualar

1- “Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menba’larını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb’îd ( yok etmek ve terbiye etmek) ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti raiyetini başı boş bırakıp idam etme.” 10. Söz: 52

2- “Yâ Rab! Kusurumuzu afvet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmîn. 6. Söz: 29

3- “Cenab-ı Hak bizi ve sizi, bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin, âmîn…” 13. Söz: 147

4- “Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehalet ediyorum ve sana hizmetkârım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum.” 8. Söz: 36

5- “Cenab-ı Hak beni de, sizi de tarîk-ı Hak’tan şaşırtmasın. Âmîn.” Barla: 248

6- “İlâhi Ya Rabbi! Bizleri bu hakikat ve hidayet yolundan ve hizmetinden ayırma! Hepimize hüsn-ü âkıbet ihsan eyle!” G. Münteşir: 53/91

7- “Cenab-ı Vâhib-ül Ataya’dan dilerim ki, Nur bahçelerinin meyvelerinin hepsinden tatmağa, arkadaşlarım gibi âcizlerini de muvaffak kılsın.” Barla: 57

8- “Ey, göklerde ve ecram-ı ulviyede azameti görünen, Zât-ı Zül Celâl! Ey, zeminde ve zeminin her bir mevcudunda vahdaniyetin delilleri, âyetleri müşahade edilen,   Zât-ı Zül Kemâl! Ey, her bir şeyde ve mahlukta vücub-u vücuduna delâlet eden bürhanlar bulunan, Zât-ı Vâcib-ül Vücud! Ey, azametli denizlerde acâibleri yaratan, Zât-ı Celil-i Zül Kemâl!     Ey,dağlarda zîhayatların hâcetleri için iddihar edilen hazineleri halk eden, Halık-ı Kerîm! Ey, her bir şey’in yaradılışını güzel yapan, güzel tedbirini gören ve ona levazımatını güzel bir tarzda veren, Zât-ı Cemîl-i Zül İkram!  Ey, her bir şey’i her bir hâcetinde, her bir emrinde O’na müracaat eden ve her bir mevcud  her bir keyfiyetinde O’na dayanan ve her bir hak ve hakikat ve hüküm ve hâkimiyet O’na râci olan, Zât-ı Kadîr ve Rabbi Küllişey!       Ey, her şeyde zâhir bir sûrette lütfunun eserleri ve inâyetinin cilveleri ve güzel san’atının lâtif nakışları  ve rahmetinin letâfetli hediyeleri müşahade edilen, Zât-ı Latîf-i Habîr! Ey, zîşuur mahlukatına kudretini göstermek için kâinatı bir meşher-i acâib yapan ve umum masnuatını kudret ve hikmet ve rahmet gibi kemalâtını teşhir etmek için, birer dellâl, birer ilannâme  hükmüne getiren, Zât-ı Kadîr-i Hakîm!  Sen aczden, şerikten ve kusurdan münezzeh ve mukaddessin. Senden başka ilâh yok ki, bize imdad etsin. El aman, el aman, bizi azâb âteşinden ve Cehennem’den kurtar. Âmin, âmin,âmin …”Os. 3. Şua: 100

9-“Ya Rabbi! Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail hürmetlerine ve şefaatlerine, beni cinn ve insin şerlerinden muhafaza eyle” 11. Şua: 257

10- “Ey bu yerlerin Hakimi! “Sana itimad ediyorum ve herşeyi senin için terkediyorum ve yalnız seninim ve seni istiyorum.” N.İ.Kapısı: 18

11- “Hatiatımı ve galatatımı afv u mağfiret altına almasını Rabb-ı Rahîmimden niyaz ederim.” 5.Şua: 582

12-“Yâ Erhamerrâhimîn! Bu Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) hürmetine, bizi onun şefaatine mazhar ve sünnetinin ittibaına muvaffak ve dâr-ı saadette onun âl ü ashabına komşu eyle! Âmîn.. âmîn.. âmîn..” 15.Şua: 634

13- “Hata etmiş isem Erhamürrâhimîn’den rahmetiyle afvetmesini niyaz ediyorum.” 1. Şua: 692

14- “Ya Rab! Habib-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) hürmetine ve ism-i azam hakkına, şu risale(ler)i neşredenlerin ve rüfekasının kalblerini, envar-ı imaniyeye mazhar ve kalemlerini esrar-ı Kur’aniyeye naşir eyle ve onlara sırat-ı müstakimde istikamet ver. Âmîn. ” 24. Mektub: 308

15- “Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm, sana dehalet ediyorum ve herşeyi sana bırakıyorum ve sana tevekkül ediyorum.” B. Mes: 463

