Etiket arşivi: ahiret

Hikmet Delili (Ahirete İman)

“Hiç mümkün müdür ki şu âlemde, zerrelerden güneşlere kadar bütün eşyada nihayetsiz bir hikmetle iş gören Zat-ı Zülcelâl, ahireti getirmemekle ve kendisine iman ile ibadet eden müminlere iltifat etmemekle nihayetsiz hikmetini inkâr ettirsin ve o hadsiz hikmetleri hiçe indirsin? Hâşâ ve kella!”

Bu delili yine iki başlıkta inceleyeceğiz:

BİRİNCİ BASAMAK: KÂİNATTA GÖZÜKEN HİKMETİN SAHİBİ KİMDİR?

Hikmet: Her işte menfaatlere riayet edilmesi, abes bir işin yapılmaması, her eşyaya birçok vazifeler yaptırılması gibi manalara gelir. Hikmetin zıttı, israf ve abesiyettir.

Şu kâinatın hiçbir yerinde israf ve abesiyet olmayıp, her yerde nihayet derecede bir hikmet hüküm sürmektedir. Şimdi kâinattaki hikmeti bir parça tefekkür ederek bu hikmetin faili olan zata bir pencere açalım:

Şu âleme dikkatle bakılsa görülür ki şu âlemi idare eden zat, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. Ona delil mi istersin?

Her şeyde menfaat ve faydalara riayet edilmesidir. Görmüyor musun ki, insandaki bütün aza, kemikler ve damarlarda, hatta bedenin hücrelerinde, her yerinde, her cüz’ünde faydalar ve hikmetler gözetilmiştir. Hatta bazı azası, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa, o derece o uzva hikmetler ve faydalar takılmıştır. İşte bu hâl ispat eder ki, nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor.

Hem her şeyin sanatında nihayet derecede bir intizamın bulunması yine ispat eder ki, nihayetsiz bir hikmetle iş görülüyor. Evet, güzel bir çiçeğin ince programını küçücük tohumuna nakşetmek; büyük bir ağacın amel sayfalarını, hayat tarihçesini ve cihazlarının fihristini küçücük bir çekirdekte manevi kader kalemiyle yazmak, elbette nihayetsiz bir hikmet ile iş görüldüğünü ispat eder.

Hem her şeyin yaratılışında mükemmel derecede güzel bir sanatın bulunması, nihai derecede hikmetli bir sanatkârın nakşı olduğunu gösterir. Evet, şu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristini, bütün rahmet hazinelerinin anahtarlarını, bütün güzel isimlerinin aynalarını yerleştirmek, elbette nihai derecede bir güzel sanat içinde bir hikmeti gösterir.

Şu âlemdeki hikmeti ispat etmeye çalışmak, herhâlde gereksiz bir iştir. Zira her ilim dalı kendi lisanıyla bu hikmetten bahseder ve her ilmin içerdiği asıl konu da bu hikmetin kendisidir. Bu sebeple bizler kâinattaki hikmeti anlatmak için sözü uzatmaya gerek duymuyor ve şu sorunun cevabına geçiyoruz:

Bu hikmetin sahibi olan Hakîm zat kimdir? Kim eşyaya böyle menfaatler takmış? Kim şu âlemin hiçbir yerinde hiçbir abesiyete müsaade etmiyor? İnsanın azalarından tutun, semanın yıldızlarına kadar her şeyde maslahat ve faydaları kim gözetmiş? Kim şu âlemde israf etmeyen Hakîm? Ve kim eşyayı böyle nakış nakış hikmetle donatan?

Bu sorulara verilebilecek tek cevap “Allah!..” değil midir?

Bırakın kâinattaki hikmeti tesadüflerle izah etmeyi, acaba bir sineğin vücudundaki hikmet bile tesadüf ile hiç izah edilebilir mi?

Evet, şu âlemde yaratılan her varlıkta kendine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda ve bir netice takip edilmektedir. Hiçbir varlıkta bir abes, bir gayesizlik, bir manasızlık ve israf sayılabilecek herhangi bir şey gözükmemektedir. Elbette akılsız ve şuursuz sebeplerin, bu gayeleri ve maksatları kendi başlarına takip edebilmeleri ve eşyayı bu şekilde hikmetle yaratmaları mümkün değildir. O hâlde bu durum ispat eder ki, perde arkasında hikmet sahibi bir zat vardır ve bu eşyayı hikmetle icat eden de O’dur.

İKİNCİ BASAMAK: HAKİM İSMİNİN AHİRETİ GEREKTİRMESİ

Farz edelim ki, büyük bir şeker fabrikanız var. Siz tarladan topladığınız şeker pancarlarını fabrikaya getirerek bir sürü işlemden geçiriyor ve nihayet şeker imal ediyorsunuz. Daha sonra da bu şekerleri yine binbir zahmetle kamyonlara yüklüyorsunuz. Acaba bu kadar zahmetten ve hikmetli faaliyetten sonra bu şekerleri denize döker miydiniz?

