Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Peygamberimizin ‘Hilm‘ Sıfatı

Efendimiz kendisine karşı çıkan, gereksiz sözler eden insanları da olgunlukla karşılar, hoşgörü gösterir ve yumuşak davranırdı. Herkesin yapamayacağı, yapması mümkün olmayan güzel ahlâk örnekleri sergilerdi. Ebû Said el-Hudrî anlatıyor.

Peygamber Efendimiz, Huneyn Savaşı sonrası düşmandan kalan ganimet mallarını Sahabîlerine dağıtıyordu. Sahabîlerden bazılarına fazla ganimet veriyordu. Bu arada Akra bin Hâbis’le Uyeyne bin Hıns’a yüzer deve verdi.

Bunun üzerine Temim oğullarından Zül-Huveysıra adında birisi geldi ve;

“Yâ Resulallah adaletten ve hakkaniyetten ayrılma. Vallahi bu dağıtımda Allah rızası aranmamıştır” diye itiraz etti.

Peygamberimiz üzüldü ve şöyle cevap verdi:

“Yazıklar olsun sana, ben âdil davranmazsam, kim davranır? Eğer ben adaletli yürütmüyorsam büyük bir zarara uğramış olurum. Allah, Musa’ya rahmet eylesin. O bundan daha ağır sözlerle incitildiği halde sabretmiştir.”

Yeni Müslüman olmuş ve İslâmın yüce ahlâk esaslarını bütün varlığı ile benimseyip olgunlaşma fırsatını henüz bulamamış bedevilerin kaba ve sert davranışları olurdu. Eğitimsiz bir milletti, üstelik medeni imkânlardan mahrum bir hayât yaşıyorlardı. Birtakım olumsuzluk sergilemelerinin temeli de buydu zaten…

Bir keresinde Peygamberimiz Mescitte Sahabîleri ile birlikte oturmuş sohbet ediyorlardı. Bedevinin biri içeri girdi ve iki rekât namaz kıldıktan sonra ellerini açtı ve şöyle dua etti:

“Allah’ım, bana ve Muhammed’e rahmet et. Başka da kimseye rahmet etme.”

Bedevinin bu duasını duyan Peygamberimiz, “Çok geniş olan Allah’ın rahmetine sınır çektin” buyurarak bedevinin hatasını düzeltti.

Bedevi biraz sonra kalktı ve gitti Mescidin bir tarafına abdestini bozdu. Sahabîler onu bu halde görür görmez adamı linç etmek için ayağa kalktılar ve başına üşüştüler.

Peygamberimiz onlara müdahale etti ve şöyle buyurdu:

“Onu bırakınız. İşini görsün. Sonra oraya bir kova su dökersiniz. Çünkü siz kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz, güçleştirici olarak değil.”

Sonra bedeviyi yanına çağırdı, şu dersi verdi:

“Bu mescitler ne abdest bozmak için, ne başka pislik yapmak için değildir. Buralar Allah’ı anmak, namaz kılmak ve Kur’ân okumak için yapılmıştır.”

Aslında bu olaya Sahabîlerden çok Peygamberimizin kızması gerekirdi. Çünkü kendi eliyle yaptırdığı ve sadece ibadet maksadıyla kullanılan Mescide birisi geliyor, büyük bir hakarette bulunuyordu. Fakat Peygamberimiz biliyordu ki, bedevi bu işi kasden yapmamıştı. Bilmeyerek yapmıştı. Bunun için ona kızıp bağırmak bir fayda vermezdi.

Anlayış göstermek, hoşgörülü davranmak, yumuşak davranmak, bağışlayıcı olmak, tahammüllü olmak, olumsuz davranışlarla muhatap olunca bir mana kazanır. Yoksa sıradan olaylar karşısında herkes sakin ve sabırlı olur. Peygamberimiz her konuda olduğu gibi, hilmi ve yumuşaklığı ile de bambaşkaydı. Hatta bir taneydi. Onun üstüne bir diğerini düşünmek mümkün değildi.

Peygamberimizin hilim ve yumuşaklığının bir örneğini de Enes bin Mâliki anlatıyor:

“Peygamberimizle birlikte yürüyordum. Üzerinde Necran kumaşından yapılmış sert yakalı ve kaba bir hırkası vardı. Bedevinin biri koşarak geldi, Peygamberimizin arkasından yetişti ve cübbesini şiddetli bir şekilde çekti. Peygamberimiz bedevinin göğsüne doğru donuverdi birdenbire. Hırkası yırtıldı ve yakası boynunda kaldı. Peygamberimizin ensesine baktım, kuvvetli çekişinden dolayı sertliği orada iz bıraktı. Sonra bedevi:

“Yâ Muhammed! Develerimi buğdayla yükle. Çünkü sendeki mal ne senindir, ne de babanındır.”

Bedevinin yaptığı, çok kaba ve görgüsüzce bir davranıştı. Peygamberimiz üzüldü. Bedeviye döndü ve;

“Önce beni incittiğin için özür dile” dedi. Bedevi, “Hayır özür dilemiyorum” şeklinde karşılık verdi.

Oysa Peygamberimiz bedeviye bir nezaket dersi vermek istiyordu. Fakat adam hiç de oralı değildi.

Peygamberimiz, bedevinin kabalığına bakmayarak Sahabîlerine döndü:

“Bu adamın develerinin birine arpa, diğerine hurma yükleyin” buyurdu.

Adam sevinerek gitti. Sahabîler de Peygamberimizin bu güzelliğine hayran kaldılar.

Peygamberimiz emri altında bulunan ve hizmetini gören kimselere de son derece yumuşak davranır, onlara kızmaz, kalplerini kırmazdı. Onlar dediğini yapmasalar, ihmal de etseler, sadece yumuşakça ve nazikçe sebebini sorardı.

Uzun yıllar hizmetinde kalan Enes bin Malik, Peygamberimizin ahlâkını şöyle anlatıyor:

“Resulullaha (a.s.m) on sene hizmet ettim. Bana ne ‘Öf dedi, ne de yapmadığım bir iş için ‘Keşke onu yapsaydın’ ve yaptığım bir iş için de ‘Bunu niye yaptın?’ dedi.”

Hz. Enes, bir ihmalinden dolayı Peygamberimizin kendisini ikaz edişini şöyle anlatır:

“Resulullah, bir gün beni bir iş için bir yere gönderdi. Ben ‘Vallahi gitmem’ dedim. Halbuki içimden Resulullahın beni gönderdiği yere gitmek geliyordu. Dışarı çıktım, çocukların yanına uğradım, onlar sokakta oynuyorlardı. Ben de aralarına karıştım, oynamaya başladım. Derken Resulullah geldi, arkamdan başımı tuttu. Yüzüne baktım, gülüyordu:

“Enescik, seni gönderdiğim yere gittin mi?’  diye sordu. “Evet, gidiyorum yâ Resulallah’ dedim.”

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

İnsan Ölümüne Karşı İlgisiz Kalabilir Mi?

İnsan hayatında karşılaşacağı problemlerden en mühimi ve ehemmiyetlisi can verme hadisesidir. Bu hadiseyi daha iyi anlamak için bazı misaller vereceğim:

        1-Mesela, bir tavşan avcısı, balığı daha kolay yakalaması için nasıl davranması lazım olduğunu balık avcısına anlatmaya kalksa, balıkçı ona sus lan! Sen balık çimisin ki  bana balık avlamasını öğretiyorsun? Benim mesleğimi bilmediğin için senin sözün bende geçmesinin imkânı var mi ki boşuna çene çalıyorsun der? Çünkü bunlar ikisi de avcı olsa bile davranış taktiği biri diğerinden farklıdır.

