Etiket arşivi: ahiret

Haşir

Haşir gafiller için, en büyük bir muamma,

Ölüm yokluk mu, yoksa ebede bir yollanma?

Sen yokluk diyenlerin sözüne asla kanma.

Bizlere ahreti inkâr ettirme Allah’ım. Âmin…

 

Bugün dinsizler, çoğunu bununla avladı,

Cahiller ölü dirilmez, lafına inandı,

O kâfirler safsatayla, beşeri kandırdı.

Allah’ım, kudretinle bize inkâr ettirme. Âmin….

 

İmanın şartı altıdır, müminlerce belli,

Fakat bunların bazısı, çoğunda  şüpheli,

Şüphe ile yaşayanların, vahimdir hali,

Rabbim rahmetinle, imanımızı söndürme. Âmin…

 

Melekleri görmediği için, acaba der,

Çürümüş kemik dirilir mi yi, ona ekler;

Utanmadan der: Allah nerede bana göster,

Aman Allah’ım! Sen bizi imansız bırakma. Âmin…

İmanın altı şartında  ikisi çok mühim,

Biri, Allah bir, odur Halik ve Rabbi Rahim,

İkincisi, öldükten sonra dirileceğim,

Allah’ım, bu inançtan bizi geri döndürme. Âmin…

 

Bu insan muhakkak, hesaba çekilecektir,

Yaptığı işlerin, hesabını verecektir,

Gülmek,  ya da ağlamak için dirilecektir,

Rabbim bizi Müslüman yaşat,  imanla öldür. Âmin…

 

Buradan, zalim la mazlum beraber gidiyor,

Zalim mazlumun hakkını vermeden ölüyor,

Bu işler saklımı? Allah onları görüyor,

Rabbim, mazlum ölsek te, bizi zalım öldürme. Âmin

 

Madem bu insan, burada mutlu olamıyor,

En zengini bile, hayattan zevk alamıyor,

Dertler onu üzüyor, rahat yaşayamıyor,

Rabbim o aleme bizi, imansız gönderme. Âmin…

 

Bu dünya insan için, bir ekin tarlasıdır,

Meyveyi almak için, mahsulat harmanıdır,

Sevapları almak için, ahret hesap yeridır ,

Ya Rabberrahim! İmansız bizleri öldürme. Âmin…

 

Evet,  yaradılış gayemiz sonsuz hayattır,

Şüphesiz ki arada duran, acı memattır,

Sonra  cennet, veya cehennem gibi azaptır,

Rabbim rahmetinle, sevaplarımızı çoğalttır. Âmin..

 

Akıllı insan,  batıldan hak yolunu seçer,

O bilir ki ahrete gidiş, haşirden geçer,

Burada yaptığı sevapları,  orda biçer,

Rabbi Rahimim, Sen bize o kevserden içir.

Cennet yolunda bizi Sen şimşek gibi uçur . Âmin…

 

Abdülkadir  HAKTANIR

www.NurNet.org

İnsan Yaratıcısına İtaat Etmeli

genc merdivenEvet insan için, kendini yoktan var edip, yaratana boyun eğip itaat etmesi kadar normal ne olabilir? Onunla beraber, asırlarca dünyayı İslamiyet’le şereflendiren Türkiye’deki insanlar bugün, Avrupadan gelen “materyalist” ve “natüralist” felsefenin  tesiri altında kalarak, maneviyattan nasibini alamadıkları için yaradılışı, kör, sağır ve şuursuz tabiata verebiliyorlar.

Bu sebepten ötürüdür ki, bugün şehit dedelerin torunları olan bu anne babaların birçoğu,  evladının yalınız maddi geleceğini garantiye almayı düşündüğü için, onların nazarını yalınız bu geçici dünya hayatına çevirip, biricik yavrusunu, maneviyattan uzak yetiştiriyor. İşte bu kuru maddecilik fikrini taşımak sebebiyle, Allah’ın anne babaya verdiği en güzel hediyesi olan evlatlarına, onların yaratıcısı olan Allah’ı tanıtmadılar.

Halbuki, Hiçbir şeyi olmayan bir miskine, hayırseverin biri  dayalı düşeli bir daire verip, ihtiyaçlarını karşılamak için günde iki üç defa hal hatırını sorsa, o miskin adamın  nasıl o hayırsevere karşı minnettarlık hissedeceğini düşünebilirsiniz. Verdiğim bu örnekten, biz Allah’ımıza karşı nasıl bir teşekkürle borçlu olduğumuzu anlamamız lazım. Çünkü O Yüce Yaratıcı  insanı hiçlikten çıkarıp, en üst bir makama çıkarmak için, bütün mahlukatı basamak yaparak çeşit çeşit nimetleri önüne sermekle insanı en yüce bir makama yüceltmiştir. Hatta Allahın emirlerine tam uyan bir Müslüman’ın makamı meleklerden de üstündür.

Bu kadar nimetler önüne serilen bu âile reisi gözünü yalınız maddeye diktiği için evlatları herhangi yerde çalışıp eve düzgün maaş getirseler babalarını güldürürken, o babanın oğlu veya kızı sabah namazına kalkmadıkları zaman baba pek rahatsız olmaz. Hatta bazısı kılını bile kıpırdamadan hayatını devam ettirebiliyor.  Dinden imandan nasibini almayan bu baba, Müslümanlığa gelince, kendisine kuru gayret vermek için, ben Müslüman değil miyim diyebilmektedir.

