Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Evlat Terbiyesi İle İlgili Pergamberimizden Örnekler!

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) özellikle yetim ve yoksul çocuklarla yakından ilgilenir, kız çocukları arasında hizmetçi ve işçi gibi çalısmak mecburiyetinde kalanlara da merhametle davranır, onların her istediğini dinler, her ihtiyacını gidermeye çalışırdı. Sonuna kadar nakledeceğimiz hadiseler Müslüman için çok mühimdirler:

Hz. Muhammed (s.a.s.) in cebinde on lirası (on dirhem) vardı. Dört lirasına elbiseciden bir gömlek aldı. Dışarıya çıkınca yoksul bir Medineli: “Ey Allah’ın Resulü, o gömleğe çok ihtiyacım var, onu bana verir misin?” dedi. Peygamberimiz ( s.a.s.), gömleği yoksula verdi. Elbiseci dükkanına tekrar girdi, geri kalan paranın dört lirasına kendisi için bir gömlek satın aldı.

Dışarıya çıkınca küçük bir kızın ağladığını gördü. Hemen yaklaşıp sebebini sordu. Bir evde hizmetçilik yapan bu küçük kız: “Ev sahibim bana un almak için iki lira vermişti, onu kaybettim, onun için ağlıyorum” dedi.

Peygamberimiz (s.a.s.) son kalan iki lirayi da bu kızcağıza verdi. Fakat küçük kız ağlamaya devam ediyordu. Peygamberimiz ( s.a.s.) tekrar sordu: “Kaybettiğin iki liraya yeniden kavuştun, hala niçin ağlıyorsun?”

Kız: “Eve geç kaldım, beni dövmelerinden korkuyorum!” cevabini verdi.

Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.s.), küçük kızın elinden tuttu: “Korkma yavrum, gel benimle!” dedi. Onu eve kadar götürdü, önce selam verdi. Ancak üçüncü selamında kapı açıldı. Peygamberimiz: “İlk selamımı duymadınız mi?” deyince “Duyduk ama selamınızın artmasını ve sesinizi daha çok duymayı arzu ettik. Sana canımız feda ey Allah’ın Resulü, buraya kadar niye zahmet ettiniz?” dediler. Peygamberimiz ( s.a.s.): “Su kızcağız, geç kaldım diye dövülmekten korkuyordu da bunu size kadar getirdim.” cevabını verdi. Ev sahibi: “Ey Allah’ın Resulü, sizin evimize gelmenize sebep olduğu için bu hizmetçi kızı (cariyeyi) azat ediyorum. Artik hürdür” deyince, Hz. Peygamber ( s.a.s.) şöyle buyurdu: “Allah’ın bana verdiği on lira ne kadar bereketli imiş! Allah onunla peygamberine ve Medineli bir yoksula birer gömlek giydirdi, bir kız çocuğunu da sevindirdi, hürriyetinin bağışlanmasına vesile oldu! Şüphesiz bize sonsuz gücüyle rızık veren O’dur.”

Annelerin çocuklarına gösterdikleri şefkat ve merhameti görünce, Peygamberimiz memnun ederdi. Bir gün fakir bir kadın çocuğu ile Hz. Aişe (ra)’yı ziyarete gelir. Hz. Aişe, evde olanlara ikram edecek bir hurmadan başka bir şey bulamaz. Hurmayı anneye verir. Anne, hurmayı ikiye bölerek çocuklarına yedirir. Bundan son derece duygulanan Hz. Aişe, olayı Peygamberimize anlatınca, Peygamberimiz:

“Kimin kız çocukları olur ve onları geçindirmekte sabır ve tahammül gösterirse, onlar o kimse için cehenneme siper olur.” buyurdu.

Bir gün Halit b. Said, peygamberimizi ziyarete gelmiş, kızı Eme’yi de beraber getirmişti. O zaman Eme küçük bir kızdı. Arapçayı henüz bilmiyordu. Babası Habeşistan’dan yeni dönmüştü. Üzerinde sarı bir elbise vardı. Resulü Ekrem elbisesinin güzel olduğunu söyleyerek Emel’e iltifat etmek istedi. Ona elbisesini göstererek habeşçe güzel anlamında “sene sene” buyurdu. Bu peygamber sıcaklığından cesaret alan Eme, Efendimizin arkasına geçerek peygamberlik mührüyle oynamaya başladı. Babası onu azarlayınca, sevgi şelalesi Efendimiz, bırak çocuğu! Diyerek Eme’nin nübüvvet mührüyle oynamasına izin verdi. Bu laubali davranıştan çocuğu babası gibi azarlamak bir yana, onun azarlanmasına bile razı olmadı.

Efendimizin amcazadeleriyle ve diğer çocuklarla nasıl meşgul olduğunu gösteren bir rivayet vardır. Cihan güneşinin bu fani aleme veda ettiği tarihte Amcasının oğlu Abdullah ibni Abbas 13, kardeşi Ubeydullah ise 12 yaşındaydı. Resulü Ekrem onları muhtemelen daha küçük yaşlarda, diğer çocuklarla birlikte yarışa sokardı. Hepsini bir sıraya dizer, yarışı kim kazanırsa ona mükafat vereceğini söylerdi. Çocuklar vaad dilen hediyeyi almak arzusuyla var güçleriyle koşarlar, yarışı ben kazandım diye kimi kendini Efendimizin kucağına atar, kimi arkasına dolanıp sırtına sarılırdı.   Bir çocuğun kendisini peygambere bu kadar yakın hissetmesi, onun kucağına pervasızca atılabilmesi son derece dikkat çekici ve üzerinde ibretle düşünülmesi gereken bir hadise değil midir?

