Etiket arşivi: ahmet ay

Ya her günahta bir koronalık varsa?

Derler ki: Hakikat Çekirdekleri’nde geçen bu sözü, Bediüzzaman, dönemin Ankara hükümetinin içki yasağındaki (Men-i Müskirat Kanunu) başarısı üzerine söylemiştir: “Desâtir-i hikmet, nevâmis-i hükûmetle; kavânin-i hak, revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz.” Aynı dönemde Bediüzzaman Yeşilay’ın kurucuları içinde de yer almıştır. İşgalci İngilizlerin teşvik ettiği bu kem alışkanlığı nasihatle de gidermeye çalışmıştır. Fakat nihayetinde 1. Meclis’in aldığı karar toplum üzerinde daha etkili olmuştur. Çünkü hükümetin aldığı kararın arkasında müeyyidesi vardır. Nasihatinse müeyyidesi yoktur.

Koronayla bunu da tecrübe ettik sanıyorum. Aslında herşey bir parça imana bakıyor. İçimizdeki taşları doğru şekilde döşedikten sonra dışımızdaki en kadim alışkanlıklar bile yerinden oynatılabiliyor. Arşimed’in dünyayı zıplatmak için aradığı dayanak noktası bizde. İçimizde. Şundan birkaç ay önce kim sokakların bu hale geleceğini öngörebilirdi? Hele sokağa çıkma yasağını bizzat halkın talep eder hale geleceğini? Normalde isyan çıkarırdı böyle yasaklar. Şimdi hiç öyle bir hava yok. Hatta uymayanları gördüğümüz zaman ‘Cık, cık, cık’lanıyoruz. Maske takmayanlarla kavga ediyoruz. Fazla yakınımızda duranlarla da. Bu itikadın gücüdür. Lakin, aman, sakın, aldanmayalım. İnsan itikadından ibaret de değildir.

Geometride ilk öğretilen şeylerden birisiydi ‘aksiyom’ bize. “Nedir?” derseniz Wikipedia’dan tarif aşırayım: “Başka bir önermeye götürülemeyen ve kanıtlanamayan, böyle bir geri götürme ve kanıtı da gerektirmeyip, kendiliğinden apaçık olan ve böyle olduğu için öteki önermelerin temeli ve ön dayanağı olan temel önermeye belit, aksiyom ya da postulat denir.” Çok mu karmaşık oldu? O halde şöyle misalle açmayı deneyelim: “İki şey ayrı ayrı birşeye eşitse o iki şey de kendi aralarında eşittir!” ifadesi bir aksiyomdur.

Aksiyomlar elbette ki önemlidirler. Gereklidirler. Neden? Şöyle: Eğer böylesi temel düzeyde genel kabuller kurgulanmazsa ilgili oldukları ilmin/bilimin koridorlarında ilerlenmez. Taş üzerine taş konulamaz. Hep en başa dönülür. Sistemler inşa edilemez. Sözgelimi: A’nın B’ye eşit olduğu bir soruda A’yı ‘2’ diye çıkardıktan sonra B’yi de bulmuş olduğunuzu kanıtlayamazsınız. Öyle ya: Normalde A kardeş 2’ye eşitse B kardeş de 2’ye eşittir. “Öyle olmak zorunda değildir!” derseniz bu artık yeni bir matematik kurgulamak anlamına gelir ki cümle matematikçiler bu hale hayretlerinden damaklarını şaklatırlar.

Ancak matematikçilerin de farklı olasılıklara hiç kapı aralamadıkları söylenemez. 1O’dalık yerine başka bir sistemin tanımlandığı durumlar böyledir. (Bu da ortaokul-lise seviyesinde gördüğümüz bir konudur.) O zaman yapılan işlemlerin sonucu da elbette farklı çıkar. Her neyse. Eğer bu konuya girersem iş iyice karışacak. Kısa yoldan geri döneyim.

Her ilim dalının terminolojisi aslında bir açıdan aksiyomudur. Kelimenin o ilim dalı konuşulurken/yazılırken ‘bundan sonra geleceği anlam’ belirlenmiş olur. Lügatçeden kopulur. Hatta bazen zıtlaşılır. ‘Ağacın kökü’nden bahsedilirken anlaşılanla bir ‘sayının kökü’nden bahsedilirken anlaşılan aynı şey değildir. Yine halk arasında kullanılan ‘tevatür’ kelimesiyle hadis ilminde kullanılan ‘tevatür’ kavramının karşılıkları aynı değildir. Hatta bu ikisi neredeyse zıttırlar. Birisi ‘söylenti’yi karşılarken ötekisi ‘kesin bilgi’yi işaret eder. İşte bu şekilde tüm ilimler kendi kurgu alanlarını inşa ederek içlerinde ilerlerler. Aslında böylece ortak bir dil oluştururlar. Bu dilin kabulü ölçüsünde de metodolojileri yerleşir. Yayılır. Periyodik cetvelin, çarpım tablosunun veya imlanın normlaşması bundandır.

Norm haline geldiğini düşünen yöntem sairlerini de yargılamaya başlar. Bakınız, bu nokta çok önemli, tekrar altını çizmek istiyorum: Bir yöntem, metod veya kabul eğer ‘tek geçerlinin kendisi olduğunu’ düşünmeye başlarsa farklı olanları da kovalamaya çalışır. “Defterlerinizde sadece başlıklar kırmızı kalemle olacak!” diyen öğretmen, tabusunun aksine, metni kırmızıyla ama başlıkları maviyle yazan öğrenciyi gördüğünde cezalandırır. Fonksiyonel anlamda hiçbir farkı yoktur çocuğun yaptığının. Nihayetinde not tutulmuştur. Lakin not tutulurken eğitimin aksiyomlarından birisi ihmal edilmiştir. Yazılar illa mavidir.