Bugünkü annelerin çoğu da, gerekli din terbiyesini alamadığı için, Allah tarafından ona ihsan edilen evlatlarına karşı  vazifesini yapamıyor. Allah’ın anneye verdiği şefkat kahramanlığını yerinde kullanmıyor. Yani âhireti veresiye kabul ederek, dünyevi yatırımları  peşin para görüp “Aman oğlum öğretmen olsun, paşa olsun ” kızım müdire veya hemşire olsun!” diyor. Evlatlarını Kur’an kursuna göndermiyor musun denilince, atlatmak için, amân sende! Herkes evladını tahsilli yapmaya çalışırken, sen bana neden bahsediyorsun, der geçer. Bu hanımın bu sözleri o pişmanlık gününde, ona pek pahalıya patlayacağını hiç düşünmeden,  bu boş lafları çekinmeden konuşabiliyor.

Şimdi öz derdim gibi, derdim olan bu gafil anne ve babaların  evlatlarını böyle ahlaktan uzak görünce, üzülüyorum! O masum kardeşleri kötü yollarda da görsem, onlara asla küsemiyorum, maneviyattan boş olan bu çocuklara çok acıyorum. Çünkü onların bu hale düşmelerinin ana sebebi, onların anne ile babalarıdır.

İnsana imandan gelen şefkat sayesinde, kendi kendine sorası geliyor: Acaba bu yavrulara bugüne kadar hiçbir şey verilmediği için onlar Allaha karşı mes’ul olmayacaklar mı? Evet olacaklardır. Çünkü buluğ çağına girdikten sonra herkes yaptığından Allah’ına karşı mes’ul olacaktır. Peki bu vaziyete düşen bu genç kardeşlerin yapacakları nedir? Onlar Allah’ı bulmak için kafalarını ciddi çalıştırarak, ilk önce kendi vücutlarına bakmalı. Çünkü vücutlarında mevcut olan o mucize azaların hiçbirini ne annesi ne de babası yapmadı. Onları yapanı bulmalı ki cehennem gibi acı bir azaptan kurtulsunlar. Kurtulmaları için de, hemen eski hayatlarını terk etmeleri icap ettiğini anlasınlar. Bilsinler ki eski alışkanlıklarını bırakmadan onlar kurtuluş çaresine eremezler. Yukarıda bahsedilen yalnız cehennem gibi acı azaptan kurtulma kârı ile de kalmayacaklar! Belki Cennet gibi sonu olmayan güzel ve mutlu bir hayatı kazanmak kârını da elde edeceklerdir. Allah onların yardımcıları olsun.

Bundan sonra onlara düşen Allah’a itaat etme yoluna girmektir. Eğer girerseler,  o zavallı anne ile babalarını de azaptan kurtarma ihtimalini elde etmiş olacaklar. Çünkü o anneler ve babalar, evlatlarını dindar yetiştirmedikleri için cehennem ateşinde yanmayı hak etmiştiler. Bu sefer bu evlatlar yolunu bulmakla hem kendilerini, hem de anne ile babalarını mes’uliyetten kurtarıp, cehennem gibi bir azaptan kurtarma ümidini elde etmiş olacaklar. Bununla beraber her iki hayatlarında rahat olma gibi isabetli bir şansı elde etmiş olacaklar.  Bu görev buluğ çağına ermiş, şuurlu evlat ve torunlara düşüyor. Allah onların yardımcıları olsun.

Abdülkadir HAKTANIR

www.NurNet.org

İslam Alemi’ndeki Olaylar Cenab-ı Hakk’ın Adaletine Ters Değil Mi?

Mısır’da yaşanan katliam insanlık tarihinin sayfalarında kara bir leke olarak duracaktır. Sadece Mısır’da yaşanan katliam değil, Suriye’de, Filistin’de, Arakan’da, Doğu Türkistan’da, Çeçenistan’da, Afganistan’da ve daha pek çok İslam ülkesinde yaşanan bu dram şüphesiz bütün Müslümanları derinden yaralamaktadır.

Tüm bu yaşananlar akıllara “Müslümanların yaşadığı bu eziyet Cenab-ı Hakkın mutlak adaletine ters değil mi?” sorusunu akıllara getirebilir. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri kainattaki mutlak adalet kavramından yola çıkarak bu durumu şöyle izah eder;

“Evet, görüyoruz ki, alelekser, gaddar, facir zalimler lezzetler, nimetler içinde pek rahat yaşıyorlar. Yine görüyoruz ki, masum, mütedeyyin, fakir mazlumlar zahmetler, zilletler, tahkirler, tahakkümler altında can veriyorlar. Sonra ölüm gelir, ikisini de götürür. Bu vaziyetten bir zulüm kokusu gelir. Halbuki kainatın şehadetiyle, adalet ve hikmet-i İlahiye zulümden pak ve münezzehtirler. Öyleyse, adalet-i İlahiyenin tam manasıyla tecelli etmesi için haşre ve mahkeme-i kübraya lüzum vardır ki, biri cezasını, diğeri mükafatını görsün. (İşaratü’l-İ’caz)”

Bediüzzaman Hazretleri kainattaki işleyişten, bu nizam içindeki mutlak adaletten ahretin varlığına deliller sunar. Böylece zalimler ve mazlumlar arasında mutlak adaletin büyük mahkemede sağlanacağını belirtir.
Bediüzzaman 10. Söz’de ahiretin varlığını ispat ederken zalimlerin cezasız kalmasını Cenab-ı Hakk’ın izzetine uygun olmadığını ifade eder.