Önemli bir şahsiyetin çocuklarla meşgul olması, hele onların oyunlarına katılması, bazı toplumlarda bir nevi çocukluk sayılarak yadırganır. Bu durumun çocuğu müspet yönde nasıl etkileyeceği, onu fevkalade onurlandırıp şahsiyetini geliştireceği pek hesaba katılmaz. İşte Peygamber Efendimizin çocuklarla meşgul olmasında böyle bir incelik aranmalıdır.

Peygamberimizin çocuklara olan sevgisi, ibadet ederken bile dikkat çekerdi. Namaz kılarken çocuk ağlama sesi duysa, namazı uzatmaz, kısa keser ve kendisiyle birlikte namaz kılan çocuğun annesinin serbest kalmasını ve çocuğu ile ilgilenmesini isterdi.

Abdullah b. Cafer peygamber Efendimizin amcası Ebu talibin torunudur. Babası Cafer ilk Müslümanlardan olup hanımı ile beraber Habeşistana hicret etmiş ve Abdullah orada dünyaya gelen ilk müslüman çocuğu olmuştur. Daha sonra ailesiyle birlikte medineye gelmiştir. Resülullah vefat ettiğinde on yaşında idi. İşte onun anlattığına göre; peygamber efendimiz bir sefere çıkıp geri medineye dönerken yolda çocuklar tarafından karşılanırdı. Peygamber efendimiz ilk gelen çocuğu hayvanın önüne bindirir, ikinci gelen çocuğu da arkasına bindirirdi.

Bu konudaki bazı hadisler:

Kız çocuğu doğduğu zaman, Allah onun üzerine bereketi yağdıran bir melek gönderir. Ve o melek şöyle der: “Aciz bir kul zaifken doğdu. Ona yardım edenler, kıyamete kadar yardım görücüdürler.” Erkek çocuk doğduğunda Allah Telalâ ona da semadan bir melek gönderir ki, o çocuğun iki gözü arasından öper ve der ki “Allah sana selam gönderdi.”

Ravi: Hz. Enes (r.a.)

Allah gazab etmez (durup dururken), Gazab ettiğinde de bundan dolayı melekler tesbihe dururlar. Çocukları, masumları Kur’an okurken gördüğünde Allah’ın rahmeti artar.

Ravi: Hz. Ibni Omer (r.anhuma)

Düşük olarak doğan çocuk, annesi babası Cehenneme düştüğünde, “Allah’la mücadele” (buradaki  mucadele mecazidir) eder. Kendisine: “Ey Allah’la mücadele eden çocuk al anneni babanı da gir cennete” denir. O da onları göbek bağı ile sürükleyip Cennete götürür ve sokar.

Ravi: Hz. Ali (r.a.)

Bakın, kıyamet günü secdeye izin verilecek ilk kimseyim. Sonra başımı kaldırmaya izin verilir. Ben de başımı kaldırırım ve sağımda ve solumda duran ümmetimi tanırım. Denildi ki: “Onları nasıl tanırsınız ya Resülallah?” Buyurdu ki, Abdest azalarının ve alınlarının parlaklığından Ve yine onlarında nur gibi parlayan çocuklarından.

Ravi: Hz. Ebud Derda (r.a.)

Kız çocukları merhamettir. Teçhiz edilmişlerdir ve bereketlidirler. Kim ki bir kızı olursa, Allah o kızı o kimseye Cehenneme perde eder. İki olursa, onlar sebebiyle o kimseyi Cennetlik eder. Kimin ki üç kızı varsa veya üç kız kardeşine bakıyorsa, ondan cihad ve sadaka sakıt olur.

Ravi: Hz. Ibni Enes (r.anhuma)

Mü’minlerin çocukları cennette bir tepededir. Onlar, kıyamete kadar, İbrahim ( a.s.) ile zevcesi Sâra’nın terbiyesi altındadırlar.

Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)

Çocuklarınızın ilk sözü

“Lâ ilâhe illallah” olsun. Ölümlerinde de “Lâ ilâhe illallah”i telkin edin. Böyle olursa bin sene de yaşasa, Allah ondan bir günah sormaz.

Ravi: Hz. İbni Abbas (r.anhüma)

Esselamu aleyküm ey çocuklar. (Efendimiz(s.a.v) çocuklara rastladığında kendilerine selam vermiştir.)

Ravi: Hz Enes (r.a.)

Kıyamet gününde Müslümanların on iki yaşına kadar olan çocukları arşın altındadırlar. Şefaat ederler ve şefaatleri kabul olunur. On üçüne ulaşanların ise lehine yahut aleyhinedir. (Yani buluğa erenler hesap verirler)

Ravi: Hz. Ebû Ümame r.a

Düşük çocuklara da isim koyun. Allah onunla mizanınızı ağırlaştırır. Zira onlar kıyamet günü gelir de şöyle derler: “Ey rabbimiz beni zayi ettiler ve bana isim vermediler.