Dedim ya başta: Hepsi nihayet imana bakıyor. Baştaki kabullere bakıyor. Üzerine basılan tanımlara bakıyor. Neye göre itikadınızı şekillendiriyorsanız onun doğrularını normalleştiriyorsunuz. Mesela: Korona gibi bela bir hastalığın def’i için, normalde uygulanamayacak, uygulansa isyan edilecek, isyanından belki hükümetler düşürülecek yasakları ‘lazımın da lazımı’ gibi görebiliyorsunuz. Fakat “Zina da bir hastalıktır!” dendiğinde hopluyorsunuz. Ona dair dinin öngördüğü yasakları kabullenemiyorsunuz.

Hatta burada da kalmıyor iş. Bir de yolundan emin olanlara cevap türetiyorsunuz: “Yasakla olmaz canım. İnsanın kalbini ikna etmek lazım. Kalbi ikna olmadıktan sonra yasaklasan ne!” Aaaa, demek öyle, o halde neden korona ile ilgili yasakların da ‘gönüllülük usûlü’ ile uygulanmasını talep etmediniz? Neden hatta devletten cebr u ceza istediniz? Ondan muameleniz ‘böyle’ iken dinle ilgili mevzulara gelince neden ‘öyle’ oldu?

Arkadaşlar, uzatıyorum, amma mevzuun özü bellidir. Meselemiz itikaddır. İslam, Alîm-i Mutlak olan Allah’ın koyduğu yasalar bütünü olarak görüldüğünde, elbette onun içeriğine karşı algımız da farklılaşır. Müeyyide içeren günahlar hakkında deriz ki mesela: “Cenab-ı Hak en doğrusunu bilendir. Eğer bu günah için sadece ‘tavsiye’ yeterli olsaydı ‘müeyyide’ emretmezdi. Nasıl ki koronayı durdurmak için yetmiyor.” Hatta, garibim Trump, ABD’de hop-hop hopluyor ve de haklı olarak da Çin’e kızıyor ki: “Başladığı yerde neden ensesine çökemediniz? Eğer iyi çökseydiniz böyle olmazdı. Dörtbir yanımıza yayılmazdı.”

Haksız mı? Değil. İşte, Cenab-ı Hak da herbiri bir hastalık olan böylesi günahlar için, ortaya çıktığı yerde ensesine çöktürücü müeyyideler tayin etmiş. Eşcinselliği yasaklamış, zinadan men etmiş, hırsızın elini kestirmiş vs. Bunların bulaşıcılığının da ötekiler gibi olduğunu bilmiş. Bildirmiş. Korunmayı emretmiş. Elhamdülillah. Hem yine insanın sırf tavsiyeyle yönetilebilecek akıldan ibaret bir canlı olmadığını bildiğinden, yaratan bilmez olur mu hiç, nefsinin dilini yakmış. Dil yakıcı cezalar koymuş. Ona da elhamdülillah. Sen şimdi, kafandaki-kalbindeki ayarların gümlediğinden haberin yok, burnunun ucunu görmez, oturduğun yerden ‘Öyle olmaz da şöyle olur’lu ahkâmlar kesiyorsun.

Aga, sana Allah’ın değiştiğini düşündüren nedir, söyler misin? Her işinde Alîm-i Mutlak olan şeriatında değişir mi? Değişti mi? O Allah, hâşâ, başka bir Allah mı oldu? Ne oldu da sahabeye yeterli görünmeyen ‘tavsiyeler’ şimdi sana yeterli görünmeye başladı? Aman, ha, sakın. İblis sağınızdan yaklaşıyor olmasın? Ayırabilmen için bir turnusol da vereyim: Soldan gelişi küfürdür. Sağdan gelişi bi’dattır. Bana de ki: “Kudretim yetmiyor ki baharı getireyim.” Amenna. Ona ben de katılıyorum. Fakat sen yılmışsın. Omuzundan cihad yükünü atmışsın. Baharı arzulamayı bırakmışsın. Hatta bundan da beteri var sende: Artık besbelli birazcık kışı arzuluyorsun. Çünkü alışmışsın. Etme.

Ahmet AY – risalehaber.com

Dilenmekle eşitlik bozulmaz

Çalışmama ara verir vermez gitgide daha çok batıyormuşum gibi geliyor.” Virginia Woolf, Günlük’ten…

Yazmak biraz da ‘tutunmak’ gibi. Neden/nasıl bu kadar sık yazdığıma dair sorulara böyle cevap verebilirim: “Durmaya çalışıyorum.” Çoğu zaman yazmak yazardan okura ikram edilen birşeymiş gibi dillendiriliyor. Halbuki hayır. Ben ikram etmek niyetinde değilim. Hiç değilim. Aç olan bizzat kendimim. Başlarken böyle başlıyor. Ve, o açlığın doyması, o boşluğun dolması için yazıyorum. “Çünkü herkesten ziyâde sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi!” demekle bahsedileni kendim sayıyorum. Evet. Yazmaya başlarken aklıma gelmiyorsunuz. Fakat o yazıyı paylaşırken sizi hatırlıyorum.