Hem, o celal ve izzete uygun bir dar-ı mücazat olacaktır. Çünkü, ekseriya zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek, bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor, tehir ediliyor; yoksa, bakılmıyor değil. Bazan dünyada dahi ceza verir. Kurun-u salifede cereyan eden asi ve mütemerrid kavimlere gelen azablar gösteriyor ki, insan başıboş değil; bir celal ve gayret sillesine her vakit maruzdur. (Sözler-10.Söz)

Hiç mümkün müdür ki, zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adalet ve mizanla Rububiyetin saltanatını gösteren Zat-ı Zülcelal, Rububiyetin cenah-ı himayesine iltica eden ve hikmet ve adalete iman ve ubudiyetle tevfik-ı hareket eden mü’minleri taltif etmesin ve o hikmet ve adalete küfür ve tuğyan ile isyan eden edebsizleri te’dib etmesin? Halbuki, bu muvakkat dünyada, o hikmet, o adalete layık binden biri insanda icra edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalaletin çoğu ceza almadan, ehl-i hidayetin de çoğu mükafat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek, bir mahkeme-i kübraya, bir saadet-i uzmaya bırakılıyor.(Sözler-10.Söz)

Risale Ajans

İnsan Alabildiği Kültürden Renk Alır

İnsan aldığı kültürün etkisinde kalarak bütün hayatında onu ortaya serer. Ben hürüm böyle düşünürüm karşıdakini beğenmemesi de aldığı kültürden kaynaklanır. İyiyi ve kötüyü de seçmeye sebep kafasına aldığı bilgilerin neticesidir. Bu ciddi meseleleri yazmamın sebebi, vatandaşımı çok sevdiğimden geliyor. Onları kötü yolda görsem bile acırım küsemem. Aşağıdaki yazılarımı tenkit için değil, insan kültürünün esiri olduğunu ispatlamak için yazdım.

Her ne kadar Allah her şeyin her şeyini inceden inceye bilir, fakat insanın kendisi de nasıl biri olduğunu, iyi mi kötü mü, dindar mı,  dinsiz mi, ahlak derecesi ne olduğunu bilir. Fakat nefsi kendisine yalnız iyilikleri kabul ettirerek, kötülüklerin tamamını nefsinden reddetmeye çalışır. Bununla beraber, Müslümanlar içinde yaşayanlardan hiç biri kolay kolay ben dinsizim demeye cesaret edemez. Böylece bazı kimse Müslümanlığın icaplarını yapmaya yanaşmadığı halde, nefsi kendini müdafaa etmeye kalkarak ben Müslüman değil miyim der, böyle demekle işi hallettiğini zanneder, fakat heyhat !!! Bunu daha iyi açıklamak için on küsur örnek ile, insanların nasıl biri diğerinden çok farklı iki tarz hayat yaşadıklarını anlatarak hakikati daha iyi anlamayı kolaylaştırmaya çalışacağım.

1- İçkili düğün ve toplantılardan uzak durarak, o ecnebilerin işidir, ben Müslüman olduğum için, benim için içmekte içenlerin yanında durmakta yasaktır, bu tarzı hayat benim din kültürüme aykırıdır der onu kabul etmez. Diğeri tam tersine içkili düğün ve toplantılara gitmeyi kültür kabul ettiği için oralara seve seve katılarak gitmeyenleri gerici görür,

2- Dünyevi işlerinde çalışırken bile elde ettiği kazançlarını ahirete mal etme yoluna gider. Öteki yalnız  maddi zevklerini düşünerek öleceğini hatırına getirmek istemez.

3-  Cuma namazlarını kaçırmamaya çalışır. Ayni memleketin adamı olduğu halde diğeri yalnız bayram namazlarını kılmakla iktifa eder.

4- Beş vakit namazını geciktirmeden kılmaya gayret gösterir. Diğeri İslam’ın şartlarını yerine getirmekten uzak yaşar.

5-  Farz namazlarını az görüp, teheccüd ve duha namazlarını kılmaya gayret eder. Diğeri Ramazan ayında Müslüman kisvesine girer, yani farz olan orucunu tutar.  Sünnet olan teravih namazını kılar, fakat daha önce alışmadığı için farz namazlarını terk eder.

6- Kendisi mahrum kalsa bile muhtaç olanların ihtiyaçlarını gidererek onları sevindirmeye çalışır. Diğeri yalnız kendi menfaatini düşünerek “ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne” der.

7-  Ben Müslüman’ım ve hayatımla örnek biri olmam icap eder kendine diyerek, giyimine kuşamına üstüne başına temizliğine dikkat ederek Müslüman’a yakışır nazik bir hayat yaşar. Diğeri üstüne başına dikkat etmeden paspal pejmürde kıyafetle gezer, bu kabalığın insana yakışmaz bir hal olduğunu hiç düşünmeden hayatını devam ettirir.

8- Meyhaneye girmek şöyle dursun, sigara dumanı ile dolu, laklak ve vakit geçirme yeri olan kahvehanelere bile girmeyi tenezzül sayarak yaklaşmaz.  Diğeri bütün sarhoş edici içecekleri kendine meşru sayar, maskaralığın tümüne çekinmeden bulaşır.

9-  Yenmesi haram olan yiyeceklere yaklaşmak şöyle dursun, bütün şüpheli yiyecek ve içeceklerden uzak durmaya gayret göstererek, kiminle oturması lazım, kiminle oturmak faydasız olduğunu dikkatinden kaçırmadan yaşamaya çalışır. Diğeri yediklerine dikkat etmediği gibi, yabancı hanımlarla düşüp kalkarak yalnız geçici zevklerini, şehvani duygularını tatminden başka hiçbir şeye ehemmiyet vermez.

10-  Helalı olan hanımının da günahlarından mesul olacağını ve hanımı yalnız bu dünyada ona eş değil, ebedi hayatta da onun hayat arkadaşı olacağını bildiği için, onu orada kaybetmemeye çalışır, dışarıda tesettürüne dikkat etmesini iyilikle tavsiye ederek o hususa da  ehemmiyet verir. Diğeri hanımını  evinde mutfak elbiseleri ile gezdirip misafir geldiği zaman veya bir yere çıkacakları zaman, yeni elbise giymesini emreder, yüzünü tırnağını boyar, bunun sonu nereye varır düşünmez.