Ravi: Hz Enes r.a

Sizin küçükleriniz Cennet ehlinin de küçükleridir. Onlardan birisi babasına mülaki olurda elbisesini tutar ve Allah, ana ve babasını Cennete sokuncaya kadar onu bırakmaz. (küçükken ölen çocuklar)

Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)

Allah’ın rükuda kulları, emzikli çocuklar ve otlayan hayvanlar olmasaydı, Allah azabını üzerinize dökerdi de taş gibi olurdunuz.

Ravi: Hz. Malik Ibni Ubeyde (r.a.)

Müslüman iki kişi yoktur ki aralarında buluğa ermemiş iki veya üç çocuk olsun de onlar da sevap ummasınlar ve sabretsinler de, ebeden Cehennemi görsünler, bu olmaz.

Ravi: Hz. Ebû Zerr (r.a.)

Kendiniz çocuklarınız, hizmetçiniz veya malınız hakkında fena dua etmeyin. Olur da saatına rastlar Allah tarafından kabul olunur.

Ravi: Hz. Câbir (r.a.)

Hayvan ve çocuklarınızı güneş battıktan sonra salmayın, yatsının koyu karanlığı geçinceye kadar. Zira güneş battıktan yatsının karanlığı gidinceye kadar ki zaman şeytanların boşandığı zamandır.

Ravi: Hz. Câbir (r.a.)

Son olarak bir tavsiye:

Bebekler ve çocuklar yeni uykudan uyandıklarında “kaymak” diye tabir edilen boğazları çok güzel kokar. Mis gibidir. Onların etlerini butlarını ısırın, oynaşın onlarla. Yanaklarını öpücük bombardumanına tutun. Çocuklarla çocuk olun Sizi gören çocuklar korkusundan kaçmasın, sevinçlerinden fırıldak gibi olsun. İnsanlara olan merhametiniz kesinlikle artar.

Ne güzel bir duygu bu.

Çocuklarla çocuk olmanız dileğiyle…

Allah herkese anne veya baba, dayı veya teyze, hala veya amca olmayı nasip etsin.

Amin!

Kaynak: “Ramuz El E-Hadis” Kitabidir.

Kitabin Yazari: Zaif Ahmet Ziyauddin Gumushanevi

Derleyen: Abdülkadir Haktanır

Enfusi Dairede Kalbi Tefekkür 

Ağlatan Feryad

Enfüsî derslere çok ihtiyacımız var. Özellikle şahsî olarak On Yedinci Söz bu mânâda en çok müracaat ettiğim bir söz. Çok derin mânâlar buluyorum. Kalb ve ruhumda tesirler uyandırıyor. Son zamanlarda ise “La ühıbbü’l-âfilîn” dersi âlemimde çok ayrı mânâlar açtı ve dikkatimi çekti. Kâinatın fenasından geçerek ve bekaya müştak olan kalb ve ruhumda ince tesirler yaptı. Kısa da olsa “kesretten vahdete”,”afaktan enfüse” dönmeye şiddetli tesirat yaptı. Şahsım adına âlemime düşenleri paylaşmak istedim. Rabbim inşâallah bu dersleri hakîkî mânâda hissedip âlem-i âsgarımızda yaşamayı nasip etsin.

İbrahim (as) ‘Ben batıp gidenleri sevmem’ dedi.” (En’âm Sûresi, 6:76) İbrahim Aleyhisselâm’dan sudûr ile, kâinatın zeval ve ölümünü ilân eden na’y-i “Lâ Uhibbu’l-Âfilîn” beni ağlattırdı.(Sözler, 2004 s. 344)

Hz. İbrahim (as) muhakkik bir peygamberdi. Onun içindir ki belki de Üstadımız “Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir.” ifadesini bu mânâda da söylemiş olmalıdır. Yani Risâle-i Nûr mesleği muhakkik mesleğidir. Bütün kâinatla dostluk kurmak ve onlara “Esmâ” tecellisi ile bakmak. Bundan dolayıdır ki O’ndan (as) sudûr eden yani meydana çıkan, kâinatın zeval ve ölümünü ilân eden inlemek ve feryad etmek olan na’y-i “Lâ Uhibbu’l-Âfilîn” yani “’Ben batıp gidenleri sevmem” cümlesi Üstadımızı ağlattığı gibi bizleri de ağlatmalıdır.  Maddî gözün ağlamasından daha şiddetli mânevî göz olan basîret gözünün ağlaması daha derin ve bir o kadar da inletir insanı ki Üstadımız da bunu yaşayarak yazmıştır. Bütün kâinat fenâ ve zevale mahkûm olduğu için inlemek ve feryat etmek ve onlara bel bağlamamak ve ağlamak, ”Ben batıp gidenleri sevmem”demek.

Ağlayan ve ağlatan Farisî damlalar!
“Onun için kalb gözü ağladı ve ağlayıcı katreleri döktü. Kalb gözü ağladığı gibi, döktüğü her bir damlası da, o kadar hazîndir. Ağlattırıyor, güya kendisi de ağlıyor. O damlalar, gelecek fârisî fıkralardır. (Sözler, 344)

Kalb gözünün ağlaması ve ağlayıcı katreleri dökmesi. Sahi hiç kalb gözümüzün ağladığını fark ettik mi? Kalb gözü nasıl ağlar? Kalb gözünün ağlaması ile dökülen yaş damlalarının hazin ve hüzünlü, acıklı oluşunu hissedebiliyor muyuz? Sanırım maharet burada olsa gerektir. Bir iç burkulması ve acziyetin zirvesine taşınmak ve fenadan bekaya çıkmak. Ağlattıran ve kendisi de ağlayan Farisi beyitten inşallah nasibimizi almak dileğiyle….