2- Erkek bir bayan kuaförü, piknik yaparken, kırda rastladığı çobana; çoban kardeş! Ben sana bir saat içerisinde bayanın saçının nasıl düzeltileceğini öğretsem,  bana bir kuzu verir misin, dese. O da kuaför efendiye: Merak ediyorum! Başka bir meslek bulamadın mı ki, kadınların mesleğine sahip çıkıp kadın kuaförü oldun? Ben senin ahlakından şüphe ediyorum,  Böylece koyun çobanı, şehirliye güzel bir ders verdikten sonra, ona, beyefendi hakikaten senin kafan çalışmıyormuş ki geldin beni kandırıp kuzumu almak için mesleğimle hiç ilgisi olmayan bir mesleği bana öğretmeyi teklif ediyorsun dese: Çobanı sizde benim gibi haklı bulacaksınız değil mi? Tıpkı, Y.T.L. Borçlu olduğunuz kimseye, geçerliliği kalmamış eski liraları verseniz ondan ret cevabı aldığınız gibi.

Fakat bir kimse bir yolda ister istemez yolculuk yapacağı bilinse, biri onun önüne deliller sürerek o yoldaki tehlikelerden bahsetse, o yolda gitmeye mecbur olan bu adam bunun sözlerine ehemmiyet vermezse, bunun şuursuzluğundan başka hangi sebebi öne sürebilirsiniz?  Bu adamın hâli, çoban  ve balıkçının haline hiçte  benzemez değil mi? İşte ölümden bahsedene karşı sakın dinlememezlik yapmayın Ha! Çünkü o yolda ölüm tehlikesinden bahsettiği zaman, karşımızda kim olursa olsun, ister köylü, ister kasabalı, ister Profesör, ister cahil, ister hasta, isterse sapasağlam olsun, bu beni ilgilendirmez dese, ya imansızdır, ölüm onun dünya lezzetlerini bozduğu için, onu düşünmek istemez. Veya fasık-ı gafildir ki, günahlara boğulduğundan, ölümü düşünmeden yaşamak istediği için, onu duymak istemez. Yoksa aklı başında olan her insan, ölümünü düşünüp ona göre hazırlanması gerektiğini anlar.

Hal böyle iken hayatta olan her insan yüz sene yaşasa bile , her an ölmesi muhtemel olduğu için, bu insanın eğer aklı başında ise, onu düşünüp ona göre hazırlanması lazımdır. Hatta yeni doğan çocuğun ölümü kesin olduğu için, ve geri dönme imkânı olmadığı için, on yaşındaki çocuğun  doğum gününden, yüzüncü senesindeki muhtemel ölümü, ona  daha yakındır. Çünkü geri dönme imkânı yoktur da ondan. İnsanın yaşadığı saniye, dakika, saat, hafta, ay ve seneleri, insanın ömür ağacını kesmeye çalışan testere dişleri gibidir. İnsanın yaşadığı anı kesilen ömür ağacının  son ani de olabilir, fakat çok şükür ki insanın ondan haberi yok. Olsa çok kötü olur değil mi?

İşte bu dünyada bütün hadiseler, insanı Rabbisine hesap vermeye götüren birer sebeptir. İnsanın saçının veya sakalının, renginin değişmesi, saçlarının ağarması, sağ ve soldaki minarelerden “Salatu selam”la ilan edilen ölüm haberleri, akraba veya yakınlarımızda inim inim inleyen hastalar, aklı çalışıp düşünen insana! Bir gün sen de öleceksin diye haber veriyorlar değil mi? Ne mutlu bu haberleri değerlendirip düşünenlere!.. Eyvahlar  olsun o dar mezara gideceklerinden lakayt kalıp, günahlarla dolu hayat  yaşayıp pişman olmak için, önündeki pişmanlık gününü  hiç düşünmeyenlere!..

Halife Hazreti Ömer-ül Faruk’un r.a., Hilafeti zamanında aldığı maaşının bir kısmını ayırıp kendine ölümü hatırlatmak için, maaşla bir adam tutmuş, o adamı Halife dairesinin bir köşesinde yerleştirip “Ya Ömer ölüm var” diye,  Halifenin emriyle Halifeye,  ölümünü hatırlatmasına halife emretmiş. Bir gün Halife, adama parasını verip, hakkını halal et, senin vazifen bitti demiş. Adam da, Ya Emir-el Mü’minin neden? Yoksa suç mu yaptım, yaptı isem suçumu af edin demiş. Hazreti Ömer de ona: Hayır sen suç yapmadın, fakat bugüne kadar sen bana gündüz ölümümü hatırlatıyordun. Şimdi ise, biri bana, geceleyin de onu hatırlatıyor, hatta gece hatırlatırken uykumu bile bozuyor demiş. Adam da, o kimdir sorunca? Hazreti Ömer parmağı ile işaret ederek, işte kulağımın üstünde ki  bu beyaz kıl, demiş.

Bediüzzaman’da veciz bir ifade ile: “(Ölümün keşif kolları) ihtiyarlığın alameti olan beyaz kıllar saçıma düştüğü bir zamanda” diyor.

Evet! ölümü hatırlatan başımızda ve sakalımızda ağaran beyaz kılları de öteki sebeplere ilave ettikten sonra, mevzuumuz olan ölümden tam ders almamız için, ne yapmamız lazım olduğunu açıklamaya çalışacağız. Peygamberimiz (a.s.m.) Rahmeti Rahmana kavuşma esnasında, Ashabı Kiram ağlayıp sızlamaya başlamış, ve “Ah! Bizi buda mı buldu? Bundan sonra bizim yolumuzu kim gösterecek?” Sahabenin Sözlerini işiten Peygamberimiz (a.s.m.). Yavaş yavaş doğrulup, “Ben gidiyorum! Arkamda size ders verecek iki şey bırakıyorum. Biri konuşur, diğeri hiç konuşmadan ders verir. O iki nasihatçi, ihtiyacınız olan nasihatleri size karşı vazifeyi noksansız yaparlar.”  “Konuşanı Kur’an-ı Kerimdir. Konuşmayanı ise: Dört kişinin omzunda taşınan cenazelerdir” buyurmuşlardır.

Mehmet Akif’in dediği gibi, Kur’âni Kerim; “Ne mezarlıkta okumak ne de fal bakmak için” nazil olmamıştır.  Belki, Kur’an-i Kerim, mucize olan bu insan makinesine yolunu göstermek  için, tabiri caiz ise; mükemmel bir kullanma kılavuzudur. Her insan, dünya ve ahiretini cennet yapması için, bu iki yol göstericilerinden ders alırsa kurtulur. Kur’an’ı Kerimin dilinden anlamayanlara, işte önünde konuşmayan ölüm, Konuşmuyor fakat hali ile her akıllı insana, çok tesirli nasihat eden kuvvetli uyarıcı bir sebeptir.  Yani bu insan bu iki nasihatten, veya bunlardan birinden dersini alırsa, bu dünyadan az günahla kurtulma çaresini arar ve ister istemez gideceği âhiret hayatında işine yarayacak  sevaplı işlerin peşine koşar.