11-  Hanımının ve kızlarının giyim ve kuşamına dikkat ederek cehennemlik olmamaları için âzami gayret gösterir, çünkü bilir ki sokaktaki mini etekle gezen hanımların etekleri birden o hali almadı, o kızların babaları dikkat etmeye etmeye etekleri birer ikişer santim yükselerek o hali aldı. Ötekisi bütün bu dini inceliklere karşı lakayt kalıp, “Ben ne yapayım evlat bu, öldürecek miyim? ” diyerek ahirette  bu hayatın hesabını inceden inceye vereceğini nazara almadan yaşayarak, dünya zevklerinden başka hiçbir şey düşünmez.

 12- Ahirette ki cehennem ateşini düşününce göz yaşlarını tutamayıp, burada en ufak bir ateşin acısına dayanamazken orada bu nazik vücudum, burada yaptığı günahlarının tamamı temizleninceye kadar  o müthiş azaba nasıl dayanır kendine diyerek, o korku uykusunu kaçırır. Öteki hiç düşünmeden öyle günahlara batar ki, o günahlı işler ufak bir bahane ile onu inkara kadar götürür, ebedi azaba mahkum edecek dereceye düşürür.

13-  Fabrika sahibi değil, esnaflık yaptığı halde, hizmet ehli olan bir başkasının para ihtiyacını hisseder ve ona der, “Yarın gel,  elimde olan  altı dairenin tapusunu senin üzerine yapayım, ama bir şartla kimseye söylemeyeceksin”, öteki ise sokaktaki fakire bir miktar para verdiği zaman, bir yumurta için mahalleyi ayağa kaldıran tavuk gibi, fakire kaç lira verdiğini herkese anlatır.

Şimdi, biliyorum ki, hemen soracaksınız, bu iki kısım vatandaşın  farklı düşünceleri ve eşyaya farklı bakışları nereden doğuyor

Bunların bu farklı vaziyete düşmeleri iki sebebe dayanır: Biri manevi, diğeri maddi sebeptir. Biz önce onların manevi sebebini ele alalım.

Evet, Yukarıda saydığım evvelki kısmın fertlerinden her biri Allahın her şeyi yaratma gücüne sahip olduğuna ve O Allah, bu insanları öldükten sonra tekrar dirilteceğine inanırlar. Öteki hayatta ya cehennem ateşinde yanacaklar, veya Cennet gibi, burada hiç görülmemiş ve sonu olmayan bir mutluluğu kazanacaklarına yakinen inandıkları için öyle  davranırlar.

İkinci kısmın fertleri, manevi gıdalarını alamadıklarından,  Allaha ve Ahiret gününe inanmazlar veya inandıkları halde gaflet sebebiyle inandıkları İslam dininin şartlarını yaşamadıkları için o hale düşmüşlerdir.

Maddi sebebe  gelince: Yukarıda saydığımız ayni vatan evlatlarının biri diğerinden bu kadar farklı olduklarının sebebini düşününce, hemen anlarız ki, ikinci sırayı alan dine uymayan onların tavırları ancak iç ve dış düşmanlar birleşerek bunları o hale getirmek için beraber çalışmalarının neticesinden doğmuştur. Gayelerine kavuşmak için,  maneviyatsız olan eğitim yolunu seçmekle muratlarına ermişlerdir. O başarının ana sebebi de maneviyattan yoksun eğiticilerdir. Yukarıda çok az kısmını saydığım  bu kadar dine karşı lakayt kalmalarına sebep onlardır.

Evet, “İnsan kadar meyilli bir varlık görmedim” hadis-i şerifinin manasını, 21 milyon km bir ara 25 milyon uzak mesafeye İslamiyeti yayan şehit ve gazi dedelerin torunları nasıl bu kadar dine lakaytlığa meyil ettiklerini vatanımızın çok yerlerde açıkça görüyoruz. Dediğim gibi bu dünyadaki işleri Allah sebeplere bağlamış. Babalar yalınız karınlarını doyurma derdine terk edilirse, öğretmen de öğrencisine âhiret bilgilerinden uzak, yalnız dünya bilgilerini verirse, çocuk bir materyalist olmaz da ne olur? Düne kadar halimiz bu minval üzere idi. Bu günkü idareciler, halkın maneviyatını ihmal etmemeye gayret ettiklerini görüyoruz Allah onlara muvaffakiyet ihsan eylesin.

Hülasa, Bu idareden öncesine kadar, Türkiye’deki laik idarenin harfiyyen tatbikş necicesinde dini değil, maddecilik ağırlıklı eğitim veriyordu olduğu için. Bir çocuk gittiği okuldaki öğretmenden ve dinine karşı yozlaşmış anne  babasından Allahın varlığını ve birliğini, Öldükten sonra kesin olarak dirileceğini öğrenmezse? Yaratılmış eşyayı, tesadüfe, sebeplere ve tabiat gibi akılsız kör, sağır, olumsuz şeylere ve Evrim teorisine havale etmekten başka çaresi yok. Böyle dine karşı yabani kalan benim vatandaşım kendisini ve her şeyi hiçten, yoktan yaratan Allah’ını nasıl bulsun? Bunun neticesi vatandaş böyle vahim neticelere düşmekten kendini nasıl kurtulabilirdi? Bundan sonra, Müslümanlığın istikamette olacağını canu gönülden inaniyoruz