Allah kimi/neye perde kılmayı murad ederse o buna acıktığını sanır. Eğer cömertliğin lezzeti ile dolu olmasalardı peygamberler böylesine zor bir görevi yerine getirebilirler miydi? Onlar peygamberdiler. Paylaşmayı en çok onlar seviyorlardı. Paylaşmanın lezzeti zordan zor olan nübüvveti ballandırıyordu demek ki. Celalli bir peygamber olabilir Musa aleyhisselam gibi, cemali baskın bir karakteri olabilir Harun aleyhisselam gibi, ama mert olmayan, cö-mert olmayan peygamber olamaz. Şunun da altını çizeyim: Paylaşmak derken de bir ‘gayrısı düşünülemez’ olarak kastediyorum. Aleyhissalatuvesselamın ağzına koyacağı lokmayı dahi mümkünse paylaştığından bahsediliyor. Yani bu onun için aradabir yapılan birşey değildi. Bir ‘zaten olması gereken’ gibi. Gayrısı düşünülemez gibi. Göğüslerinin başkalarına karşı genişliği orayı vahyin teşerrüfüne de müsait kıldı.

Yazmakla aramdaki ilişki en fazla ‘iktiran’ olabilir ki yüzleşilmesi doğru birşeydir. Acz ve fakr mesleğini eğer kainata hep ‘alan el’ gözüyle bakmak olarak resmediyorsam varlığa bakışımı da Bediüzzaman gibi ‘iktiran’ eksenli kılmalıyım. Bu bir kurgu değildir üstelik. Hakikatin kendisidir. “Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler.” Elinden çıkanla eşitliği bozabilen yok. Hepimiz yaratılma eşitiyiz. Mahlukiyette denkliğiz. Orwell’ın Hayvan Çiftliği’nde dokundurduğu gibi değil bu düzen. Ne diyordu sahi: “Bütün hayvanlar eşittir. Ama bazı hayvanlar daha fazla eşittir.

“Önce ben, sonra benim sayemde sen, sonra senin sayende o…” değil. Ezel denilen ‘manzara-yı âlâ’da bir mesafe yok aramızda. Zamanı yaratan, dolayısıyla sınırlarından münezzeh olan Allah, bizi böyle görmüyor. Hepimiz bir an gibiyiz bilmesinin nazarında belki. Yani bütün ‘ol’cuklarımızla birtek “Ol!” gibiyiz. Öncelik-sonralık, uzunluk-kısalık, nedenlik-sonuçluk hep bizim icadımız.

Ne biliyorsun? Belki de ben bu yazıyı sen okuyasın diye yazmadım. Belki de sen okuyacaksın diye bana bu yazı yazdırıldı. Son olan ilktir belki. Ne biliyorsun? Sonuç olan amaçtır. Niyet neticenin kopyasıdır. Necip Fazıl merhumun da Aleyhissalatuvesselam hakkındaki şiirinde dilegetirdiği gibi: “Son Peygamber, son Peygamber!/İlk olunca sona geldi.” Tasavvufî metinlerde sıkça rastladığımız ‘hakikat-i Muhammediye’ manası böyle birşey değil mi? Başın sona, sonun başa gelmesi, kardeşleşmesi. Halkanın tamamlanması. Yani bir ‘levlake levlak’ sırrı.

En doğrusunu Allah bilir ya. Bediüzzaman’ın eserleri hakkında ‘yazdırıldı’ ifadesini sık kullanmasını biraz da böyle anlamak gerek diye düşünüyorum. Yine acz ve fakr mesleği ile irtibatlı yani. Yine ‘alan el’ olma durumu. “Bunları yazarak ben size birşey bağışlamadım, hayır, belki sizin okumaya açlığınız bende bunların yaratılması sebebidir!” demek biraz dünyaya.

Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: ‘Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?’ Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.”

Mahlukatın birbiriyle ilişkisi ‘illet’ ilişkisi değildir. ‘İktiran’ ilişkisidir. Bunu çözmek sahtekâr kibri öldürür. Hem zilletli dilenciliğe de son verir. Dengemizi buluruz. Çünkü kibir de, tabasbus da, gurur da bizim eşya arasında kurguladığımız öncelik-sonralık, nedenlik-sonuçluk, yani yaratıcılık mizanseninden beslenir. Şimdi bana ilginç gelen birşeyi de diyeceğim Firavun ve kavmi hakkında. Kur’an-ı Hakîm onları zâhirde birbirine zıt gelebilecek iki şekilde birden anıyor:

Birincisini sûre-i Zuhruf’ta buldum: “Firavun kavmini aldattı; onlar da kendisine boyun eğdiler…” İkincisi sûre-i Mü’minûn’da; “Firavun’a ve ileri gelenlerine de (gönderdik). Onlar ise kibire kapıldılar ve ululuk taslayan bir kavim oldular.” Şaşırmayalım. Demek ‘kibir’ ve ‘boyun eğiş’ aslında çok da birbirinden uzak şeyler değiller. Firavun’un kavmine boyun eğdiren Firavun’a duydukları muhabbet değildir. Diğer kavimlere üstün olmanın kem hazzıdır. Neden-sonuç ilişkisinde ‘neden’ tarafında kendini öncelemektir. İktirana mazhar olan değil de ikram edici olmaktır. Alan el değil veren el olmaktır. Mürşidimin tarif ettiği şeydir:

“Felsefenin halis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem o dinsiz şâkirt, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-i hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakirt, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinat bulmadığı için, zatında gayet acz ile âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur.”

Bugün “Ne mutlu (…) diyene!” diyenlerin asl-ı siretinde bundan başka ne var? Firavun’un kavmine sözde ilahlığı ile lütfettiği İsrailoğulları üzerinde küçük birer firavuncuk olma imkanıdır. Efendiliktir. “Ne mutlu kıptıyim diyene!” dedirmektir. Kendisi ‘firavuncuk’ olmak isteyen elbette başka bir Firavun’un kulu olmaya katlanır. FETÖ’nün de müntesiplerine bahşettiği ‘ahirzamanın seçilmiş cemaati olma’ imkanı değil miydi? Koşulsuz itaatlerini böyle kazanmadı mı? Ve yine bugün modernist taifenin ‘indirilmiş din-uydurulmuş din’ muhabbeti üzerinden takipçilerine bahşettikleri ehl-i sünnet üzerinde firavuncuk olabilme imkanı değil midir? Sanki hayat sadece dekorları/oyuncuları değişen bir tiyatro. Senaryosu ise Kur’an’da yazılı. Hangi kıssanın özüne insek çağımızı buluyoruz.

