Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Ebedi Hayatımızda Azaptan Kurtulmak için Gafletten Uyanalım

İnsan yaradılışın  ana gayesine ulaşması için, ona verilen akıl vasıtasıyla, Yüce Rabbimiz, onu dünyamıza Halife olarak gönderdi. İnsanları Kendisine muhatap kabul edeceği için, onlara değer vererek, insanları yaratmadan önce ruhlarını yarattı. Ondan sonra ruhlara: “Elestu bi Rabbikum” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim) sorusuna karşı ruhlarımızın tamamı “Kalu bela” (Evet Ya Rabbi) evet sen bizim Rabbimizsin şeklinde cevap verdikleri halde, dünyaya gelip insan olduktan sonra, çoğu nefis ve şeytanların aldatmalarına kanarak inkâra saptılar.

Allah’ın iradesi ile insana açılan bu sonsuz yolculukta bahsedilen ruh âleminden buluğ çağına kadar geçen zamanda yaptıkları iyilikler ve sevaplar kendilerinedir, ama günahlardan mes’ul değiller. Fakat buluğ çağı ile gençliğe dahil olduktan sonra, mezara kapısına kadar geçirecekleri bütün ömürlerinin en küçük hareketinden bile mesul olacaklar. Yaşadıkları hayatların hesabını onları hiçten yaratan Allah’a vereceklerdir. Çünkü insan yaradılış ağacının meyvesidir. Kendi isteği ile hayatı müddetince yaptığı işler, ya cennet gibi sonu olmayan bir mutluluğu kazanmasına sebep olacaktır. Veya cehennem gibi bir ateşte yanmayı, kendini yoktan yaradan Allah’ına karşı geldiği için, buradaki işlerin kötü neticesi olarak karşısında bulacaktır. Çünkü herkes buraya imtihan olmaya geldiğini ve burada yapılan işlerin kendi iradesi dahilinde olduğunu bilmelidir.

Bazısı, ne yapayım kaderim böyle imiş. Evet kader hakimdir, ama biz irademizi kullandıktan sonra netice aleyhimize aleyhimize olsa, Kaderimiz öyle imiş der Allahımızın Kaderine teslim oluruz. Yoksa irademizi kullanmadan, Kaderi suçlayamayız.

Evet insan için en acı taraf şudur ki,  faydasını umarak yapmaya karar verdiği bütün fani geçici yolculuklar için, kafayı yormasına rağmen sonu olmayan âhiret hayatına ait vazifesini yapmamağa veya noksan yapmağa razı olmasıdır. Ne yazık ki, bu âciz insan, hesapsız zarara uğrayacağını  düşünmeden, endişe etmeden yaşayabiliyor. Sebebi,  ya çok kalın bir gaflet perdesinden ötürü ebedi hayatı önünde olduğu halde görmemezlikten geliyor, veya inanmadığı için umursamıyor.

Halbuki, bu geçici hayatın sonu belli olmasa bile, insanların çoğu 0 ile 60 yaşına kadar yaşıyor. % 10’u seksen yaş civarında kalıyor ve ancak %  1’i 100 yaşına ulaşıyor, Demek ki bu insan 0 ile 100 yaş içerisinde hiç şüphe yok ki ölecektir ve zamanı belli olmayan bu müddet sonunda ister istemez mezar kapısından geçip o ebedi hayatı yaşamaya başlayacaktır.

Peki bu insan, gideceği yeri şimdiden akılla görmeli, ölümden sonraki hayatını düşünmeli, bir an önce, hayatının sonu eceli ile sona ereceği bu hayattan sonraki halini hatırına getirmeli, Biz burada Müslüman geçinip  kabir kapısından lakayt geçmeğe cesaret edersek, orada halımız acaba ne olur diye, vakit geçmeden düşünmeliyiz.

İşte insan denilen bu şerefli mahluk, âhiretini unutup, yalınız bu kısa hayatın geleceğini  garanti altına almak için, birkaç fakülte bitirse bile, nefsine uyup ahiretini düşünmediği takdirde, o ebedi hayatında lazım olanlardan hiçbir şey  öğrenememiştir ve oraya eli boş gitmiş olacaktır. Evet manadan yoksun, bir adam trilyonları kazansa da,  fakirdir, müflistir. Allah’ın birliğine şüphesi olan bir adamın bütün insanlar çevresine toplanıp, hürmet etse, hakikat nazarında tektir, yalınızdır, sahipsizdir. Haşire inanmayan adam dünyaya hakim olsa bile, manen mahkumdur hür değildir.  Sonu olmayan, ebedi bir yolculuğa eli boş ve tedariksiz çıkan insanın hali o âlemde ne olur siz düşünün?