16-“İlahî! Ben seviyor ve temenni ediyorum ki, benim binlerce lisanım olsaydı da, tâ kıyamete kadar benim bedelime istiğfar etseydiler.” B. Mes: 405

17- “Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim.” 17.Söz: 221

18- “Yâ İlahî! Yâ Rabbî! Yâ Hâlıkî! Yâ Musavvirî! Yâ Mâlikî ve yâ men lehülmülkü velhamd! Senin mülkün ve emanetin ve vedîan olan şu kulübecikte misafirim, mâlik değilim.” Mesnevi: 68-69

19- “Feya Rabbî, ya Hâlıkî, ya Mâlikî! Seni çağırmakta hüccetin hacetimdir. Sana yaptığım dualarda uddetim fâkatimdir. Vesilem fıkdan-ı hile ve fakrimdir. Hazinem aczimdir. Re’s-ül malım, emellerimdir. Şefiim, Habibin (Aleyhissalâtü Vesselâm) ve rahmetindir. Afveyle, mağfiret eyle ve merhamet eyle yâ Allah yâ Rahman yâ Rahîm! Âmîn!” Mesnevi: 106

20- “”Ya İlahî! Hasenatım senin atâ’ndandır. Seyyiatım da senin kaza’ndandır. Eğer atâ’n olmasa idi, helâk olurdum” Mesnevi: 206

21- “Cenab-ı Erhamürrâhimîn’den bütün esma-i hüsnasını şefaatçı yapıp niyaz ediyoruz ki: “Bizleri ihlas-ı tâmme muvaffak eylesin… Âmîn…” 21. Lem’a: 166

22- “Cenab-ı Hak sizlere şifa versin, hastalıklarınızı keffaret-üz zünub yapsın. Âmîn âmîn âmîn…” 25.Lem’a: 220

23- “Yâ Rab! Şu Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bereketi hürmetine, bize ihsan ettiğin maddî ve manevî rızkımıza bereket ihsan et!..” 19. Mektub: 119

24- “Ya Rab! (Enbiyaların, asfiyaların ve evliyaların) ders ve talimlerinin hakkı ve hürmeti için, bize ve Risale-i Nur talebelerine iman-ı ekmel ve hüsn-ü hâtime ver ve bizleri onların şefaatlerine mazhar eyle, âmîn!..” 9.Şua: 187

25- “İsm-i Azam’ın hakkına ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın hürmetine ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın şerefine..(Risale-i Nur Külliyatını) bastıranları ve mübarek yardımcılarını ve Risale-i Nur talebelerini Cennet-ül Firdevs’te saadet-i ebediyeye mazhar eyle. Âmîn! Ve hizmet-i imaniye ve Kur’aniyede daima muvaffak eyle. Âmîn! Ve defter-i hasenatlarına .(Risale-i Nur Külliyatının) herbir harfine mukabil bin hasene yazdır. Âmîn! Ve Nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlas ihsan eyle. Âmîn! Ya Erhamerrâhimîn!.. Umum Risale-i Nur şakirdlerini iki cihanda mes’ud eyle. Âmîn! İnsî ve cinnî şeytanların şerlerinden muhafaza eyle. Âmîn! Ve bu âciz ve bîçare Said’in kusuratını affeyle. Âmîn!” Lem’alar: 450

26- “Ya Rabbî ve ya Rabb-es Semavatı Ve-l Aradîn! Ya Hâlıkî ve ya Hâlık-ı Külli Şey! Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilatıyla ve bütün mahlukatı bütün keyfiyatıyla teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi(zi bize) müsahhar eyle! Ve matlubumu(zu) (bize) müsahhar kıl! Kur’ana ve imana hizmet için, insanların kalblerini Risale-i Nur’a müsahhar yap! Ve (bize) ve ihvanım(ıza), iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver. Hazret-i Musa Aleyhisselâm’a denizi ve Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’a ateşi ve Hazret-i Davud Aleyhisselâm’a dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’a cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a Şems ve Kamer’i teshir ettiğin gibi, Risale-i Nur’a kalbleri ve akılları müsahhar kıl!.. Ve (bizi) ve Risale-i Nur talebelerini, nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennet-ül Firdevs’te mes’ud kıl! Âmîn, âmîn, âmîn!..” 3. Şua: 58-59

27- “Ey Rabb-ı Rahîmim! Senin (şu) mahlukun ve masnuun ve abdin hem âsî, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelil, hem müsi’, hem müsinn, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatiatlarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle mübtela olmuş. Sana tazarru’ ve niyaz eder. Eğer kemal-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen; zâten o senin şânındır. Çünki Erhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen, senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki, dergâhına gidilsin. Senden başka hak Mabud yoktur ki, ona iltica edilsin!..”

