Etiket arşivi: ahmet ay

Çocuklar adam olmasın yalnız, adamlar da çocuk olsun

Benim iki erkek yeğenim var. Bir numaranın ismi Hamza Enes. İki numaranın ismi Yusuf Ayaz. (Sonradan Bora Eymen de eklendi.) Birisi abimin ötekisi (aynı zamanda sütkardeşim de olan) amcakızımın oğlu. 7 ve 4 yaşlarındalar… Yeğenden yana şanslıyım. Çünkü ikisi de dünya tatlısı şeyler. (Önüme konulan bir çocuk kataloğundan seçmem istense herhalde yine bu ikisini seçerdim.) Yeğenlerimin benim için, kan bağımız dışında, ayrı bir önemi de var: Onların çocuk yüzünde ‘insanı’ daha net okuduğumu düşünüyorum. Yani asl-ı insanı. Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın mübarek dilinden ders aldığımız; Her çocuk fıtrat üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar…” hakikati, bana, çocukların sadece ‘talebe’ değil ‘muallim’ olarak da aramıza gönderildiklerini söylüyor. Bir nevi ‘yaratıldığımız gibi olma/kalma’ dersi veriyor bu öğretmenler. Onlara baktığımız zaman ‘bozulmamış bir fıtratın’ netliğinde insanı ve dolayısıyla Allah’ın insandaki sanatını okuyoruz. Öğrettiğimiz kadar da öğreniyoruz.

Bu ders neden önemli? Bu ders, hayatı, insanlarla etkileşim içinde yaşamaya mecbur olan, dolayısıyla bir ölçüde ‘mış gibi’ yapmaya kendini mecbur bilen bizler için, ‘mış gibi’ yapmadan önceki halimizin hatırlatıcılığını yapıyor. Tabir-i caizse, her yeni nesil dünyaya geldiğinde, Allah dünyaya biraz daha fıtrat serpmiş oluyor.

Hadi bir tasvirle anlamaya çalışalım şunu: Varlığı, mürşidimin ifadesiyle, ‘matbaha-i kudretten bir kazan’ gibi düşünün. Bir kenarından da içine sürekli kötülük akan bir kazan bu. İmtihan kazanı. İnsanın da diğer şeylerle karışarak tadını yitiren bir güzel gıda olduğunu hayal edin bu kazanda. Yapmacıklıkla, riyayla, yalanla, inkârla, inatla, tembellikle, hasetle, ihanetle… Türlü çeşit kötülüklerle ve kötü tecrübelerle sürekli bu kazandaki yemek kıvamını kaybediyor. Kötüleşiyor.

İşte, her kıvamımızı kaybetmeye durduğumuzda, varlık mutfağının sahibi aramıza yeni yeni fıtratlar mesabesinde çocuklar lütfediyor. Onların gelişiyle ölmeye yüz tutan evlerimiz neşelendiği gibi, asılmaya yüz tutan yüzlerimiz de gülümsüyor. Nice evlilikler kurtuluyor bir çocuk sayesinde. Hayata anlam/amaç katılıyor. Nice hayattan kopmuş/bıkmış ihtiyar, torununun yumuşak ellerinden tutarak, parklarda genç gibi koşturmaya başlıyor. Bu kesinlikle bir ihsandır. Çocuklar varlık sahasına üflenmiş taze hayatlardır. O hayatlar bizi İsrafil’in (a.s.) sûru gibi kendimize getirirler.

Bediüzzaman, İşaratü’l-İ’caz isimli eserinde, Bakara sûresinde geçen ‘fasıkların Allah’a verdikleri ahidlerini bozması’ meselesini tefsir ederken der ki: “Evet, ifrat ve tefrit, delillere karşı bir isyandır. Yani, sahife-i âlemde yaratılan delail, uhud-u İlahi’ye hükmündedir. O delaile muhalefet eden, Cenab-ı Hak’la fıtraten yapmış olduğu ahdini bozmuş olur.