Ahmet Ay – hicbisey.com

O şey ‘yalnız’ değildir

Meselâ, bir şecerenin meydana gelmesi için ne lâzımsa, bir semerenin vücuduna da lâzımdır. Mesnevî-i Nuriye’den.

Hikayenin farklı versiyonları var. Bendeki versiyonu Picasso’lu. Picasso restoranda takılırken kadının birisi yaklaşmış ve bin rica resmini yapmasını istemiş. Sürrealist abimiz de akımının verdiği rahatlıkla yanıbaşındaki bir peçeteye yalan-dolan karalamış. (Benzetemese de sürrealistliğine verilir ne de olsa.) Kadın borcunun ne kadar olduğunu sormuş. Oy, oy, oy. Sormaz olaymış. Duyduğu rakamla başından kaynar sular dökülmüş. Fakat koskoca Picasso da duvar boyacısı fiyatına emek satacak değil a! Şânına münasip birşey deyivermiştir elbette. Kadıncağız hayretle damağını şaklatmış: “Beş dakika için fazla bir rakam değil mi?” Yaşlı kurt piyasanın raconuna hâkim bir tavırla cevaplamış: “Altmış yıl artı beş dakika.”

Bir Picasso değilim amma benzer bir hatıra da bende var. Çilingirlik yapan Mustafa isminde bir arkadaşımla işe gitmiştik. “Senin ne işin vardı?” derseniz ‘can sıkıntısından’ diye yanıtlayayım. Marmara depreminin üzerinden fazla zaman geçmemişti o vakitler. Bu nedenle insanlar her küçük sarsıntıda anahtara eyvallah etmeden kendilerini sokağa atıyorlardı. Çilingirler için altın bir çağdı. Kâşifler için Amerika’nın keşfi gibiydi. Fakat bu hikâyede ilginç olan işin parasal kısmı değil. Mustafa için çekili kapıyı açmak saniyeler süren bir işti. Ama bu kapıya dakikalarını harcamıştı. Dönerken nedenini sordum. Dedi ki: “Kolay açınca para vermek istemiyorlar.”

‘Kıymetli’ olanın ‘zor’ zorun ise ‘vakit alıcı’ olduğuna dair bir önyargı var insanda. Bu aslında beşerî sınırlılıklarımızdan beslenen birşey. Herkes bir diğerinin ustalığının biganesi. Doktor çabuk teşhiste bulununca, çilingir çabuk kapıyı açınca, ressam çabuk çizince yaptığının o kadar da kıymetli olmadığını düşünüyoruz. Berberinizi ele alalım. İnanın bana. Kafanızda geçirdiği sürenin büyük kısmı oyalanmadan ibarettir. Aslında saçınızı istediğiniz şekle yarısı kadar bir sürede getirebilir. Ama böyle yaparsa yaptığı işin gözünüzde kıymetli olmayacağını düşünüyor. Çünkü siz, yani müşteriler, ‘zaman alanın kıymetli olduğu’ konusunda hemfikirsiniz. Fiili, kudret ve zaman eksenli düşünüyorsunuz. Failin ustalığını (ilme bakan yanını) hesaba katmıyorsunuz. Halbuki ustalık fiile harcanan süreyi de zahmeti de azaltan birşeydir. İş bilindikçe emek azalır.

Bediüzzaman, Yasin sûresinde geçen “Birşeyin olmasını murad ettiğinde, ‘Ol!’ der, o da oluverir… ayetini tefsir ederken de bu ustalık bilgisinin işleri nasıl kolaylaştırdığına dikkat çeker:

Nasıl ki gayet mahir bir san’atkâr, ziyade kolay bir tarzda, elini işe dokundurur dokundurmaz, makine gibi işler. Ve o sür’at ve mahareti ifade için denilir ki, ‘O iş ve san’at ona o kadar musahhardır ki, güya emriyle, dokunmasıyla işler oluyor, san’atlar vücuda geliyor.’ Öyle de, Kadîr-i Zülcelâlin kudretine karşı, eşyanın nihayet derecede musahhariyet ve itaatine ve o kudretin nihayet derecede külfetsiz ve suhuletle iş gördüğüne işareten ‘Birşeyin olmasını murad ettiğinde, ‘Ol!’ der, o da oluverir…’ ferman eder.

Fakat burada bir ayrıma daha ihtiyacımız var. İnsanın ustalığı ile Allah’ın ustalığı elbette aynı değildir. Allah’ı anlamak için hangi teşbihi kullansak onun karşılığını tasavvur ederken ‘subhaniyeti’ hatırlamak zorundayız. Evet. Onun ustalığı insanî kusurlardan ve insanın ustalaşmak için muhtaç olduğu şeylerden münezzehtir. Bence ‘subhaniyetin’ bir yönü de Mesnevî-i Nuriye’de geçen şu ifadede saklı:

Vâcibü’l-Vücud, zâtında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef’âlinde de benzemiyor. Çünkü, Vâcibü’l-Vücudun kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev’, cüz-küll aralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vâcibü’l-Vücudun ef’âlini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor.

