Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

İnsan İçin En Büyük Zenginlik

İnsan İçin En Büyük Zenginlik Huzuru Daim İle Kavi İmanı Kazanmak Ve O İmanı İhlasla Yaşamaktır 

Evet bütün güzellikler, mehâsinler, kemâlatlar hepsi Allah’ındır. Bunu böyle anlayıp böyle kabul etsek, iman derecelerinde yüksek mertebeyi kazansak, imanı ihlasla yaşasak, insanlık mertebesinin zirvesine ulaşmış oluruz. Halbuki insan kendini beğenip ters istikamette gidiyor. Halbuki iyilikler Allah’ındır diyeceyiz. İyilikler Allah’ın olunca artık ona sen sahip çıkamazsın ki. İyilikleri Allah’a verdin mi, ne kalır geriye? Nefis. Nefsin cibilliyeti nedir? Senin yüzüne şimdi müstehziyane gülüyor, güya İslam âleminde sana makamlar, meziyetler veriyor. Bakıyoruz sen de bunlarla böbürleniyorsun. Halbuki senin değil bunlar, Allah’ındır. İyilikler, bütün hayırlar  O’nundur. Hatta bir nimetin sana kavuşması için yolları gösteren de O’dur. Nefis demek; noksanlık, kusur demektir. Merhûm bir şairimiz ne güzel söylemiş: “Şer nefisten, hayır kula Hüdâdandır, Hüdâdandır.” O halde Üstadın mahiyeti aynasında görünen ve beğendiğimiz iyilikler kiminmiş? Şübhesiz ki onlar da Allah’ındır.

Kardeşim, alkışlanmak hissi, gurur bizi anında mahveder. Yahu kadere iman, nefsi gururdan kurtarmak için mesâil-i imaniyeye girmedi mi? Kader ne diyordu? “Haddini bil, yapan sen değilsin!” Nefis bizi bombardıman ettirebilir. Allah korusun, çok dikkat lazımdır. Yine Kader Risalesinde bir cümle var: “Dâi ve sebeb, muktazi ikisi de Hak’tandır” diyor. Hattâ Cennet’e nasıl girilir? Bunu da öğreten Cenab-ı Haktır. “İbadetleri yap, namaz kıl” diyor. Çünkü, Cennet’’i yaratan Allah’tır. Seni Cennet’e götürecek iylikleri, mehâsinleri sana Allah verir. Sen yalnız nefsini ıslaha çalış. Yusuf Aleyhisselamın dediği gibi diyelim. “İnnennefse le emmâretün bissü’i illa ma rahime Rabbi.” de, sakın hayırları nefsine izâfe etme. “Benim ilmim, benim marifetim, ben bilirim” dersen büyük felakete girersin. İ’tikadın şöyle olacak: “Bütün güzellikler Allah’ındır.” Bu sırrı yakalayabilirsen kurtuluşa erersin. Bütün fazileti, kemâli, hayırları, güzelliği Allah’a veren bir Müslümanda artık gurur yer bulabilir mi? 

Üstadımız, İhlas risalesinde ikinci düsturda fabrika için ne diyordu? O fabrika da bir taarruz tahakküm karışsa, sahibi zerre miktar bir taarruz, tahakküm fabrikaya karışsa, fabrika asahibi fabrikayı ne yapar? Kırar, dağıtır değil mi? Dünyanın en büyük otomobil fabrikası diyelim ki Mercedes. Yüzlerce milyarlık malını her gün dünyaya satıyor, değil mi? O fabrikanın en üst düzeyinde koordinatör görevinde ve o fabrikanın akışını bilen biri vardır. Bu kişi kendi başına bir gün dese ki “Bu işi yalnız ben yürütüyorum”. Fabrikanın sahibi bunu duysa, onu anında o işten tardeder değil mi? Der ki:”Müdürüm, sen maaş mukabili çalışan birisin, Çok konuşursan seni atarım. Başka birisini getiririm. Çalışırsan benim fabrikamda, sen şereflenirsin. Senin itibarın artar.” der, adamı susturur.

Risale-i Nur’un hizmeti, neşr-i esrâr-ı Kur’aniyedir. Allah’ın Hâdi ismine mazhardır. İnşâallah bütün beşerin kurtuluşu, kalbi külli, vicdan-i umuminin tedavi edilmesi, beşer âleminin âlem-i İslama dahil olması Cenab-ı Allah’ın Hâdi isminin tecelliyatı ile olacak İnşâallah. Bütün beşerin kurtuluşunun mâyesi olan Allah’ın esmâ-i hüsnası noktasından bakınca, kemâlat kimindir?

Elbette bütün mehâsin ve kemâlat Allah’ındır. En büyük mürşidler olan Peygamberler a.s. ne yapıyorlar? İstihdam dâiresinde  çalışıyorlar, o kadar. Kendilerine bir pay çıkaran yok!

Cenab-ı Hak iz’anımızı artırsın. Şunu bilesiniz. Küçük kafalar şahıslarla meşgul olur. Orta kafalar olaylarla meşgul olur. Büyük kafalar fikirlerle meşgul olur. Şimdi esas kemâl derecesinde bir Müslümanın dünyasında görünen esmânın hakikatıdır. Hiç olmazsa bir esmâya yapış, O’nu hayatına temessük et ki, adem deryasından kurtulasın. Kâmil bir Müslümanın dünyasında bundan başka bir şey yoktur. Muhyiddin-i Arabinin istiğrakkârâne meşrebinin hakikat noktasında temessülü esmâya gider. Kemâlat esmâ-i hüsnanındır Mesela bir tabakta bulunan kirazlar Cenab-ı Hakkın Rezzak isminin tecellisidir. Rızk umumidir. Allah’ın Hâdi ismi peygamberleri a.s. gönderiyor. Ni’mete baktın mı Allah’ın Rezzak isminin tecellisini, Peygamberleri a.s. tanıyınca Allah’ın Hâdi isminin tecellisini görürsün. Mücemmil, Mükemmil ismine mazhariyetle, esmânın dünyasına yükselirsin.

Bir Müslüman i’tikat noktasında esmânın dünyasına yükseldiği vakit artık sebepleri de görmez oluyor. İmam-i Gazali Hazretleri diyor ki: “Biz sebepleri görmüyoruz ki, onlara takılalım.” Üstad ne diyor? Her gün insafsızcasına bir elekten geçiriliyorsunuz. Evet her gün elekten geçiriliyoruz. Kimi altın kazanıyor, kimi bakır. Kimisi de altını bakırla değişiyor. Onun için ufacık İhlâs Risalesinde üç yerde “Vela teşterû bi ayati semenen kalila . “ “Benim âyetlerimi az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin!” diyor.

Evet, Üstad  ne diyordu? “Ben kendimi beğenmiyorum” Yani mehâsin Allah’ındır. Bizler de Allah’ın mehâsinini neden getirip Üstada veriyoruz ki. Bakın biz Üstadın sözlerini tevâzu ma’nasında anlamıyoruz. Açıkca “Ben kendimi beğenmiyorum beni beğenenleri de beğenmiyorum.” diyor. Çünki, mehâsin Allah’ındır. Hiçbir şeye, ma’nâ-yı ismi ile bakılamaz. Hatta, Peygambere a.s.m. dahi ma’nâ-yı ismiyle bakılamaz. İllâ ma’na-yı harfi ile bakılacak.