İşte o damlalar ise, Nebiyy-i Peygamber olan bir Hakîm-i İlâhî’nin Kelâmullah içinde bulunan bir kelâmının bir nevi tefsiridir. (Sözler, 344)

Damlalar bizim bildiğimiz mânâların dışında olan damlalar. İlâhi damlalar. Kendisine suhuf verilen peygamber olan Hz. İbrahim (as) ve ilâhi hikmetle şereflenen Nebiyy-i peygamber, ilâhi kelâm olan Kelâmullah içersinde yani Kur’ân’da bulunan bir kelâmın tefsirini inşâallah anlamaya ve “’Ben batıp gidenleri sevmem” diyebilme bahtiyarlığına erişmeyi Rabbimizden dileyerek başlayalım inşallah..

Yok olmaya mahkûm olan, hakîkî güzel olamaz:
Güzel değil batmakla gaib olan bir mahbub. Çünki: Zevale mahkûm, hakîkî güzel olamaz. Aşk-ı Ebedî için yaratılan ve âyine-i Sâmed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli. (Sözler, 344)

Batıp giden ve kaybolan, hiç kavuşulamayıp görünmez olan sevgili güzel değildir. Çünkü zevale mahkûmdur. Kalbin maşuku olup matlubuna çare olamaz batıp sönmesiyle. Zevale, sönmeye ve yok olmaya mahkûm olan hakîkî güzel olamaz ve layık da değildir güzelliğe. Çünkü hakîkî güzel zevale muhkum olmayan daimi güzeldir.

Ebedî aşk için, Allah’ın sevgisi için yaratılan ve Allah’ın Samed isminin belirdiği ve tecelli ettiği yer olan insanın kalbi ile mecâzî ve zevâle mahkûm olan güzel sevilmez ve sevilmemeli. Çünkü zevâle mahkûm olan güzeli seven ve bağlanan ve de ebede müştak olan kalb zevâle mahkûm olan güzelden ızdırap çeker ve inleyerek feryat eder.

Fani olan, kalbin alâkasına değmiyor:
Bir matlub ki, gurubda gaybûbet etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor. Âmâle merci olamıyor. Arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki kalb ona perestiş etsin ve ona bağlansın kalsın. (Sözler, 345)

Öyle sevilen bir sevgili ki batıp gitmekte görünmez olmaya mahkûm; kalbin alakasına, fikrin ve aklın merakına değmiyor. İstek ve arzulara cevap verecek ve başvurulacak olamıyor, arkasında gam ve kederle ve üzüntülerle üzülme ve acı duymaya layık değildir. Onun içindir ki nerede kaldı ebed isteyen kalbin ihtiyaçlarını karşılasın ve kalb ona tapma derecesinde bağlansın ve onu sevsin ve ona bağlansın kalsın. Bu mümkün mü?

Fânîyim, fânî olanı istemem:
Bir maksud ki, fenada mahvoluyor; o maksudu istemem. Çünki, fânîyim, fâni olanı istemem; neyleyeyim? (Sözler, 345)

Öyle bir maksud, istenilen ki, fenada yani geçicilikte mahvoluyor;  o maksudu istemem. Çünkü fenaya giden, bekâ isteyen kalbin ilacı olamaz. Kalbim ebed istiyor, beka istiyor fenaya mahkûm olan ve sonsuz olan acziyetime ve arzularıma çare olamıyor. O zaman onu istemem. Çünkü bende fânîyim fânî ve geçici olan benim beka arzuma çare olamaz. O zaman fânî olanı istemem; neyleleyim kalbimi mutmain etmiyor fânî olanlar. Derdim büyük, fânî çare olamıyor.

Bir Mâbud ki, zevalde defnoluyor; onu çağırmam, ona iltica etmem. Çünki nihayetsiz muhtacım ve âcizim. Âciz olan, benim pek büyük derdlerime deva bulamaz. Ebedî yaralarıma merhem süremez. Zevalden kendini kurtaramayan nasıl mâbud olur? (Sözler, 345)

Öyle bir tapılan, kulluk edilen Ma’bud ki, zevale, yokluğa gömülüyor; onu çağırmam, ona sığınmam. Çünkü ben nihayetsiz muhtaç ve acizim. Azciyetim sonsuz, fikriyatım sonsuz, düşmanlarım sonsuz. Zevale mahkûm olan nasıl benim sonsuz dertlerime derman olabilir. İşte aciz olan mahlûkat benim pek büyük dertlerime devâ bulamaz çare olamaz. Ebedî ve sonsuz yaralarıma merhem süremez. Sönmek ve yok olmaktan kendini kurtaramayan nasıl tapılan, kulluk edilen Ma’bud olabilir.