Elbette ki hayır! Zira eğer denize dökecek olsaydınız, ilk önce fabrikayı kurmaz, daha sonra sırasıyla şeker pancarlarını tarladan toplamaz, bir sürü işleme tabi tutmaz ve kamyona yüklemezdiniz. Demek sizin bu fiilleriniz, şekeri denize dökmeyeceğinizin ispatıdır.

Aynen bunun gibi, Cenab-ı Hak da şu dünya fabrikasını bu kadar masraflar ile kurdu. Her bir taşında binlerce hikmeti yarattı. Eğer ahiret gelmez ve bu fabrikanın semereleri ahiret pazarına çıkmazsa nihayetsiz bir israf yapılmış olur.

Bir sinek kanadını bile onlarca hikmet ile donatan Allah Teâlâ, hiç mümkün müdür ki ahireti getirmemekle böyle bir israfa ve hikmetsizliğe müsaade etsin? Hâşâ! Zira eğer edecek olsaydı, bu âlemi bu kadar hikmetle yaratmaz ve bu derece önem vermezdi. Demek ahiretin gelmeyeceğini iddia etmek, göz önündeki hikmeti inkâr etmek gibidir. Zira ahireti getirmemek tam bir hikmetsizliktir ve şu âlemin hikmetsizliğe ve israfa dönüşmesine müsaade etmektir. Göz önündeki şu hikmetin şahitliği ile nihayetsiz bir hikmetin sahibi olan Zat-ı Zülcelâl ise, böyle bir hikmetsizlikten münezzehtir ve uzaktır.

Acaba hiç mümkün müdür ki Allah Teâlâ, bir ağaca taktığı neticeler ve meyveler miktarınca, her bir hayat sahibine o derece hikmetleri ve maslahatları takmakla kendisinin hikmet sahibi olduğunu ispat edip göstersin ve sonra, bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün maslahatların en mühimi ve bütün neticelerin en lüzumlusu ve hikmeti hikmet, nimeti nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin, rahmetlerin ve maslahatların menbaı ve gayesi olan bekayı ve ebedî saadeti vermeyip terk ederek bütün işlerini abesiyet derecesine düşürsün? Ve kendini o zata benzetsin ki, öyle bir saray yapar ki her bir taşında binlerce nakışlar, her bir tarafında binler ziynetler ve her bir odasında binler kıymettar alet ve levazımat bulundursun da sonra o saraya dam yapmasın, her şey çürüsün, beyhude bozulsun? Hâşâ ve kellâ!

İşte ahiret gelmezse, bu dünyanın damı yok demektir ve içinde yapılan bunca hikmetli tasarrufun ve faaliyetin hiç bir kıymeti yoktur.

Acaba hiç akıl kabul eder mi ki Allah Teâlâ, insanın başına ve içindeki duygularına, saçları adedince vazifeler ve hikmetler yükletsin de ona sadece, bir saç hükmünde olan bir dünyevi ücret versin ve hikmetine bütün bütün zıt olarak manasız bir iş yapsın?

Evet, cömertten ihsan ve güzelden ancak güzellik geldiği gibi, hikmet sahibinden de sadece hikmetli iş gelir. Hikmet sahibi olan bir zat abes bir iş yapmaz. Allah Teâlâ ise nihayetsiz bir hikmetin sahibidir. Eğer ahireti getirmeyecek olursa, bütün işlerini abesiyete inkılâp ettirmiş olur. Bu ise Allah hakkında düşünülemez.

Ahiretin gelmemesi; âdeta küçük bir taşa bir büyük dağ kadar hikmetler ve gayeler takmak, bir büyük dağa ise bir küçük taş gibi geçici ve cüz’i bir gaye vermeye benzer ki, bunu hiçbir akıl ve hikmet kabul etmez.

İsterseniz hikmet deliline bir de duygularımız cihetiyle bakalım:

İnsandaki zahirî ve batınî duyguların her biri bu dünyadan daha kıymetlidir. İnsan ne işitmesini, ne görmesini, ne aklını, ne hafızasını, ne sevgisini, ne de herhangi bir hissini dünya saltanatı ile hatta cennet ile bile değişmez.

Mesela, bize şöyle denseydi: “Aklını bize ver, sana cenneti vereceğiz.” ya da “Bana hafıza kuvvetini ver, cennete gir.”

Acaba aklımızı ve hafızamızı cennete mukabil satar mıydık? Elbette hayır! Zira akıl ve hafıza olmazsa cennetten istifade mümkün olmaz. O hâlde diyebiliriz ki, bizdeki cihazlar cennetten daha kıymetli ve pahalıdır.

İşte bu durum da ispat eder ki: İnsanın cihazatı yalnız bu dünyanın cüz’i meselelerine sarf edilmek için yaratılmamıştır. Böyle nihayetsiz hikmetler ile donatılmış bu cihazlar, sadece bu kısacık hayat için verilmiş olamaz. Böyle bir masraf, kısacık bir ömür için değildir. Bu pahalı cihazların kısacık bir hayat için olduğunu iddia etmek, şu âlemdeki hikmeti ve bu hikmetin sahibi olan zatı inkâr etmek ile mümkündür.