Üstad ne diyor bak: “Mürşidin kalbi aynadır. Ayna muhafaza edilmeli.” Fakat ayna ışığı nereden alıyor? Güneşten alıyor ve yansıtıyor. Işık güneşten geliyor. Peygamber a.s. dahi olsa, peygambere a.s. de ma’nâ-yı ismi ile bakılamaz. Dâima ma’nâyı harfi ile bakılır. Bir zerreye dahi ma’nâ-yı ismi ile bakılamaz. Çünki, peygamberler a.s. dahi membâ değildir, makestir.  Peygamber-i zîşan efendimiz, feyz-i İlâhiye mâkes olmuş, membâ değildir. Üstad diyor ki: “Mürşidin kalbi bir aynadır. O ayna muhafaza edilmeli.” Ayna ışığı nereden alıyor? Güneşten alıyor ve yansıtıyor. Bak aynanın yansıtma vasfı var. İşte mürşidin kalbi aynadır. Ancak yansıtır. Menba ve medar değildir. Ancak nâkile ve kâbiledir. Mâkestir. Onunla yansıtır.

Derslerimizin asıl muhatabı mutlaka bizim nefsimiz olmalıdır. Üstad Risale-i Nurun esaslarını çizmiş. Dört esasa göre, gidiyor. Biri acz, biri fakr, biri şefkat, biri de tefekkür. Acz ve fakrı da tarif ediyor. “Aczi mutlak, fakrı mutlak” diyor. Acz ve fakr insanın zâten fıtratında var. fakat işletilmesi gerektir. Çünki, insan acz ve fakrını bildiği müddetçe terakki eder. Samedaniyetin aynası olabilmek için acz ve fakr damarının inkişaf etmesi lazımdır. Fakrını bildiği

Çünkü, insan acz ve fakrını bildiği müddetçe terakki eder. Samedaniyetin aynası olabilmek için acz ve fakr damarının inkişaf etmesi lazımdır. Fakrını bildiği gelen ışınlar, odak noktasında temerküz ediyorsa, aczini fakrini iyi bilen bir Müslümanın, mâhiyet aynasında da ekser esmâ tecelli ediyor. Ekser esmânın tecellisine bir harita oluyor.

Bunu askeriyeden bir misalle anlatalım. Bir nefer, bir de kurmay başkanı var. Neferi şöyle tarif edebilirsin “Potin ile kep arasına sıkıştırılmış, karnı kuru fasülye ile doldurulmuş bir vatandaş. Asker yemez, asker üşümez, asker yorulmaz, asker uyumaz” Askerin derecesi yok, devlete yükü de pek yok. Ne makamı var, ne rütbesi var. Askerin kurmaydan farkı, derecesine göre, çok şeye muhtaç olmamasıdır.

Ama kurmay başkanı öyle değil. Onun ihtiyaç dairesi daha çok geniş olacak. Bir kere özel dairesi olacak, odası olacak, yaveri olacak, arabası olacak, telefonu, faks, forsu olacak, makamı olacak, alayı olacak, taburu olacak, askeri olacak, olacak, olacak. O ihtiyacın şiddetinden dolayı kurmay başkanı olmuş. Aynen böyle de, insan da mükerremiyet arşında, makamında duruyor. Sonsuz şeye ihtiyacı var. Acz ve fakrı ile beraber nâmütenahi arzuları var. Bunları te’min edecek, bütün ihtiyaçlarına cevap verecek bir Ganiy-yi Aziz’in, bir dergâh-ı izzetin kapısını çalmağa muhtaçtır. Bu dergâh-ı izzetin kapısını çalarken aczini bilirse, ind-i İlâhide kıymeti ve şerefi artıyor. Onun için mü’min acz mâdenini işletirse, işlettiği miktarca Müslüman terakki eder. Yoksa nefer gibi himmeti daralıyor, küçülüyor.

Evet insan hem âcizdir, hem fakirdir. İnsanın kudretinde Allah’ın yarattığı hiçbir şeyi yaratmak gücü, mahareti yoktur. Bütün ilim, teknoloji bir araya gelse de, yine ona kudret veremez. Mesela yarın güneş “Ben gelmiyorum” dese ne olur? Gör artık curcunayı, bütün teknoloji istop eder. Bu kadar insanın acz ve fakrı aynı zamanda hakikat noktasında insanın koordinatlarını gösteriyor. Sonsuza ulaşan koordinatlar var insanda. İhtiyaç dâiresini bildiği, Rahmanın kapısını istiğfarla, iltica ile çaldığı zaman şerefleniyor. İnd-i İlâhideki makbuliyeti artıyor.

Evet her iyilik Allah’tandır. Haddini bil, yapan sen değilsin. Senden sudur eden iyilikleri, hayırları, güzellikleri, meharetleri kendine izâfe etme, kendinden bilme vesselam.

Üstadımız diyor ki: “Malûm olsun ki: Bizi ziyaret eden, ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir. O cihette iki kapı var: Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünki ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenab-ı Hakk’a çok şükür, beni kendime beğendirmemiş.“  26.Mektub:344  10.Mesele

Üstad ne diyor, “Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum.” Çünkü, insanın mahiyet-i aynasında görülen ne kadar güzellikler varsa, onların sahibi Allah’tır. Geriye ne kaldı? İnsanın hataları, kusurları, lâubaliliği, tembelliği, lâkaytlığı, liyakatsızlığı. Cenab-ı Hakkın sana ikrâmat olarak ihsan ettiği lütuf, mehâsin ve kemâlatı kendine nisbet etme. O Allah’ındır. İnsanın aynasında yani mahiyetinde ortaya çıkan ne kadar mehâsin varsa onu Allah’a ver. Onlar Cenab-ı Hakkındır. İyiliği Allah’a verdiğin zaman geriye ne kaldı? “İnnen nefse le emmâretün bissûi illâ mâ rahime Rabbi” Nefis her

zaman kötülüğü ister. Bu âyeti iz’an derecesinde anlamak da yetmiyor. Çünkü iz’anda kalsan yine ayağın kayabilir. İnsanın imanının i’tikat derecesine çıkması lazım. Elimle, dilimle, ilmimle, malımla, canımla, paramla meydana çıkan ne kadar mehâsin varsa bunların hepsi Allah’ındır. Bu ma’naya iman lazımdır. Allah’ın malını kendine izafe ettin mi, yandın.

“Hasenatta iftihara hakkı yoktur. Onda onun hakkı pek azdır. Çünki hasenatı isteyen, iktiza eden rahmet-i İlahiye ve icad eden kudret-i Rabbaniyedir. Sual ve cevab, dâî ve sebeb, ikisi de Hak’tandır. İnsan yalnız dua ile, iman ile, şuur ile, rıza ile onlara sahib olur.” S: 464

Yarabbi bizi doğru bilen ve ihlasla amel eden, enaniyetsiz, salih kullarından eyle. Âmin

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Hz. Mevlananın Meşhur Nasihatleri

Aziz kardeş, keskin kılıcın üzerine atılmadasın, tövbe ve kulluk kalkanını almadan gitme.