Vay onların haline ki! Omuzlarında cenazeyi götürdükleri halde, bir gün kendileri de o tabuta bineceklerini düşünmeyip, cenazeden hiç ders almayıp yalınız öleni acımakla ah ne oldu kardeşimi kaybettim öldü gitti onu ağlayıp sızlamakla yetinenlerin vay haline.

 Biz Allah tarafından bizim faydamız için nazil olan Kur’an-ı Kerimden dersini alamayanların, tam önlerinde, yani  yollarının ortasında duran ölümden biraz bahsedeceğiz. Bir insan gelecekte karşılaşacağı tehlikeli hadiseleri bugünden düşünüp nazarı dikkatini oraya çekmez ise, yarınki günlerde ah, ne yaptım deyip, pişman olacağı şüphesizdir. Onlardan bir tanesi de herkesi korkutup titreten ölümdür. O tatlı canımızı alan ölümü bugünden tasavvur edip ciddi düşünmek sureti ile, orası için hazırlıklı olursak, yarın pişman olsak bile daha az olacağımız muhakkak olduğu için, faydası olur ümidiyle, o uyarıcı ölüme nazarı dikkatinizi çekmek istiyorum.

       Bu insan, ilk önce kendi eceli olan ölümünün son dakikalarını önüne getirip, bu dünyada hayatının bittiğini farz ederek, ömrünün çok acı olan o son gününü düşünmelidir. Bazı tarikatçılar gibi hayalen onu bugüne çekmek değil, belki kötü duyguların tesirinden kurtulmak için, tarihi belli olmayan, fakat karşılaşacağımız kesin olan ölümümüzün acı saatini aklımızla bugünden düşünebilsek ve ölümün bizden istediği hazırlığı yapabilmek faydamıza olacağı şüphe götürmez bir gerçektir.

Düşünmeye başladığımız zaman, ilk adımımızı şöyle atacağız: Ölüm sarhoşluğu ile can vermek için yatakta yatıyorum. Çevremde akrabalar toplanmış ve en çok sevdiğim annem babam evlatlarım hanımım bana karşı faydaları bitmek üzere bir vaziyette iken, ben Allah’ın bana verdiği bu canı Allah’ıma vermeye uğraşıyorum. Yüzüm vücudum ter içinde kıvranıp can çekişir bir vaziyette iken, onlarda Şahadet getirmem için beni ikaz etmek maksadı ile şahadet getireceklerini bugünden düşüneceğiz.

Fakat o anda hadisi şerifin meali tecelli edecektir. “Yaşadığınız gibi ölürsünüz, öldüğünüz gibi mahşere çıkarsınız.” Yani, ölümle baş başa kalan adamın daha önce o tezgahta bezi yok idiyse? Onların ikazları boşa gider. Senin hayalinde daha önce ne vardı, ölüm anında bile onunla mırıldanırsın. Malların fiyatını müşteriye mi söylersin? Çeklerin senetlerin hesabını mı yaparsın, Yoksa yaptığın işlerin hesabını mı patronuna verirsin, o senin hayatında ki meşgalene bağlı. Eğer sen daha önce o ölüm için hiç hazırlık yapmadı isen, o can çekişme halinde bile günlük hayatını hatırına getirerek, Şehadet, İstiğfar, Salâvat değil, piyasadaki işlerini  mırıldanırsın.

Nitekim o vaziyette iken birine: şahadet getir, salavat oku demişler. Oda: “ Baksana! Bunlar akıllarını oynatmışlar! Ben can vermekle uğraşıyorum, onlar da bana yok şahadet getir, yok salavat oku diyorlar”. Evet, bu gibiler acınacak haldedirler değil mi?  Eğer sizde de bunun gibi hazırlık yoksa, son nefeste Kelime-i şahadetle ölmenin ne olduğunu daha önce öğrenmediyseniz? sizde onun gibi dersiniz…

Ondan sonra canınızın çıktığını farz edeceksiniz. Kimisi sizi ciddi acıyor başınızda ağlıyor, kimisi de miras derdinde. Hatta daha evden cenaze çıkmadan onun kavga gürültüsünü yapanları da gördük… İşte bazıları cenazenizin başında beklerken, bazıları mezarın çaresini bakmaya koşarlar. Bazısı da seni son kez yıkama derdi ile cenaze hocasını çağırma peşinde olur. O işler hallolup cenaze yıkandıktan sonra, o naçiz teniniz ruhsuz kalıp cenaze olduğu için, bir an önce tabuta koyup evden çıkarıp mezara götürme çaresine bakarlar.

Eğer yukarıda saydığım hazırlıklar tamamlandı ise, ya  cenaze arabasına cenazen koyulur, veya dört kişinin omuzunda cenazen önde, cemaat arkada seni mezara götürürler ve orada,  derinliği 150 uzunluğu 180 eni da 70 c.m olan bir mezara cenazeni yerleştirip üzerine bir ton toprak atıp, orada seni yapa yalınız bırakırlar. Ondan sonra geri dönerken o cemaat içlerinden sana, güle güle deyip, çoğu ne ekti isen orada onu biç bakalım derler. Ondan sonra, mezara münker ve nekîr isimli iki melek gelip seni “İstintak” etmeye (sorgulamaya)  başlarlar; Rabbin kim, Dinin ne, Peygamberin kim,  Kitabının adı ne idi diye sana sorarlar.

Şimdi size soruyorum? Akıllı insanın aklı, bu saydıklarımı daha hayatta iken öğrenmesi lazım olduğunu ona göstermiyor mu?  Kur’an-ı kerim ve hadisi şerifler gireceğimiz o dar mezardaki hali, daha burada iken bize bildirdikleri halde, biz o müthiş hale düşmemek için, yaşadığımız hayat boyunca bize farz olan ibadetimizi yaparak orası için hazırlanıp tedbirli olabilsek, daha iyi olmaz mı? . Acaba namaz kılmamıza engel olan o basit sebepler orada özür kabul edilecek mı? Arkadaşlarım bana belki gülerler. Ondan ötürü dinimi yaşayamıyorum diyen erkek veya kız kardeşlerin sözleri, orada  geçerli olacak mı?

Yoksa bizde mi bazıları gibi, bu tatlı günümüzde böyle şeyleri ne anıyorsun diyeceğiz? Böyle sap sağlam olduğumuz günlerde, mezardan bahsedilir mi diyeceğiz? Gideceğimizden hiç şüphesi olmayan bir yolculuğun hazırlığından bahsetmemek doğru olur mu? Halbuki o mezarı daha önce düşünüp ona göre hazırlananlar için mezar ona bir cennet bahçesi olup onu o ebedi cennete götürmek için ölüm, mezarda ki durum bir bekleme salonu, bir sebep,  olacağından şüphe mi ediyoruz.

Ah bu gafil insan! Bahsettiğim gibi herhangi bir basit yolculuğa hazırlıksız çıkmazken, en ufak bir hazırlık yapmadan, ölümünü bekleyenlerin derisi içinde olanların vay haline. Allah o kötü hale düşenlerin hallerine bizi koymasın. Âmin.