Bu durumda da hikmet ile yaratılmış her bir mahlûk, parmağını o kişinin gözüne sokar ve ona der ki: “Bu âlemin nihayet derecede hikmet sahibi sanatkârı, sadece kısacık bir hayat için bu kadar masraf yaparak israf etmez. Bak, sen küfrünle ne büyük bir cinayet işliyorsun ve inkârının lisan-ı hâliyle diyorsun ki ‘Şu âlemde her şey boştur ve abestir.’ Bak, o zatın hikmetine nasıl ilişiyorsun ve nasıl o zatı israf ile itham ediyorsun. O zat senin ithamından münezzehtir ve mukaddestir. Bizlerdeki hikmetin şehadetiyle Hakîm’dir ve bu hikmetinin hürmetine ahireti yaratacaktır.”

Yine hikmet deliline duyguların şu penceresinden bakabiliriz:

Farzımuhal, Karadeniz’den daha büyük bir balık görseniz… Hemen anlarsınız ki bu balık bu denizin balığı değil, o denizden çok daha büyük başka bir denize aittir.

Aynen bunun gibi, şu insanın kabiliyetleri de bu dünyaya sığmamakta ve bu dünya denizi insanı tatmin edememektedir. O hâlde bu insan balığı başka bir denize adaydır ki, o da ahirettir.

Hem insandaki akıl, hafıza, dil, kulak gibi terazilerle, bunların tarttıkları şeyleri mukayese edersek; terazilerin, tartılan şeylerden daha kıymetli olduğunu görürüz. Demek bu teraziler yalnız bu fâni dünyayı kazanmak için verilmemiştir. Bunun tersini iddia etmek, ancak göz önündeki şu hikmeti inkâr etmekle mümkündür. Bunu da hiçbir akıl sahibi yapamaz.

Hikmetin ahireti gerektirmesinin bir başka yönü de şudur:

Rububiyetinde ve idaresinde sonsuz derece hâkim olan bir hikmet, elbette o rububiyetin kanadına sığınan ve iman ile itaat edenlerin taltifini ister. Zira hikmet-i hükümet, kendisine iltica edenleri muhafaza etmek ve onlara ikram etmek ister. Hükümetin hikmeti ancak bu şekilde muhafaza olunabilir.

Hâlbuki bu dünyada o taltif ve iltifatın değil binde biri, milyonda biri bile gözükmemektedir. Demek, başka bir âlem vardır ve bu ikram ve iltifat o âleme bırakılmıştır. Bunu inkâr etmek, göz önündeki şu hâkim hikmeti inkâr etmek gibi mümkün değildir.

Dilerseniz hikmet delilini maddeleyerek bir daha tefekkür edelim:

Şu âlemde yaratılan her varlıkta kendine mahsus bir gaye, bir maksat, bir fayda ve bir netice takip edilmektedir. Hiç bir varlıkta bir abes, bir gayesizlik, bir manasızlık ve israf sayılabilecek herhangi bir şey gözükmemektedir. Yani kâinatta nihayet derecede bir hikmet vardır ve her bir ilim dalı bu hikmetin şahididir.

Elbette akılsız ve şuursuz sebeplerin, bu gayeleri ve maksatları kendi başlarına takip edebilmeleri ve eşyayı bu şekilde hikmetle yaratmaları mümkün değildir. İşte bu durum ispat eder ki, perde arkasında hikmet sahibi bir zat vardır ve bu eşyayı hikmetle icat eden de O’dur.

Hikmetin hikmet olabilmesi ve israfa ve abesiyete dönmemesi, ancak ahiretin gelmesi ile mümkündür. Eğer ahiret gelmeyecek olursa, bütün bu hikmet israfa ve abesiyete döner. Bu bahsin misallerini daha önce verdik, daha iyi anlaşılması için bir misal ile pekiştireceğiz:

Her bir yaprağı elli bin lira olan bir ağaç yapsanız, bu ağacı koyunların yemesine müsaade eder miydiniz? Elbette ki etmezdiniz! Zira edecek olsaydınız, bu ağaca bu kadar ehemmiyet verip uğraşmazdınız. Sizin bu ağacı yapmanız, hikmetinizi ve sanata olan düşkünlüğünüzü ispat etmektedir. Koyunlara yedirmek ise hikmetsizlik ve sanatsızlıktır. Elbette ki sizdeki hikmet ve sanata düşkünlük sıfatı, hikmetsiz bir işe müsaade etmeyecektir. Aynen bunun gibi, şu insan da her bir yaprağı elli bin lira kıymetinde bir ağaç hükmündedir. Hatta yukarıda ispat ettiğimiz gibi, bu insanın yaprağı olan aza ve cihazları değil elli bin, cennetten daha kıymetlidir. Elbette hikmeti sonsuz olan Cenab-ı Hak, bu insan ağacının kurtlara yem olmasına ve bir daha kalkmamak üzere kabre yatmasına ve çürümesine müsaade etmeyecektir.