Zahire müptelâ aklın feryadı:
Evet zâhire mübtelâ olan akıl, şu keşmekeş kâinatta perestiş ettiği şeylerin zevalini görmek ile me’yûsâne feryad eder ve bâki bir mahbubu arayan ruh dahi “Lâ Uhibbu’l-Âfilîn” feryâdını ilân ediyor. (Sözler, 345)

Akıl zahire yani görülene müptela ve düşkündür. Gördüğü ile hükmetmek aklın muktezâsıdır. Aklı gözüne inenlerin ise derdi ve yaraları çok deridir. İşte görünüşe ve gördüğüne düşkün olan akıl şu karmakarışık kâinatta ve çok düşkün olduğu matlupların sönmesini ve yok olmasını görmek ile şiddetli üzülme ve meyusiyetle feryad eder: ruh ise ebedi ve sonsuz bir sevgili ve mahbub arar. Bu arayışı ile ruh “Batıp gidenleri sevmem” feryadı ile fani olanlardan alakasını kesip bakiye müteveccih olur.

İstemem, arzu etmem, takat getirmem müfarakati… (Sözler, 345)
Ayrılıklar istenmez, arzu edilmez ve takat getirilmez. Çünkü bütün ayrılıklar ebede müştak olan ruhun derdine derman olamaz.

Zevâlin tasavvuru da elemdir:
Der-akab zeval ile acılanan mülâkatlar, keder ve meraka değmez. İştiyaka hiç lâyık değildir. Çünki: Zeval-i lezzet, elem olduğu gibi; zeval-i lezzetin tasavvuru dahi bir elemdir. Bütün mecâzî âşıkların divanları, yâni aşknameleri olan manzum kitapları, şu tasavvur-u zevalden gelen elemden birer feryaddır. Herbirinin, bütün divan-ı eş’ârının ruhunu eğer sıksan, elemkârane birer feryad damlar. (Sözler.

Derleyen: Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Cocuk Kokusu, Cennet Kokularındandır

ÇOCUK SEVGİSİ

Çocuk, cennet nimetlerinden biridir.

Çocuk kokusu, cennet kokularındandır.

Her ağacın bir meyvesi vardır. Gönlün meyvesi de çocuktur.

Çocuklarınızı çok öpün, her öpüşte Cennetteki dereceniz yükselir.

Çocuk sevgisi, Cehennem ateşine karşı perdedir.

Çocuklara iyilik etmek, Sırat köprüsünü geçmeye sebeptir. Onlarla beraber yiyip içmek, Cehennemden kurtuluştur.

Cennetteki “Sevinç sarayına” ancak çocukları sevindirenler girer.

Erkeklere ikram edin, nasıl ana-babanızın sizde hakkı varsa, evladınızın da sizde hakkı vardır.

Çocuksuz bir evin bereketi olmaz

Bu hadisleri bahsettikten sonra konumuza gecelim:

Hz. Peygamber (s.a.s.), sevgili torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyini kucağına alır, okşar, öper ve severdi. Hatta namaz kılarken sevgili torunları mübarek omuzlarına çıkarlardı.Onlar rahatsız olmasınlar diye de torunları omuzlarından inene kadar secdeden basını kaldırmazdı.

Peygamberimiz, Hz. Muhammed (s.a.v.) sokak ve çarşılarda karşılaştığı çocuklara selam verir , saçlarını okşar ve onlara ikrâm da bulunurdu. Çocuklara karşı çocuk gibi davranır, onların dünyalarına girebilmeyi en iyi O başarırdı.

Bir hadis-i şeriflerinde:

“Küçük çocuğu olan, onun hatırı için çocuklaşsın.”

buyurmuşlardır. Yani buradan anlıyoruz ki “Çocukla çocuk olunmaz” cümlesi tamamen yanlıştır.

katılığından şikayetçi olan birine

“Yetimin başını okşamayı, onları sevmeyi ve onlara ikram etmeyi”

öğütlemiştir.

Yine bir hadis-i şeriflerinde:

“Cennette ferahlık ve sevinç evi denilen öyle gösterişli bir yer vardır ki, oraya yalnız çocukları sevindirenler girebilir.”

buyurmuşlardır.

Bir gün Resülüllah (s.a.s) Hz. Ali’nin oğlu Hasan (r.a .)’i öpmüştü. Yanında bulunan Akra:

“Benim on çocuğum var, hiç birini öpmedim.”

dedi. Resülüllah (s.a.s) hayretle Akra’nın yüzüne baktı ve buyurdu ki:

“Eğer Allah sizin gönüllerinizden rahmet ve şefkati çekip çıkarmışsa ben ne yapabilirim?”

buyurdu.

 

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), hayatında hiç bir çocuğu üzmemiş ve kalbini kırmamıştır. Küçük yaşta Resülülah’a hizmet etmeye başlayan Enes ( r.a) diyor ki:

“On sene Hz. Peygamberle (s.a.v.)hizmet ettim. Bana bir defa olsun uf demedi. insanların en güzel huylusuydu. ”

 

Örneğimiz ve önderimiz Peygamber Efendimiz (s.a.s.), çocukların eğitimiyle yakından ilgilenmiş; onların hayırlı bir nesil olarak yetişmelerine çok büyük ehemmiyet vermiştir. Bakınız bu konuda neler buyurmuşlar ve ne güzel bir eğitimci örneği vermişlerdir:

 

“Çocuklarınıza iyi bakınız! Onları güzel terbiye ediniz.”