Evet bu insan, basit işçilikten kurtulmak amacıyla, bu yalan dünyanın  geleceğinde rahat yaşamak için, kariyer sahibi olmak için, bir diploma peşinde 20-25 senesini okul sıralarında geçirdiği halde, âhireti için hazırlık yapmadı ise, onun akıl merceği bozuktur, kalp gözü görmüyor demektir.

Başka biri, bütün hayatını ticarethanesinde veya fabrikasının patronu olarak, müşteri, işçi, senet ve para sevdasıyla geçirse, neticede, bankalarda biriktirdiği paraları onu, memleketinin en zengini olarak gösterse, onun sözü yalnız kendi memleketindekilere değil, bütün dünyaya geçse bile, yaradılış gaye ve maksadını unuttu ise, onun şen şakraklığı ve aydın dünyası burada kalıp, zindan gibi mezarına müflis olarak gireceğini, Ayeti Kerimler ve hadisi şerifler bildiriyor.

Bu manzara karşısında, biliyorum ki bazıları  bizden soracak?

– Çalışıp para kazanmayalım mı?

– Ona bunu muhtaç mı olalım?

– Hep mi ahiret için çalışacağız?

-Ahiretimizi kazanmağa çalışırken, dünyamızı terk edip çoluk çocuğu aç mı bırakalım diyeceklerdir?

Onlara cevaben deriz ki: Dünyaya geliş vazifesini düşünen insan, bu dünya için  daha fazla çalışır. Çünkü ona göre yaptığı ibadetler, başkasının işi değildir. İnsan için ibadet, öz be öz kendi işidir. Yapması lazım gelen işlerden en mühimidir. Bu ufak tefek ibadetleri yaptıktan sonra, onun hayatında her şey programlı hale gelir. Çünkü İnsanın bütün sermayesi olan ömrünün az bir kısmından ayırdığı, dinin direği olan  beş vakit namazına yalınız hayatının % 4,2 sini harcamış olur ki, onun namazı için abdestle beraber ona yetecektir. Kalan % 95,8 ni helal dairede nereye isterse harcasın. Hatta namazını kıldıktan sonra, yapacağı her türlü çalışmalar ziyaret veya istirahatlar da güzel bir niyet ile âhirete mal ve sermaye haline gelir, ibadetten sayılır.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Minnettarım Ağabeylerime (Şiir)

Zübeyir Gündüzalp ile, Hüsrev ağabeyler,

Abdullah Yeğin abey gibi, Nura hadimler,

Sungur ağabey gibi, hapiste sürünenler,             

Aytimur Ağabey gibi, Nurlu büyüklerim.

 

Hüsnü Bayram ağabeyle, Şaban ağabeyler,

Ali İhsan Tola, Hasan Feyzi mübarekler,

Hafız Ali, Ahmed Feyziler gibi cesurlar,

Sabır kahramanları, benim ağabeylerim.  

 

Çektikleriniz için, Rabbim ödesin derim,

Bizi Nurlandırdınız, bin teşekkür ederim,

Sizi anmakla ben, kalbimden pası silerim,

Mübareksiniz, saff-ı evvel Ağabeylerim.

 

Sizi takdir etmekten, ben nekadar âcizim,

Nurların temelinde, harcınız var bilirim,

Ben cenneti firdevse, girmenizi dilerim,

Nur Ağabeylerime, her’an dua ederim.

 

Ahirete giden, ağabeylere rahmetler

Hayattaki ağabeylere, uzun ömürler,

Muvaffakiyet ile, sıhhat-u selametler,

Siz saffı evvelde ki, Nurlu ağabeylerim.

 

Kavi ümit ile, Nurlara bağlı idiniz,

Nurlar nasıl bir cevher baha dır, bilirdiniz,

Karanlık gecelerde, bize inci dizdiniz,

Siz mumtazu bi misalsiniz, ağabeylerim.

 

Bize acıdığınızdan, çokça katlandınız.

Kiminiz, Risaleleri okur yazardınız,

Kiminiz intinsah ederek çoğaltırdınız,

Size minnettarız, sabırlı ağabeylerim.

 

Ne tükenmez irade sizde, ne bitmez gayret,             

Düşmanların kuvveti size, çekemedi set,

Sizin yaptığınıza herkes, ediyor hayret,

Allah sizden razı olsun, Nur ağabeylerim.

 

Kiminiz evli iken, evden uzak yaşadı,

Kiminiz hizmet, aşkıyla evlenmeden kaldı,

Onu hiç düşünemedi, hizmet onu aldı,

Minnettarız size, Nurlanmış ağabeylerim.