Rububiyetinde ve idaresinde sonsuz derece hâkim olan bir hikmet, elbette o Rububiyetin kanadına sığınan ve iman ile itaat edenlere iltifat etmek ister. Zira hikmet-i hükümet, kendisine iltica edenleri muhafaza etmek ve onlara ikram etmeği gerektirir. Hükümetin hikmeti ancak bu şekilde muhafaza olunabilir. Hâlbuki bu dünyada bu iltifat ve ikram yoktur, demek başka bir âleme bırakılmıştır.

Demek ahireti inkâr etmek, Cenab-ı Hakk’ın “Hakîm” ismini inkâr etmek ile mümkündür. Hakîm ismini inkâr etmek de şu kâinatta gözüken ve her yeri kuşatan hikmeti inkâr etmek ile mümkün olabilir. Bu da akıl sahipleri için mümkün değildir. Daha önce dediğimiz gibi, aklını çıkarıp atanlar da zaten bizim muhatabımız değildir.

Sözün özü: Ahiretin geleceği, göz önündeki şu hikmet kadar aşikardır ve açıktır. Zira hikmeti hikmet yapacak ve israfa dönmesini önleyecek tek şey, ahiretin gelmesidir.

Ahireteiman.com

Miladi 2012 Yılına Veda Ederken

Dinimizin güzel bir prensibi var. Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır. Bizlerde bu prensibi kendimize ölçü alarak güzel görmeye güzel düşünmeye ve güzel şeyleri tercih ederek o güzellikleri hayatımızda yaşamak ve başkalarına da güzel örnek olarak Rabbimizin razı olduğu güzel kullarından olarak huzuruna çıkmayı murat ediyoruz. Güzel görmek ve güzel düşünmek nedir dersek bizde şöyle deriz.

Güzel ve çirkin nispidir. Kişiye göre, topluma göre, milletlere göre değişebilen bir özelliğe sahiptir. Genel manada biz Müslümanların bu konuda ölçüsü Kuran-ı kerim ve Peygamberimizin sünneti Bize referanstır. Allah bize bir şeyi emreder o bizim için güzel ve iyi olur. (Helal olan her şey) Allah  bizim için bir şeyi Yasak eder o şeyde bizim için çirkin ve kötü olur. (Haram olan her şey) Allah’ın  sevdiğini severiz, sevmediğini de sevmeyiz. Helal olanı alırız, yeriz içeriz. Haramdan da kaçarız.

Biz hayatımızı bu manada yaşamaya gayret ederiz. Bu vesile ile şu bilgileri de paylaşmak isterim.

Malum 2012 yılı bitiyor ve yeni bir yıl başlıyor. Yeni yıla girerken toplumun farklı kesimleri farklı bir şekilde yeni yılı karşılamaya hazırlanıyor. Elbette biz Müslümanların da yeni yıla belli bir yaklaşımı  olacaktır. Bu yaklaşımın nasıl olması gerektiğini sizlerle paylaşmak isterim. Zira insan nisyandan alınmıştır. Bu bakımdan insan çabuk unutandır. Bu yönüyle bazı şeyleri bilsek de hatırlamak ve hatırlatmakta fayda mülahaza ediyoruz. Şöyle ki:

2012 yılı hatasıyla sevabıyla, acısıyla tatlısıyla, elemiyle sevinciyle, iyisiyle kötüsüyle geride kaldı. 2013 yılına ise ümitle, sevinçle, maddi ve manevi sahada daha ilerilere gide bilmenin heyecanı ile buna ait plan ve programlarla gireceğiz. Dünyamızda cereyan eden olayların menfi yönüne bakıp ümitsiz olmayacak ve karamsarlığa kapılmayacağız. Bunun içinde,

1-Hayata hayatı verenin hesabına bakmalı. Hayata sadece zahir sebepler yönü ile değil de, birde Kader ve hikmet yönüne de bakarak olayları değerlendirmeliyiz ki, olumsuz olayların altında olan güzellikleri görebilelim. Ta ki, hayatımıza karamsarlık girmesin, ümidimiz kırılmasın. Yeni yılda ki beklentilerimiz müspet olsun, menfi olmasın. Malum, ümitsiz insan herkese ümitsizlik aşılar hep menfi olanı görür ve gösterir. Yapılan onca iyi ve güzel şeyleri ve gelişmeleri görmez.

2- Ömrümüz bir sermayedir. Onu zayi etmemeliyiz. Ömrünüzü helal dairede geçiriniz ve harama girmekten sakınınız. Zevkinizi ve eğlencenizi helal dairede kalarak yapınız. Fani dünyanın fani ve elemli zevklerinin hatırı için, baki ve ebedi olan ahiretin zevklerini feda etmemeliyiz. Yarın Hakkın huzurunda bizi pişman edecek ve keşke dedirtecek işlerden sakınmalıyız. Verilen ömür sermayesi sadece bu dünya için değildir. Mutlaka gidilecek olan ahiret saadeti de Burada yapacağımız Salih amellere bağlıdır. Geçici olanın hatırı için kalıcı olanı feda etmeyelim.