Şuuru yerinde insan “Lezzetleri acılaştıran ölümü çok anınız” ( 21 Lem’a)  Hadisi şerifini kulağında küpe gibi taşır ki, adı “Pişmanlık günü”. olan o günde herkes pişman olacaktır. Hayatını Müslüman gibi geçiren de, ah niye daha çok ibadet yapamadım diyerek pişman olsa bile ötekiler gibi çok pişman olmayacağını bilmesi lazım.  Çok sevdiğimiz o canı vermek, o dar kabre girmeyi düşünmek var ya! İnsan için burada günahlardan lezzet aldığı şeyleri terk edip yolunu bulmak için kuvvetli bir sebeptir.

Erkek ise; içkiyi, kumarı ve diğer kötü alışkanlıklarını bırakmaya, kadın ise vücudunda ki çıplak azalarını silah yapıp, onlarla erkeklere saldırmaktan kendini kurtarabilmesi için ölümü düşünmek büyük bir sebeptir. Çünkü bir hanım görünmesi yasak olan yerlerini sokakta görenlerin sayısı kadar günah kazanmaktan kendini kurtarmak için, ona ölümü düşünmesi kurtulması için mükemmel o bir sebeptir.

Fakat Allah’ın emirlerini yerine getirmeye çalışanlar için ölüm başta Peygamberimizle (a.s.m.) sonra bütün sevdiklerimizle  o güzel akrabalarımızla görüşüp onlara kavuşmaya bir sebeptir. Dünya hapishanesinden kurtulmaya, güzel işlerin ücretini almak için Berzah Âlemindeki bekleme salonunda bekleyip ahirette cennete gitmek için bir sebeptir. Günahlardan korunan erkekler için; cennette huri kızları ile evlenmeye bir sebeptir. Şeref ve haysiyetini korumaya çalışan hanımlara cennete varmak için bir sebeptir. Namusunu korumak maksadı ile namussuz ve dinsizlerle evlenmeye razı olmayıp bütün zahmetlere katlanarak bekâr kalan kızlar için, cennette huri kızlarından üstün bir güzellikle, savaşta Allah için can veren şehitle evlenmek için, o ölüm ona bir sebeptir.  Mutluluğu hiçbir zaman bitmeyen Cennete girmek ve orada hatıra gelmeyen mutlu hayatı yaşamak için her Müslüman’a ölüm bir sebeptir.

Hülâsa; en çok sevdiğimiz Allah’ımıza kavuşmak için o ölüm bir sebeptir. Hatta hayatta iken bile ölümü düşünmek en çok sevindirici haldır ki; “Dünyada bin sene mutlu yaşamak cennetin bir saatine denk gelmez. Cennetin de bir sene mutlu yaşama hâli, Allah’ımızla görüşeceğimiz bir saatlik zevke ve lezzete erişemez.”(Lem’alar)  Ah! Ne mutlu günahlardan korunabilenlere. Bravo alkışlar  Allah’ın emirlerini yerine getirmeye çalışanlara!” Bizi çok üzüyor! Dünyadaki kısa hayatın lezzetlerine aldanıp ölümünü düşünmeden yaşayanların  hali!

Allah (c.c.) Hadisi Kudsisinde şöyle buyuruyor: ”Dünya için, orada kalacağınız kadar çalışınız. Ahiret için oranın bekasına göre çalışınız. Allahtan isteyin. (Peki ne kadar?) İhtiyacınız nispetinde Allahtan isteyin. Günah yapın, (Dikkat edin günah yapmayın demiyor, yapın diyor) peki ne kadar günah yapalım? Ateşe dayanabileceğiniz kadar günah yapın” diyor. Ona göre davranmalıyız, Ayağımızı denk almalıyız. Çünkü önümüzde ölüm var!. Daha önce yazdığım bu şiirimi nazarınıza arz edeyim.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Büyük İmtihanla Baş Başa Kalan Dalgın Gezebilir Mi?

Bu alemde akıllı mahluklar arasında,  insanlardan başka melekler ve şeytanlar da var. Fakat meleklerin günah işlemelerine kabiliyetleri olmadığı gibi, şeytanların da isyan ve günah yapmak ve yaptırmaktan  başka kabiliyetleri yoktur. Cennetten kovulan O iblisin 7000 senelik tecrübesi var. O şeytana asker olmak için yaratılan bir çeşit cinnileri toplar onlara nasihat eder. Hacıya bu damardan, hocaya bu damardan, kadına kıza bu damardan, Nur talebesine bu damardan girip onları mağlup edeceksin diye onları öğretir. Fakat kâinatın hülâsası olan insana gelince,  Allah tarafından ona günahlardan kaçıp sevap yapmak için öyle kabiliyetler verilmiş ki. Eğer iradesini Allah’ın rızasını kazanma yolunda kullansa, Âlây-ı illiyyin’e (cennetlerin  en yükseğine) çıkıp, meleklerden de üstün bir mevki kazanabildiği gibi, kendisine imtihan için verilen kötü hislerine mağlup olup da nefis ve şeytanların emirlerine uyarsa, “Esfeli safilin olan” cehennemin en aşağısına da inebilir ve düşebilir.

Evet! Bu insan, âleme fihrist olarak yaratılmıştır, bugünkü fenni tespitlere göre bu alemde 1.300.000 çeşit mahluk yaratılmış ama, kıymetçe mahlukların en şereflisi olan bu insana hiç biri erememiştir.  Yani Yüce Allah bu insanı, o kadar basamağın üstünde bir mevkide yaratıp meleklerin de üstüne çıkabilme kabiliyeti ona vermiş iken, o zavallı kötü hislerine uyup da ”Ulaike kel-en-ami belhum e dall”…( İşte bunlar hayvan gibidirler, hatta  daha şaşkındırlar) (Âraf 179)  Âyeti Kerimenin tehdidine düçar olup, kendini mahlukatın en aşağı mertebesine düşürürse ne kadar zarar edeceğini sizde anlarsınız.

Evet, unutmayalım ki imtihan dünyasındayız! Peygamberlerden (a.s.m.)  sonra Sahabeler gelir. Biz bunlar gibi olamayız fakat Selefi salihinden olanları takip edip o yolun neticesinde ki yükseklere yükselebileceğimiz gibi, bütün imkânlara rağmen nefis ve şeytanlara uyarak, Ebu Cehil’ın ve fir’âvunların ve deccalların avenelerinin peşine düşüp gümbürtüye de gidebilir bir vaziyette yaratılmış bir varlığız. Bu insana verilen o iradeyi hangi yolda sarf ederse, seçtiği o yolun sebeplerine müracaat ederek, nasıl biri olmasını isterse, Allah da ona onu nasip eder. Kötü olmasını Allah istemez ama, insan onu isterse, Allah onu ona verir. Salih olmasını isteyene de  sevinerek Allah (c.c.) nasip eder.

Yanlış yolda yürüyenlerden bazıları diyorlar ki, mademki benim kaderimde  kumarcı veya sarhoş olmak varmış, ben bundan niye mes’ul olayım? Halbuki bunu diyen demagoji yaptığını kendisi de biliyor. Böyle demekle ne Allah’ı ne de kendini kandırabiliyor. Çünkü kendisi de biliyorlar ki onu meyhaneye veya  kumarhaneye götüren başkası değil, kendisidir. İradesini kötüye kullanarak kötü hislerine mağlup olmanın neticesidir. Çünkü iyiliği ve kötülüğü seçmek için Şan-ı Yüce Allah, insana cüz’i bir irade (dilediğini yapabilme gücü) vermiş ki,  yaptığı günahlardan onu mes’ûl tuttuğu gibi. İradesini iyiye kullanana da lütuf olarak, iki cihanda saadete nail olmayı ihsan edebilir.