  • Acele şeytan hilesidir, sabırve tedbir Allah lütfu.
  • Acı suda tatlı suda berraktır. Sakın görünüşe aldanma…Görünüşte herkes insandır ama gerçek insan hal ehli olandır!
  • Açlık, ilaçların padişahıdır. Hekimler niye perhiz verir düşünsene.
  • Adam savaşmakla çetin er sayılmaz, öfkelendiğizaman kendini tutabilendir çetin.
  • Aklın varsa bir başka akılla dost ol da, işlerini danışarak yap.
  • Allah ile olduktan sonra ölüm de, ömür de hoştur.
  • Allah mermere emir vermez.
  • Allah merhalesinde akıl beygirine yol yoktur.
  • Allah üstünlük bakımından göz yaşını şehitlerin kanı ile eş tuttu.
  • Allah’a şükür, rızkı artırır.
  • Allah’ım sen kimi dertle hasta etmek dilersen ona ağlayış kapısını kapatırsın. Kimi de beladan kurtarmak dilersen gönlüne sızlanma ve ağlayış verirsin.
  • Akıl padişahı kafesi kırdı mı, kuşların her biri bir yöne uçar.
  • Aklın başına gelince pişman olacağın bir işi sakın yapma.
  • Altın ne oluyor, can ne oluyor, inci, mercan da nedir bir sevgiye harcanmadıktan, bir sevgiliye feda edilmedikten sonra. 
  • Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir.
  • Ayrılık içinde insanın gözünü açıp kapayıncaya kadar geçen zaman yıl gibi gelir.
  • Aşk, her şeydedir ama hiç bir şeyde görünmez.
  • Aşk, davaya benzer, cefa çekmek de şahide. Şahidin yoksa davayı kazanamazsın ki!
  • Aşk, öyle engin bir denizdir ki, ne başlangıcı ne de sonu vardır.
  • Aşıkların gönüllerinin yanışıyla gözyaşları olmasaydı, dünyada su da olmazdı, ateş de.
  • Adalet nedir? Her şeyi yerine koymak. Zulüm nedir? Bir şeyi yerine koymamak, başka yere koymak.
  • Aklın yoksa yandın, ya kalbin yoksa o zaman sen zaten yoksun ki
  • Akıllı insan düşündüğü herşeyi söylemez, fakat söylediği herşeyi düşünür.
  • Arslanın boynunda zincir bile olsa, bütün zincir yapanlara beydir arslan.
  • Ayıpsız dost arayan, dostsuz kalır.
  • Akıllılar önceden ağlarlar; bilgisizlerse işin sonunda başlarını vururlar. İşin başında sonunu gör de ceza gününde pişman olma.

Derleyip toplayan Abdülkadir Haktanır

Risale-i Nur Nedir?

Risâle-i Nûr ……………………. ayn-ı rahmettir. O.L: 117

Risâle-i Nûr  ……………….. elmas ve cevher dir.B: 158

Risâle-i Nûr  …………………… ile meşgûl olanlarda, sıkıntı hastalığı ya yok veya pek azdır. K: 249

Risâle-i Nûr  …………………… Dünya İşlerine âlet olamaz, dünya işlerinde siper edilmez. K: 262

Risâle-i Nûr…………………….. Kur’ân-ı Mû’ciz-ül Beyân’ın semâvî ve kudsî hakâikının tereşşuhâtı dır. İ: 225

Risâle-i Nûr…………………….. tahkikî îmân dersleri verir. Şâkirdlerini her türlü fenâlıktan alıkoyar. Kalblere doğruluk aşılar. İ: 227

Risâle-i Nûr Vilâyât-ı Şarkiyede; Arabî ve Türkçeyi tam bilmeyen ve mürşidleri ve âlimleri perişan olan(ların) imdâdlarına (yetişmiştir). 1.Ş: 725

Risâle-i Nûr Şahs-ı Ma’nevîsi; Hazret-i Hasan’ın (R.A.) bir muâvini, bir mütemmimi, bir ma’nevî veledi hükmündedir. E: 73

Risâle-i Nûr ……………………. mücevherât-ı Kur’âniyye hakîkatlarının pazarıdır. Bu ulvî pazarda herkes istediği gibi ticaret yapar. Uhrevî, ma’nevî zenginliklere mazhâriyeti te’min eder. İ: 228

Risâle-i Nûr Münâsebeti ve cereyânı, güneş gibi bütün cereyânların ve münâsebetlerin fevkindedir. Hiç bir şey’e tâbi’ olamaz. Hakîkat-ı Kur’âniyyeden başka hiç bir şey’e âlet ola­maz. Gm. 2; 31

Risâle-i Nûr Neşriyâtı durgun gölleri andıran gönülleri deryâlar gibi coşturmuş, kasvet ve hicrân yıllarının ümîd ve emellere vurduğu müdhiş zincirleri kırmıştır. T: 727

Risâle-i Nûr Okunması küllî bir sadaka nev’inde semâvî ve arzî belâların def’ine (ehemmiyetli) bir vesiledir. E: 33

Risâle-i Nûr Onbeş Senede kazanılan, îmân-ı tahkikîyi, onbeş haftada ve bazılara onbeş günde kazandırdığına, yirmi senede yirmibin zât tecrübeleriyle şehâdet ederler. K: 122

Risâle-i Nûr, Saâdet-i Ebedîye Dükkânı; ve bâki elmasları sattığından; fâni, kırık cam parçaları ondan istenilmemelidir. K: 128

Risâle-i Nûr…………………….. îmân-ı Billâh ile tevhidi en yüksek derecede, aynelyakîn ve hakkalyakîn bir sûrette göze gösterip bütün letâifi a’zamî derecede doyurmasıyla îmânı taklîdden kurtarıp, derece-i tahkike yükseltir. İ: 227

Risâle-i Nûr…………………….. Kur’ân’ın bu asırda en yüksek ve en kudsî bir tefsîridir. hakîkatları semâvî­dir, Kur’ânîdir. O halde Kur’ân okundukça, o da okunacaktır. İ: 228

Risâle-i Nûr ……………………. vatan ve millet ve âsâyiş menfaâtinde en kuvvetli ve sağlam ve hakîkat li bir rehber dir. Tr: 75

Risâle-i Nûr ……………………. Kur’ân’ın malıdır. Tr: 69

Risâle-i Nûr ……………………. Hâlık-ı Kâinâtın ism-i âzâmına mazhâr ve bütün esmâsının tecellî ettiği âyine olmuş. Merâtib-i Cemâl ve Kemâl, tamâmen o ma’nevî yüzde derc edilmiş. O yüzde nakşedilmiş bildiğimizden; insanîyetin, fıtratı icâbı nûrlarla alâkadarlığı kışırda, zâhirde, kabukta değil belki rûhun, kalbin, aklın ve bü­tün hissiyât ve letâifin derinliklerinde kök salmış olduğuna hükmediyoruz. Ve şübhesiz öyledir. Tr: 125

Risâle-i Nûr ……………………. îmân nûrlarının toplanmış hazînesidir. Tr: 125

Risâle-i Nûr ……………………. İslâmiyyet aleyhinde bin seneden beri terâküm etmiş bütün i’tirâz ve şübhelere topyekûn iskât edici (susturucu) cevâblar veren ve ma’nâ-yı zâhirîsi şimdiki fenne mutâbık gelmiyen müteşâbihat-ı Kur’âniyye ve hadîsiyenin altındaki, ehl-i aklı hayrette bırakan i’câzın lem’alarını göstererek vâki şübhe ve ev­hâmları tardeden Kur’ân’ın elinde bir elmas kılınçtır. Ko: 61

Risâle-i Nûr ……………………. Kur’ân-ı Kerîm’in nûrlarından ve mû’cizelerinden geldiğine, Hakkın ilhâmı, Hakkın dili olup O’nun emri ve O’nun izni ile yazıldığına ve yazdırıldığına, artık şek şübhe yok tur. Ko: 83