 

Büyük fedakârlık bu, nelere katlandınız,

Menfa ve zindanlarda, tevekkülle yattınız,

Hedefiniz sağlamdı ki, buna dayandınız,

Iztırap ta rahmeti, gören siz büyüklerim.

 

Ey! Büyük Müceddid’in, gönüllü subayları,

Ahır Zaman Mehdisının, generalleri,

Nurlu kafilenin, mübarek evliyaları,

Dünyalara Nur bayrağını, siz dikenlerim.

 

Siz, çok sulehayı geçerek, ilerledinız,

Maddeden ne varsa, üzerinizden attınız,

Yaptığınız işleri, pahalıya sattınız,

Eşsiz kahramanlar sınız, Nurlu büyüklerim.

 

Tarihe şeref veren, şerefli gönüllüler,

O mübarek ağzınızdan, dökülür inciler,

Menfada dikilen fidanlar, açıyor güller,

Zındanda sabrederek, çok mahsul verenlerim.

 

Ya Rabbi! İsm-i Azam izzet-i hürmetine,

Bizi bağışla, Aleyhisselâm Şefiîne,

Ben sonsuz borçluyum, ahır zaman mehdisine,

Çok selâm ve dualar, Nur ağabeylerime .

 

Abdulkadir Haktanır

www.NurNet.org

Bediüzzaman düşerken bağırır: Ah dâvâm!

İslâm dünyasında Pergamberler a.s. ve Sahabelerden sonra birinciliği alan “Ahir zaman Mehdisi” olacağını daha o zaman Bediüzzaman hazretleri hissetmiş.

Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Van’da kaldığı senelerde sık sık ‘iki minare yüksekliğinde’ diye tarif edilen Van Kalesi’ne çıkar. Orada dik ve sarp bir yerde bulunan mağarada inzivaya çekilir. Âlem-i İslâm’ın ihyası adına izdirap çeker. İmansızlık gayyasına yuvarlananlar için gece gündüz dua ederek yalvarır. Tefekküre dalarak ‘Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez bir güneş olduğunu bütün dünyaya ilan etmenin’ yollarını arar. Bazen umutlandığı gelecek nurlu nesilleri gözünün önüne getirir, bazen Medresetüzzehra’nın projesini çizerek ona takılır. Yine bu davayı düşünürken, o kutlu mekâna hızlı adımlarla giderken ve tam mağaraya inerken birden ayakları kayar. Ayağını koyacak, eliyle tutunacak bir yer bulamaz. Boşlukta kalıverir. Ölümün ona yüzünü gösterdiği o an bile kendi canı ve hayatı aklına gelmez. Sesinin çıktığı kadar bağırır: “Davam, Ah Davam!” Düştüğü yer, altı metre yüksekliğinde bir kayalıktır; fakat sanki gizli bir el onu iter ve o, üç metrelik bir kavis çizerek aşağıdaki mağaranın kapısının önüne iniverir.

Bu hâdise, herkese Allahı duyurulması ve insanlığın kurtarılmasını mefkûre edinen, onu hayatının gayesi bilen ve bu uğurda maddî-manevî her türlü fedakârlığı göze alan Üstadımız Bedüzzaman’ın davasına sadakatinin de bir göstergesi aynı zamanda. O Allah tarafından ileride hem asrımızın Müceddidi, hem de, Ashab’ı Kiramdan sonra, bütün ulemanın fevkinde bir makam olan “AHIRZAMAN MEHDİSİ” unvanı ona lütuf olacağından ötürü, İslâm dünyasında Perygamberler a.s. ve Sahabelerden sonra en yüksen bir makam olan Ahır zaman Mehdilik makamına ulaşacağına Allah tarafından ona his ettirildiği için en tehlikeli an olan orada bile, aman gittim demeyip, ileride yazacağı Risale-i Nur sayesinde milyonlarca insanın imanını kurtarmaya sebep olacağını ona ilham edilerek:”Ah dâvâm” deyebilme gayretini Allah ona ihsan etmiş.

Evet, Kâinatın Sultanı Peygamber Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) “Bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz ben davamdan dönmem.” dedirten, Mus’ab Bin Ümeyr’i zengin bir ailenin çocuğu iken kendisini saracak bir kefen bile bulamadan toprağın bağrına düşüren, Eyüp Sultan’ı 90 yaşında ata bağlanarak İstanbul önlerine getiren, Selahattin Eyyûbî’ye gülmeyi unutturan, Murat Hüdavendigar’a “Allah’ım Müslümanları mansur ve muzaffer eyle, dilersen Murad kulun sana kurban olsun.” ifadelerini söyleten, Bediüzzaman’ı kendisinden önceki birçok âlim gibi memleket memleket sürgüne gönderip zulümler çekmesine sebep olan ve kendisinden sonra gelenleri de Sibirya’dan Sana çöllerine, Afrika’dan Avustralya’ya gönderen ‘dava’ ne demek? Dava adamı olmak herkesin harcı mı? Dilerseniz bu sorulara birlikte cevap arayalım.