Bakın, laik ve demokrasi demek, dindarı da dinsizi de yaşamasında serbest bırakmak demektir. Halbuki bu idareden evvel Türkiye’de idare olunduğumuz sistem  laik fakat ya unutulmuş veya kasıt vardı  ki, memleketimizin insanlarının % 99,60 Müslümandır. Bu vatanda yaşayan insanımız demokrasiyi yaşamaktan çok uzaktı. Kanunlarımız da Avrupalıları şaşırtacak bir şekilde idi. Laik ve demokrasiyi esas tutan bir devlette yaşıyoruz, öyle ama kadınların açılmasında sınır yoktu. Kız öğrenciler üniversiteye baş örtüsü ile gitmesi şöyle dursun, onların zavallı anneleri evlatlarını ziyaret etmeye bile başörtüsü ile üniversiteye giremiyorlardı. Buna “Bu ne perhiz, bu ne  lahana turşusu” derler. Hadis-i Şerifte: “Hepiniz çobansınız, çoban sürüsünden nasıl mesul ise, siz de mahiyetinizdekilerden öyle mesul siniz.” Bundan anlıyoruz ki, evlatlarına din terbiyesi veremeye uğraşmayan bir baba, cehennem ateşinde yanmayı hak edeceğine  göre, düne kadar   milletimizin çoğunu imansızlık vadilerine itenlerin hali orada ne olacağını  merak ediyorum? Yazıma “Allah başımızda olanların başlarındaki aklı Artırsın, kalplerindeki imanı kavileştirsin” diyerek  son veriyorum.

Düştüğümüz halden kurtulma yolunda kardeşiniz

Abdülkadir Haktanır

Kıyamet ne zaman kopacak?

Son günlerin büyük merak konusu olan Kıyametin tarihi bilinebilir mi? Kur’ân-ı Kerîm bize “Kıyamet yakındır” (Kamer, 54/1) diyor. Kur’an-ı Kerimin nüzulünden bu yana 1400 sene geçtiğine göre, kıyamete daha bir yaklaşmışızdır demektir. İnsanlığın ve hayatın ve dünyanın tarihi konusunda muazzam yanılgılar var. Bilimi ateizme ve materyalizme alet edilen çevrelerce Dünyanın ve insanlığın tarihine dair yaklaşımlar ve tahmini söylenen şeyler, kati buluşlarmış gibi servis edilmektedir. Bu yanılgılara neşter atmamız gerekecek öncelikle.