Bir gün Behlül-ü dana hazretleri Harun-ü Reşide şöyle diyor. ” Ey Harun sence yerin altında ve üstünde en çok ne bulunur.” Harun-ü Reşit de diyor: Yerin altında en çok ölüler, yerin üstünde de  diriler bulunur diyor. Bunun üzerine Behlül-ü Dana hayır diyor ve ekliyor. Yerin altında en çok insanların pişmanlığı vardır. Yerin üstünde de en çok insanların hırsı yani doymak bilmeyen  istek ve arzularının bulunduğunu ifade ediyor.

3- Yeni yıl ile ilgili kendimize maddi ve manevi sahalarda yeni hedefler koyalım. Geçen yılın muhasebesini yaparak nefsimizi ve kendimizi hesaba çekelim. Nasıl ki her yıl sonunda işletmeler sayım yapar, kar zarar envanteri çıkarır ve işletmesinin durumunu değerlendirir. Bizlerde kendi  hayatımızın ve kendi hedeflerimizin kar ve zararlarını, hata ve sevabını gözden geçirebiliriz. Zira, Peygamberimiz as ” Nefsiniz hesaba çekilmeden önce, nefsinizi hesaba çekiniz ” diyor.

4- Her yeni yıl gelince aman şunu yapmayın, bunu yapmayın, piyango biletialmayınız demeyeceğiz. Zira, Rabbimiz herkese akıl vermiş, fikir vermiş, bizlere elçi göndererek neyin helal ve neyinde Haram olduğunu bildirmiş. Herkes kendi hesabını kendisi yapacak ve yapmalı. Bununla ilgili olarak Rabbimiz Kuran-ı Kerimde bizleri şöyle uyarmaktadır.

Enbiya süresi ayet üç…” İnsanların hesabı yaklaştıkça yaklaştı. Fakat onlar hala gaflet içinde Haktan yüz çeviriyorlar.” diye yaklaşan hesap gününe rağmen insanların gaflet içinde Haktan

yüz çevirişlerini nazara veriyor. Mutaffifin süresi ayet altı…” Ey insan, kerim olan Rabbine karşı seni mağrur eden nedir.” Diyor.

Ve bizi yoktan var eden, her an varlıkta tutan, semadan bize suyu, yerden bize gıdaları çıkaran Rabbinize karşı neden asi oluyor ve Onun istemediklerini yaparak Onunla irtibatınızı kesiyoruz. İyilik ve ihsanın karşılığı böyle mi olmalı ve böyle mi ödenmeli. Diye bizden soruyor.

Başka bir ayette ise ” Öyle bir bela, öyle bir musibetten sakınınız ki, geldiği vakit sadece zalime mahsus kalmayıp masumları da yakar.” Bu ayet insanların toplu ve açıkça işledikleri günah ve isyanlara dikkati çekiyor ve böyle şeylerden sakınmamızı istiyor. Özellikle de yılbaşı vesilesi ile eğlence ismi altında toplu olarak içki, kumar, zina gibi fiiller işleniyor. Bu gibi fiillerden son derece sakınmak ve kaçınmak gereklidir. Zira,

İnsan, ipi boynuna sarılıp istediği yerde otlaması için salı verilmemiş ve başıboş bırakılmamıştır. Az çok, büyük küçük her amelinden hesaba çekilecek, ya mükafat veya mücazat görecektir. Demek ecel ve kabir insanı beklediği gibi cennet ve cehennemde insanı bekliyor.

Hazırlanınız başka daimi bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona

nispeten bir zindan hükmündedir. Allahımız’ın makarr-ı saltanatına gidip merhametine ve ihsanlarına mazhar olacaksınız. Eğer güzelce bu fermanı (Kuran )dinleyip itaat etseniz. Yoksa

isyan edip dinlemeseniz, müthiş zindanlara atılacaksınız.

Eyvah, aldandık şu hayat-ı dünyeviyeyi devamlı zan ettik, o zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik.

Dememek için haram olan yolu ve eğlenceyi bırakıp, helal ve meşru olan yolu seçmeli ve Hakkın hatırını nefsin hatırına tercih ederek yeni yılımıza Rabbimizin razı olacağı bir şekilde girmeliyiz. Miladi 2013 yılınızı tekrar tebrik eder, sizlere, ailenize ,milletimize ve tüm insanlığa hayırlı  olmasını ve 2013 yılının barış, adalet ve kardeşlik yılı olmasını temenni ederim..!

2013 Miladi yılımız Hayırlı Olsun

Mustafa Kemal Özsoy

Ertelemek İnkârda Bir Artıştır

İnsanın nefsinde, yapmak istediği ve içinden geçen konuları daha ileriki bir zamana ertelemek gibi bir eğilim vardır. Kuran’da bildirildiği üzere, kendisi ile beraber tüm insanları cehenneme sürüklemek isteyen şeytan, özellikle hayır ve Allah rızası içeren amellerin ertelenmesi konusunda insanlara telkinler verir. Oysa en önemli sorumluluğu olan kulluk görevini ertelemek veya görmezden gelmek kişiyi bu sorumluluktan muaf tutmaz.