Risâle-i Nûr ……………………. en hikmetli ve tılsımlı, nazlı ve niyâzlı, ma’nidâr ve münif (faydalı)ve müessir ve müsmir, matlûb ve mahbûb bir vird olmağa lâyık ve sezâ dır. Ko: 91

Risâle-i Nûr ……………………. bir eser-i zekâ ve dirâyet değil, belki Kur’ânî bir hârika ve kerâmettir. Ko: 95

Risâle-i Nûr ……………………. ahlâksızlık girdâblarına batmakta olan cem’iyet gemisini selâmetli ahlâk sahiline çıkarmak ve onu kurtarmak için telif edilmiştir. Ko: 173

Risâle-i Nûr ……………………. yirminci ilim asrının Kur’ân-ı Kerîm tefsîridir. Bunu dikkatle okuyan, bir müslümansa taklîdî îmândan kurtuluyor. Ecnebi ise, hidâyete kavuşuyor. Ko: 176

Risâle-i Nûr ……………………. kararan kalbleri hidâyet nûruyla aydınlatan ve biz bîçareleri zulmetten nûra, dalâletten hakîkata, dünya ve âhirette saâdet ve selâmete kavuşturacak bir mürşid-i ekmel ve mürebbî-i a’zamdır.Hn: 140,

Risâle-i Nûr ……………………. her şey’den önce insanlara bir ders-i ibret veriyor. Âhiret fikrini, hesâb ve kitâb hissini ihyâ ediyor. Daha dünyada iken ehl-i saâdet ve ehl-i dalâletin menzillerini tâyin ediyor. Hn: 142

Risâle-i Nûr ……………………. yer yüzünde emsâline rastlanmayan ve bundan sonra dahi rastlanmasına imkân olmayan bir derya-yı îmân ve bir tevhid hazînesidir. Hn: 139

Risâle-i Nûr ……………………. âb-ı hayat tereşşûhâtını ve şuâlarını, kararan rûhlara akıtmakla, içerisinde yaşadığımız asırda ve gelecek devirlerde insanîyete “Vazîfene!” diye sesle­nen İlâhî bir muallimdir. Hn: 144

Risâle-i Nûr ……………………. Kur’ân’ın malıdır ve tefsîridir. St:12

Risâle-i Nûr ……………………. Kur’ân’ın âyinedârlığını yaparak biz avâmlara da bu kitâbın Allah kânûnu olduğunu ve ancak bu kânûnun ebedî saâdete götüren bir rehber bulundu­ğunu apâşikâr gösteriyor. Hn: 145,

Risâle-i Nûr ……………………. Esmâ-i Hüsnâ içinde İsm-i Nûr, İsm-i Hakîm ve İsm-i Bedî’in maz-hârıdır. Zâhirinde, tarz-ı beyânında İsm-i Bedîin cilvesi görünüyor. O.L: 635,

Risâle-i Nûr ……………………. gizlenir, fakat sönmez ve söndürülmez. O.L: 633

Risâle-i Nûr bütün ulûmun hazînesi Kur’ân-ı Mûciz-ül Beyân’ın bir şûle-i i’câzıdır.  O.L: 636,

Risâle-i Nûr ……………………. âhir zaman’da Kur’ân’a çelik bir sûr ve parlak bir yıldız dır. O.L: 637

Risâle-i Nûr ……………………. bu zamanda, îmân ve Kur’ân hizmetinde Hazret-i Ali’nin (R.A.) nazarına çarpacak en ehemmiyetli bir hâdisedir. O.L: 650,

Risâle-i Nûr ……………………. şems-i Kur’âniyyenin ziyâsındaki elvân-ı seb’ayı ve o güneşteki renk renk, çeşid çeşid yedi nûru birden âyinesinde temessül ettirdiğinden, İnşâallah yedi cihetle şerîf ve kudsî ve yedi Mesnevî kadar ehl-i hakîkata bâki bir reh­ber ve bir mürşid olacak. O.L: 678

Risâle-i Nûr ……………………. en mübârek bir mürşid-i a’zam gibi himmet-i nâmütenâhîsiyle, en mühim bir kuvve-i dâfia olarak, vücûd mülkünden nefs-i emmâre ve hevâ şerlerini def’ ve tardederek, yıkılmaz bir sedd-i Kur’ânî ve bir sedd-i îmânî te’sis ediyor. Ni: 165,

Risâle-i Nûr ……………………. nebâtâtın hattâ cemâdâtın dahi lisân-ı halleriyle olan tesbîhâtını, kâinâtın medâr-ı mefhâreti olan lisân-ı Âdem’le beyân ederek Hâlık-ı Kâinât’a takdim etmesinden bütün mahlûkât ve bütün zîrûh ile de yakînen alâkadar ve münâsebettârdır. Ni: 166

Risâle-i Nûr ……………………. ma’lûm Sözleriyle ve bütün eczâlarıyla cadde-i kübrâ-yı Kur’âniyyeyi gös­termesi i’tibârîyle, kemâlin hadd-i kusvâsına îsâle vesile olduğu gibi mâyesi harc-ı Kur’ânî ile müzeyyen dir.  Ni: 168

Risâle-i Nûr ……………………. kendi şâkirdleriyle kopmaz bir zincir, bir habl-ül metin vasfına tam lâyık olarak, bu dehşetli asrın savletli bid’alarına karşı emsâlsiz bir kahramanlıkla göğüs gererek pişvâ-yı Âlem-i İslâm olmuş tur. Ni: 173

Risâle-i Nûr ……………………. bu asırdaki insanları saâdete kavuşturacak, onları aklen ve kalben iknâ ede­cek eser dir.  Ni: 180,

Risâle-i Nûr ……………………. imân ve irfan ağacının en son ve en nefis meyvesi dir. Ni: 168,

Risâle-i Nûr ……………………. Kur’ân-ı Kerîm’in  hakîkî ve parlak bir tefsîri dir. Ni: 178,

Risâle-i Nûr ……………………. bu zamanı tenvir eden bir mû’cize-i ma’neviye-i Kur’âniyyedir. K: 10

Risâle-i Nûr ……………………. yirminci asrın Müslümanlarını ve bütün insanları, koyu fikir karanlıklarından ve müthiş dalâlet yollarından kurtarmak için müellifin kendi ihtiyârıyla de­ğil, bir ihsân-ı İlâhî  olarak yazılmış olan ilhâmî bir eserdir. Ni: 182

Risâle-i Nûr ……………………. başka kitâblar gibi yalnız ilim vermiyor. Onun ma’nevî dersi de vardır. Ni: 188

Risâle-i Nûr …………………….  Kur’ân-ı Hakim’in hakîkî ve berrâk ve parlak bir tefsîri dir. Ni: 190

Risâle-i Nûr ……………………. bu gün, içtimâî dert ve yaralarımızı halledip tedâvi edecek en esâslı ve en te’sîrli faktör ve nizâmı hâvi olan bir hakîkat  kaynağıdır. Ni: 197

Risâle-i Nûr ……………………. efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyât-ı İslâmiyyenin mâdeni olan -herkesin kalbindeki şefkat-i îmâniye olan- envâr-ı İlâhînin lemeâtının ictimâ’larından ve hamiyet-i İslâmiyyenin şerârât-ı neyyirânesinin imtizâ­cından hâsıl ol muştur.  Mü: 9,