Her insan gaye adamı olabilir. Ama müspet ama menfi. Unutmamalıyız ki, uğrunda kararı kesin olan, Hedefi için azami fedakârlık yapılan, Kendisini ileriye götüren maksada bağlanan kimseye: Dava adamı, Gaye adamı denir. Evet sırf mefkûresi için yaşayan, çizgisinden hiç sapmadan ve ekseninden kaymadan savunduğu davayı, bütün dünyaya, her zaman ve zeminde ve platformda, hiç üşenmeden, yılmadan ömrü boyunca anlatan kişiye verilen isimdir Dava adamı. Bu insanların en büyük özelliği kendi arzu ve hevaslerine bağlı olmaktan ziyade ideallerinin çizdiği doğrultuda olması. Zaten Dava adamının ruh, kalb ve kafaları da bu hayat tarzına göre şekilleniyor. Bu kişiler için dava adamının yanı sıra idealist, gaye insanı, ideal insan, mefkure insanı, adanmış ruh, dertli gibi birçok isim kullanmak da mümkün. Üstad Bediüzzaman Hazretlerini yolunda gidenlerden de dereceleri farklı olmakla beraber, İmandan aldıkları hisseye göre dava adamı olabilirler. Dediğim gibi Mü’min imandan aldığı kuvvete göre manevi sahada davasına, ideali uğruna fedakârlıkta bulunmaya koşar. Tabii ki her insanın dava adamı olamayacaktır . Manasız, değersiz şeylere kendini adayanlara bir dava adami diyemiyoruz. Maddi terakki yoluna kendini adayanları biz kale almıyoruz bizim nazarımızda, Ona buna muhtaç olmamakla beraber, O sonu olmayan ebedi hayatları ellerinden gitmemeği ana gaye edenleri övüyoruz. Keşke o mübarek zatların ayaklarının tozu olabilsek diyoruz.

Örneğin dinini ihmal etmeden evlatlarını yetiştirmeğe gayret edip çırpınan anne veya babayı tebrik etmek lazım. Çünkü bu zamanda Müslüman anne baba için evlatlarına maddi bilgiler verirken. Dinini de asla ihmal etmemek en mühim ve en zor iştir. Bu anne babalar ancak bu gayretle evlatlarını cehenneme birer parça odun olmaktan kurtarırlar.

Risale-i Nurlardan yeteri kadar hisse alabilen yaptığının farkındadır. Bu devirde helalle haram aynı dükkânda satıldığı için, harama karşı, mühim değil deyip lakayt kalmanın neticesi, insan için nasıl bir felaket olduğunu bilip, ne pahasına olursa olsun, o, “Helal dairesi benim keyfime kâfidir, harama girmeye lüzum yoktur” diyerek, fakir de olsa, ona kanaat edip, yalınız ve yalınız helal olanını o yeterli bulur. Çünkü bu zamanda ötekinin berikinin hayatlarını taklide kalkışanlar hem kendilerini, hem de âile efratlarını mahvediyorlar.

İşte bu şuurla yaşayan zat hedefini sağlam tayin etmiştir. O bir taraftan kendisini kurtarmaya çalışırken, öbür taraftan yolunu kaybedenlere cazip bir örnek olmaya çalışır. Böylece bu adam bu akılla sonuna kadar gidebilmesi için, ancak onun yaşadığı zamanı için yazılmış ve önünü projektör gibi aydınlatan Kur’an-ı Kerimin tefsirinin ışığı altına girip ve ondan ders almakla yolunu bulup, yalnız onunla kurtulabileceğine karar verir. Dava adamı günahlar buzlarında kaymaması için, sağlam mantığı ile inandığı yüce Mevla’sından yardım isteyerek, asla fire vermeden kendisi imtihanını kazanmağa çalışır. Yalınız kendisi değil   hanımının da, kızının da, oğlunun da, Müslüman’a yakışır bir hayata kavuşmaları için, bildiklerini hayatlarıyla ortaya seren ağabeylerle meşveret ederek Allah’ına verdiği sözde sadık olmak ve hakiki bir âile reisi olmaya gayret eder.

İşte bu şahıs devleti rahatsız edecek herhangi suç yapması şöyle dursun, o emniyet kuvvetlerine yardımcı olur, aklı başında olan her insaflı kişi onun eşi dostu ve akrabaları ve çevresinde yaşayanlar, bunu taklit etmeye gayret ederler. İşte gaye adamı, insanlara örnek ve model olacak kişidir. Ne mutlu bu zat gibi hedefini sağlam tayin eden gaye sahiplerine! Vay haline onların ki, hedefini tayin etmeyip, her şeyi alıp koynunda saklayanlara!

Bediüzzaman Hazretleri, Lemaât’te “Bir gaye-i hayal olmazsa, yahut nisyan basarsa, ya tenasi (vazifeyi unutarak terk ) edilse; elbette zihinler enelere (benliklere)dönerler, etrafında gezerler. Ene kuvvetleşiyor, bazen sinirleniyor. Delinmez ta ‘Nahnü’ (ben yerine biz) olsun. Enesini sevenler, başkalarını sevmezler.” diyor. Evet İnsanın bir hedefi olmazsa enaniyetin öne çıkıp benlik ve bencilliğin kuvvetlenmesi söz konusu olabiliyor. Bir hedef olmazsa ya da unutulursa zihinlerin enaniyet ve bencillik girdabına sürüklenmesi kaçınılmaz olur. Hekimoğlu İsmail, bu noktada, “Her insanın bir hedefi, bir gayesi olmalı. O hedef onu koşturur. Yoksa çalışmayan makineler gibi çürür gider.” diyor.

Abdulkadir Haktanır

www.NurNet.org

Müslümanlığı Yaşayıp İmanla Ölme Peşine, Koşan Dava Adamının Hali

İnsan için, “Marifetullah” denilen (Allah’ı bütün sıfatları ile tanıyıp)  ona sağlam bağlanması kadar kıymetli ve büyük hiçbir mesele yoktur. Bu inancın hatırına çok şey feda edilir. Bilhassa böyle bir zamanda, böyle bir inanca sahip olabilen bir dava adamı mutluluğun zirvesine ermiş olur. Bu zat, bu gayreti ile sonu olmayan bir zamanda    bir mutluluğu kazanabilme peşinde olduğu için onu ancak tebrik edip ne mutlu sana diyebiliriz. Bu geçici hayatta o dava adamının görünüşü şen şakrak olmasa bile, onun iç âleminin sevinçleri son safhadadır. Fakat onu herkes anlayamaz.

Düşünün! Müslüman gibi yaşayıp, imanla ölme maksadı ile yaşayan bu adamın sevinci nasıl bir sevinçtir ki, insanların çoğu kırık cam parçaları değerinde olan geçici hayata dalıp günahlara aldanarak cehennem gayyasına (çukuruna) doğru giderken, bu zat ihtiyaçlarını elde edebilmesi için çalışma vazifesini yaptıktan sonra Allah’ına tevekkül eder. Sayısız düşmanların şer ve zararlarından korunabilmesi için, tedbirini aldıktan sonra başkasına değil, Allah’ına sığınır. Böylece kendini ölü atomlardan yaratıp mahlûkların en üstün bir seviyesine çıkaran Allah’ını memnun etmek için, çekirdek gibi kendinde mevcut o gayretini o yolda harcar. Ona karşılık, Allah da kendi lütfüyle  onun kalbine o nuru imanı koyar. Kendi Yüce Kudret ve Büyüklüğünü  ona tanıtır. İşte bu zat bu sağlam imandan aldığı kuvvetle, onun önüne sayısız nimetleri seren; o nimeleri veren Allah’a karşı ibadetini yapmak için, nefsinin kulağından tutup Allah’ına itaat ettirebilmeyi yine O’nun yardımı ile muvaffak olmuştur. Şimdi bu zenginliği elde edebilen bu dava adamı, hiç çekinmeden diyebilir ki, Benim Allah’ım “güneşi bana bir lamba, ayı takvimci, küremizi de bana bir beşik olarak yaratmış” O’nun yardımı ile O’nu bulup, O’na bağlandığıma ne kadar şükretsem azdır der.

Yine ilave ederek der: Bu Zat-ı Ulûhiyet’e (Allah’a) karşı ben nasıl boyun büküp rükû ile secdeye varma bahtiyarlığına ermeyeyim ki, mevcut sevgililerin en âlâsını bulup tarif edilmez bir sevince kavuşmuşum. İlave ederek kendine der; insanların çoğunun önlerinde dikilen ölüm, onların süfli hayatlarını zehir yaparken, onların çoğu imtihanda olduğunun farkında olmayarak kıymetsiz kırık dökük, eski eşya gibi, bu dünyadaki değersiz, geçici, süfli hayatlarına gönül verip bağlanmışken. Çok şükür ki ben öyle bir kâinatın Sultanını memnun etme çabasının bahtiyarlığındayım; Yaşadığım dünyama çatı olarak bir atmosfer takmış. O Kerim olan Alla:  ineği bana bir süt fabrikası yapmış. Tavuğu bir yumurta ile civciv fabrikası, arıyı da bir bal fabrikası ve kesif basit çamurdan, şeftaliyi, kirazı, armudu, dutu, karpuzu, muzu, kavunu, şunu, bunu ve sayılamayacak kadar çok çeşit nimetler ile,  beni ve bütün sevdiklerimi sevindiriyor. Onları  O yapıp önümüze sermiş ve O’nun emirlerini  yerine getirmek için, hayvanlaşmış insanlardan ve canavarlardan başka, her mahluk Onun emirlerine itaat ediyor

Çünkü her şeye O emredip yaptırıyor. Sözünü her şeye geçiriyor.

Uzaktan kumandayla her dediği oluyor, bitiyor. Ama ne yazık ki insanların birçoğu onları sebeplere verip işledikleri günahlar gözlerinin merceğini bozduğu için, her şeyi yüzü ters görüyorlar.  Maalesef onlar bu varlıkların Hakiki Sahibini bulamıyorlar. Gerçek yolda yürüyen bu zat diyor, ne mutlu bana ki, her şeyi benim hizmetime veren Kudret Sahibine itaat etmek sevincine ermek gibi bir mutluluğu elde ettim. Benim nasıl büyük bir bahtiyarlığa erdiğimi siz bilemezsiniz?

Bu şûûra sahip olan bu zatı ne sevinçli hâller fazla güldürür, ne de üzücü haller onu üzer veya şaşırtır. Çünkü o da, merhum Ziya Paşa dediği gibi, kendine der:

 “Gamuma olma mükedder sürura itme gurur,

Bu bir zılli hayaldir, ne gam baki ne sürur.”

Yani (Ne sevinçli hallerine gururlan, ne de sana isabet eden dertlerine üzül.) Çünkü bu dünyada her şey geçicidir.  İnsan için en acı olan ölüm bile, onu fazla üzmez. Çünkü onun nazarında Müslüman’ın ölümü, cennete götürmek için bir vasıtadır. Başta Peygamberimize (a.s.m) ve bütün sevdiklerimize  kavuşmaya bir sebeptir, dünya zindanlarından cennet bahçelerine kavuşup oralarda zevk-u safa yapabilmek için ölüm bir vasıtadır. Her ne kadar ölümün peçesi siyah ise de, böyle mutlulukları kazandırıp, böyle güzel neticeleri  veren ölüm sevilmez mi der?  Ve rahat yaşar.

Hülâsa; Böyle sağlam şuura sahip ve hedefini sağlam tayin eden kimse. Bu gaye adamı Akifin dediği gibi “His yok, hareket yok acı yok leş mi kesildin?” sınıfından çok uzak olup, o bütün hareket ve davranışlarını dikkatle yapmayı kendine vazife bilir. Ne yiyip, ne içeceğini tayin etmekten başlayarak; kimi sevip kimi sevmeyecek, hangi yere gidip, hangi yere gitmeyeceğini, hesaplamasını bilir, yani her yere gitmesi onun için yasak olduğunun şuurundadır o. Hatta hangi işi dini ona müsaade ettiğini, hangi işi yasakladığını bilmektedir. Dinden uzak yaşayanların akılları, menfaatlerinin hatırı için yılan gibi başkasını zehirlemekten hoşlanmasına rağmen, bunun başındaki akıl, inkârı ispatlamaya kalkışan din düşmanlarının dışında, yalnız insanlara değil, bütün canlı mahluklara şefkat ve merhametle uzanıp onları sever. Herhangi kimseyi kötü vaziyette görse, küsmez, belki acır. Yalnız anne babasına değil, tüm yaşlılara hürmet ve saygıda kusur etmemeye çalışır. Gençleri geleceğin teminatı görüp, onların noksan taraflarını düzeltmek için büyük gayret göstererek bir fedai gibi elinde bulunan faydalı şeylerle onların yardımına koşarak hakiki Müslüman’a yakışır bir tarzla onlara sahip çıkar ve böyle davrandığına çok memnun olur.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Ecnebileri Taklit Ederken Benliğimizden Çok Şey Kaybettik

Evet! Bu millet 30 Agustos 1923 te maddi zafer kazanıldı ama, ne yazık ki iç ve dış düşmanların zorlaması ile 80 sene civarında dini yasaklar devam ederek milleti batılıları taklide çalışan bir devletin fertleri idi. Menderes dine karşı meyilli olduğunun ispatı Ezani Muhammedi yi a.s.mı serbest bırakması idi ama o meyil onun idamına sebep oldu. Turgut Üzal dahi nakillere göre zehirlenmiş. Başka sebep yok dine karşı meylinden ötürüdür. Evet Türkiye Batı Batı diyerek Batılılaşma sloganları ile o devirde o sloganla hayatını devam etti. Fakat ne yazık ki batılaşma fikri ile devam ederken, idarecilerimiz batının tekniğini değil sefahatini millete aldırdılar.

Bu inkâr edilmez ki, taklide çalıştığın kimselerin ahlakından, bir şeyler kapmışsındır amma,  bu ahlak kapma esnasında muhakkak ki, kendi ahlakından bir şeyler vermişsindir. İşte düne kadar frenkleri taklide kalkışan anne babadan doğan çocuklar da, anne baba yanında bacak bacak üstüne atıp sigara tüttürmeler gibi olumsuz halleri görmek mümkündür. Anne babalar, evlatlarında o hali görmek istemeseler de, ona alışmış bir hal alacaklar. Bize göre bunlar normal olmasa bile, onlar hayran oldukları ve alıştıkları o frengi hayatı normal karşılayıp hayatlarına öylece devam ederler. Ne kadar şükretsek azdır ki, bu idare gençlerin sağlam bir ahlak almaları için çalışıyor. İnşaAllah en kısa zamanda ona muvaffak olacaktır.

İşte ahlâk ve din terbiyesi alamayan anne babadan doğan bu çocuklar, ister kız ister erkek olsun, evlenme kararlarını de anne baba fikrine müracaat etme ihtiyacı duymadan, biri diğeri ile tanışıp karar verirler ve evlenirler. Ama çok acıdır ki, sokakta evlenen bu gençler, kısa zamanda biri diğeri ile kavga edip, yine  evlenmeyi sokakta bozup ayrıldıklarına  her gün şahit oluyoruz. Biz ilk önce bunlara karşı herhangi bir yardımda bulunma elimizden geliyor mu? Yoksa gelmiyor mu ona bakacağız? Eğer geliyorsa bir an önce onu yapmaya  gayret edeceğiz. Yok gelmiyorsa, Allah onlara akıl versin diyerek o kütü hallerinden  kurtulmaları için Allaha dua edeceğiz.

Her ne kadar Müslimanlar dini İslami yaşadıkları zaman, fen ve teknikte de ilerlemişler. Tıbbın babası olan İBNİ SİNAYI örnek olarak gösterebiliriz. Onunla beraber Bu gün Müslümanlar tahakküm altına kalıp fen ve tekniğe sahip çıkmış. Onunla beraber biz, batının fennini  almaya gayret edeceğiz. Madem ki fen, felsefe ve tekniğin hakim olduğu bir devirde yaşıyoruz, biz Müslümanlar yapıp ne yapıp tekniğe de sahip olmak için ciddi şekilde onlardan hisse almaya çalışmamız lazım. Evlatlarımızı fen bilgilerinden de nasiplendirmeye gayretli olacağız ki, ehl-i dalalete karşı mağlup düşmekten kurtulup el aleme karşı mahcup olmamaları için gayret edeceğiz. Fenni alırken de darağacı gibi önümüzde bizi bekleyen ölümü de unutmayıp Allahımıza karşı ibadetlerimizi de terk etmeyeceğiz.

Din terbiyesi almaya ihtiyaç duymayan benim bazı vatandaşım, ümitsizlikten kendini kurtarmak için:”Ben Müslüman değil miyim?  İbadet yapmıyorum ama kalbim temizdir. Filanın namaz kıldığına bakma sen, onun kalbi fesattır.”derler. Bu ve bu gibi laflarla, daha çok günahlara boğuluyorlar. Bu zavallılar, takındıkları bu tutarsız hâl ve hareketlerinden ne fayda bekliyorlar?

Halbuki onların bu gibi tutarsız lafları kendilerini aldatmaktan başka bir işe yaramaz. Din terbiyesinden uzak yalınız materyalist terbiye ile yetişen evlilerin bir numunesini, Profesör Sadi Eren Beyin âile hayatı ile ilgili bir kitabında şöyle anlatır: “Dikkat edin sakın yapmayın kısa  düşünen eşlerin yaptıkları gibi ki! Karı koca boşanmaya karar verip mahkemeye gitmişler. Hâkim onlara, aranızda ne var, diye sorunca, onlar: Anlaşamıyoruz. Neden? Hanım efendi demiş ki: Ben beyime diyorum; diş macununun tüpünü sıkarken, ortadan değil ucundan sık. O da benim sözümü dinlemeyip tutuyor ortadan sıkıyor. İşte bu sebepten  ayrılmaya karar verdik. Hakim onlara bu basit sebepten ayrılacağınıza, ikinize birer tüp macun alın, sonra ister baştan ister ortadan sıkın, iş buraya kadar gelmesin demiş. İşte gördünüz mü halimiz nereye kadar  varmış. Bununla beraber en acı taraf şu ki: İnsanlarımızın çoğu, bulunduğu olumsuz hayattan kurtulma çaresi arama yerine, mevcut hayata ayak uydurmaya kalkışıyor.