Rabbimizin bize bahşetmiş olduğu her gün, O’nu razı edebileceğimiz bir fırsattır aslında. Zamanı öldürmek için boş işlerle uğraşıp asıl görevlerini unutması, kişinin ahirette çok zor bir durumda kalmasına neden olabilir. Su gibi akıp giden zaman, aslında insan hayatında su kadar önemli bir nimettir. Zira insan ahirette, dünyada geçirdiği zamandan sorgulanacak ve bunun sonucunda da sonsuz mekânı belirlenecektir. Allah zaman ve mekândan münezzehtir. O her şeyi “ol” emri ile tek bir anda yaratmıştır. Zamana tabi olan insanlar, yaşadıkları iyi ve kötü pek çok olayı zaman içinde unutur ve Allah katında da (haşa) unutulduğunu zannederler. Oysa Allah Enbiya Suresi 47. ayette, “Biz ise, kıyamet gününe ait duyarlı teraziler koyarız da artık, hiçbir nefis hiçbir şeyle haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi bile olsa ona (teraziye) getiririz. Hesap görücüler olarak Biz yeteriz.” buyurmuştur.

Aslında rüyadan hiçbir farkı olmayan dünya hayatına sımsıkı sarılarak yaşayıp, ileriki yaşlarında da hac ve diğer ibadetlerini yerine getirerek günahlarından arınacaklarını zanneden insanlar, şeytanın telkinlerine kanarak yalnızca kendilerini kandırırlar. Hiç kimsenin ileriki yaşlara ulaşabileceğinin bir garantisi yoktur ve hiç kimse Allah’ı razı edebildiğinden asla emin olamaz. Bu nedenledir ki O’nun rızasına ulaşamadan ölmekten şiddetle korkmak gerekir. Çoğu insan sevdiklerini kırmaktan, üzmekten veya hayal kırıklığına uğratmaktan kaçınırken, kendisine sahip olduklarını bahşeden Rabbini razı etmek konusunda aynı titizliği göstermez. Vurdumduymaz bir hayat yaşayıp ölüm anında tevbe ederek bağışlanmayı umanlar, ahirette büyük bir şaşkınlık yaşayacaklardır. Çünkü Allah, tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: “Ben şimdi gerçekten tevbe ettim” diyenler, ne de kafir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azap hazırlamışızdır.” (Nisa Suresi, 18) buyurmuştur.

İnsan ne kadar zengin, güzel ve kariyer sahibi olursa olsun, öldüğünde bunların hiçbir değeri kalmayacaktır. Zengini de fakiri de bir parça beze sarılıp toprağın altına gömülecektir. Dünya hayatındaki sınavı ölümle beraber sona erdiğinde insan eşini, çocuklarını, malını, tüm sınav konularını geride bırakıp ahireti için önden takdim ettiği iyi ve kötü amelleri ve erteledikleri şeylerle tek başına Rabbinin huzuruna çıkacaktır. İşte o an geldiğinde “(Artık her) Nefis önceden takdim ettiklerini ve ertelediklerini bilip öğrenmiştir.” (İnfitar Suresi, 5) İbadetlerini erteleyen insanlar ahirette çok zor durumda kalacaklardır.  Dünyaya tekrar dönüp salih amellerde bulunmak isteyecek, ancak kendileri için her şey bitmiş olacaktır. Erteledikleri kulluk görevlerini vaktinde yerine getirmemenin pişmanlığını sonsuza dek azap çekerek yaşayacaklardır.

İçinde onlar (şöyle) çığlık atarlar: “Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan başka salih bir amelde bulunalım.” Size orda (dünyada), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyaran da gelmişti. Öyleyse (azabı) tadın; artık zalimler için bir yardımcı yoktur. (Fatır Suresi, 37)

Alnınızda, ölüm saatinizi sıfır olarak gösteren dijital bir gösterge olsa ve bu alette rakamlar hızla sıfıra doğru aksa, kendinizi nasıl hissedersiniz? Kaybedecek tek bir anınız olmadığını düşünerek, dünya hayatına dalıp gitmeden acil olarak ahiretiniz için çalışırsınız öyle değil mi? Alnımızda böyle bir gösterge olmasa da şu an hızla sıfır noktasına yaklaştığımız göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. Her insan için sıfır noktasına ne kadar kaldığı ve sıfır anında nerede olacağı Allah katında bellidir.  “Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile.” (Nisa Suresi, 78) ayetinden de anlaşıldığı üzere ölümden kaçış yoktur. İnsan yaşadığı her günü son günüymüş gibi düşünerek çok iyi değerlendirmeli, şeytanın boş şeylerle oyalama taktiklerine kanmadan Kuran ahlakı ile yaşamalı ve bu ahlakı yaygınlaştırmak için çaba sarf etmelidir.