Risâle-i Nûr ……………………. yaralanmış tâlib-i hakîkatı kısa bir zamanda tedâvi ettiği gibi, ehl-i ilhâd ve dalâleti de tam ilzâm ve iskât ediyor. Ms: 8Risâle-i Nûr         dâhilî nefs ve şeytanla mücadeleye bedel, hâriçte muhtâç mütehayyirlere ve dalâlette giden ehl-i felsefeye karşı, geniş ve küllî mesnevîler hükmüne geç miştir. Ms: 8

Risâle-i Nûr ……………………. hem enfüsî, hem ekseri cihetinde turuk-u cehriye gibi âfakî ve hâricî dâireye bakıp ma’rifetullaha geniş ve her yerde yol açmış dır. Ms: 8

Risâle-i Nûr ……………………. bu asrın ehemmiyetli ve ma’nevî ve ilmî bir mürşidi dir. K:10

Risâle-i Nûr…………………….. hükemâ ve ulemânın mesleğinde gitmeyip, Kur’ân’ın bir i’câz-ı ma’ne-vîsiyle, her şey’de bir pencere-i ma’rifet açmış; bir senelik işi bir sa­atte görür gibi Kur’ân’a mahsûs bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetlı zamanda hadsiz ehl-i inadın hücûmlarına karşı mağlûb olmayıp galebe etmiş dir. Ms: 8

Risâle-i Nûr ……………………. Kur’ân-ı Kerîm’in i’câz-ı ma’nevîsinin bir cilvesidir ve temsilât-ı Kur’âniy-yenin bir temessülüdür ve in’ikâsıdır. 28.M: 373

Risâle-i Nûr…………………….. Mütekellimîn (ve) Vahdet-i Şuhûd ve Vahdet-i Vücûd meşreb(lerin)den hâriç bir Cadde-i Kübrâyı, Kur’ânda gösteriyor (ve) onun şiârı olarak “Lâ ma’bûde illâ hu”, “Lâ maksûde illâ hu” diyor. 26.M: 333

Risâle-i Nûr…………………….. şimdiye kadar hiç kimsede, sû’-i te’sîr ve aks-ül amel ve tahdiş-i ezhân gibi bir zarar verme mişdir. 28.M: 374

Risâle-i Nûr ……………………. Kur’ân’ın bir nev’i tefsîri dir. 28.M: 371

Risâle-i Nûr…………………….. Kur’ân’ın bir ma’nevî mû’cizesi olarak îmânın esâsâtını kurtarıyor. K:11

Risâle-i Nûr…………………….. mevcûd îmândan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak bürhânlar ile îmânın isbâtına ve muhâfazasına ve şübehattan kurtarmasına hizmet ediyor. K:11

Risâle-i Nûr ……………………. herkese bu zamanda ekmek gibi, ilâç gibi lüzûmu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar. K: 11

Risâle-i Nûr…………………….. akıl ve kalbin ittihâd ve imtizâcı ve rûh vesâir letâifin teâvünü ayağıyla ha­reket ederek evc-i a’lâya uçar. K: 12,

Risâle-i Nûr ……………………. taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar; hakâik-i îmâniyeyi kör gözüne de gös-terir. K: 12,

Risâle-i Nûr ……………………. İnşâallah Küre-i Arz’ı ışıklandıracak bir sirâc-ı nûrânîdir. K: 45

Risâle-i Nûr…………………….. gittikçe parlak, hârikâne fütûhât-ı îmâniye yapar. Kendi kendine İnşâallah her görenin kalbinde yerleşir. K: 15,

Risâle-i Nûr ……………………. her vakit inâyete mazhârdır. K: 16

Risâle-i Nûr…………………….. îmânı tehlikeye ma’rûz her adama, bütün küre-i arzın saltanatından daha fâideli bir saltanat, bir fütûhât kazandırır. K: 22

Risâle-i Nûr…………………….. geniş dâirede belki siyâset âleminde gelecek mes’ûdane ve dîndârâne hâletlerin ve vaz’iyetlerin mukaddimesi ve müjdecisidir. K: 26

Risâle-i Nûr…………………….. küllî bir tahribâtı ve İslâmiyyeti içine alan, dağlar büyüklüğünde taşları bu­lunan bir muhît kal’ayı tâmir ediyor. K: 30,

Risâle-i Nûr ……………………. bu zamanın bir mürşididir. K: 31

Risâle-i Nûr…………………….. gıdâ gibi her zaman ihtiyâç tekerrür ettiği gibi, mütâlâasını tekrar eder. K: 54,

Risâle-i Nûr ……………………. îmânın hadsiz mertebelerinde terakkiyât ve inkişâfâta medârdır. K: 30,

Risâle-i Nûr ……………………. mürşidim ve rehberim ve büyük üstâdımdır (Nazif Ağabey). K: 41

Risâle-i Nûr…………………….. Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın hakâik-i îmâniyesinin bürhânları ve hüccetleri oldu­ğundan ve Kur’ân’ın hıfz ve kırâetine vâsıta ve vesile ve hakâikını tefsîr ve îzâh olduğu cihetle, Kur’ân hıfzıyla beraber ona çalışmak elzemdir. K: 73

Risâle-i Nûr…………………….. Kur’ân-ı Hakîm’in bu zamanda bir mû’cize-i ma’neviyesi dir. K: 146

Risâle-i Nûr…………………….. Hakâik-i İslâmiyyeye dâir ihtiyâçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyâç bırakmıyor. K: 77,

Risâle-i Nûr ……………………. Kur’ân’ın bir mû’cize-i mânevîsidir. K: 85

Risâle-i Nûr…………………….. sefine-i Nuh gibi Anadolu’yu Cebel-i Cûdi hükmüne getirip, küre-i arzın yangınından ve tûfânından kurtulmasına bir sebebdir. K: 131

Risâle-i Nûr…………………….. Kur’ân-ı Mübîn’in nûrunu ve hidâyetini neşreden bir kitâb-ı mübîndir. K: 188

Risâle-i Nûr…………………….. tarîkat değil, hakîkattır. K: 202,

Risâle-i Nûr ……………………. mükemmel bir me’haz dir. K: 56

Risâle-i Nûr…………………….. Âyât- Kur’âniyyeden tereşşuh eden bir nûrdur. K: 202,

Risâle-i Nûr ……………………. îmân kurtarıcı dır. K: 235,

Risâle-i Nûr ……………………. ehl-i dalâletin boğulduğu en son ve en geniş kâinât perdelerinin arkasında, envâr-ı tevhidi gösterir. K: 232            

 

Derleyip Kardeşlerle paylaşan: Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Kader Açıklar ve Adaletinin Tecellisi Görünür

Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri, Kader Risalesinin ikinci sayfasında bakın ne diyor:

“Kader, hakikî illetlere bakar, adalet eder. İnsanlar zahirî gördükleri illetlere, hükümlerini bina eder; kaderin aynı adaletinde zulme düşerler. Meselâ: Hâkim seni sirkatle(hırsızlıkla)mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen sârık (hırsız) değilsin. Fakat kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte kader-i İlahî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat kader, o gizli katlin için mahkûm edip adalet etmiş. Hâkim ise, sen ondan masum olduğun sirkate binaen mahkûm ettiği için zulmetmiştir. İşte şey-i vâhidde (bir şeyde)iki cihetle kader ve icad-ı İlahînin adaleti ve insan kesbinin zulmü göründüğü gibi, başka şeyleri buna kıyas et.” Kader Risalesi 30.Söz: 464. Sayfa

Bakınız, Üstadımız ne kadar açık bir hakikatı vecizeleştirmiş ve demiş:

“Kader, o gizli katlin için mahkûm edip, adalet etmiş” diyor. İşte şimdi nakledeceğim hadiseler, aynen öyle cereyan etmiş. Hem de muhtelif sınıf insanlarda, ayrı mekânlarda aynı kaide cereyan etmiş. Yalnız birinde,  baba bedduası bir katl gibi netice verip, bedduaya uğrayan evladı yine mahkûm etmiştir. Şimdi bizlerin başımıza gelen büyük veya küçük musibetlerin arkasında kaderin adaletini niye kendimiz aramayalım ve bulmayalım? İşte mükemmel tatbiki bir ders-i nuriye!

Bakın yine üstadımız “Konuşan yalnız hakikattır” serlevhalı yazısında ne diyor:

“Risale-i Nur’da isbat edilmiştir ki: Bazan zulüm içinde adalet tecelli eder. Yani insan bir sebeble bir haksızlığa, bir zulme maruz kalır; başına bir felâket gelir; hapse de mahkûm olur; zindana da atılır. Bu sebeb haksız olur, bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i İlahî başka bir sebebden dolayı cezaya, mahkûmiyete istihkak kesbetmiş olan o kimseyi bu defa bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felâkete düşürür. Bu adalet-i İlahînin bir nevi tecellisidir.” Emirdağ 2: 78. Sayfadan

Bakın sebeblerde, hükümlerde zulüm oluyor, fakat vakıa sonunda adalet tecelli ediyor. Kardeşlerim dikkat edilirse Üstad Bediüzzaman bu ifadelerinde yer, cins, şahsiyet, ırk ve din ayırımı yapmadan bütün insanlara hitab etmektedir.

  1. HADİSE

Şimdi birinci vak’a olarak şifahen tesbit ettiğim ve duyduğum hadiseyi nakledeyim. (Hadise 2007 de olmuş.) Bir teyzenin damadı Ankara’da avukatlık yapan emekli milletvekili Gıyaseddin Karaca’dan naklen: O diyor ki,

“Şarkta ağırceza mahkemesinde hakim iken katl suçu ile bir adamı getirdiler. Fakat adam birinci celseden tâ son celseye kadar, hem de daima ağlayarak “Ben suçsuzum hakim bey, ben suçsuzum!” diyordu. Bana göre masum görünüşü vardı ve bu sözlerinde samimiyet seziyordum. Fakat ağırceza heyeti olarak bütün delillerin aleyhinde tebeyyün etmesi dolayısıyla, adamı mahkûm ettik. Fakat içimde bir ukde kalmıştı.

Hiç suçu olmadan bir insan böyle bir cezaya neden çarpılırdı? “Bunda bir iş var!” deyip işin aslını tahkik maksadıyla, ben yalnız olarak adamın hapishanedeki hücresine gittim. Mahkûm beni görünce yine mahkemede yaptığı gibi ağlayıp sızlayarak, “Suçsuzum hakim bey, Vallahi ben öldürmedim, suçsuzum!” demeye başladı. Ben de ferasetle, cevaben “Bu hadisede suçsuz olduğuna kanaat getirmese idim, buraya gelmezdim.

Evet, sen bu cinayeti işlemedin. Fakat deliller neden senin üzerinde toplandı ve biz seni neden mahkûm etmeye mecbur kaldık? Bunda bir iş var! Allah neden senin üzerinde delilleri toplasın? Allah âdildir.  Sen şimdi samimi cevab ver,  hususi  konuşuyoruz,  iyice bir düşün, sonra söyle. Ama doğru söyle, evvelce ne gibi bir halt işledin? Ben bunu öğrenmek için geldim.” dedim. Adam yine aynı nakaratla “Ben suçsuzum, ben bu adamı öldürmedim hakim bey” diyordu. Ben “Ee, öyleyse bu hadise neden başına geldi?” O zaman adam, söylettirmeye çalıştığım hakikatı şöylece itiraf etti:

“Hakim bey, ben bu adamı öldürmedim amma, çok evvelden başka birisini öldürmüştüm. Ama hiç kimse bilmiyor ki, ilk defa size söylüyorum” dedi.” diyen Gıyaseddin Beye,  ben de bu hakikatı Üstad Bediüzzamanın veciz bir şekilde şöyle ifade ettiğini söyledim. “Üstadımız diyor ki, “Kimse bilmez, gizli bir katlin var“ der sohbet edip macerasını dinler.

Ayni mevzuda internetten indirdiğim ikinci vak’ayı aynen takdim ediyorum.

  1. HADİSE

“İŞLENMEYEN  SUÇUN  CEZASI MI?”

“Kimse bilmez gizli bir katlin var?” Bediüzzaman

“Bütün yargılamalar, İlahi mahkemenin sönük bir taklididir.” Aliye İzzetbegoviç

TBMM 17. Dönem Erzurum Milletvekillerinden Sabahaddin Aras, Korkuteli’nde savcılık yaptığı yıllarda, cinayet işleme iddiasıyla tutuklanan bir köylünün tahkikatını yapar. Dava neticesinde köylü, TCK’nın 448’nci maddesinden suçlu bulunarak hapse atılır.

Yıllar sonra, Sabahaddin Aras savcılıktan ayrılıp, milletvekili olduğunda, o cinayetten mahküm olan köylü Sabahaddin Aras’ı arayıp bulur. Adam, kendini tanıttıktan sonra asıl meramına gelerek sözlerini şöyle sürdürür:

“Ben, adam öldürme suçundan mahkûm ettiğiniz o köylüyüm. Sizi görmeye ve içimde yıllardır beni rahatsız eden sırrımı anlatmaya geldim. O cinayeti ben işlememiştim, başkası işlemişti. Ama o hadiseden önce ben kimsenin bilmediği başka bir cinayeti işlemiştim. Allah beni cezalandırmak için bu suçu karşıma çıkardı. Ben de ‘Bunda bir hikmet (Adalet) vardır.’ diyerek fazla sesimi çıkarmadım.” der.

Aslında imtihan gereği, insanların işlemiş olduğu pek çok suçun cezası dünyada verilmeyip büyük mahkemeye (Ahirette Mahkeme-i Kübraya)) bırakılmaktadır. Cenab-ı Hak; ara sıra insanoğlunun, yeryüzü coğrafyasında meydana gelen hadiselerin ibret dilini anlamaları, bu hadiselerdeki ince hikmet atkılarını görüp kendilerine çekidüzen vermeleri  için, yukarıda olduğu gibi bazı hadiseleri nazarlara sunmaktadır.”

    3. HADİSE

BABA BEDDUASI

1990’lı senelerde bir gün İnebey Dersanesine tanımadığım bir adam geldi. Katl suçundan hapishaneye düşmüş ve Risale-i Nuru hapishanede nurcu kardeşlerden öğrenmiş, tanımış. Bursa’ya gideceğini söyleyince de bu dersanenin adresini vermişler. Fakat hangi hapishanede kalmış , hangi şehirden geliyor, hangi isimde kardeşler tavsiye etmiş olduğunu, hatta o kardeşin kendi ismini dahi maalesef hatırlayamıyorum. Şimdi bu toplamayı yaparken de birlikte bulunup adamın ağzından hadiseyi dinleyen bulamadım. Bazı yerleri yakıştırp ilave ederek hadisenin ruhunu aksettirmeye çalışacağım:

Misafirimize neden dolayı hapse düştüğünü sordum. Çünkü nurcu olmadığı belli idi. “Haksız yere adam öldürdüm diye mahkûm oldum” dedi. Ben de yukarıdaki malûmatı hazmettiğim için: “Fakat kader adalet etmiştir, kim bilir ne yapmışsın ki böyle bir suçla ceza gördün?” dedim.  Adam “Hapishanedeki nurcu Ağabeylerde hep böyle dediler, fakat ben hakikaten o adamı öldürmedim. “dedi. Ben yine “Kimse bilmez gizli bir katlin vardır”. “Adam öldürmedin ama o ayarda başka bir suç işlemissindir” dedim.

Ve bu mevzuda adamı iyice sıkıştırarak “Söyle,  o gün nasıl geçti, teferruatına kadar bana anlat” diye ısrar ettim. Adam biraz düşündü ve “Hadiseden evvel babamın yanından ayrılmştım, ama babamla ailevi bir sebebden çok şiddetli bir münakaşa yaptım. Ona çok ağır hakaretler yaptım. Beni kovdu. Yanından ayrılırken bana en ağır bedduaları yapıyordu. Babamdan bu şekilde ayrılıp yolda giderken biraz zaman geçtikten sonra geçtiğim yolda bir hadise olmuş, tanımadığım bir adamı öldürmüşler, cesedini gördüm, cesedin yanında kanlı bıçak görüp, elime alıp maktule yaklaştım. O sırada yakalandım. Beni “katil sensin” diye evvela nezarete sonra hapishaneye attılar. Halbuki olayla hiç mi hiç alakam yoktu. Ben öldürmemiştim. İşte o gün böyle oldu. “ diye anlatmasını bitirdi.

Bundan açıkca anlaşılıyor ki, evet adam katil değildi, ama katl derecesinde ağır suç işlemiş ve babasının makbul bedduasına istihkak kazanmıştı. Demek “Kimse bilmez gizli bir katlin var” hakikatını bu hadisede de anlamış olduk.

Zaten mezkur beynelmilel cereyan eden kaide olmasa da “Men dakka, dukka” yani kim ki bir şey yapar aynını görür kaidesine göre bu dünyada hiçbir menfi hareket cezasız kalmaz. Böylesi, yani bu dünyada ceza çekip âhirete kalmaması bizlerin lehinedir.

Şimdi bu kaideye göre olanlardan nasıl bir ders almamız lazım? Haksız tecavüze ve zarar uğradığımız zaman ne yapmamız,  ne düşünmemiz lazım? Herkes lütfen kusuru kendinde arasın ve bulmaya çalışsın. Kusuru görmemek veya bulamamak o kusurdan daha büyük bir kusurdur.

Unutmayalım başımıza gelen hadiseler, sebebler, hükümler dolayısıyla zalim eliyle adaletin tecellisine vesile olduğundan böyle hakimane tecelliyata razı olmalıyız vesselam.

Nakleden: Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

İmanlının Ana Hasletlerinden Şefkat Ve Merhamet

Sair meşreblerdeki aşk yerinde, Risale-i Nur’un meşrebinde müştakane şefkattir ve re’fetkârane muhabbettir.

Sikke-i Tasdik-i Gaybi ( 117 )

Yalnız, bunca mesavi ve mütereddid hareketlerimle huzur-u sâmilerine lütfen kabulümde, yüksek ruhunuzdan yağan samimî şefkat, hakikî re’fet, halîmane iltifat, kerimane hüsn-ü kabulünüz beni bir takım ümidlere, ihtiyarsız muhabbetlere sevk ve büyük sürurlara gark etti.

Barla Lahikası ( 375 )

Madem muhabbet adavete zıddır. Ziya ve zulmet gibi, hakikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galib ise, o hakikatıyla kalbde bulunacak; onun zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ: Muhabbet hakikatıyla bulunsa, o vakit adavet şefkate, acımağa inkılab eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adavet hakikatıyla kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalalete karşı olabilir. Evet muhabbetin sebebleri; iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve manevî kal’alardır. Adavetin sebebleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeblerdir. Öyle ise bir müslümana hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf (hafife almak)etmek hükmünde büyük bir hatadır.

Elhasıl: Muhabbet, uhuvvet, sevmek İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adavet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister, birşey arıyor ki onunla ağlasın.

Hutbe-i Şamiye ( 53 – 54 )

Zira kıyametle, saadet-i ebediyenin geleceğine en büyük delil, rahmettir. Evet rahmetin rahmet olması ve nimetin nimet olması ancak ve ancak haşir ve saadet-i ebediyeye bağlıdır. Evet saadet-i ebediye olmasa, en büyük nimetlerden sayılan aklın, insanın kafasında yılan vazifesini görmekten başka bir işi kalmaz. Kezalik en latif nimetlerden sayılan şefkat ve muhabbet, ebedî bir ayrılık düşüncesiyle, en büyük elemler sırasına geçerler.

İşarat-ül İ’caz ( 19 )

Ey Habib-i Şefik ve ey Şefik-i Habib! Ey Said-i Mecid ve ey Mecid-i Said! Rahmet-i İlahiyenin en latifi, en zarifi, en lezizi olan muhabbet veşefkate bakınız. O muhabbet ve şefkati, firak-ı ebedî ve hicran-ı lâyezalî ile karşıladığınız takdirde; vicdan, hayal ve ruh ne hale gireceklerdir. Omuhabbet ve o şefkat en büyük, en tatlı bir nimet iken, en azîm bir musibete, bir belaya inkılab eder. Acaba göz önünde bilbedahe görünen rahmet-i İlahiye, firak-ı ebedînin muhabbet ve şefkat aleyhine hücum etmesine müsaade eder mi?

(Vallahi hâyır!..)

İşarat-ül İ’caz ( 55 – 56 )

Ve aynı zamanda, iade edilmemek üzere zeval, nimeti nıkmete, şefkati zahmete, muhabbeti musibete ve lezzeti eleme ve rahmeti zıddına kalbeder.

Mesnevi-i Nuriye ( 40 )

İ’lem Eyyühel-Aziz! Kâfirlerin medeniyeti ile mü’minlerin medeniyeti arasındaki fark:

Birincisi: Medeniyet libasını giymiş korkunç bir vahşettir. Zahiri parlıyor, bâtını da yakıyor. Dışı süs içi pis, sureti me’nus sîreti ma’kûs bir şeytandır.

İkincisi: Bâtını nur, zahiri rahmet, içi muhabbet, dışı uhuvvet, sureti muavenet, sîreti şefkat, cazibedar bir melektir.

Mesnevi-i Nuriye ( 89 )

Ve muhabbet ve takdir ile pek çok alâkadar olduğum ehl-i kemalât ve meşahir-i enbiya ve evliya ve asfiyanın sönmelerine ve mahvolmalarına karşı mahiyetimdeki rikkat-i cinsiye ve şefkat-i nev’iye dahi kabre karşı tuğyan edip feveran etti.