 

“Çocuğu güzel terbiye etmek ve ona güzel bir isim vermek, evladın baba üzerindeki haklarındandır.”

 

Bir anne ve babanın bırakacağı en güzel ve değerli miras: İslam’a, Kuran’a tabi olan, vatanini, milletini seven, çalışkan, dürüst ve terbiyeli çocuklar yetiştirebilmektir. Sevgili Peygamberimiz ( s.a.s.) su hadis-i şerifiyle bunu beyan etmişlerdir:

 

“Hiç bir baba çocuğuna güzel ahlak ve terbiyeden daha üstün bir hediye vermiş olamaz.”

 

Dünya ve ahiret saadetimiz için İslam ahlakına sahip olmak ve bu kaideleri hayatımızda yaşayıp, yaşatmak gerekir. Zaten İslam’ın gayesi, güzel ahlaki tesis etmek değil midir?

 

Görüldüğü gibi, Yüce Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda da gereken şeyleri bizlere açıklamıştır. O halde, Peygamberimizin emirlerine itaat edelim ki; dünyamız huzurlu ve şen, ahiretimiz mutlu ve gülşen olsun. Ne mutlu Peygamber’ini örnek alan, O’nu, önder ve sünnetine uygun hayat yaşamayı düstur edinen Müslüman çocuklara!…

 

“Çocukları hakkıyla sevmeyi, onlarla ilgilenmeyi, onları çeşitli tehlikeler karşısında korumayı cehennemden kurtuluşa vesile sayan” Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’in çoluk çocuğuna düşkünlüğünü Enes b. Malik (r.a) şöyle nakleder: “Ben Resülüllah (s.a.s.) kadar çoluk çocuğuna, aile fertlerine, eli altındakilere merhameti olan hiçbir kimse görmedim. Hz. Peygamber ( s.a.s.)’in oğlu İbrahim, Medine’nin yüksek taraflarındaki köylerin birinde süt annesinin yanında bulunuyordu. Hz. Peygamber (s.a.s.) -biz de beraberinde olduğumuz halde- onun yanına giderdi. Bir defasında Hz. Peygamber ( s.a.s.) o eve gitmişti ki, ev o sırada duman içindeydi. Çünkü İbrahim’in süt babası bir demirciydi. Peygamberimiz (s.a.s.), İbrahim’i kucağına alır, onu öper, sonra da geri dönerdi.”

Abdulkadir Haktanır

Kendini Tanıyan Allahını Tanır

Allahın yarattığı bütün varlıklar hiç kusursuz. İnsanın yaptıkları öyle değildir, yapılmış şeklinden daha iyi de yapılabilir daha kötüde.

Hele eşrefi mahluk olan insana bir göz atsak her aza ve cevarihine bakınca hayran kalmamak mümkün değildir. Bu sebepten Peygamberimiz a.s.m. hadisi şeriflerinde: “Kendini tanıyan Allahını tanır.” Buyurmuşlardır. Bununla beraber bu gafil insanların çoğu Allah’ını gösteren bu kadar delilleri görmemezlikten gelip inkâra sapabiliyor. Halbuki Dünyadan yaşayanlardan herhangi biri:  Kaza neticesinde gözlerini kaybetse, o  insana desen:  Sana sapa sağlam gözler versem beş vakit namazını kılarmısın? Kılmam diyen olurmu? Asla ve kat’a olmaz değimli? Peki Yalnız gözleri değil insanın vücudundaki bütün azaları sapa sağlam olan insanların çoğu niye namaz kılmaz?

Bu insanları yoktan var eden yaratıcılarına karşı gelmek ne kadar aptallıktır değimli? Hiçkimse yanında anahta taşımıyor idrarını atacağı zaman açsın. Ve kendi kapanıyor hiç sızıntı yapmadan. Lehimciler ve su tesisatçıları işini suyla denemeden güvenemez. İnsanın içi pis kokuyla dolu olduğu halde koku dışa çıkmıyor, mecliste hiç kimseyi rahatsız etmiyor. İnsanı 50 santimde 5 metrede yapmamış normal bir ölçüde. 20×20 bir yüz milyarlarca insan hiç biri diğerine benzemiyor.

Allaha isyan edenlerin önlerinde ebedi bir cehennem olduğunu bu herifler niye görmüyorlar? Bir milyon karede sekiz milyon hücrenin tek bir  tanesinden yaratılan   bu insanların yüzüne bakarken, acaba onunda  mı gözleri, kulakları, elleri,  ayakları ve öteki azaları ötekilerin gibi aynı yerdemi? Niye şüphe etmiyoruz? Her büyükten büyük olan Allah celle şanuhunun  yaptıklarında hata olmaz diye, Kendisinden hiç şüphe etmediğimizdendir ve bütün dünyadaki insanların yaratıcısı Allahtan başkası olamayacağından biz imanlı kimseler, asla ve kat’a şüphe etmediğimizden dir o hal.  Her nekadar dinimiz bizi sü’i zandan men edip her şeye hüsnü zanla bakmaya emrediyor ama. On lira yerine yüz lirası alınamayan bu namaz kılmayan  insanlara nasıl bakacağız?