28- “Seher vakti bir haşir meydanı gibidir. Her şey uyanmış, gelmiş, tesbih ediyorlar.Ey nefsim, ne zamana kadar gaflet uykusu içinde sersem olarak kalacaksın? Ömrünün ikinci vakti gelmiş, kabre doğru sefer başlamıştır. Her canlıdan ayrılıyorsun. Ney gibi âvâz etmek için niyaz ve namaza gayret et! Diyorum ki: “Ey Rabbim, pişmanım, mahcubum, utanıyorum..Sayısız günahlardan dolayı perişanım. Zelilim, gözlerim yaş dolu, hayatım kararsız, garibim, kimsesizim,  zayıfım, güçsüzüm, hastayım, âcizim, ihtiyarım, iradem yok, aman diliyorum. Afv arıyorum. Yardım diliyorum. Senin dergâhından, Ey Allah’ım.” 18. Söz: 234 

Abdülkadir Haktanır gibi, dua etmek isteyenlere de bu fırsatı takdim ediyorum !!!

NurNet.Org

Tarihte yüz büyük insan

“Tarihteki Yüz Büyük İnsan” adlı kitabıyla bütün dünyada yankılar uyandıran Amerikalı bilim adamı Prof. Michael Hart’a kitabın ilk yayınlandığı tarihten on yıl sonra, Kahire’de çağırıldığı bir ödül töreninde, El-Ahram Gazetesi muhabirlerince sorulan; “kitabınızın yayınlanmasının üzerinden 10 yıl geçti neredeyse. ‘100 ünlü Adam’ adlı kitabınızda birinci yeri Hz. Muhammed’e (s.a.v.) ayırmıştınız, hâlâ bu görüşünüzde ısrarlı mısınız?” şeklindeki soruya şu cevabı vermişti:

“Bu ünlülerin ilk listesi. Bu sayı 200-300’e bile çıkarılsa Hz. Muhammed’in (s.a.v.) listenin başındaki yeri sabittir.

Ben ünlüleri incelerken bazı sabit kriterler ortaya koydum. Bunlardan biri de, ünlülerin insanlık tarihinde bıraktıkları geniş ve derinlemesine izlerdir. Benim, ünlülerin en ünlüsü olarak Hz. Muhammed’i (s.a.v.) tercihim ise, O’nun hem peygamberliği, hem de dinî ve dünyevî seviyede fevkâlâde başarılı olmasıdır. İnsanlık ahlâkı, felsefî ve hukukî olarak İslâm’dan daha mükemmel bir din görmemiştir. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in vefatından sonra da İslâm, dünyanın doğusunda ve batısında yayılmaya devam etti. Dünyada hâlâ bir çok insan kalpleriyle ve akıllarıyla İslâm’a yöneliyor. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) davet ettiği din, 14 yüzyıl önce medeniyetin ve kültür merkezlerinin dışındaki bir bölgede doğmuştu. Ve zor şartlar altında yol aldı. Buna rağmen İslâm, dünyanın her yönüne yol buldu. Ve inanıyorum ki Hz. Muhammed (s.a.v.) gibi, her yönüyle mükemmel bir insan, bir daha gelmez.”
Prof. Dr. Michael Hart

“Kral ve vezirler gibi azamet ve debdebe perdeleriyle gizlenmiş değildi. Kendi hırkasını kendi yamalar, kendi ayakkabısını kendi tamir ederdi. Harbe gider, ashabı ile istişare eder, emirlerini onlarla beraber verirdi.

Nasıl bir insan olduğunu her yönü ile kavminin bilmesi için böyle yaptı. Ona artık, siz ne isterseniz öyle deyiniz. Dünya’da taç ve ihtişam sahibi hiçbir imparatora, yamalı bir hırka içindeki bu insan kadar hürmet ve itaat edilmemiştir. Yirmiüç yıllık dünya imtihanı, gerçek bir kahraman için lüzumlu bütün unsurları taşımaktadır.”
Thomas Carlyle (Meşhur İngiliz Düşünür)

“daha eski dinler, insanların ruhları üzerindeki hakimiyetlerini günden güne kaybetmekte oldukları halde, Hz. Muhammed’in dini bütün kudret ve hakimiyetini muhafaza etmektedir.”
Dr. Gustave le Bon (Fransız sosyolog ve amatör fizikçi

 

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır