Etiket arşivi: abdulkadir haktanır

Tenvir

İsmi yetti neden başka şey araman,

Canımsın, adın Üstad Bediüzzaman.

 

Madem ki Ahir zaman mehdisisin sen,

Eşini bulamadı gelen ve giden.

 

Sen bizesin kurtarıcı rahmet eli

Sebepsin bizi almadı küfür seli

 

Bizi kurtarmaya seni gönderdi Allah,

Sahabeden sonra emsalin yok vallah.

 

Önünde diz çökenlere çok tebrikler,

Yüz şehid sevabını bunla hak eder.

 

Eserlerin Nurlattı biz muhtaçları,

Hissesiz bıraktı gafil yaşayanları.

 

Herkes hayran kalıyor bu eserlere,

Yol gösteriyor onları görenlere.

 

Ne bahtiyardır Nurlara sahip çıkan,

Nurlar sanki bin bir çeşitli dükkân.

 

Ana ihtiyacı Nurlar te’min eder,

Onla insandan def olur büyük keder.

 

Zamanın yarasına tiryaktır Nurlar,

Sağlam imanı te’min eder bunlar.

 

Bizler, ne kadar şükretsek Rabbimize,

Bu eserlerle çıkardı bizi düze.

 

Rabbim! Rahmetinle Üstadı gönderdin,

Kurtarmak için Nurları önümüze serdin.

 

Rabbim Üstadı sağ kurtardın hainlerden,

Yıprandı ölmedi çektiği meşakkatten.

 

Allahım Senin rahmetindi bu bize,

Fazlasıyla şükürle borçluyuz Size.

 

Bu millete Senin hediyendi O Zat,

Çok şükür onla bizi Nurlattın kat kat.

 

Üstada minnet, Allaha şükür sonsuz

Bizler ne olurduk Risale-i Nursuz.

 

Çünkü insanlık Nurlarla kurtuluyor,

Kaybettiği yolu bunlarla buluyor.

 

Rabbim Üstadı firdevsinde rahatlat

Düşmanlarını acı azaplara kat.

 

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Bizi Tenvir Ettin Ey Koca Üstad (Şiir)

Bize Rabbin lütfi sin, ey koca Üstad,                

Zatınız her an, hayırla edilecek yâd,

Bize himmet et ki, Nur’lara, olalım münkad,

Çünkü Nurlar gönülleri, eyliyor âbâd.

 

Nurdan iman mefkûresi, verdin bize,

İla yevmü’l-kıyame, minnettarız size,

Senin ilmin önünde, herkes düştü dize,

Risale-i Nur, çoğunu çıkardı düze.

 

Ey koca Üstad! Ne bitmez azm varmış sende,

Bizim için uğramıştın, bin türlü derde,

Müsterih ol, Nurlar okunuyor her yerde,

Çok şükür ki, onlardan kalktı siyah perde.

 

Nelere müptela olmuştun, bizim için,

Onlar kahrolsun! Sana kıydıkları için,

Onların yaptığını, yapmaz ne Rus ne Çin,

Allah onları yakacaktır, bunun için.

 

Senin bedî’ ilmine, hayran olan çoktur.

İnsafla bakanlardan, tenkit eden yoktur.

Nur okuyanın gözü, diğerlere toktur,

Din düşmanına Nurlar, zehirli bir oktur.

 

Rahat ol Üstadım, tilmizlerin artıyor,

Tullabun-Nur fenlerden, bol hisse alıyor,

Nurlarla uğraşanı,  Allah çok seviyor,

Müstağni duranlar, karanlıkta kalıyor.

 

Kerim olan Allah, acıdı bu millete,

Katil düşman, baş vurdu her cür’ete,

Düçar oldun işkenceye, tahminden öte,

Rabbin lütfü, seni mutlu eder firdevste.

 

Muallimler mektepte, zehir püskürdüler,

İnkâr edilmez hakka karşı, set çektiler,

O hainler yavrulara, Allah yok derdiler,

Ve lakin Nura karşı, hepsi yenildiler.

 

Mü’min olana Nurlar, hıfzu’eman oldu,

Allaha karşı imanla, çok kalpler doldu,

Bu durumda münkirlerin, neşesi soldu,

Çünkü  Nurlar, inkârları kökünden yoldu.

 

Üstadım, atom silahı gibi silah verdin bize,

Tüm münkirleri, Nurlarla düşürdün dize,

Sen Nurlanmama sebep oldun, ben acize,

Rabbin rahmet eliydin, helal olsun size.

 

 Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

İnsanı Dinlediğinin Ve Okuduğunun Mahsuludur

Evet İnsan kültürünü göz ve kulağından alır. İnsan ana terbiyesini âilesinden alır. Öğretmenden ve okudu kitaplardan aldığı bilgiler bunun üzere yer alır. Evet insan nedir? “Gözleri ile ve kulakları ile kafasına ne sokabildi ise odur.” Bu insan Mantığını dinleyerek yaptığı işler sayesinde meleklerden de üstün çıkabildiği  gibi, vahşi hayvanın altına de düşerek alçalabiler bir varlıktır. Bu sebepten Üstadımız: “İmanın derecesi zerreden (atomdan) ta şemse kadar (Dünyamızdan 1.300.000 kere daha büyük olan güneşe kadar yükselebilir) diyor. Yabancı bir yere misafir gittiğin zaman oradaki insanlardan  elbisene göre değer alırsın. Fakat o evden çıktığın zaman, orada konuştuğuna göre  o insanlar sana değer verirler.

Bu sebepten biz yapıp ne yapıp bütün sermayemiz olan zamanımızı değerlendirmeliyiz. Bir insan ben hürüm, böyle düşünürüm, Mantık miheginden geçirmeden, karşıdakini beğenmem demesi de ilim mahsulü değildir. Konuşabildiği o kelimelerde kültür, terbiye yoksulluğunun alametidir. İyiyi ve kötüyü de seçmeye sebep kafasına aldığı bilgilerin neticesidir. Bu ciddi meseleleri yazmamın sebebi, vatandaşımı çok sevdiğimden ötürü onun eline ölçü vermek isteğimden ileri geliyor. Vatandaşımı, bilhassa gençleri kötü yolda görsem çok acırım, küsemem. Aşağıdaki yazılarımı tenkit için değil, insan kültürünün esiri olduğunu ispatlamak için yazdım.

Her ne kadar Allah her şeyin her şeyini inceden inceye bilir, fakat insanın kendisi de nasıl biri olduğunu, iyi mi kötü mü, dindar mı,  dinsiz mi, ahlak derecesi ne olduğunu bilir. Fakat nefsi kendisini beğenir, onun benliği iyilikleri kabul ederek, kötülüklerin tamamını reddetmeye çalışır. Bununla beraber, Müslümanlar içinde yaşayanlardan ecnebilerden başka Müslüman geçinen hiç biri kolay kolay “Ben dinsizim!” demeye cesaret edemez. Fakat yaptığı demogojiden dinsiz olduğu meydana çıkar Böylece bazı kimse Müslümanlığın icaplarını yapmaya yanaşmadığı halde, nefsi kendini müdafaa etmeye kalkarak ben Müslüman değil miyim der, böyle demekle işi hallettiğini zanneder, fakat heyhat!!! İnsan aldığı kültürünün mahsulü  olduğunu daha iyi anlamak için on küsur örnek ile, insanların nasıl biri diğerinden çok farklı iki tarz hayat yaşadıklarını anlatarak hakikati daha iyi anlamayı kolaylaştırmaya çalışacağım.

Biri içkili düğün ve toplantılardan uzak durarak, o ecnebilerin işidir der, ben Müslüman olduğum için, benim için içmekte, içenlerin yanında durmakta yasaktır, din kültürüme aykırıdır der onu kabul etmez. Diğeri tam tersine içkili düğün ve toplantılara gitmeyi kültür kabul ettiği için oralara seve seve katılarak gitmeyenleri gerici görür,

Biri, dünyevi işlerinde çalışırken bile elde ettiği kazançlarını ahirete mal etme yoluna giderken. Öteki yalnız  maddi zevklerini düşünerek öleceğini hatırına getirmek istemez.

Biri, Cuma namazlarını kaçırmamaya çalışır, aynı memleketin adamı olduğu halde, diğeri yalnız bayram namazlarını kılmakla iktifa eder.

Biri, beş vakit namazını geciktirmeden kılmaya gayret gösterirken, diğeri İslam’ın şartlarını yerine getirmekten uzak yaşar.

Biri, bu hayat geçici, öteki hayat sonsuz olduğu için farz namazlarını az görüp, Teheccüd ve Duha namazlarını da kılmaya gayret eder, diğeri Ramazan ayında Müslüman kisvesine girer, yani farz olan orucunu tutar,  sünnet olan teravih namazını kılar, fakat daha önce alışmadığı için Öteki aylarda farz namazlarını kılmak bile ona ağır gelir.

Biri, kendisi mahrum kalsa bile muhtaç olanların ihtiyaçlarını gidererek onları sevindirmeye çalışır, diğeri yalnız kendi menfaatini düşünerek “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne?” der.

Biri, ben Müslüman’ım ve hayatımla örnek biri olmam icap eder kendine diyerek, giyimine kuşamına üstüne başına temizliğine dikkat ederek Müslüman’a yakışır nazik bir hayat yaşar, diğeri üst seviyedeki insanlara kendini beğendirmek için üstüne başına dikkat eder, alt seviyedeki insanlarla yaşarken kabalığı terk edemez.

Biri, meyhaneye girmek şöyle dursun; sigara dumanı ile dolu, laklakayla vaktini geçirme yeri olan kahvehanelere bile girmeyi tenezzül sayarak yaklaşmazken, diğeri bütün sarhoş edici içecekleri kendine meşru sayar, maskaralığın tümüne çekinmeden bulaşır.

Biri, yenmesi haram olan yiyeceklere yaklaşmak şöyle dursun; bütün şüpheli yiyecek ve içeceklerden uzak durmaya gayret göstererek, kiminle oturması lazım, kiminle oturmak faydasız olduğunu dikkatinden kaçırmadan yaşamaya çalışırken, diğeri yediklerine dikkat etmediği gibi, yabancı hanımlarla düşüp kalkarak yalnız geçici zevklerini, şehvani duygularını tatminden başka hiç bir şeye ehemmiyet vermez.

Biri, kendini ve âilesini ateşte yanmamak için günahlardan korunma gibi hallere sahip çıkarken, hayat arkadaşı olan hanımından da  mesul olacağını ve hanımı yalnız bu dünyada ona eş değil, belki ebedi hayatta da onun hayat arkadaşı olacağını bildiği için, onu orada kaybetmemeye çalışır, onu ikna ederek tesettürsüz gezmemesine dikkat ederek ehemmiyet verir, diğeri hanımı  evinde mutfak elbiseleri ile gezse de mühimsemez, misafir geldiği zaman veya bir yere çıkacakları zaman, yeni elbise giymesini emreder, dudağını, yüzünü, gözünü ve tırnağını boyamasını emreder, bunun sonu nereye varır düşünmez

Biri, hanımının ve kızlarının giyim ve kuşamına dikkat ederek şefkatini azami mertebede göstererek cehennemlik olmamaları için gayret gösterir, çünkü bilir ki sokaktaki mini etekle gezen hanımların etekleri birden o hali almadı, o kızların babaları dikkat etmeye etmeye etekleri birer ikişer santim kısalarak o hali aldı, ötekisi bütün bu dini inceliklere karşı lakayt kalıp, “Ben ne yapayım evlat bu, öldürecek miyim? ” diyerek ahirette  bu hayatın hesabını inceden inceye vereceğini nazara almadan yaşayarak, dünya zevklerinden başka hiçbir şey düşünmez.

Biri, ahiretteki cehennem ateşini düşününce göz yaşlarını tutamayıp, burada en ufak bir ateşin acısına dayanamazken orada bu nazik vücudum, burada yaptığım günahların tamamını temizleyinceye kadar  o müthiş azaba nasıl dayanırım kendine diyerek, o korku uykusunu kaçırdığı halde, öteki hiç düşünmeden öyle günahlara batar ki, o günahlı işler ufak bir bahane ile onu inkara kadar götürür, ebedi azaba mahkum edecek dereceye düşürür.

Biri, fabrika sahibi değil, esnaflık yaptığı halde, dine hizmet etmeye koşan bir başkası dini hizmet için paraya ihtiyacı olduğunu ona söyleyince, arkadaşı ona der, “Yarın gel,  elimde olan  altı dairenin tapusunu senin üzerine yapayım, ama bir şartla kimseye söylemeyeceksin”, öteki ise sokaktaki dilenciye bir miktar para verdiği zaman, bir yumurta için mahalleyi ayağa kaldıran tavuk gibi, fakire kaç lira verdiğini herkese anlatır.

Ayni vatanda yaşayıp farklı düşünceyi taşıyan tarif ettiğim iki çeşit farklı insanın meydana gelmesinin sebebi başka değil aldıkları kültürden doğmaktadır, yani biri yalınız madde ile ilgili kültür almıştır, diğeri maddeyi ihmal etmemek şartı ile manevi kültürünü almaya azami gayret göstermiştir. Bu sebepten Bediüzzaman hazretleri diyorki: Bir kitabı okumada önce bakacaksınız o kitabı kim yazdı, kime yazdı, ne için yazdı, ne makamda iken yazdı. Bu şartları öğrendikten sonra kitabı okuyacaksınız.

Evet Bediüzzaman Hazretleri yazdığı kitaplar olan Risale-i Nurları okuyan adam nasıl yakini bir İmana sahip olduğunu sayısız şahitler var? Marx, Engels, Stalin, Lenyinın, Feriudun ve Buffonun kitaplarını okuyanlar da nasıl birer ateist olma ihtimali kavi olduğunu siz düşünün.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Gör Allahın Kudret ve Azametini

Biz materyalistlere hiç çekinmeden, bu müşkülümüzü halledin dememiz lazım: Astronomi uzmanları diyorlar ki, ışık saniyede 300,000 kilometre hızla gidiyor. Yine onların görüşüne göre, güneşin ışığı dünyamıza sekiz dakikada ulaşıyor. Yani 1 dakikada 60 saniye. Sekiz dakika, altmışar saniye = 480×300.000 = 144.000.000 k.m. eder. Demek oluyor ki, güneşle dünya arasında 144.000.000 kilometre mesafe varmış. Acaba bu mesafe 143.000.000. k.m. olsaydı, ne olurdu halımız biliyor musunuz? Güneş bizi yakıp kül ederdi. Peki 145.000.000 olsa idi, o zaman da, her şeyimizi dondurup buz yapacakmış. Çok merak ediyorum! Acaba dünya mı güneşe dedi, sakın daha öte gitme, yoksa bu insanların her şeyi donar buz olur. Beri de gelme ha! Yoksa her şeyi yakar kül ederiz mi dedi. Yoksa o emir güneşten mi dünyaya geldi? Bu müşkülümüzü halletmeleri için acaba materyalistlere bu soruyu sormayalım mı? Onlara göre bu mesafe acaba nasıl tayin edildi? Yoksa köylüler iple tarlayı bölerken yaptıkları gibi mi yaptılar? Dünya güneşe, çek ipi oraya çak bir kazık. Daha öteye  gitme, beri da gelme ha! Çünkü gelecekte dünyaya canlılar gelecekler, az daha beri gelsen onları yakar öldürürsün. Biri diğerine öylemi dediler? Yoksa kudreti sonsuz bir Allah mı, kâinatın hulasası ve şuurlu meyvesi olan  insana hizmetini en mükemmel vermesi için güneşi oraya çaktı. Dünya’ya güneşin çevresinde  dönerken sana tayin ettiğim mesafeden ayrılma ha! Mı dedi? Kat’iyyen bunun başka alternatifi yok ama, ecnebi düşmanlar insanları boş buldukları için maalesef çoğuna o baklayı yutturdular. Hey gidi akılları gözlerine inmiş tabiatçılar hey! Haddinizden çok tecavüz ettiniz!!!

Astronomi uzmanlarına göre: Üzerinde yaşadığımız dünya, hem kendi ekseninde, hem de güneşin çevresinde dönüyor. Gündüz rahat çalışmamız için, akşama kadar dünyamız güneşe karşı durur. Akşam olunca yorgunluğumuzu rahat gidermek için, yüzüne siyah bir perde çekerek ışıktan ve ısıdan uzak tutarak bizi rahatlatır. Materyalistlere soralım: dünyamız bizi acıdığından mı böyle yapıyor acaba?

Güneşin çevresinde dönüşü ise, çok daha acayip. Saatte 108000 km. hızla gidiyor. Milyonlar seneden beri, bir saniye daha yavaş ve daha çabuk, tur yapmadan devrini tamamlıyor. Nereden biliyorsun desen? Takvimden biliyorum, bir sene önce yazılan takvim hiç bir saniye değişmiyor . Acaba dünya  o kadar hızlı dönerken denizlerdeki suları niye boşluğa atmıyor, Bu kadar hızlı uçak gibi giden bir dünya üzereyiz, niye ayağımızı kaldırınca o gidip bizi bırakmıyor? Yer çekimi diyorlar peki o yer çekimi niye bizi yere yapıştırmıyor? Dünyamız elips şeklinde olduğu için, her dönüşünde, tam lazım olduğu yerde 27 dakika 23 derece eğik olarak gidiyor. Az daha hızla gitse muhakkak bir gezegene  çarpacak. Az yavaş gitse yine biriyle çarpışmadan kurtulamayacak. Materyalistlere yine soralım: Acaba bu aptal dünya nasıl bunu becerebiliyor, kıyameti koparmadan ahenkli ahenkli bizi gezdiriyor. Acıdığından mıdır ki  bizi havaya atmıyor? Aman Allah’ım İmansızlar ne derse desin, ben Allahu Ekber diyerek bütün bu acayip işleri sen kudret ve hikmetinle yapıyorsun.

Merkez kaç kanununa göre her insanın üstünde üç ton ağırlık varken, neden ve nasıl insan rahat rahat yürüyor? Çünkü yer çekimi dolayısıyla arz insanın havaya uçmasına meydan vermiyor? Fakat yer çekimi ile yukarıda dediğim gibi: Niye insan yere  yapışıp çakılmıyor da ayaklarını rahat rahat kaldırıp yürüyebiliyor? Onu önlemek için hangi safsata kanun ortaya giriyor? “Bir kanun var!” diyorlar. Peki, kanunu yapan kim? Biri yapmadan nasıl kanun oluyormuş? Sorsan çıt yok. Materyalistlere demeyelim mi? Sen madem ki insansın ve madem ki akıllısın. Haydi bir kilometre uzak bir yere, aynı yere basarak, aynı dakikada git gel bakalım.

Dünyamız, ister büyük patlama neticesi Big Bang’la meydana gelmiş olsun, isterse, Comte de Buffon’un teorisine göre olmuş olsun fark etmez, çünkü her iki görüş tesadüfe dayanır. Buffonun dediğine göre hava boşlukları içerisinden  çıkan bir kuyruklu yıldızın güneşe takılıp çarpmasıyla güneşten bir kitle sıvı halinde koparmasından dünyamız meydana gelmiş.  fark etmez çünkü onlara göre her iki görüş ilim değil nazariyedir, bir teoriden öte geçemezler .

Evet Buffon  ve diğer fizik bilginleri, dünyaca meşhur olmak için, eften püften ortaya sürdüklere  bazı delillere dayandırarak  dünyamızın ömrünü 3. 4,6 ve 5,3 milyar yıl olarak nazarımıza veriyorlar.

Şimdi bu materyalist kafalı bilginlere sormayalım mı? Acaba dünyamız sıvı veya kor halinde iken, oraya niye insan gönderilmemiş? Veya gönderilmiş olsa idi o insanların hali ne olurdu? Sonra güneşten koptu diyorlar. Madem ki güneşten kopmuş, dünyada olan maden yatakları güneşte de var mı? Yani Güneşte de Su, petrol, sıvı gaz, kömür, bakır, demir, tuz, nışadır, şap ve insanlara lazım olan tüm madenler güneşte de olması lazım,  yok olması imkânsız. Halbuki sadece hidrojen atomlarıyla hayatını devam ettiren o büyük ateş kitlesi güneşte, saydığımız madenlerden herhangisi bulunabilir mi? Olamadığına göre dünyamız güneşten kendi kendine koptu nasıl diyebiliyorlar? Dünyamızı Allah koparmış olabilir veya gezegenleri yarattığı gibi onu da yaratma gücüne sahiptir, hiç noksansız dünyada yaşayan insanın niye ihtiyacı var ise dünyanın içine koymuş, noksan sıfatlardan münezzeh olduğu için her şey yaptığı gibi onu da yapar ve ihtiyaçlarımızı tem’in etmek için onu da yapabil ve yapmış. Bunu hayvan düşünüp soramasa da,  bizde mi düşünüp bu ciddi hakikati materyalistlere sormayacağız?   

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

İnsan Kendi Keyfine Göre Yaşayabilir Mi?

Bazıları diyor ki, insanın hürriyeti elinden alınmamalı; onun hürriyetini elinden almak, onun için bir sıkıntıdan başka değildir diyorlar. Bakalım bu söz doğrumu? Acaba onun elinden alınan hakkını ve hürriyetini mi istiyor, yoksa nefsin tıkıştırması ile hakkı olmayan şeye mi hürriyet diyor acaba?

Mesela aslan gibi ormandaki yabanı hayvan hürdür, ormanın ne tarafına isterse gidebilir ama, onun hürriyeti ormanla sınırlıdır; denizde  tur atamaz. Yabanı hayvan olduğu halde, deniz onun için yasak bölge olduğunu bilir ve denize girme hürriyetine kavuşmak istemez. Balıklarda öyledir. Bu kanun denizde de geçeridir. Mesela  bir balığın hürriyeti denizle sınırlıdır. Yani balık, bitki ve diğer cansızlardan farklı olarak, deniz içinde dilediği yöne doğru hareket etme hürriyetine sahiptir. Ama bu hürriyet ona denizle sınırlıdır; karaya çıksa, hürriyete kavuşması şöyle dursun zavallı balığın ölümüne sebep olacağını bildiği için onu istemez.

Evet,  balık ve yaban hayvanlar sınırlı hürriyetlerinden şikâyet etmezlerse; Yaratan onları nereye münasip gördü ise, ona razı olup, Allaha karşı kulluklarını kabul ederlerken. Allah’ın en şerefli mahluku olan insana, helal dairesi  nasıl kifayet etmeyebilir? Aslında hür yaşamak isteyenler hür değil, onlar ancak nefislerinin esiridirler. Onları, nefis ve şeytanları haram tarlasında istedikleri gibi koşturmak için onlara, sen hür değilsin dedirtiyorlar.

Halbuki insan sabahları uyumak isterken, erken saatinde uykusunu bozup işe gider. Adama patronunun emirleri hoşuna gitmez ama, hiç çekinmeden emirlerini yerine getirir.

Arabayı sürerken şoför hiç itiraz etmeden sağdan gider ve ışıklarda durur.

Kullanma kılavuzuna uyarak, hürriyetim elimden alındı demeden, arabasının frenine basacak yerde gaza basmadığı için hürriyetim elimden alındı demez. Çünkü bunlarda ceza peşin olarak geldiği için icabına uyar. Helalleri kendine yeterli bulmayıp, harama girmenin cezası peşin değil veresiye gibi göründüğü için gaflete düşen insan naz yapıyor. Halbuki hiç bir baba yiğit yoktur ki ben ölmeyeceğim diyebilsin. Ah! Ne bahtiyardır o adamdır ki, daha o ölüm vakti gelmeden orası için kendini hazırlar.

Evet ey insan! Hiç şüphesiz bir gün sende öleceksin. İster istemez hayatının hesabını vermek için diz  çökeceksin. Yapacağın ufak tefek ibadetleri peşinatsız, veresiye görme. Çünkü mükafat ve ceza günü senin için uzak değil, sana odur çok yakın. “Belki bugün belki yarın, belki yarından da yakın”

Şimdi, elinden hakkım alındı deyip kendini mutsuz bilenler ile, kendine verilenlerden razı olup hayatlarından son derece  mutlu olanları iki bölüme ayırabiliriz:

İnsanların mutlu ve mutsuzlukları, aldıkları manevi kültürün derecesine göre farklıdır, mutsuz ve mutlu olanları ikiye ayırmak mümkündür. Mutsuz olanlar, ruhlarının gıdalarını noksan aldıkları için,  tedirgin, sıkıntılı ve rahat olmadıklarının alameti hayatlarının her safhasında görünür. Çünkü bunlar mutluluklarını yalınız geçici dünyaya hasrettikleri için, niye onun evi var, ben kiradayım. Niye onun arabası son model, benim ki eski. O patron, ben işçi gibi haller bunun mutlu olmasına engeldir. Kısacası bu gibi kimseler mutluluğu ahiret cihetinde değil, dünya cihetinde aradıkları için, her zaman kendilerinden daha üstün olanlar gibi olmak isterler; bunu de elde etmeye imkân olmadığı için, bu kısım insanlar hayatlarının tadını alıp mutlu olamazlar.

Öteki kısım ise  kalp ve ruhlarına lazım olan manevi gıdayı tam aldıkları için, hayatlarını yaşarken rahat ve mutlu bir görünüm ortaya sererler. Çünkü bunlar üstünlüğü ahiret cihetinde ararlar ve o cihette kendilerinden daha üstün olanlara yetişmeye çalışırlar. Yaşadıkları geçici hayatın sıkıntıları ve hastalıklara gelince: Her zaman kendilerinden daha aşağı olanlara bakarlar. Benim hastalığımdan daha beteri var diyerek rahat olur Mesela, kendisi fakir ise, kendinden daha fakiri arar bulur ve elindekine şükreder. kendisi hasta ise benden çok daha hasta olanlar da var der şükreder. Beni Allah beterinden saklasın der rahat eder. Yani herhangi hususta kendini rahatsız ve mutsuz görse, rahatlamak için o hususta kendinden daha yoksun ve mutsuz olanları düşünüp bulur ve mutlu olur.

Bunu daha iyi anlamak için bir iki hadise anlatayım: Lise talebesinin biri babasına  ayakkabısının eskidiğini söyleyerek yenisini almasını ister. Babası parası olmadığından alamayacağını söyleyince, çocuk ağlayarak okula gitmek için evden çıkar. Sokak kapısından çıkar çıkmaz karşısına birinin her iki ayağı olmadığını görünce, çocuk rahatlayarak derinden bir oh çekerek, benim ayak kaplarım eski ama çok şükür  ayaklarım sağ salim der gülerek okula gider.

Bir başkası da bir gözünü kaybettiği için kendinde eziklik hissedermiş. bir gün sokakta birinin her iki gözü olmadığını görünce ve başkası onun kolundan tutup gezdirmesi sayesinde gezebildiğini görünce adam rahatlamış ve bir gözünün gördüğü için kendini zengin olduğunu hissederek şükretmeye başlamış. İşte gördünüz mü rahat ve mutlu olmanın nerede olduğunu?

İnsan hiçbir zaman unutmayarak, her zaman demeli ki Benim Öyle bir Allah’ım var ki beni benden daha iyi bilir ve beni benden çok sever. Ve der beni insan yapması için benden sormadı. Lütuf ve keremi ile hiçbir hayvana benzetmeden insan yaptı. Nasıl ben Allah’ıma karşı bendenim iyiliğim için benden istenilen o ufak tefek ibadetimi yapmayayım ki: Beni hiçlik âleminde bırakmayıp meydana atmış. Meydana atmışta, dağda bir taş yapabilirdi yapmamış, herhangi hayvan veya ayaksız yerde sürünen bir yılan yapabilirdi yapmamış. Hatta benden istediği o ufak tefek ibadetlerime mukabil beni o müthiş cehennemden kurtarmaya sebep yapıp, Kendisine samimi ibadetlere mukabil beni cennette ebedi mutlu olma imkânını bana vermiş. Biz gece gün sevinelim ki Allah’ımız bizi İnsan yaratmış. İnsandanların imansızlarından ayırıp Mü’min şerefi ile şereflendirmiş. Hatta bizleri bu müthiş zamanın fitne fesadından kurtarıp Nur kervanına katmış. Oh be ne mutlu bizlere Allah’ımıza ne kadar şükretsek azdır.

Abdulkadir Haktanır

www.NurNet.org