 Evet! Allah’tan kim ne isterse, hangi şeyin peşine koşarsa, Allah’ımız onu ona nasip eder. Halbuki, ateşe, güneşe, ineğe veya insanın kendi eliyle yaptığı putlara tapma gibi akıl almaz  manzaralar bize gösteriyor ki, bu insan inançsız yaşayamıyor. Ve illa ki bir şeyi ilah kabul etme yoluna gidiyor

İnançsızlığa ve günahlara boğulmamızın ana sebebi bilgisizliktir. Vaktimizi boş yerlerde harcayıp, arayıp bulup bizim kurtulmamıza sebep olan kitapları okumamamızdır. Hiç düşünmeden bütün sermayemiz olan vaktımızı değerlendirmeyip onu boşa harcamaktır.

Son zamanın insanlarına baksak görüyoruz ki, onların çoğu nefislerine ve geçici menfaatlerine tapıyorlar. Nefsin sırtına binmişler, o nereye götürürse onlar da oraya gidiyorlar. Genç iken heveslerine aldanıp hayatlarından mutlu görünüyorlarsa da, yaşları ilerledikçe önlerinde ki ölüm, yüzlerinden neşeyi kaçırarak, ayaklarını titretiyor.

Ey ölümle, Allah hâlâ fırsatını elinden almayan insan! Bir an önce Allah’ın Kanunlarına karşı geldiğine pişman ol. Seni hiç yoktan yaratan Hak Mâbud ( Yalınız ona ibadet edilendir) olan Rabbine inan ve onun hak dinine itaate yönel. Çünkü her şeyi senin hizmetine veren O’dur. Sen ve aklı başında olan her insan, insanlığın icabı Allah’ına şükür ve ibadetini ifa etmeyecek misiniz? Görmüyor musunuz ki, Allah insanın kendisinde bütün Esma-ül hünsasını, yani Kendi güzel isimlerinin tümünü tecelli ettirmiş. İnsanı kâinata hülâsa olabilecek bir varlık yaratmış. O’na karşı biz insanlara borç olan minnettarlığımızı kabul edip kulluğumuzu yapmaktır. Bu fırsatı elden kaçırmak kadar, insan için büyük felaket düşünülemez. Yoksa yanlış mıyım siz söyleyin.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Anne Babanın En Mühim İşi Evladını Maddi Manevi Sahada Yetiştirmesidir

Şanı yüce Allah’ımız, kâinatın en şerefli mahluku, hulasası ve şuurlu meyvesi olan bu insanı bir dişi ve bir erkekten meydana getirmiştir. Bu insan ilk yaradılışına bir baksak göreceyiz ki: Kendisi çok âciz, fakîr, kabiliyetsiz ve her şeye muhtaç bir vaziyette iken; Allah’ımız onu dünyaya getiren anne ile babayı, ona çok şefkatli iki hizmetkâr ve yardımcı vermiş ki: Yavrularının gelişip büyümesi için, yedirmek içirmekten tut, tâ bütün ihtiyaçlarını te’min edip onun yardımına onları dolu dizgin koşturuyor.

Öyle ki o yavruyu muhafaza edip korumak için canlarını feda etmek pahasına da olsa o iki fedakâr hiç çekinmeden vazife yapmaktan geri kalmazlar. Hele anne, en ufak bir şey beklemeden bir şefkat kahramanı gibi yavrusunu tehlikeden muhafaza etmek için kendini öne sürer, aman evladımın altı ıslanıp rahatsız olmasın, ama üşümesin diye en tatlı uykusunu bozar temiz ve kuru bezlere sarar uyutur, o yavru dünyaya geldiği ilk günlerde sert ve kabuklu yiyecekleri çiğnemek için dişleri ve onda o kabiliyet olmadığı için, anne kendisi yapmadı ama Allah onun her iki memesini saf temiz bir sütle sinesine yüklediği o saf ve temiz sütle yavruyu gıdalandırır. Daha sonra yavru büyüyünce anne kendi yemez evladına yedirir, giymez onu giydirir. Bunu yaparken, evladım büyüyünce bana bakar düşüncesini hiç taşımaz.

            Hatta bu anne ile baba hiç kimseyi kendilerinden üstün olmasını istemezken, evlatlarını kendilerinden üstün olması için, kıskanmak şöyle dursun, evlatlarında olan bütün iyilikler için, oh ne mutlu bize diyerek sevinirler memnun olurlar. En ufak bir rahatsızlık çocuklarına isabet etse bunlarda rahatsız ve muzdarip olurlar.

            Hiç ayırmadan her anne ve babanın kalplerine bu şefkat ve merhameti, başkası değil Kerim Olan Allah koyduğu için, gayri meşru yollarla anne olup canavarlaşan tek tuk bazı anneler doğurdukları o yavrucuğu ilk günlerden buz gibi soğuk merdivende terk edebilir, onlar müstesna, bunların dışında, bütün anne ile babalara, dindarından tut, tâ dinsizine kadar, kalbine konulan o evlat sevgisi devam eder Allah onlara verdiği o şefkat sayesinde, bu anne ile baba hiç karşılık beklemeden bir kahraman gibi evlatlarına karşı fedakârlıktan geri kalmazlar.

Fakat onlara verilen o biricik evlatlarını eğitmeye gelince, dindar ile dinsiz âile tarafından evlada verilecek terbiye farklıdır. O yavru, eğer şanslı olup, din terbiyesini mükemmel alabilen anne ve baba olan çiftlerin yavrusu ise; mesele çok değişik bir vaziyet alır. İlk önce onlar kendilerini mal sahibi değil, belki Allahın malında yaşayan Allahın birer şerefli kulu ve misafiridirler, Esmaül-Hüsnasının birer aynası ve dellalı görürler. Onların hayatlarında ki bütün dertleri, Peygamberimiz Aleyhissalatu vesselam vasıtasıyla Allahın kendilerine gönderdiği Kanunu İlahiye isyan etmeme ve emirlerini yerine getirebilme gayreti ile yaşarlar.

Allah tarafından onlara lütfedip verilen bu evladı, kendilerine bir sevindirme ve görevlendirme kabul ederler. Şükürden başlarını secdeden kaldırmasalar doymazlar. Allaha karşı: Ey yüce Rabbimiz ne kadar kudret sahibisin yediğimiz ölü gıdaları canlandırıp, onlardan inşa ederek bize ihsan ettiğin bu mu’cize yavrumuz şükür sakat değil, sağ salim ve mükemmel bir insan olma kabiliyeti ona verdin. Yavrumuza el ayak göz kulak vererek, türlü türlü his ve duygularla donatarak bize en büyük hediyeyi ihsan ederek, bizi sevinçlere gark ettin. Ayni zamanda, biz bununda farkındayız ki, bize hediye verdiğin bu yavruyu dindar mı dinsiz mi yetiştireceğiz diye bizi imtihana tabi tutacaksın. Şimdi bu evlat özere bize düşen ilk iş Peygamberimiz a.s.m.ın emrine uymak sureti ile başta bu yavruya bir Müslüman ismi takmakla mükellef olduğumuzun idraki içerisindeyiz.

            Erkek ise: Ahmed, Mehmed, Ali, İbrahim gibi dini manalı herhangi isim takmak, eğer kız ise: Hatice, Fatıma, veya Aişe gibi güzel biz isim takmamız icab edeceğini bilerek ona göre davranırlar.