Bu kafamdaki şeyin birinci tarafı. Şimdi ikinci tarafını konuşalım. Başta Picasso “Altmış yıl artı beş dakika…” dedi değil mi? Mustafa da ‘müşteri psikolojisi’ne uygun hareket etmeyip kapıyı hemen açsa ona belki şöyle denilecekti: “Yalnız birkaç saniye için (o zamanın parasıyla) yedi milyon mu?” Mustafa’nın da bu itiraza şöyle cevap verebilme hakkı vardı: “İki yıl artı birkaç saniye…” O yıllarda sanıyorum çıraklığında bu kadar zamanı doldurmuştu. Fakat burada insan psikolojisine dair bir refleksi de yakalıyorum ben: “Daha az bedel ödemek için bedel ödenmesi gereken şeyi basitleştirme.”

İnsan bunu çok yapıyor. Aile içi meselelerden tutun iş hayatına, kulluktan tutun siyasete kadar her alanda bunun yansımaları var. Ne zaman ki birşeye ödeyeceği bedeli fazla buluyor, o zaman o şeyi basitleştirmeye gayret ediyor. Bunu bir kaçış yolu olarak görüyor. Markar Esayan’ın İyi Şeyler kitabında bahsettiği ‘bilimsel açıklamaların vicdanî itirazları gideren gücü’ bu noktada devreye giriyor. Ve baaam! Rahatlamaya başlıyorsunuz.

Sözgelimi: Eşinizin çok önemsediği bir olayı unuttunuz. Yıldönümünü falan mesela. Erkeğin bu konudaki tavrı genelde nasıl olur? “Amaan, yıldönümü işte, takvime göre bir döngü, neden bu kadar önemli olsun?” Fakat kadının yargısı genelde daha bütüncüldür. O, bu unutuşun, aslında daha alttan gelen bir ‘önemsememe’ halinin tezahürü olduğunu düşünür. Dolayısıyla siz fiili bütünden kopuk bir parça olarak basitleştirirken, kadın, o fiili bir bütünün parçası olarak algılamaya meyyaldir.

Bence kadınlarda, bu yönüyle, bütüne bakma temayülü daha fazla. Hatta ne zamanki erkek bir hata yapıyor, kadınlar genelde geçmişte meydana gelen benzerî hataların tamamını listelemeye başlıyorlar. Hepsini birden hatırlıyor ve hatırlatıyorlar. Çünkü o fiil onların dünyasında ‘yalnız bir fiil’ değil. Bir bütünün parçası. “Altmış yıl artı beş dakika…” gibi birşey. Hem size birşey diyeyim mi: Bardağı taşıran son damlalar da genelde daha evvel özrü dilenmiş yanlışların üzerine düşen son damlalardır. Özür dilemek asla hata bardağını boşaltmaz. Son damlaya kadar zaman kazandırır o kadar.

Siyasi olaylar da böyle. Fiili basitleştirmek gerekiyordu ki vicdanı rahatlatacak bir açıklaması olsun. 2009 yapımı The Box filmini izleyenler hatırlayacaklar. Orada da karakterler suçluluk duygusuna direnebilmek içi birbirlerini şöyle diyorlardı: “Bizim yaptığımız sadece düğmeye basmak.” Muhtemelen Japonya’ya atom bombasını atan Paul Warfield Tibbets da yaptığının sadece ‘düğmeye basmak’ olduğunu düşünüyordu. O sadece ‘emir kulu’ydu. Kulun emre direnmeyişi sebebiyle çoğunluğu sivil 140.000 kişi öldü.

Bütün bunlar, beni, Bediüzzaman’ın Bütün tabiatperest, esbabperest ve müşrik gibi umum envâ-ı ehl-i şirkin ve küfrün ve dalâletin tevehhüm ettikleri şeriklerin namına bir şahıs farz ediyoruz ki, o şahs-ı farazî, mevcudat-ı âlemden birşeye rab olmak istiyor ve hakikî mâlik olmak dâvâ etmektedir… diyerek başladığı 32. Söz’e götürdü. Bu vekil, rab ve malik olmak istediği şeylere yaklaşırken şöyle cümleler kullanıyordu: Siz çok karışık birşey görünüyorsunuz…  Böyle serseri gezdiğinden, sahipsiz olduğunu gösteriyorsun… Bu çok büyük birşeydir. Belki içinde bir delik bulup bir yol açarım… Yıldızlar çok kalabalıktırlar. Hem dağınık, karma karışık görünüyorlar… Belki sen sözümü anlarsın. Çünkü sen gayet küçük bir menzil gibi birkaç şeyden yapılmışsın…

Aslında o metin de insanın yanlışını içinde meşrulaştırmak için sığındığı şeylerden birisinin ‘basitleştirme’ olduğunu gösteriyor. Bunu da parçayı bütünden bağımsız/kopuk göstermekle yapıyor. Parça, bütünden koparıldığında, insana daha kuşatılabilir görünüyor. Halbuki Kur’an’ın şirke karşı bizim dikkatimizi çektiği şey bütünlüğün harikalığı. Mesela Rum sûresindeki şu ayette: Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Bediüzzaman, bu ayeti tefsir ettiği 33. Söz’ün 28. Penceresi’nde bütünlüğün harikalığına şöyle dokunur:

Bir zerreden tut, tâ yıldızlara kadar, zerre miktar şirke yer bırakmıyor. Öyle birbirlerine mânen münasebettardırlar ki, bütün yıldızları musahhar etmeyen ve elinde tutmayan, bir zerreye rububiyetini dinlettiremez. Bir zerreye hakikî rab olmak için bütün yıldızlara sahip olmak lâzım gelir.