Dalalete saplanmış bazı zavallılar, Kur’an-ı Kerimi öğrenmeye giden çocuk ve büyüklerin yolunu kesip; “Niye manasını anlamadığınız kitabı okuyorsunuz?” diyorlar. Halbuki biz Kur’an-ı Kerimin dilinden anlamadığımız için, bize O’nu okumak ilim değil ibadettir. O halde O’nu okurken Allah’a karşı ibadetimizi yapacağız ve okuduğumuz Kur’anın her harfi için en az on sevap kazanmış olacağız. Hatta Kur’anı Kerimi okurken, Allaha muhatap olup Onunla konuştuğumuzu bilmeliyiz.

Ondan sonra yalnız onunla kalmayıp, şanı yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim vasıtasıyla bizden ne istediğini anlamak için de  Kur’ânın tefsirlerini okuyacağız. Bu zamanda o vazifeyi Risale-i Nur eserleri yapıyor. Onları okumak için çok gayretli olacağız. Önce kendimizi kurtarmamız için nefsimizi onları okumaya ikna edeceğiz. Sonra asrımıza bakan bir Kur’an tefsiri olan bu eserlerin okunduğu yerlere ders dinlemeye de gideceğiz ki, her iki hayatımız gülsün. Çünkü bu zamanda bu eserlere Müslümanlar şöyle dursun, hainler hariç, çok ecnebiler onlara hayran olup, onların  sayesinde çoğu kendi eski dinlerini bırakıp Müslüman oluyorlar. Ecnebiler ve yabancı Müslümanlar bu eserleri okuyup faydalanırken, memleketimizin mahsulü olan bu eserlerden biz Türk Müslümanlar daha fazla okuyup istifade etmemiz icap etmez mi?  Onları okuyup istifade edenler hem dinini tavizsiz yaşıyorlar, hem de dünya işlerini de ötekilerden daha iyi başarabiliyorlar.

Halbuki biz kendimize iyiyiz demekle iyi olamıyoruz. Ne zaman ki komşularımız bizim iyi işlerimizi görerek, bizim için bu adam iyidir derler. Esnaf ve tüccar isek, müşterilerimiz bizi methedip, bizim iyiliğimizden bahsederlerse. İşte o zaman iyi oluruz. Yine de onların bize iyi demeleri bizi gururlandırmasın, onların  övmeleri, bizim için iyilikte  daha fazla ileri gitmeye sebep olmalı. Allah’ımıza karşı hamd ile şükrümüzü artırmaya sebep olmalı. Çünkü İslam dini kuru bir teoriden ibaret değildir. Yani İslamiyet’i kafamıza göre yaşayamayız, belki dinin dört kaynağı özere kurulan hükümler üzere amel etmemiz icap ediyor.

1-Başta Allahın Kelamı olan Kur’ân-ı Kerim.

2- Peygamberimiz Aleyhissalatu vesselamın Hadis-i şerifleri.

3-İcma-ı ümmet ( Kur’an-ı Kerimde ve Hadisi Şeriflerde hükümleri net olmayıp İslam âlimlerinin üzerinde ittifak ettikleri görüşler ).

4-Kıyası Fukaha (Kur’an, Hadis ve icmada olmayıp fıkıh alimlerinin birleşerek kıyasla ortaya koydukla hükümler)

İşte İslam’ın bu dört ışığı altında yürüyüp onların emir ve yasaklarına boyun eğebilirsek Allah’ımıza itaat edip dinimizi yaşamış oluruz. O zaman bizim ümidimiz artacaktır. Bizim  iyi olmamızın en büyük alameti, dinin bu dört hükmüne uymaya çalışmamızdır.

Müslüman Allah’a inanıp, O’na daha iyi itaat etmek maksadıyla, ilim tahsil etmeli. Allah’ın varlığı hakkında, okuldaki öğretmenlerden değil, onların öğrettikleri fenni bilgilerden ders almalı. Bilmeli ki, bu zamanda kendini isyankâr olmaktan muhafaza edebilen kimse,  Müslüman’a düşen mühim vazifeyi yapmış olur. Çünkü Peygamberimiz a.s.m.: “ iki gününü eşit geçiren zarardadır” Diğer Hadis ile: “İlim Çinde dahi olsa gidin alın” Buyurmuşlar.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org