Şualar ( 17 )

Evet ben kendi hayatımda ve şuurlu fiillerimde bilmek, işitmek, görmek, söylemek, istemek gibi çok manalarıyla bildim ki; bu kâinatın şahsımdan büyüklüğü derecesinde daha büyük bir mikyasta Hâlıkımın muhit ilmini, iradesini, sem’ ve basar ve kudret ve hayat gibi evsafını ve muhabbet ve gazab ve şefkat gibi şuunatını anladım; iman ederek tasdik ettim ve itiraf ederek bir marifet yolunu daha buldum.

Şualar ( 72 )

Çünki ebedî bir güzelliği var, gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için erkek herbir fedakârlığı ve merhameti yaparım.” diyerek o ihtiyare karısına, güzel bir huri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele edebilir.

Şualar ( 183 )

Hem her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir. Eğer iman-ı âhiret o hanenin saadetinde hükmetmezse, o aile efradı, herbiri şefkat ve muhabbet ve alâkadarlığı derecesinde elîm endişeler ve azablar çeker.

Şualar ( 226 )

Eğer âhirete iman o haneye girse, birden ışıklandıracak, ortalarındaki münasebet ve şefkat ve karabet ve muhabbet kısacık bir zaman ölçüsüyle değil, belki dâr-ı âhirette saadet-i ebediyede dahi o münasebetlerin devamı ölçüsüyle samimî hürmet eder, sever, şefkat eder, sadakat eder, kusurlarına bakmaz gibi ahlâk yükseklenir.

Şualar ( 227 )

Muhammediyenin (A.S.M.) getirdiği nur, imdada yetişti. O hadsiz hüzünleri ve gamları, sürurlara çevirdi. Hattâ o nurun, herkes ve her ehl-i iman gibi benim hakkımda milyon feyzinden yalnız o vakitte, o vaziyete temas eden imdad ve tesellisi için Zât-ı Muhammediyeye (A.S.M.) karşı ebediyen minnetdar oldum. Şöyle ki:

Ol nazar-ı gaflet, o mübarek nazeninleri; vazifesiz, neticesiz, bir mevsimde görünüp, hareketleri neş’eden değil belki güya ademden ve firaktan titreyerek hiçliğe düştüklerini göstermekle, herkes gibi bendeki aşk-ı beka ve hubb-u mehasin ve muhabbet-i vücud ve şefkat-i cinsiye ve alâka-i hayatiyeye medar olan damarlarıma o derece dokundu ki, böyle dünyayı bir manevî cehenneme ve aklı bir tazib âletine çevirdiği sırada, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın beşere hediye getirdiği nur perdeyi kaldırdı; i’dam, adem, hiçlik, vazifesizlik, abes, firak, fânilik yerinde o kavakların herbirinin yaprakları adedince hikmetleri, manaları ve Risale-i Nur’da isbat edildiği gibi, üç kısma ayrılan neticeleri ve vazifeleri var diye gösterdi:

Şualar ( 253 – 254 )

Ve bu kâinatın sahibi (Celle Celalühü) o şahsiyet-i maneviye-i Muhammediyeyi (A.S.M.) saltanat-ı rububiyetine bir yüksek dellâlı ve kâinat tılsımının ve hilkat muammasının bir doğru keşşafı ve lütf u rahmetinin bir parlak misali ve şefkat ve muhabbetinin bir belig lisanı ve âlem-i bâkideki hayat-ı daime ve saadet-i ebediyenin en kuvvetli müjdecisi ve elçilerinin en son ve büyüğü bir Resul eylemiş.

Şualar ( 633 )

“Bismillahirrahmanirrahîm”den istifazaten merhamet ve şefkat, den istifadeten hikmet ve intizamın esasları üzerine gidiyor. Onun ruhu ve hayatı onlardır. Sair meşreblerdeki aşk yerinde, Risale-i Nur’un meşrebinde müştakane şefkattir ve re’fetkârane muhabbettir.

Şualar ( 734 )

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hazret-i Hasan ve Hüseyin’e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karabetten gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsinin bir ucu ve veraset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir.

Lem’alar ( 20 )

“Ben muhabbet üzerine bir rüşvet, bir ücret, bir mukabele, bir mükâfat istemiyorum. Çünki mukabilinde bir mükâfat, bir sevab istenilen muhabbetzaîftir, devamsızdır.” Hattâ hâlis muhabbet, fıtrat-ı insaniyede ve umum vâlidelerde dercedilmiştir. İşte bu hâlis muhabbete tam manasıyla vâlidelerin şefkatleri mazhardır. Vâlideler o sırr-ı şefkat ile, evlâdlarına karşı muhabbetlerine bir mükâfat, bir rüşvet istemediklerine ve taleb etmediklerine delil; ruhunu, belki saadet-i uhreviyesini de onlar için feda etmeleridir.

Lem’alar ( 133 )

İnsan, hemşire misillü mahremlerine karşı fıtraten şehevanî his taşıyamıyor. Çünki mahremlerin sîmaları, karabet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle; nefsî, şehevanî temayülatı kırar. Fakat bacaklar gibi şer’an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık-saçık bırakmak, süflî nefislere göre gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir.

Lem’alar ( 197 )

Çünki peder ve vâliden ve akraban varsa, çoktan beri unuttuğun gayet lezzetli o eski şefkatleri senin etrafında yeniden uyanıp, çocukluk zamanında gördüğün o şirin nazarları yine görmekle beraber; çok gizli perdeli kalan etrafındaki dostluklar, hastalığın cazibesiyle yine sana karşımuhabbetdarane baktıklarından, elbette onlara karşı senin bu maddî elemin pek ucuz düşer. Hem sen müftehirane hizmet ettiğin ve iltifatlarını kazanmasına çalıştığın zâtlar, hastalığın hükmüyle sana merhametkârane hizmetkârlık ettiklerinden, efendilerine efendi oldun. Hem insanlardaki rikkat-i cinsiyeyi ve şefkat-i nev’iyeyi kendine celbettiğinden, hiçten çok yardımcı ahbab ve şefkatli dost buldun. Hem çok meşakkatli hizmetlerden paydos emrini yine hastalıktan aldın, istirahat ediyorsun.

Lem’alar ( 218 )

Hem hiçbir cihetle akıl kabul eder mi ki; hadsiz rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi san’atını çok sever ve kendini çok sevdirir ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zât-ı Kadîr-i Hakîm, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâni’ini fıtraten perestiş eden hayatı ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu, mevt-i ebedî ile i’dam edip, kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedî bir surette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencide ederek sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin? Yüzbin defa hâşâ ve kellâ!..

Lem’alar ( 334 )

Madem herbir faaliyette böyle sevilir, istenilir bir kemal, bir lezzet vardır ve faaliyet dahi, bir kemaldir ve madem zîhayat âleminde daimî ve ezelî bir hayattan neş’et eden hadsiz bir muhabbetin, nihayetsiz bir merhametin cilveleri görünüyor ve o cilveler gösteriyor ki, kendini böyle sevdiren ve seven ve şefkat edip lütuflarda bulunan zâtın kudsiyetine lâyık ve vücub-u vücuduna münasib o hayat-ı sermediyenin muktezası olarak hadsiz derecede (tabirde hata olmasın) bir aşk-ı lahutî, bir muhabbet-i kudsiye, bir lezzet-i mukaddese gibi şuunat-ı kudsiye o Hayat-ı Akdes’te var ki, o şuunat böyle hadsiz faaliyetle ve nihayetsiz bir hallakıyetle kâinatı daima tazelendiriyor, çalkalandırıyor, değiştiriyor.

Derleyen:Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org