Ben bu delil ve ‘fıtrat ahdinin bozulması’ mevzuunu biraz şöyle anlıyorum: İnsan, fıtrî olanın dışına çıktığında, bu çıkışın aslında yanlış birşey olduğunu hissediyor. Belki vücudundaki bir rahatsızlık, belki hayatındaki bir karışıklık, belki ruhundaki bir sıkıntı, belki kalbindeki bir bıkıntı, belki aklında bir kararsızlık, belki hayalinde bir münkabızlık… yani bir şekilde günah bize günah olduğunu (yani yaratılışımızın onu yapmak üzerine olmadığını) delilleriyle fısıldıyor. Hissettiriyor. Vicdan da belki bu zaten. Bediüzzaman’ın ifadesiyle bir ‘fıtrat-ı zişuur.’ Fıtratın dışına çıkıldığında farkında/şuurunda olan bir fıtrat.

Buna haram olan şeylerin hepsinde varolan zararları örnek olarak gösterebilirim. Sosyolojik, biyolojik, ekonomik yahut da başka sahalarda. Haram olan şeyde kesinlikle birçok zarar var. Aslında haram olan şeylerdeki bu zarar verici hal, bize, fıtrî/kevnî olan şeriat ile şeriat-ı Muhammediye aleyhissalatuvesselam arasında nasıl bir paralellik olduğunu isbat etmesi açısından da kıymetli. Allah’ın yarattığı bütün kitaplar elbette birbiriyle uyum içerisinde. Yaratılış kitabında yazanla Kur’an’da yazan elbette çelişmiyor. İfrat ve tefrit ise, istikametli/helal olanda kalmayıp aşırıya gidişlerin, dolayısıyla günahların menşeidir.

Peki çocuk ne yapar? Çocuk bu noktada bize fıtratından gelen bir şahitlik sunar. Örneğin: Bizim sonradan bir faziletmişçesine benimsediğimiz ‘insanların arkasından kem konuşup sonra yüzlerine pekâlâ dostane gülebilme’ meziyetimiz(!) çocuğun dünyasında (daha doğrusu fıtratında) bir karşılık bulmadığı için, ahbaplar arasında canımızı çok yakar. En ummadığınız bir anda, en duyulmasını istemediğiniz sözünüzü, en duymasını istemediğiniz kişinin yüzüne haykırır.

‘Çocuktan al haberi’ tabiri, çocuğun aptallığını değil, bizim riyakârlığımıza henüz sahip olamayışını/bozulmayışını ifade eder. Bu nedenle ebeveyn de çocuğun yanında konuştuklarına daha fazla dikkat eder. Onun yanında böyle gıybet/iftira türünden diyaloglarını asgarîye indirir. Ebeveynler çocuklarının önünde kavga etmemeye çalışır. En küfürbaz akrabalarınız bile çocukları yanındayken dilindekilerden sakınır. Çünkü içten içe farkındadır: Yanında henüz bozulmamış bir fıtrat vardır. Ve bu fıtrat, ona asl-ı insanı hatırlatır. Çocuklar bir nevi vicdanımızdır bizim. (Masalda da ‘Kral çıplak!’ diye haykıran da bir çocuk değil miydi?)

Bu açıdan çocuklar hayatımıza yalnızca neşe değil, takva da katıyorlar. (Hatta hayret de, merak da, bakış açısı zenginliği de…) Bizi biraz daha asl-ı insana yaklaştırıyorlar. Bir yazıya elbette pekçok şeyi sığdıramadım. Ama Efendimiz aleyhissalatuvesselamın çocuklar üzerine söylediği her hadisi bir de bu gözle değerlendirmenizi isterim. Onların bize öğreteceği çok şey var. Çünkü onların Allah’la ahidleri yeni.