Kainat Kitabının bir açıklaması olan Kur’an ve Kur’an’ın sözcüsü olan Peygamberimiz (asv) bu konudaki beyanlarına bakalım evvela. Hz. Peygamber,“Ben insanlığın ikindi vaktinde geldim” buyuruyor Diğer bir hadisinde ise“Benim ümmetimin ömrü 1500 seneyi pek geçmeyecek” buyurmuş. Günün dörtte ya da beşte biri olan ikindiden akşama kadar ki vakti 1500 yıl kabul ettiğimizde, insanlığın ömrünün 7500 yılı geçmeyeceğini söyleyebiliriz.
Diğer bir meşhur hadis rivayetinde ise; “Adem’den kıyamete kadar insanlığın ömrü 7000 senedir.” ifadesi yer alır. Görüldüğü gibi bu üç hadis birbirini teyit etmekte ve tamamlamaktadır [1].
Geleceği İnsanlar Bilebilir mi?
Peygamberimizin gelecekten haber vermesi Allah’ınn Ona bildirmesi ile ilgili bir durum. Geçmiş ve gelecek Allahın ilminde (Kader) mevcut olduğundan, Allahın bildirmesi ölçüsünde insanlar da geleceğe ve geçmişe dair şeyleri bilebiliyor. Rüyalarda Misal alemi dediğimiz aynalardaki misali levhalara nazar edenler geleceğe dair bazı şeylere muttali olabiliyorlar.
İslâm âlimleri, “Gaybı, Allah’tan başkası bilemez” düsturuna hürmetsizlik olmasın diye gaybdan haber vermeyi uygun görmemişlerdir. Haber verenler de, yalnız işâret sûretinde perdeli ve kapalı olarak ihbar etmişlerdir.
İstikbalden haber vermekte kullanılan ilim, cifir ilmi ve ebced hesabı olarak bilinir. Arapça harflerin her birinin belli bir rakam değeri vardır. Bu ebced hesabı, İslâmiyet’ten evvel de bilinmekteydi. Bu hakikati, Bediüzzaman şöyle teyid eder:
“Bir zaman, Benî-İsrâil âlimlerinden bir kısmı huzur-u peygamberî de sûrelerin başlarındaki ‘elif-lâm-mim’ gibi harfleri işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile dediler: ‘Ya Muhammed! Senin ümmetinin müddeti pek azdır.’ Onlara dedi: ‘Az değil.’ Sâir sûrelerin başlarındaki kesik harfleri okudu ve ferman etti: ‘Daha var.’ Onlar sustular.” 
“..Hazret-i Ali’nin (r.a) Kaside-i Celcelûtiyesi, baştan nihayete kadar, bir nevî ebced ve cifir hesabı üzerine telif edilmiştir. Hem, Cafer-i Sadık ve Muhyiddin-i Arabî (k.s) gibi gaybî sırlar ile uğraşan zatlar ve harf ilminin sırlarına çalışanlar, bu ebced hesabını gaybî bir düstur ve bir anahtar kabul etmişler.” (Şuâlar, s. 613).
Kıyamet 2129 Yılında mı Kopacak?
Bediüzzaman, âhir zamandan ve kıyametten haber veren bir hadis-i şerifi, ebced ve cifir ilmiyle tahlil eder ve bir takım tarihler çıkarır. “Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî zâhirine ale’l-hakkı hattâ ye’tiyallahü bi emrihî.” Meâlen: “Ümmetimden bir taife Allah’ın emri gelinceye kadar (yani kıyâmetin kopmasına kadar) hak üzerinde galip olacaktır.” 
Bediüzzaman bu hadisin ebced ve cifir analizini yapar. “Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî.” Ebced ve cifir ilmiyle rakam değeri Rûmi tarihle 1542. (Milâdî 2126) . “Zâhirine ale’l-hak.” Rûmî 1506 (Milâdî 2090) . “Hattâ ye’tiyallahü bi emrihî.” Rûmi 1545 (Milâdî 2129) … Bediüzzaman, 1545 de, yâni Milâdî 2129 yılında kâfirlerin başına kıyametin kopacağına dair bir îma bulunduğunu, bunların Allah’ın ilminde olup ve doğrusunun Allah tarafından bilinebileceğini ifâde eder.
Bediüzzaman hazretleri, ayrıca Fatiha-i Şerif’de, sırat-ı müstakîm üzerinde olanları tarif eden “Ellezîne en’amte aleyhim” fıkrasının şeddesiz 1506 veya 1507 ettiğini, “Zâhirine ale’l-hak” fıkrasının rakam değerine aynen denk gelmesinin hadisin îmasını teyid ve remz derecesine yükselttiğine dikkat çeker.
Bediüzzaman’ın ifadeleri şöyle: 
“… makam-ı cifrîsi 1545 olup kâfirin başında kıyâmet kopmasına ima eder.Lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah. Câ-yı dikkat ve hayrettir ki, üç fıkra bil’ittifak bin beş yüz tarihini göstermeleriyle beraber, tam tamına mânidar, mâkul ve hikmetli bir surette 1506’dan ta ’42’ye, ta ’45’e kadar üç inkılâb-ı azimin ayrı ayrı zamanlarına tetabuk ve tevafuklarıdır. Bu imalar gerçi yalnız birer tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil; fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat’î tarzda kimse bilmez; fakat, böyle îmalarla bir nevî kanaat, bir galip ihtimal gelebilir.” (Kastamonu Lahikası, s.26)
Bu açıklamalara göre, Kıyametin tarihinin 2129 yılı olduğunu söylenebilir mi? Bediüzzaman bunun “bir galip ihtimal” olduğunu söylüyor. Elbetteki insanlığı ve hayatı kim yaratmış ve idare ediyorsa, insanlığın ve hayatın sonu da yine Onun kudreti ve dilemesi ile olacaktır.
Kur’ân-ı Kerim’in ve hadis-i şeriflerin kıyametle ilgili îmalı işâretleri yanında, ilim adamları da bir takım hesaplamalar yapmaktadırlar. Kozmik bir hâdise olan kıyametin ne zaman tahakkuk edeceği konusunda kesin bir bilgiye sahip değiliz elbette.. Bunun ilmi Allah (cc) katındadır. İnsanın en çok merak ettiği konulardan olduğundan bilim adamları bu hususta bilimsel bazı çalışmalar yapmakta tahminlerde bulunmaktadır..
Amerikan Uzay Araştırmaları Merkezi NASA’nın verilerine dayanılarak Newsweek dergisinde yayınlanan bir araştırma var. Orada, dünyamızın, yörüngesine çok yakın bir mesafede geçen bir uzay cismine çarpma ihtimali 1987’de belirmiştir. Aynı dergideki hesaplamalara göre gezegenimiz böyle bir cisimle 2126 yılında çarpma ihtimali belirecek [2].