            Bu anne baba yavruları ile eğlenip onu severken, hatta uyuması için salıncakta sallarken bile şarkı yerine, Büyük Allah Sen uyut, Yüce Rabbim yavrumuzu Sen büyüt, veya Kur’an, ilahi, veya kaside okuyarak, o güzel ve tatlı seslerle evlatlarını uyutmaya çalışırlar.

            Çocuk daha bir yaşını doldurmadan, anne ile baba çocuğa karşı tek parmağını kaldırarak evladım, Allah bir de, (bizim kaldırdığımız tek parmağımıza bak sende kaldır da Allahın birliğini ikrar et manasında işaret etmesini kendisinden isterler). Hatta ilk kelimesini Allah la başlamasını sağlaması için gayret gösterirler. Çocuk daha konuşmaya başlamadan anne babasını namazda nasıl düşüp kalktığını görerek kendisi de namaz kılar gibi düşüp kalkmaya başlar. Konuşmaya başladığı zaman, ya kısa sürelerden hangisini, veya herhangi mühim Ayeti Kerimeyi kendisine ezberletirler. Bu anne baba her zaman, kendilerine farz olan namazlarını kıldıktan sonra, el açıp Allaha dua ederken evlatları için şöyle yalvarırlar.

            Ya Rabbi bize ihsan buyurduğun yavrumuz dindar olmasını, vatana millete, anne ve babalarına hayırlı evlatlar olmasını, Senin yolunda istikametle yaşayan biri olmasını, senden dua edip yalvarırız, duamızı kabul eyle Allah’ımız derler. Fili dua yerini tutacak sebepleri de ellerinden bırakmazlar.

            Yemek yemek için, sofraya otururken; Evladım bak Peygamberimiz a.s.m. sofraya şöyle oturmuştur, yemeğe başlamadan önce Besmele çekmiştir, karnı doyduktan sonra Elhamdülil-lah diyerek sofradan kalkmıştır ve bize de öyle yapmamızı emretmiştir. Sende bunları sakın utma ha! Çocuğa tembih ederler. Hatta yemek yerken bile vücudumuza faydalı yiyecekleri basit topraktan Allah nasıl yarattığını düşünmemiz icap ettiğini ihtar ederek bildirirler. Okula götürürken okulun birinci talebesi olması için gayret gösterirken, çocuk okuldan eve gelince, hem okuldaki derslerini çalışmasına yardımcı olurlar, hem de Kur’an ilmihal ve imana ait bilgilerden de mahrum kalmaması için gayret gösterirler. Kur’an ve diğer bilgileri kendileri bilirlerse çocuğa da öğretmeyi ihmal etmezler.

            Anne babanın en çok sevdikleri varlık olan evlatlarına İman esaslarına ait meseleleri öğretip, yavrunun inancı kuvvetleşmesi için, Kur’anın zamanımıza bakan tefsirlerinden hisse alması icap ettiğini bilerek, Risale-i Nur eserlerini de okuyup anlamasını sağlamaya çalışırlar. Onun gibi genç ve temiz arkadaşları ile görüşüp tanışması için, çocuğu sıkmadan ara sıra o tefsirlerin okunduğu yerlere götürürler. Hatta çocuğun yaşı ilerlerken okulda kendisine aşılanan tabiatçılık fikri karşısında, çocuğun kafasından o boş teorileri silmek için azami gayret gösterirler.

            Ondan sonra bu çocuk bütün hayatındaki hal ve hareketini anne ve babasının emirlerine uyarak Allahın rızası dairesinde geçirmesi için çalışır, gayret eder. Arkadaş mı edinecek? Anne ve babasının hoşlarına gidecek kimselerle arkadaş olur. Yirmi yaşına kadar o tehlikeli devreyi baskıyla değil, çocuğu hiç sıkmadan kalbini kırmadan, günlünü sıkmadan eğitmeye çalışırlar. Bu anne baba evlatları ile eğlenerek eğitme metodunu seçerek, bazen dindar arkadaşlarla gezi ve piknik gibi futbol oynama ve eğlenme programları tertip etmek sureti ile zamanını geçirme gayreti ile geçen yirmi yaşına kadar bu hayat, sağlam takip altına geçtiği için, çocuk ahlaksız olmaya fırsat bulamaz. Ondan sonra Allahın yardımı ile bu çocuk olgun bir adam gibi ibadetlerini yapması için başkasının ikaz ve ihtarına hiç ihtiyaç duymadan namazını kılar, diğer ibadetlerini de yapmaya çalışır ve günahlı hallerden sakınmak için çok dikkatli olur.

            Bu anne baba evlatlarına da kendi teri ile rızkını çıkarmak için bir meslek sahibi yapmaya gayret ederler, bu hususta yavrularına karşı bu görevi yerine getirmek için daha önceden tedbirli olurlar. Nihayet bunların bu erkek evlatları evlenme yaşına gelince, din ile dünyaya ait eğitim ve terbiyesini sağlam alıp, ahlakı mükemmel olduğu için, herhangi kızla evlenme niyeti olsa bile, hisle değil mantıkla hareket ederek, tecrübelerinden istifade etmek için, anne babası ile meşveret eder ve onların reyini aldıktan sonra mutlu bir hayat kurmaya karar verir.

            Bu titizlikle kurulan bir âile yuvasından, hem gelin hanım, hem hanımın anne ve babası, damattan memnun olurlar. Hem de oğlanın ailesi, oğlan ve gelinden memnun olurlar. Yukarıdaki tarifimden İslam kültürünü sağlam alan anne ile baba, oğlanı yetiştirmeye bu kadar hassas davrandıklarını görünce, elbette kız evlatlarına karşı çok daha hassas davranmaları icap edeceğini fark edeceksiniz. Çünkü onda şeref, haysiyet ve namus meselesi söz konusudur. Onlara Allah tarafında hediye edilen o kız evlatlarını öyle yetiştirecekler ki, değil hanım kızın vücudunun etlerini hançer yapıp erkekleri sokaklarda saplayıp kendisini de cehenneme bir odun parçası yapmak, belki din ile dünya bilgilerini bilen bir hanım kız yetiştirmek sureti ile, dindar bir efendi ile evlenmeye denk olması için çok gayret ederler. Böylece bu anne baba, kızın dünya hayatında mes’ud olması için bu kadar gayret ederlerse. Allahın izni ile bu kız ahirette cennete ki huri kızlarından daha güzel, ve o ebedi hayatta daha mes’ud ve bahtiyar olma ümidi ile yaşama hakkını bu anne baba elde etmiş olurlar.

            Böyle terbiye alan bu evlatlar, (ister kız ister erkek olsun) Günahlardan kaçma ve namaz kılma gibi Allaha karşı mühim vazifeleri, başka arkadaşlarına da tembih ederler ve onlara da namaz ve diğer ibadetlerin ehemmiyetini anlatarak onları da kendi gibi sağlam imanlı bir Müslüman olmaları için gayret göstererek bu hususta onları da ikna etmeye çalışırlar. Çünkü aldıkları kültürden ikna olmuşturlar ve öyle bir karara varmıştırlar ki, ibadetsiz adam öbür alemde iki büyük zararla karşı karşıya kalacaktır. Bundan ötürü bu evlatlar, ibadeti ifa etme ehemmiyeti özere çok hassas davranırlar.