Yani arkadaşlar, yalnız başına yaratılmış bir elma yok. Yalnız başına yaratılmış bir Ahmed yok. Yalnız başına yaratılmış bir atom yok. Yalnız başına yaratılmış bir hücre yok. Bütün bunlar, anlamak için basitleştirdiklerimizin/böldüklerimizin tamamı, aslında ‘kainat artı o şey.’ Elma ‘kainat artı’ elma. Ahmed ‘kainat artı’ Ahmed. Bu yüzden karşılığında fiyat istendiğinde yan çizmenin bir anlamı yok. Kainatı Allahsız açıklamayadığımız gibi ibadetsiz de açıklayamayız.

Picasso, altmış sene ömrünü vermeseydi sanatına, o resmi beş dakikada yapamazdı. Mustafa, iki sene çıraklık etmeseydi, birkaç saniyede o kapıyı açamazdı. Ve Allah, zamanlara yayılmış kainatları yaratmasaydı, sen sırf pazardan almakla veya dalından koparmakla o elmayı yiyemezdin. Hiçbir fiil yalnız değildir. Her fiil bir sistemle varolur. Bir sistemin devamlılığına/imkanlarına bağlı olarak varolur. Ve bu yüzden Allah Kıyame sûresinde sorar: İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır? Çünkü, yaratılışa dair herşey, herşey artı o şeydir. Yani o şey yalnız değildir. Ücretini vermek zorundasın.

“Evet, o Mün’im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir: Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir.”

Ahmet Ay – hicbisey.com

Bediüzzaman bizi defansa çağırıyor

Hiçbirimiz hiçbirşeyin tamamı değiliz. Tevhide iman etmek bir açıdan da insanın ‘bütünü değil parçayı ifade ettiğini’ kabul etmesi demektir. Müstakilliğinden soyunması demektir. Buzunu havuza atması demektir. Daha has dairede ümmet bütünlüğüdür bu. Mana-i harfi ile bakılabilir yalnız bize artık. ‘İsim’ olmayacağımızı/olamayacağımızı yola çıkarken kabul etmişizdir. O vakit kendimizle başlayıp bitmek için kasılmaya da gerek yoktur. ‘Bize özel’ saydığımıza kapılmaya gerek yoktur. Muteber olan kardeşliktir.

Vaktiyle Mevlana‘ya (k.s.) atfedilen şöyle bir ifade duymuştum: “Aynı dili konuşanlar değil aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir.” Hakikaten öyledir. ‘Duyuş’la lisanın ilgisi ‘ses’le ilgisinden yoğundur. Lakin burada bir de parantez açmam gerek arkadaşım: Ben ‘duygu’ ile ‘duyu’ arasındaki mesafenin beden-kalp-ruh arasındaki mesafeyle ilgili olduğunu düşünmekteyim. Bedenin farkındalığı duyuştur. Duyuları vasıtasıyla olur bu. Bu bedenî farkındalıklar kalp denilen beden-ruh arası berzahta duyguya dönüşür. Yani maddi olan manevi olana kalpte dönüşür. Burada kastettiğimiz elbette et parçası kalp değil. Kalp daha aşkın birşey. Bedensel olanla ruhla ilgili olanın birbirleriyle irtibat kurdukları bir ayna/alan. Hem bir yansıtıcı hem bir dönüştürücü.

İşte, duyularla gelen bilgiler eğer kalbe kadar tesir edebilirlerse, o zaman o duyuşumuz duyguya dönüşür. Düşünün bir kere. Onca yüz içinde sevdiğinizin yüzünü farklı kılan nedir? Nedir o detay ki başka hiçbir yüz onunki gibi dalgalanma yapmaz yüreğinizde? Buna benzer dostluk/kardeşlik bağları hemen hemen bütün mahlukatla aramızda vardır. En temel düzeyde tevhiddir sizi varlıkla ilişkili kılan. Aynı Ustanın eseri olduğunuzu hissedersiniz herşeyle. Bu ülfetimizin başıdır. Ve dahi kardeşliğinizin. Belki aynı Esma’ya ayna olmak dahi böylesine aşinalıklar madenidir.

İşin fıtrata bakan yanı böyle. Ama bir de irademize bırakılmış tarafı var. Nasıl? Dünyayı anlamlandırışımızı etkileyen en önemli şey imanımız. Aynı âlemde yaşıyor olabiliriz. Fakat aynı imanı paylaşmadığımız insanlarla farklı varlık telakkilerine sahip olduğumuzu kabul etmemiz gerek. Bu zeminde olay biraz karışıyor. İradeyle çağırdığımız nur o kadar tesirli bir surette kalbimize işliyor ki varlık algımızın da farklılaşması kaçınılmaz oluyor. Fıtrattaki benzerlikler artık kardeşliğe yetmiyor.

Bediüzzaman “Zaman, tarikat zamanı değil, iman kurtarmak zamanıdır…” derken ne demek istedi? Ben bunun yukarıda bir miktar konuştuğum ‘duyu, duygu ve iman’ meselesiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Açayım: Bir müslümanın İslamî lafızlarına dönük kalbî uyanıklığı bir kafirde bulunmaz. Çünkü onlara karşı bir duygulanımı yoktur. Çağrıştırdığı bir duygu hafızası yoktur. Duygu hafızası nasıl oluşur peki? Daha evvel Ahmed isminde birisi size büyük bir iyilik mi yaptı? O zaman tanıştığınız her yeni Ahmed’e karşı iyimser olmanız normaldir. Sivaslı birisinin sizde kötü bir anısı mı var? O zaman tanıştığınız bütün Sivaslılarda bu temkininizin izleri kalacaktır.