Hiçbir şey hakkında: “Ben bunu yarın mutlaka yapacağım” deme. Ancak: “Allah dilerse” (inşaAllah yapacağım de)… (Kehf Suresi, 23–24)

Süresi belirli bir sınavda soruları cevaplamayı son ana ertelemek belki insana sadece bir sene kaybettirir. Ancak dünya hayatında yaşanan sınavın gereklerini ertelemek insana sonsuz cenneti ve en önemlisi Allah’ın sevgi ve rızasını kaybettirebilir. Dünya üzerindeki hiçbir şey, bu riski göze almaya değmez. Dünya hayatı yalnızca bir oyun ve oyalanmadır. Kulluk etmemize Allah’ın değil, biz kulların ihtiyacı vardır. Göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur. Şüphesiz Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan (Gani)dır, övülmeye layık olandır. (Hac Suresi, 64)

Unutmamak gerekir ki ertelemeden, zamanında yapılan bir ibadet, geciktirmeden yerine getirilen güzel bir ahlak özelliği, Müslüman için kazançtır. Müminin Yüce Allah’a olan teslimiyetini, sevgisini, inancını, imanını göstermesi için birer lütuftur. Oysa “…Ertelemek ancak inkarda artıştır…”(Tevbe Suresi, 37)

İbrahim Akın

İnsanlardaki “Ebedi Yaşama” Arzusu ve “J.R.”ın Ölümü!

24 Kasım 2012 sabahı haber ajansları, Dallas dizisinin kötü adamı ‘J.R.’ın öldüğü haberini dünyaya yaydılar.

Bir TV dizisindeki ‘kötü adam’ rolüyle, ‘gerçekte kötü adamlığın’ ayni şey olmadığına, ancak kötülüğü iyiliğine galip olana “kötü” denilebileceğine, insanları Cennet’e veya Cehennem’e ancak Allah’ın (C.C.) gönderebileceği gerçeklerine kısaca işaretten sonra, bu ismin hafızamda bıraktığı ibret verici en kalıcı iz olan, kendisiyle yıllar önce yapılan bir röportajında söylediklerinden bahsetmek istiyorum:

O röportajında ‘J.R.’ın, öldükten sonra yok olmamak ve ebediyen yaşamak arzusu için, o zamanki kendi inanç sistemi içerisinde söylediği şu sözler dikkatimi çekmişti:

Öldükten sonra yok olmak istemiyorum. Bunun için, öldükten sonra malikanemin satılmayıp neslimden gelecekler tarafından kullanılmasını, cesedimin toprağa gömülmeyip yakılmasını, cesedimin yakılması neticesinde geride kalacak küllerimin malikanemin bahçesine serpilmesini, küllerimin serpildiği bahçe toprağında çeşitli mevsim sebzeleri yetiştirilmesini vasiyet edeceğim.

Böylece benim vücudumun külleriyle beslenen sebzeleri yiyen neslimin bedeninde, hayatım ben öldükten sonra da devam etmiş olacak.

Onun yıllarca önce Türk basınında da yer almış olan bu sözleri, İslâm imanının da altı esasından biri olan öldükten sonra dirilmenin ve ebedî yaşamak arzusunun insan için ne kadar mühim olduğunu düşündüren, iz bırakan, ibretli bir misaldi.

Kur’an-ı Kerîm’deki âyetlerin üçte biri imanın altı esasından biri olan Haşir’le alâkalıdır ve Risale-i Nur Külliyâtı’nda da ‘Haşre iman’dan geniş şekilde bahsedilmektedir. Kısaca verilebilecek bir misal olarak, Sözler adlı eserde, Yirmi dokuzuncu Söz İkinci Maksad Sekizinci Medar’da, ebed arzusunun tüm insanlar için de genel bir arzu olduğundan şöyle bahsedilmektedir:

SEKİZİNCİ MEDÂR: İnsanın fıtrat-ı zîşûuru olan vicdanı, saadet-i ebediyyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse “Ebed!.. Ebed!” sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahlûktur. Demek bu vicdanî olan incizab ve cezbe, bir gaye-i hakikîyyenin ve bir hakîkat-ı câzibedârın yalnız cezbi ile olabilir. Onuncu Söz’ün Onbirinci Hakîkatının hâtimesi bu hakîkatı göstermiştir.”

Allah (c.c.) “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi”.

İnsana ebedî hayat, Allah (c.c.) tarafından verileceği için, onun isteği de dünyaya gönderdiği insanların içine gene Allah (c.c.) tarafından konulmaktadır. Fakat ebedî hayatın verileceği yer, İslâm imanından gafil birçok insanın arayışında olduğu gibi, bu dünya hayatı değildir; bu dünya bir imtihan yeridir ve insan burada vazifeli bir misafirdir. İnsan, bu dünya hayatı esnasında, aslında kendisini istemese bile kaçınamayacağı ahretteki ebedî hayatının, hangi şartlarda olacağını belirleyecek, kazancı da kaybı da çok büyük ve çok mühim bir imtihanın içinde bulunmaktadır.