            O zararlardan bir tanesi cennet gibi tadı ve lezzeti görülmemiş ve sonsuz bir mutluluk elinden gider. Diğer zarar ise, insanın o nazik vücudunu cehennem gibi acı bir azapta yakma tehlikesi ile karşı karşıya kalmak var. Zararlara uğrama sebebi de insanın o isyan ve ibadetsiz hayatından başka değildir. Bu sebepten din kültürünü sağlam alan bu anne baba, ilk önce yavrularını helal rızkla beslemeye çalışırlar. Sonra evlatlarına da kendi teri ile rızklarını çıkarmak için bir meslek sahibi yapmaya gayret ederler. Çünkü, kazanılan rızkın haramdan değil helalden olması insanın hayatının her safhasında tesirini göstereceğini bilirler. Bunun için Bu anne baba evlatlarına karşı daha önceden ona göre tedbirini alırlar. Nihayet anne babanın erkek evlatları, evlenme yaşına gelince, din terbiyesini sağlam aldığı için, herhangi kızla evlenme niyeti olursa, daha önce dediğim gibi, tecrübelerinden istifade etmek için, anne babası ile meşveret eder ve onların reyini aldıktan sonra mutlu bir hayat kurmaya karar verir.

            İşte İslam kültürü ile mükemmel yetişebilen anne babanın evlatlarına karşı nasıl davranıp onları nasıl terbiye edecekler. Mükemmel bir ahlak üzere sağlam yetişmeleri için ne kadar üzerlerinde titiz davrandıklarını gördünüz. Bunun özere, daha öncede belirttiğim gibi, Allahtan korkup Takva ile yaşayıp ve halal lokmaya dikkatli olan anne ile babanın çocuklarınında yetişmesinde büyük tesiri olacağına katiyen şüphe etmeyin. Bunların   bu hususa dikkat etmeleri derecesine göre, çocuğun bütün hayatında çiçek ve sümbül beklenebilir ve evlattan beklenen netice Allahın yardımı ile, alınabilir. helal lokma ile beslenen evlatlar harama tenezzül etmeyip İslam ahlakına nasıl daha fazla sahip çıkacaklarını daha iyi anlamak için canlı bir numune olarak Bediüzzamanı vereceğim.

            Bediüzzamanın kısa zamanda bu kadar bilgilere sahip olduğuna hayrette kalan oranın hocaları, bir gün karar verip Bediüzzamanın evine gitmişler. Evde Sofu Mirza isminde babasını bulamamışlar. Annesi misafirleri kabul edip, dışarda ağaçlar altında hocaların oturmaları için bir şeyler serdirip hocaları oralarda oturtmuş. Hocalar annesine: Valide siz bu evladı nasıl büyüttünüz ki bu kadar kısa zamanda bu kadar terakki etti? Validesi de cevaben demiş ki: Ben Evladım Saidi hiçbir defa abdestsiz emzirmedim ve Temiz olduğum zaman teheccüd namazımı terk etmedim. Biraz sonra tarladan babası Sofu Mirza hazretleri öküzlerle tarladan gelirken öküzler el alemin tarlalarından herhangi şey kapmamaları için öküzlerin ağızlarına sepetçikler takmış. Böylece Bediüzzamanız kısa zamanda terakkisinin sırrını hocalar anlamışlar.

            Burada Peygamber a.s.m. ın bir hadisi şerifini mealen nakledeyim : “Duanın iki kanadı var biri helal lokma. diğeri doğru söz” buyurmuş. İşte yukarıda nakledilen iki misal Bu hadisi şerifi tasdik ediyor.

            Buraya kadar İslam kültürüne sahip anne ve babanın evlatlarının eğitimine ne kadar hassas davranmak icap ettiğini gördük. Aklını kullanıp eski yaptıklarına pişman olan kimselerde eski hayatlarını bırakabilseler, Allahın Rahmet kapısı onlar içinde açık onlardan da çok dini ilerlememeler gördüğümüzden inkâr edmiyoruz. Yeterki eski kötü alışkanlıkları bırağabilmek.

            Şimdi memleketimizde ki şehid torunları olan vatandaşlarımız her ne kadar batıdan alınan materyalist eğitimin tesiri altına kaldıysalar da, oruç tutmayan vatandaş çok azdır. Ama daha önce tarif ettiğim gibi İslam kültürünü alamayıp yalınız layık sistemin materyalist eğitimi ile kalan anne babanın eğittikleri evlatların haline bakarak ötekilerle bunların aralarında ki farkı göreceğiz. Bu materyalistler Allahın onlara ihsan ettiği o en büyük ve en güzel hediye olan evlatlarını, bu anne babalar, yalınız dünya hayatında rahat ve lüks yaşamaları için çaba sarf ederler, kendileri maneviyata inanmadıkları için, bu kısa hayatta çocukları lüks yaşamak için çalışırlar, fakat aslında onları cehenneme birer odun parçası olarak hazırlamış olurlar. Şöyle ki:

            Çocuk doğduktan sonra erkek ise onların din derdi olmadığı içi ismini ya Kaya, ya Tuncay ya levent. Kız ise ya Funda ya Figen veya bunlara benzer dinle alakası olmayan bir isim takarlar. Onlara göre çocuğun istikbalini temin etmek için, eğitmeye erken başlamak şartı var. Yani daha okul çağına gelmeden, çocuğu ana okuluna gönderirler, ağızlarından ayırırlar okula ve servise para verirler. Yaşı ilerledikçe, evlatları kaliteli tahsil görmesi için pahalı olduğuna bakmadan, özel ve güzel bir koleje kaydederler. Hele çocuk okulu başarabildi ise, o anne babanın sevincinden ve gururundan geçilmez. Sonra kurslarda, özel Profesörlerin yanlarında hazırlayıp kaliteli bir meslek ve okulu kazandırmaya çalışırlar. Fakat bu anne babanın dert ve sıkıntıları bundan sonra başlıyor.

            Gençlerde akıl değil, hisler duygular hakim olduğu için ve bu çocuk maneviyattan ders almayıp günah ve sevaptan haberi olmadığı için, artık ders çalışmaları ile ilgili anne babanın tavsiyelerini dinlemez, okulda dersten fazla kız arkadaşlarına bağlanır, ya onlarla gayri meşru hayat geçirmeye başlar veya hayat arkadaşı olacak birini kendine seçer, onlar biri diğerine söz verip düğüne kadar nikahsız bir hayatla okullarını bitirmeye çalışırlar, okulları bittimi düğünü yaparlar, anne ve babalarından uzak yalınız menfaatlerini düşünen, egoist bir hayat yaşamaya başlarlar. İşte İslam kültürüne sahip anne baba ile, materyalist anne babanın yetiştirdikleri evlatlarının kısaca hal ve ahvalleri.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Benliğine İtimad Edenin Hali

İnsanların anlayışları ve kabiliyetleri insanlar adedince farklı ise de, insanlık Adem Babadan başlayarak kıyamete kadar iki fırka üzere devam edecektir. “Biri fırka-i Naciye” denilen, Yaratana inanıp Onun emirlerinin karşısında boyun büküp, zorda olsa sonuna kadar nefsin kötü isteklerinden uzak yaşamaya çalışan guruptur. Buna göre bütün hayatında emel ve arzularına tatmine teşebbüs ederken, izin var mi yok mu helal mı haram mı anlamak için kafasındaki aklına değil, tabiri caiz ise kendi vücut makinesinin Allahtan gelen kullanma kılavuzu olan Kur’ani Kerimin elmas terazisi ile tartarak alır veya almaz. Bütün yiyecek ve içecekleri nefsi arzularını tatmin için değil, onu yoktan var edip bütün ihtiyaçlarını önüne serene itaati ana vazife bilerek, Her şeyi O İlahi kanunun terazisine vurarak kullanır. Hatta bütün harekat ve sekenatını ona göre yapar. Alış verişte nasıl davranılır, komşu, eş dost, ve akrabalara karşı nasıl bir tavır takınmak lazım, evden çıkıp eve girerken, oturup ayağa dikilirken , yatağa yatıp kalkarken hangi adaba uyması gerekeni bilir ve ölünceye kadar bütün yaşayışı ile Allah’ını memnun etmek için çaba sarf eder .