Evet. İmanımız neyi/nasıl tarif ettiğimiz kadar neyden/ne kadar duygulanacağımızı da belirliyor. Bunu son zamanlarda yaşanan olaylarla daha yakından gördük. Bazılarımız, aynı dili konuştuğumuz bazılarımız, en bariz acılarımızda bile bizim gibi acılanmıyorlar. Çünkü onun ‘kötü’ veya ‘olmaması gereken’ olduğuna inançları zayıf. Veya hatta ‘olmaması gereken’ olduğuna dair bir düşünceleri de yok. Böylesi hisler ister istemez insanın imanı ile ilgilidir. İman farklılaştığında hisler de farklılaşır.

Hayatımızdaki her kelimeye/nesneye tesir eden birşeydir kastettiğim. Aynı dili konuşmaya, aynı tepkileri vermeye devam etmek istiyorsak, aynı imanı duymaya da devam etmeliyiz ve bu da siyaset/ekonomi konuşarak olmaz. Kendi has dairemizi konuşarak da olmaz. Ya? Ortak yanlarımızı/yaralarımızı konuşarak olur. İmanın üzerinde daha fazla durmakla olur. Çünkü müslümanların anadili de, anayolu da, anayasası da odur. Ehl-i Sünnet dairesi bizim cadde-i kübramızdır. Bu yönüyle “Zaman tarikat zamanı değildir!” ifadesi mü’minler için bir tür “Defansa gelin!” çağrısıdır.

İran hükümeti acaba neden Suriye’de şehid olan sünni masumlara mesafeli? Batılılar neden müslümanların başına gelen büyük katliamlar karşısında sessiz? Peki neden içimizden birileri ‘zahiren bizden olmalarına rağmen’ onlarla hisdaş? Çünkü varlık algımızda imanımızdan kaynaklı farklar var. İman farklılaştıkça varlık algımız da farklılaşıyor. Varlık algımız farklılaştıkça duygularımız da farklılaşıyor. Kardeşlik zeminimiz imanımızla beraber kayboluyor. Yani kuyrukları birbirine bağlı şeyler bunlar.

Bu eşikten artık diyebilirim ki: Mürşidim bizi ‘imanı kurtarmaya’ çağırırken aynı zamanda ittihadın dayanağı olacak dili de kurtarmaya çalışıyor. Çünkü bu zemin ayağımızdan kaydıktan sonra aynı kelimeleri konuşuyor olsak da aynı duygulara kapılmayacağız. Aynı şeylere aynı tepkileri vermeyeceğiz. Kavramların altı boşalacak. Manalar ölecek. Bakışlar değişecek. Türevlerini çoğaltabiliriz. Ancak sonuç değişmez. Bizim aynı dili konuşmaktan daha çok aynı şeylere, aynı şekilde inanmaya ve aynı hislerle duygulanmaya ihtiyacımız var. İttihad ancak böylesi bir tevhid-i kulub ile mümkün. Çünkü tevhid-i kulub biraz da “ortak duygu hafızasına sahip olmak”tır.

Ahmet AY – risalehaber.com

Kur’an Netflix’ten de bahsediyor

Hiç maraton izlediniz mi bilmem. İzlediyseniz muhakkak dikkatinizi çekmiştir. ‘Tavşan atlet’ denilen bir uygulama vardır. Yarışa, temponun düştüğü yerlerde, normalde yarışçılar arasında yer almayan, ama hazırlıkları itibariyle sanki onlardanmış gibi görünen birisi dahil olur. Bir süre diğer atletlerle birlikte koşar. Sonra uygun bir yerde terkeder. Zaten yarış üzerine bir iddiası da yoktur. Niye yapar bunu peki? el-Cevap: Çünkü yarışçıların tempolarını yüksek tutabilmek için bir motivasyona ihtiyaçları vardır. Eğer salt birbirlerine bakarlarsa beraberce yavaşlarlar.

Manipüle edilebilir bir yanımız var. Kabul etmemiz lazım. Tavşan atlet nasıl koşucuların tempolarını yükseltmelerine neden oluyorsa, başka ‘nümune-i imtisaller’ de, farklı alanlarda düşen tempoların yükseltilmesine sebep oluyorlar. Hatta nübüvvetin insanlık için bir ihtiyaç/gerek oluşu şu hikmete de bakıyor. Yani, ne zaman ki kullukta insanlığın temposu düşüyor, Cenab-ı Hak ‘temposu yüksek bir güzeli’ parkura sokuyor. Onun parkura girişiyle damarlara kan yürüyor. Evet. Yine, Aleyhissalatuvesselamın bir hadis-i şerifinde buyurduğu gibi, ‘peygamberlerin varisleri’ sayılan hakikatli âlimler/mürşidler de aynı fonksiyonu kendi zamanlarında icra ediyorlar. Cenab-ı Hak eksikliklerini göstermesin. Âmin.

Fakat meselenin iyiye bakan yönleri olduğu gibi kötüye bakan yanları da var. Kerametler varolduğu gibi istidraçlar da var. Melekler semaya yükseldikleri gibi şeytanlar da uçmaya çalışıyorlar. Hatta belki şöyle söylemeli: Her yol ‘fenomeni’yle kararsızları balına/bataklığına çekmeye gayret ediyor. Hidayetin fenomenleriyle dolduramadığı yerleri dalalet fenomenleriyle işgal ediyor. Yani kainat/insan boşluk kabul etmiyor. Kimisi zikirde titriyor kimisi break dans yaparken.