1980’li yılların dünyaca meşhur televizyon dizisi “Dallas”ta petrol zengini bir ‘kötü adam’ rolünü oynamış ‘J.R.’ın, bu dünyada 81 yıllık gerçek hayatındaki Allah’a kulluk imtihanını da ‘kötü adam’ olarak mı tamamladığı hakkında bilgimiz olmadığı için, onun hakkında bir şey diyemeyiz ve onu Allah’ın (c.c.) adaletine havale ederiz. Biz, ölmeden önce onun da bir röportajında varlığına dikkat çektiği, ‘bütün insanlardaki ebedî hayat arzusunun’ kendimizde en iyi şekilde tatmin edilebilmesinin, ancak İslâm imanından iyi ders alıp o dersleri hayatımıza iyi tatbikle olabileceğini düşünmeli ve bunun gereğini yapmalıyız.

Prof. Dr. Mustafa NUTKU

www.NurNet.Org

Çemberi Yarmak, Dünyayı Terk Etmek Zorunda mıyız?

CİHAD-I EKBER (BÜYÜK SAVAŞ) NEDİR?

İnsanın kendi nefsiyle mücadelesine büyük cihad (cihad-ı ekber), düş­manla çarpışmasına ise küçük cihad (cihad-ı asgar) deniliyor. Bunun bir sebepi şudur: İnsan haricî düşmanla çarpışırken ölürse, şehit olup, Cennete gidiyor. Nefsiyle çarpışırken mağlûp olduğunda ise, ebedî hayatını kaybedi­yor. İnsanın bu ikinci cihadı mutlaka kazanması lâzım geliyor.

Diğer taraftan, haricî düşmanla yapılacak cihadda muzaffer olmak için de, önce dahildeki harbi kazanmak icab ediyor. Yani, ancak nefsiyle yap­tıkları cihaddan muzaffer çıkan kimseler, düşman karşısında arslanlar gibi çarpışmaya muvaffak oluyorlar.

DÜNYAYI TERK ETMEK NE DEMEKTİR?

İnsan dünyaya çalışmalı, muvaffakiyetin şartlarını hakkıyla yerine ge­tirmeli, fakat asla ona kalbini bağlamamalıdır.

Bilindiği gibi insan, ineğin sütünü sağar, etinden istifade eder, fakat onu odasının başköşesine bağlamaz. İneğin yeri oda değil, ahırdır.

Öyle de, insan dünyadan istifade eder, para kazanır, mal mülk sahibi olur. Bunlar dünya hayatı için gereklidir, fakat insan bunları vesile olarak bilmeli, gaye yapmamalıdır. İnsan parasını kalbine değil, kasasına koymalı. Keza, sarayını gönlüne değil arsasına kurmalıdır. Zira, kalb Samediyetin âyinesidir, marifet ve muhabbete mahal olmak için yaratılmıştır.

İnsan, Beytullah mesabesindeki kalbine servet, makam, teveccüh-ü nas gibi şeyleri koymamalı ve o kalbin nezahetine halel vermemelidir.

İNSANDAKİ CİHAZATIN KIYMETİ

İnsandaki zahirî ve bâtınî duygulardan her biri dünyadan daha kıymet­tardır. İnsan ne görmesini, ne işitmesini, ne aklını, ne hafızasını ve ne de sevgi, korku gibi herhangi bir hissini dünya saltanatı ile değişmez.

Her biri, dünyadan çok daha kıymettar olan bu cihazatın tamamını, dünyanın cüz’î bir mes’elesine nasıl sarfediyoruz? Yukarıda bahsettiğimiz cihazattan biri olan akıl, Cennetten de kıymetlidir. Akılsız bir kimseyi Cen­nete koysanız ne derece istifade edebilir.

Şu hale göre, her bir cihâzat-ı insaniye, insanın sırf bu dünya için yara­tılmış olmadığına ve onun esas vazifesinin rızâ-i İlâhiye’yi tahsil ve irfan meydanında terakki etmek olduğuna birer şahittir.

AKİBETTEN KORKMAK

Dünyevî âkıbetten korkmak insan fıtratının icabıdır. Bir kimse otobüsle, gemiyle veya uçakla bir menzile müteveccihen seyahat etse, o menzile mutlaka ulaşacağını garanti edemez. Her an bir trafik kazası veya bir fırtına sebepiyle o seyahat sona erebilir ve o insan da ölümü tadabilir.

İşte aynı şekilde, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve nehiylerine riayet etmekle Cennete müteveccihen yol alan bir mü’min de bu yolculuğun Cennetle son bulacağını garanti edemez. Her an mânevî bir musibet veya fırtına, insanı yarı yolda koyabilir. Bu seyahatta da âkıbetimizden daima korkmalı ve Rahîm-ı Zülcemal’in dergâhına iltica ve ondan istimdad etmeliyiz.

ÇEMBERİ YARMAK

İnsan, bir harpte çembere alındığı takdirde hayatı pahasına da olsa o çemberi yarmak zorundadır. Biz de ebedî felâkete atılmak üzere, nefis, şey­tan, günahlar ve isyanlar tarafından kuşatılma durumundayız veya kuşa­tılmış bulunuyoruz. Ne pahasına olursa olsun bu harbi kazanmak ve bu çemberi yarmak mecburiyetindeyiz.

Mehmet Kırkıncı / Nükteler

www.mehmedkirkinci.com