Öteki Batıl fırkanın fertleri ise nefsin kötü isteklerine uyan benliğine tapan guruptur. Bu fırkanın fertleri hiçbir kayıt altına girmek istemez. Hayatı boyunca nefsin isteklerini tatmine çalışır, Ben keyfime göre yaşarım, benim hürriyetime hiç kimsenin karışma hakkı yoktur. İstediğimi yaparım, hoşuma giderse alırım gitmezse almam yapmam, yemem içmem konuşmam ve saire… Bunun ölçüsü şehvani duygularını tatminden geçer. Evet Allahın sıfatlarını tanımak maksadı ile ölçü birimi olarak kullanması için insana verilen görme, işitme, düşünme bilme gibi duyguları gafil ve fasık insan onları kötüye kullanıp istismar ederek hislerini tatmin etmeğe çalışmakla hayatını devam eder. Onun yapmayacağı şey ancak devletin kanunlarını tatbik eden emniyet kuvvetlerinin korkusudur. Hatalarına karşı oradan peşin olarak ceza geldiği için cezaya düçar olmamak için yakalanmadan korkup çekinir. Allaha inanmadığı için Onun kanunlarından korkmaz, veya inandığı halde günahlar kalbini siyahlandırdığı için ölümünü çok uzak ve cezasını belki olmaz görerek itaata yanaşmaz, helal mı haramı bakmadan yer içer polislere yakalanmama garantisi elde ettikten sonra, hırsızlık yapar çalar çarpar, tecavüz eder. Zaten ahrette hesap vereceğini inanmayan ateist dünyada cezadan kurtulmayı temin etti mi yukarıda saydıklarımı yapmaması için aptal olması lazım. Çünkü insani insan eden kalpteki imandan neş’et eden sevaba ve günaha inanmaktır, yoksa insanın akli haşeratı muzırra gibi başkasına zehirini sokmaktan hoşlanır. İşte böyle kimselerle beraber yaşamak çok zor olduğu için Peygamberimiz a.s.m. hadisi şeriflerinde “ Komşusu şerrinden emin olmayan kimse bizden değildir” buyurmuş, gene bu sebepten dolayı dinimiz hükümet olmayan yerde vatan kurmamayı emretmiş

Evet benliğini putlaştırıp her şeyi onun isteğine göre yapmaya kalkışan, alçak bir firavun olur. Adeta nefsini ilah kabul ederek onun isteklerini yerine getirme gayreti ile ömrünü tüketir, herkesten saygı ve hürmet bekler, onu bulamadığı zaman rahatsız olur. Başkasını ancak menfaatinin hatırı için sever, menfaati tükendiği yerde öz kardeşi olsa bile ona karşı olan sevgisi söner ve tükenir. Bunun bu vaziyeti çevrede hoş olmayan bir hal aldığı için, cemiyetten ona karşı gelen bir nefret, onu mahveder bitirir. Bunun için Müslüman Allahtan hidayetini dilerken “İyiliklerin tamamını Allahtan hataların tamamı da kendinden” olduğunu kabul ederek yaşar Allah’ına karşı minnettarlığını şükür ve hamd la ilan etmeye çalışır. Tabii ki böyle birisini herkes sever.

Evet, daha önce belirttiğim gibi kendini beğenip nefsin her istediğini yerine getirmeye uğraşmak dünya ve âhiretini perişan eden baş sebeplerden bir tanesidir. Nefsin arzularını tatmine kalkışan gurur ve kibre sapıp Allah’ına isyan ederek kendinden başka kimseyi beğenmez ki sevsin. Bu hal insan için bir felakettir. Halbuki insanın iyi olması için tek şart var, oda kötülükle emreden nefse taraf çıkmamak, onu kötü görerek beğenmemesidir, yaptığı suçu kabul etmesidir. Müslüman kardeşlerin iyiliğinden bahsedip, hataları kötülükleri kendine alıp kendini yermesidir. Ancak bu şekilde insan, insanlığa layık o yüce makama erebilir. Cemiyetimizin bu günkü hale düşüp bencil olmasının da sebebi batıda ki egoizmi alıp, ismini bencil takarak, keyfi ve lüks hayatın peşine koşarken başkası açlıktan ölse de bana ne diyerek geçer. Hele başkasını kendinden iyi görse hasedinden yanar ayni apartmanda beraber yaşadığı kimseleri tanımaz, onlarla karşılaşırsa ilgilenmez merdivenlerden inerken çıkarken onların hal hatırlarını sormak şöyle dursun selam bile vermez. Halbuki, her Müslüman, Müslüman olanlara selam vermesi dinimizin bir emri olduğu için, Müslüman din kardeşine her zaman selam verir, hal hatırını sorar, onunla ilgilenir, herhangi derdi var ise yardımına koşar, ziyaretine gider, evine oturmaya çay içmeye hatta bazen da yemeğe davet eder. Yani, Müslüman arkadaşı veya komşusu ile muhabbet bağları kurar, sevinç ve kederinde hisse almak için ölümlerine ve düğünlerine katılır. Peygamberimiz a.s.m. “Sizden biriniz Müslüman kardeşi ile birkaç adım beraber yol alırsa onunla tanışsın ismini sorsun” “ komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” ve “Allah komşu hakkını bana o kadar tembih etti ki, ben komşuları biri diğerine mirasçı yapacağını zannettim” demesi, yukarı da bahsettiğimin ehemmiyetine parmak basar. İşte Müslüman ahlakı ile dalalete düşenlerin ahlaklarının arasında ki farkı burada görebilirsin. Birisi alçak gönüllü, diğeri kibirli gururlu, birisi bencil devamlı kendi yükünü başkasına atmaya çalışır. Mümin olan kişi ise, kardeşini rencide etmemek için çok dikkat gösterir. Kısacası bize verilen o benliği Allah hesabına kullanırsak ne mutlu bize, yok o benliği nefis ve şeytan hesabına kullanırsak, Allah göstermesin o benlik cehennemi boylamaya bir sebep olur. Allahın sıfatlarını anlamak için bize verilen o benlik kibrit gibidir, onunla evimizi veya samanlığımızı da yakabiliriz. Yok aklımızı kullanarak bize kötülükle emreden o nefsi terbiye etmek için, zamanın ihtiyacına cevap verebilen Kur’anın Hakiki tefsirlerinden alınan ders ile o nefsi terbiye edip, onunla Allahın rızasını da kazanabiliriz İnşallah Çünkü “Nefis her şeyden edna vazife ise her şeyden ala”!..

Abdulkadir Haktanır

www.NurNet.org