Hem hiç kimseye onun ününde dikilen ölümünü inkâr ettiremediğin halde, inkarcıların  ölümünden sonra ebedi cehennem olduğu halde, günahkâr  her insanın önünde  de günahlarını temizleyinceye kadar dahi cehennem ateşinde yanmak var. Bunlara inanıp  ta yapmayanlara mü’min demek te aklımız müsaade etmiyor. Bizim imanımızdan gelen yalınız bu: Onlara Allah hidayet versin diyeceğiz ve bunları Allahın rahmetine havale edeceyiz.

Bunu da  unutmayalım ki: Nasıl ki Hırstiyan ve Katolikler Müslümanlara benzememeye çok dikkat ederler. Bu sebepten onlar Müslümanlara benzememek için kendilerine  özel kıyafatler yapıp taşırlar. Fötr, kasket ve zünnar. Fötr haç manasında dır. Kasket ise benim kafam Müslümanların ki gibi  secdeye gitmez manasında dır. Zünnar da 20 santim gibi eninde bir kuşak bellerine bağlarlar belli olsun ki onlar Müslümanlar gibi Ruku’a varmazlar. Evet Türkiyemizin halkı İslam kıyafeti namaz kılarken takkeleri devamlı takamıyor ama şapkadan kurtulduğu için çoğunluk baş açık geziyor ve Türkiyedeki Müslümanları taklid ederek  çok başka devletlerde yaşayan Müslümanlarda baş açık geziyor. Halbuki Peygamberimiz a.s.mı hiç kimse baş açık görememiştir. Kız ve hanımlarımız yarım çıplak gezdikleri için,  Makedonyada Gostivar şehrinin kilisesinde papaz oranın hanımlarını toplamış ve onlara: Siz daha önce tanınmanız için açık saçıklığınızla Müslümanlardan farklı görünüşte idiniz. Şimdi madem Müslüman hanımlar açık saçıklıkta sizi geçtiler. Şimdi boynunuza bari birer haç asın kı Müslüman olmadığınız farklı olsun. Peygamberimiz a.s.m da hadisi şerifinde: “Men teşebbehe bi kavmin fehüve minhüm”  ( Bir Müslüman başka dinden birine benzer ise, ahrette o onlarla haşir olur)  buyurmuşlardır.  Bu sebepten ötürü İskilipli Atuf Efendi Türkiye’de  daha şapka kanunu çıkmadan, bu hadisi şerifi açıklayan kitap yazdığı için onu idam etmişler. Mahkemede hakim Hocaya: Hoca bu bir bez parçasıdır sen kalbine bak deyince, Hoca cevapsız bırakır mı, Hoca hakime sen dayandığın bayrakta bir bez parçasıdır haydi yırt bakalım demiş ve Hoca ilave etmiş: Bir denizci subayı Türk gemisine Türk bayrağı yerine Yunan bayrağını as sa siz ona ne yaparsınız. Demiş ve Hakimi susturmuş. Hoca daha bir defa müdafa ya hakkı varmış, Rüyada Peygamberimiz  a.s.m.Hocaya bana gelmek istemiyor musun demiş ve Hoca hakkı olan müdafaayı terk edip mudafaaya  gitmemiş ve idam edilmiş

Şapkanınn açıklamasını Bediüzzaman hazretleri iki yerde açıklıyor:

1-Beşinci Şuada  diyor birine şapka zorla giydirilir ise kâfir olmaz. Yani zorlama olmadan giyenler kâfir olur

2-Şeyhül İslam Zembilli Ali Efendinin ifadesini açıklıyor, Şeyhül İslame demiş: “ Bir Müslüman başına şapkayı şaka ile de koysa Kâfir olur.

Abdülkadir Haktanır

www.Nurnet.org

Melekler Varken Biz Neden Allahı Överiz

Allah övülmek mi ister? Allah’ın övülmeye ihtiyacı var mıdır? 

CEVAP:Değerli Kardeşimiz;

Allah hiçbir şeye muhtaç değil, övülmeye de muhtaç değildir. Allah’ın övülmeyi istemesi genel olarak iki şeyden kaynaklandığı düşünülebilir: Allah’a bakan yönü, insana bakan yönü. Ancak biz bunu birkaç madde halinde açıklamaya çalışacağız:

  1. Her sanat ve maharet sahibi kendi sanat ve maharetini sevdiği gibi, Allah da kendi sanat ve maharetini sever. Kendi harika sanatını, eşsiz maharetini sevmeyen, ona değer vermeyen kimse, kendini tanımayacak, güzel sanatının kıymetini bilemeyecek kadar cahil olduğuna hükmedilir. Eşsiz bir cemal ve kemal sahibi, benzersiz bir sanat ve maharet sahibi yüce yaratıcının bu güzelliklerini görmemesi, onlara değer vermemesi düşünülebilir mi?
  2. Kendi sanat ve maharetini seven, beğenen herkes, o harika sanatların başkası tarafından takdir edilmesinden memnunluk duyar. Böyle bir duyguya sahip olmayan kimsenin bir eksikliği var demektir. İnsan için bu husus bir ihtiyaçtan kaynaklansa bile, Allah için düşünüldüğünde elbette bu bir ihtiyaçtan kaynaklanmaz. Ancak, Allah’ın da kendine mahsus –hiçbir şeye muhtaç olmayan varlığına yakışır- bir kutsi memnuniyeti, kutsi lezzeti vardır.
  3. Allah’ın sıfatları sonsuz olduğuna göre, onun kutsi memnuniyeti de sonsuzdur. Bu sonsuz memnuniyetini -sırf bir lütuf, bir değer vermenin ölçüsü olarak- kâinatta en mükemmel varlık olarak yarattığı ve vahiy mesajlarına muhatap kabul ettiği insanlarla paylaşması da o nispette geniş bir yelpazede ve bütün zaman dilimlerinde cereyan edecektir.