Arızona Unıversıtesinden gökbilimci Henry Melos Çapı yaklaşık 10 km olan SwHt Tuttle adlı kuyruklu yıldızının Dünyaya çarpması halinde kıyameti andıran bir tablonun ortaya çıkacağına dikkat çeker. 
Dünyanın geçmişte büyük iklim değişikilikleri geçirdiği bilinmektedir. Bu iklim değişikliklerinden birisinin, Meksika Yucatan bölgesine çarpan büyükce bir gök taşının (yeri belirlenmiştir) çarpması sonucu olduğu tahmin edilmektedir. Bu göktaşının Dünyaya çarpması sonucu ortaya çıkan toz duman neredeyse tamamına yakın dünya atmosferini kapladı. Güneş alamayan yeryüzünün büyük kısmında canlılar yok oldu (Nuh tufanı dönemi de olabilir), iklim değişti. Muhtemelen geçmişin o büyük ve iri canlıları bu dönemde yok oldu.
Büyükce bir gök taşının dünyaya çarpması üzerine oluşan manzara ile ilgili canlandırmalar vardır. Bu canlandırmalardan birisi şu adreste yer almaktadır: http://www.uzaybilim.net/2012/10/dunyaya-buyuk-bir-asteroidin-carpmas.html
Hemen şunu da belirtelim ki Dünyanın hayat için korunaklı bir gezegen olduğu, biz misafirler için özenle tasarlandığı , hiç bir şeyi eksik bırakılmayan bir saray tefriş edildiği her hali ile kendini belli etmektedir. Bu özel korumalardan birisi de Gök taşlarına karşı çok özel tedbirlerin alınmış olmasıdır. Örneğin dünyadan çok çok büyük ve dolayısıyla çekim kuvvetleri çok yüksek olan Jupiter ve Satürn gezegenleri gök taşlarına karşı Dünyayı koruyan bekçiler olarak yaratılmıştır. Yaklaşan gök taşlarını bir bir üzerinlerine çeken paratoner gibi görev yaparlar. Eskaza onları aşarak dünyaya yaklaşan taşları da Ay üzerine çeker. Ayın üzerine bir teleskopla bakacak olursanız gök taşı kriterlerinin çokluğunu hemen farkedebiliriz..
Güneş sistemi içinde her biri trilyonlarca gök taşı barındıran iki kuşak (Kupier ve Orion kuşağı) içinde bulunduğunu ve oralardan sık sık ayrılan gök taşlarının Güneş sistemi içinde seyahata çıkarıldığını unutmayalım.
Evet “bir anda bir seyyare veya bir kuyruklu yıldızın emr-i Rabbânî ile küremize, misafirhanemize çarpması, bu hanemizi harap edebilir: On senede yapılan bir saray bir dakikada harap olması gibi. (Şualar, s.39)“ . Kıyametin kopması için en yakın ihtimal asteroid ve kuyruklu yıldız gibi gök cisimlerinin çarpmalarıdır. Bu çarpmalarının nasıl etkiler oluşturacağı konusunu Bir Çekirdekti Kainat (Altınburç yayınları) adlı kitabımızda ayrıntıları ile ele aldık. Yakında zamanda neşredilen “Göklerin Kapıları” (Nesil Yayınları) kitabımızın son bölümü ise “karadelik ve kıyamet, evrenin sonu” konularına hasredildi. Ayrıntılı bilgilere ulaşmak isteyenler bu kitaplara müracaat edebilirler.
Tarih Hesaplamaları Güvenilir mi?
Ülkemize hala bilim materyalist ve ateist kanallardan ithal edildiğinden (kendi öz bilimimizi oluşturmadığımızdan) ateist işgal altındaki ithal bilim bize ilk insandan günümüze kadar geçen süreyi milyonlarca yıl olarak ele takdim eder. Bitki ve hayvanları içine alan ilk canlılığın iki milyar yıl önce teşekkül ettiği yazılıdır. Arzın geçmişinin ise, dört milyar yıl olduğuna dair bilgiler vardır [3].
Ülkemizde bir Milli Eğitim Bakanlığı vardır ama okullarda okutulan kitap ve kaynakların (müfredatın) gayri milli ve hatta gayri ilmi olduğu gerçeği ile karşılaşırız. Bizi yansıtan (şahsiyet inşa eden) ve ezberci malumat yerine marifet talim eden ders kitabı ve kaynakların mevcudiyetini söyleyemiyoruz.
Bu yaş tayinleri günümüzde, paleontolojik, radyoaktif veya karbon on dört metotlarıyla, ya da ışık tayflarından faydalanarak yapılır. Geçmişle alâkalı bu yaş tayinlerinin gerçek değerleri değil, nispi değerlerdir. Sonuç olarak tarih hesaplamalarında kullanılan termodinamik soğuma gibi kaba metotların sıhhat derecesi tartışmalıdır. Radyoaktif yarılanmaya dayanan hesaplama metodu ise, uzak zamanlar için doğru sonuçlar vermemektedir. Dolayısıyla, gerek insanın geçmişi, gerekse diğer canlıların, ya da kâinatın yaşı hakkında ileri sürülen değerler güvenilir olmaktan uzaktır.
Nitekim son on-on beş yıla gelinceye kadar, kâinatın yaşı beş milyar yıl kabul ediliyordu. Şimdilerde, bazı araştırmacılar, uzaydaki galaksilerin yaşını on beş milyar olarak bildirirken, bazıları bunu otuz milyar yıla kadar çıkarmaktadır [4]. İleride ise nelerle karşılaşacağımız konusunda şimdiden bir şey söyleyemiyoruz.
İnsanlığın Tarihi
İlk insan Hz. Adem (as)’dan bu yana ne kadar zaman geçmiştir? Ve bu hususta ileri sürülen yüz binler yıllık tarihler, ne derece doğrudur?
Bugünkü kabule göre, dünya beş milyar yıl önce sıcak ve yoğun bir gaz kümesi idi. Dört milyar yıl önce ise, koyu bir ateş topu halinde bulunuyordu. Hayat ise, tek hücrelilerin ortaya çıktığı bir milyar yıl öncesine dayanıyor.
Bu tahmin, çağlar boyunca zamanın hep aynı aktığı ve sabit kaldığı düşünülerek yapılıyor. Halbuki zamanın değişken bir boyut olduğu ve onun, atomda, ışınlarda, olayların başında ve sonunda farklı bir seyir takip ettiğini biliyoruz. Bu durum, bir ırmağın yeryüzü şartlarına göre farklı hızlarda seyretmesine benzetebiliriz.