‘Fenomen’ demekle mevzuu küçüksediğimi sanmayın muhterem kârilerim. Aksine önemsiyorum. Hatta Fussilet sûresinin 26. ayetinde buyrulan hakikatin bununla bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Hani kısa bir mealiyle buyruluyor: “Kâfirler: Bu Kur’an’ı dinlemeyin. Onun ikazlarını tesirsiz bırakmak için manasız şeylerle dikkatlerini dağıtın. Belki böylece üstün gelirsiniz, derler.” Bazı mealler ‘manasız şeyler’i ‘gürültü yapın’ veya ‘yaygara koparın’ şeklinde de veriyorlar. Her şekilde zikrettiğimiz hakikate işaret eden bir yanı var: Ehl-i küfrün değişmeyen bir yöntemi mü’min zihinleri kendi fenomenleri/meseleleri ile meşgul etmektir. Yani, evet, Kur’an’da Netflix’ten de bahsedilmektedir.

Bunu böyle yazdığım zaman bazıları tepki gösterdi. Fakat ben mevzuun tam da mürşidimin dediği gibi olduğunu düşünüyorum: “Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur’ân’dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar.”

Bence bu bulunma türlerinden birisi de ‘kanunen’dir. ‘Çekirdek’ten kastedilen de budur. Yani: Kur’an-ı Hakîm, geçmişten geleceğe öyle olagelecek şeylerin bütün fertlerine, yalnız bir ferdine işaret etmekle işaret eder. Kanaatimce bu ayet-i kerimenin de bize söylediği kanun: Kâfirlerin mü’minleri veya mü’min adaylarını hakikatten alıkoymak için onları boş şeylerle meşgul edeceğidir. Böylesi her ne varsa kanunun kapsamına dahildir. Ayet-i celilede ona da bir işaret vardır.

Bir genç hayal edelim ki: Netflix’ten en az üç tane diziyi düzenli takip ediyor olsun. Haftasının ne kadarı dizilere ayrılıyor demektir? Eksik hesap yapmayalım. İş bu dizileri takip etmekle bitmiyor ki karilerim. Arkadaş sohbetleri var. Bir sonraki bölüm merakları var. İnternette diziyi takip eden fenomen grupları var. Bunların takipleri var. Komplo teorilerinin tartışıldığı videolar var. Önce olanları didik didik irdeleyen youtuberlar var. O dizinin oyuncularının sosyalmedya hesapları var. Orada paylaşılanlar var. Var, var, varoğlu var ve en nihayet kafasının büyük bir bölümü ister-istemez Netflix’in mülkiyetine geçmiş bir gençlik var. Ha, bunun suçlusu gençler mi sadece, değil. Bizim bıraktığımız boşluğun mağduru onlar.

Çocuk/genç olmanın getirisi fenomen arayışına düşmek. İlla bulunacak bir yerden bir fenomen. İlla karakterimizi bir parça da o biçimlendirecek. Bir parça da ‘o olma’ derdine düşülecek. Eh, hidayetin fenomenleri pek de nefislere tatlı gelmiyor artık, onlarla bunlara galip gelinemiyor. Ya ne olacak? Gençler teslim mi edilecek? Bence etmemenin bir yolu var. Bediüzzaman’ın Mesnevî-i Nuriye’de zikrettiği bir formülle bunu başarmak mümkün. Nedir o yol peki? Gençleri ‘ikincil niyetler’ sahibi yapmak. Ama önce mezkûr bahisten alıntı yapalım:

“Fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur. Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî ahvalin ölümüdür. Meselâ, tevâzua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izâle eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkezâ, kıyas et.”

İşte, bence, çocuklara/gençlere “Bunları izlemeyin!” demekte bir fayda yok. Çünkü karşısına üretip koyabildiğimiz bir alternatif de yok. Yani ben izliyorsam, ki izliyorum, onlar da izliyorlar. Üstelik ben bu yaşımda izliyorsam onların izlemesi daha anlaşılır bir durum oluyor. O zaman ne yapmamız gerekir? Ben bunun o yapımları/fenomenleri yok saymak yerine irdelemekle mümkün olacağını düşünüyorum. Yani onları, her ne anlatıyor olurlarsa olsunlar, hakikatin malzemesine dönüştürebilmeliyiz. Gerekiyorsa da usûlünce alay edebilmeliyiz. Eğer beyne operasyon çektikleri kısımları farketmişsek şüphelendirmeliyiz. Ne kadar başarılı olduğumu bilemem ama bunu yapmaya çalıştığım birçok yazım oldu. Okur tepkileri bana bir parça doğru yolda olduğumu düşündürdü.

Bugün rapçileri tartışıyoruz mesela. Bugünün tavşan atletleri de onlar. Ama nasıl tartışıyoruz? Bence etkileri itibariyle bir parça ciddiye alınmayı hakediyorlar. Ancak bu kadar. Bundan ilerisinde onların aslında ne kadar ‘kof’ olduklarını ortaya koyabilmeliyiz. Bunu yaparken hakverilecek parçasına da hakvermeliyiz. Böyle bir kapı var. Fakat görmezden gelmeyi tercih ediyoruz. Görmezden gelmekse yarayı iyileştirmiyor. Büyütüyor. Gençlerle dünyalarımız arasındaki mesafe açılıyor.

Yazı çok uzadı. Bu yazılık toparlayayım. Özetle demek istediğimse şuydu: Günümüz gencine “Aleyna Tilki’yi dinleme, Reynmen’i görme, Norm Ender’i sallama!” falan demekle sonuç alınamıyor. Öyle birşey yapabilmeliyiz ki, bunları gördüğünde ‘ikincil niyet’ farkındalığı onları körükörüne bağlanmaktan, kapılmaktan, sağılmaktan korusun. Tevfik ise Allah’tandır. Yardımı her zaman O’ndan dilemeliyiz. Hidayetini dileyene yollarını gösteren O’dur.

Ahmet AY – risalehaber.com