Bunu hazmedemeyen varsa, vicdanının derin sesine kulak versin, “tasdik” sinyallerini duyacaktır.

  1. Bütün kâinat hal diliyle Allah’ı tespih etmekte, onun kusursuz, mükemmel bir sanatkâr olduğunu haykırmaktadır. İnsanın gözü, kulağı, midesi, bağırsağı, sindirim sistemi, dişleri, damağı ve dimağı da bu tespih harmonisine katılmaktadır.  Mükemmel sanat, sanatkârın mükemmelliğini göstermektedir.

Acaba, bütün kâinatta en mükerrem, en muhterem bir varlık olarak yaratılan, kendi yaratıcısına karşı en sevilen, en nâzik ve nazenin olması gereken insanı yalnızlıktan kurtarmak, bu umum kâinatla ait tespih harmonisine katılmaya davet etmek, insana verilen bir değer değil de nedir? Çünkü bir san’atkâr yaptığı güzel eserleri görünce memnun olduğu  gibi, yapılan eserleri müşterinin de beğenmesinden de memnun olur.

Demek ki, Allah’ın övülmesini istemesi, kendi ihtiyacından değil, insanların ihtiyacına bakar. “İnsan ihsanın/iyiliğin kulu, kölesidir” düsturu, bu gerçeğe işaret etmektedir. Bütün her şeyini kendisine borçlu olduğu Allah’a karşı her an saygıyla dolu olmak, sonsuz nimetlerine karşı teşekkür etmek, iyiliklerini nankörlükle ört-bas etmeyip –överek- ilan etmek ne kadar güzel bir hakikat ise, bu vicdanî hazzı duyması için insana, bu lezzet verici teşekkür ve övgülerini nasıl yapması gerektiği konusunda rehberlik etmek, övgünün şeklini öğretmek de o kadar güzel bir hakikattir.

  1. Kaldı ki, Allah Kur’an’ında ve Peygamberi a.s.m. vasıtasıyla ahlakını bildirmektedir. Allah’ın bu ahlakını beğenmeyenler, Allah’ın kendini olduğu gibi değil, kendilerinin istediği gibi olmasını isteme küstahlığını göstermektedirler.  Oysa Allah’ı tespih etmek, ona teşekkür etmekten ibaret olan övgüler, Allah’ın en çok önem verdiği birliğinin bir simgesi ve ortağının olmadığının bir ilanı hükmündedir. Allah’a hamd eden, bütün nimetlerin sahibi yalnız Allah olduğuna şahadet etmiş olur. O’na teşekkür etmesini bilmeyenler, ister istemez gaflet nedeniyle Allah’ın nimetlerini sebeplere taksim ederler. Bu ise, imanın esaslarına ters olduğu gibi, gerçek anlamda fıtratı tevhit üzerine kurulmuş olan insanın şirk çukuruna yuvarlanıp kendi değerinden kayba uğraması anlamına gelir.
  2. Beş kuruşluk dünya menfaati için şeytanın bile ayağını öpmekten çekinmeyen bu gibi insanlar, Allah’ın rahmet elini öpmekten uzak durmaları gerçekten ibret vericidir.

Bir ressamın –Allah’ın sanatını taklit ederek- yaptığı bir resim tablosunu öve öve bitiremeyenler, ( Nitekim İtalyada bir heykeltraş 3 senede yaptığı bir heykeltıraş için çok mükafat almış fakat o heykeltıraş yalınız insana benzeyen bir taştan öteye gidemez. Fakat insanın tuğlaları mesabesinde olan hücreleri vücudunda yüz trilyona varan hücresi var. Saniyede 50 milyon hücre ölüyor yenisi yerine geliyor.)  Evet Allahın yaptığı insan  kâinatın yaratıcısına karşı övgüde bulunmaktan sıkılmaları, nankörlük içinde bir hezeyandan başka ne ile izah edilebilir.

Ayrıca unutmamak gerekir ki, şeytanın işi, böyle düşüncelerle insanların aklına çelme takmak ve şüphe uyandırmaktır. Eğer Allah –haşa- “övülmeyi istemeseydi, hatta yasak etseydi”, bu takdirde şeytan “Övülmeyi istemeyen, kendi kıymetini bile bilmeyen, kendi değeri için methu senalar  istemeyen bir ilaha niye inanıyorsunuz demekle insanları uçuruma atmazmıydı?..” İnsanlara buna benzer türü telkinler yapacaktı. Ne yapabiliriz ki, cennet adam istediği gibi, cehennem de adam ister. Bu düşünceler bize gösteriyor ki, cennet ucuz olmadığı gibi, cehennem de lüzumsuz değil

Abdülkadir Haktanır’dan Akıl ve nakil mahsulunu paylaşalım.

www.NurNet.org