Geçen yüzyılın başlarında gelişen izafiyet teorisi ile zaman, hız, kütle vb. konularda yepyeni anlayışlar ortaya çıktı. Gelişmeler, teorinin ileri sürdüğü hususların matematiksel ispatları yanında tecrübî delillerini de ortaya koydu. Cisimler hızlandığında ve ışık hızına yaklaştığında, mutlak sandığımız değerlerin bir bir değiştiğini gözleriz.
Mesela ışık hızına çok yaklaşan birinin zamandaki seyri, bize göre on dört defa daha yavaştır. Yani o kişi bir yıl yaşadığında, biz on dört yaş almış oluruz. Bu hızda seyreden birinin sadece zamanı değil, boyu da değişikliğe uğrayarak yarıya iner. Ağırlığı ise üç misli artar. Diğer bir ifadeyle, ağırlığı 70 kg’dan 210 kg’a yükselen o kişinin elindeki metre yarı yarıya kısalmış, kolundaki saat ise yerdeki bir insana göre on dört defa daha yavaşlamıştır. O kişinin böyle bir saatle kainatın geçmişini ve insanlığın tarihini ölçmesi halinde ulaştığı sonuçlar doğru olabilir mi?
Aynı şekilde yerdeki biri de, ışın dünyasını normal saat ve cetvelle ölçmeye teşebbüs ederse başarı elde edebilir mi? Maddi alemin çapını, kütle hesabını ve zamanını bu ölçülerle incelersek doğru sonuçlar ortaya çıkmayacaktır. Aynı hesaplamalar,, ışın-enerji dünyasında yaşayan bir tür enerji-varlık (örneğin cinler, yada ışınlardan çok daha hızlık melekler) konusunda yapılsa, ışınların ölçüleriyle maddi dünyayı ölçmeye çalışsa, doğru sonuçlar elde edemeyecektir.
Radyoaktif elementler, “yarı ömür” denen sırlı bir olayla, belli bir zaman sonra, esrarını bilemediğimiz bir şekilde enerji denen mahiyete çevrilir. Mesela bir kg Uranyum, 1620 sene sonra yarım kiloya iner. Bu süre Uranyumun yarı ömrüdür. Maddenin bir şekli ve boyutu varken onun hamuru ve aslı olan enerjinin, boyutsuz ve zamansız dünyasının sırlarına henüz vakıf değiliz. Bildiğimiz bir şey, enerjinin ışık hızında olduğu ve maddeden tamamen farklı özellikler sergilediğidir.
Zaman, mesela, ilk çağlarda genişleme gösterip durgun akabildiği gibi, asrımızdaki şekliyle de daha hızlı bir seyir takip etmiş olabilir. İlk çağlardaki iri hayvan ve bitkilerin, şimdikilere nisbetle on kat daha fazla yaşadıklarına bakılacak olursa, o çağlarda zamanın on kat daha yavaş aktığı söylenebilir. Bu durumda yaş hesaplamalarını, şimdiki zaman akışına göre yaklaşık (1/10) onda bir ölçüsünde küçültmek lazım. Buna göre Güneş Sisteminin dört milyar değil dört yüz milyon, hayat başlangıcının bir milyar yıl değil yüz milyon yıl önce ortaya çıktığı ve yüz bin yıl olduğu farz edilen insanlık tarihinin on bin yıl olduğu sonucu ortaya çıkar.
Sonuç olarak, radyoaktif elementlerin belli bir zaman sonra yarıya inmesi, canlıların özellikle yakın geçmişleri ile ilgili ipuçları vermektedir. Ne var ki, biz, hesaplamaları hep madde konusuyla ele alıyoruz. Bu hesabı enerjinin ölçülerine göre yaparsak: Yani neredeyse ışık hızı dediğimiz ışık hızının yüzde doksan dokuz küsuru ile ele alırsak (Elektron gibi birçok atom altı ve kozmik parçacıklar bu hızda seyrederler. Tabii ki bu hızda parçacık değil ışın halindedirler), hesaplarımızda düzeltme yapmak zorunda kalır ve kainatın yaşının on altı-yirmi milyar yıl değil, bunun on dörtte biri olduğu sonucuyla karşılaşırız. Dünyanın yaşı ise dört milyar yıl yerine üç yüz milyon yıl bulunur. Yüz bin yıl önce ortaya çıktığına inandığımız insanlık tarihi ise, aniden yedi bin yıla iniverir.
Bu anlatılanları destekleyen meselenin bir başka yönü de, ivmeli bir artış gösteren dünyanın şu andaki nüfus miktarıdır. Eğer insanlık tarihinin on beş bin yıldan bu yana devam ettiği ve bu tarih boyunca ortalama ömrün hep yetmiş yıl olduğu kabul edilirse, dünya nüfusu yapılan hesaplamalara göre şimdi trilyon civarına yükselmeliydi. Şu andaki teorik anlayışa göre yüz binler yıl olduğu ileri sürülen insanlık tarihinin on beş bin yıldan daha kısa olması gerekiyor. Bu da kafi gelmemekte, atalarımızın ilk zamanlar 600-1000 yıl gibi daha uzun ömürlü olduklarını kabul etmek durumunda kalıyoruz.
Yüz sene sonra dünya nüfusunun ne kadar olacağını tahmin edebileceğimiz gibi, aynı tahmini geriye doğru gittiğimizde, Hz. İsa (as) döneminde dünya nüfusunun iki yüz elli milyon kadar olduğu hesaplanıyor [5]. Dünya nüfusuna tesir eden veba gibi salgınlar ve savaşlarda ölenlerin ancak nüfusun yüzde bir buçuğuna tekabül ediyor.. Bu durumda insanlığın ömrünün yüz binler yıl olduğu iddiası da geçerliliğini kaybediyor. Sadece nüfus artış hızı bile insanlığın ömrünün on bin yılı geçemeyeceğini gösteriyor.
1 .Kenzu’l-Ummal, h.no: 16459; Tezkiretu’l-Mevduat, I/223.; Sahavî, el-Makasıdu’l-hasene (Deylemi’den naklen), I/693, h.no: 1243; Munavî Feyzu’l-Kadir, III/547; h.no: 4278 (Deylemi’den naklen). Bir çok alim ve mutasavvıf gibi Bayezid Bistami Hazretleri de (Miftahu’l-Cifr adlı kitap) dünyanın ömrünün 7000 yıl olduğu konusuyla ilgili hadislere yer verir. Hadis alimlerinden ve Hanbeli mezhebinin kurucusu Ahmet ibni Hanbeli ise (İlel), peygamberimizin “Hz ademden kendisine kadar geçen zamanın 5600 sene olduğu” sözüne dikkat çeker.
2. Sharon Bcgley, “How will the World end?” Newsweek, 23 November, 1992.
3. Tatlı, A. Evrim ve Yaratılış, ikinci baskı, s.44-45, 1998, Kütahya.
4. Tatlı, A. a.g.e. s. 31-41.
5. Miller, C.Tyler. “Living In the Environment” Kaliforniya A.B.D. 1975