Ahidleri yeni derken neyi kastediyorum? Yeri geldi. Burada da bir hadisi hatırlatmadan geçemeyeceğim. Aleyhissalatuvesselamın, her yağmur yağdığında, göğsünü açıp dışarı çıktığını anlatıyor sahabe efendilerimiz. Nedenini sorduklarında iki türlü cevap verdiği rivayet ediyorlar: Birisi; “Bu az önce Rabbiyle beraberdi!” İkincisi; “Bunun Rabbiyle ahdi yeni!” Demem o ki kardeşlerim: Evinizdeki yağmurlara karşı göğsünüz açık gezin. Yalnız öğretmeye değil, öğrenmeye de bakın. Çünkü onların Allah’la fıtrî ahidleri yeni…

Ahmet AY – risalehaber.com

Bediüzzaman hatasız mıydı? (2)

Bu serinin birinci yazısında bir karmaşaya dikkat çekmiştim. Yüzleri nur talebelerine dönük olarak “Bediüzzaman’ın hiç mi hatası yoktu be kardeşim?” diye soranlar, aslında o cümleyle zâhirin işaret ettiği manayı değil, başka bir manayı murad ediyorlar. Çünkü görünüşte cümlenin ifade ettiği şeye hiçbir nur talebesi dönüp “Hâşâ! O hata yapmaz. İsmet sahibidir!” şeklinde karşılık vermez/veremez. Verirse zaten nur dairesinde kalamaz. (Ehl-i Sünnet dairesinde olmayanın nur dairesinde ne işi vardır?) Nur talebeliği, Bediüzzaman’ın ‘masum imamlığına’ iman etmekle değil, onun da (sık sık altını çizdiği gibi) her kul gibi hataya açık olduğuna iman etmekle mümkün olan birşeydir. Çünkü istikamet budur.

Fakat dediğim gibi: Yukarıdaki sorunun sahipleri o cümleyi zâhir-i cümlenin işaret ettiği mana ile kullanmıyorlar. (Bunu diyaloğunuz birazcık ilerleyince apaçık bir şekilde farkediyorsunuz.) Aslında demek istedikleri: “Bediüzzaman hiç mi sapkın bir görüş savunmamıştır?” İşte nur talebeleri olarak biz buna “Hâşâ!” diyoruz. Ve iddialıyız. Onun her tavrının Kur’an ve sünnet içinde (ve de ehl-i sünnet çizgisinde) bir dayanağının olduğunu düşünüyoruz. (Bu dayanak, size, ‘asıl itibar edilecek olan’ olarak gelmeyebilir. Siz diğer bir içtihadı daha muteber görebilirsiniz. Bu ayrı bir mesele.) Merhum Abdülkadir Badıllı ağabey gibi ehl-i ilim çokları da bunları ortaya koyuyorlar/koydular. Allah hepsinden razı olsun.

İstikamet Yazıları (1) kitabında, bir açıdan tam da benim işaret ettiğim şeye temas eden bir izah gördüm. Gerçi izah, ehl-i sünnet ulemasının, Hz. Muaviye (r.a.) konusunda gösterdiği hassasiyetin gerekçesini ve genel olarak ehl-i sünnet çizgisinin sahabeye bakışını izah ediyordu. Ancak orada Ebubekir Sifil Hoca’nın ortaya koyduğu bir ayrım, Nur talebelerinin, bu tarz sorular ekseninde başka dinî gruplarla yaşadığı tartışmalara da ışık tutuyordu. Sadede gelirsem. Diyor ki Ebubekir Hoca orada:

Ehl-i Sünnet, Sahabe’nin tamamını ‘udul’ kabul eder. Bunun anlamı (Usulcüler farklı mülahazalarda bulunmuş iseler de, hepsinin ortak noktası olarak tesbit edebileceğimiz gibi) onların bize bu muazzez dini ve onun kaynaklarını naklederken yalan, hıyanet, desise, saptırma türünden herhangi bir tahrif ve tahrip faaliyeti içine girmemiş olması, güvenilirlik vasfına halel getirici nakisalardan uzak bulunmasıdır. Onlar tıpkı Kur’an’ı bize naklederken olduğu gibi, Sünnet’i naklederken de emin/güvenilirdirler.

Devamında ise bunun ‘masumluk’ anlamına gelmediğini, sahabenin, insan olarak hiçbir hataya düşmemesinin (tâbir-i diğerle peygamberî bir ismetin) ‘udul’le kastedilen olmadığını şöyle izah ediyor:

Ehl-i Sünnet, Sahabe’nin masum ve hatadan masun olduğunu iddia etmez. Onlar da beşerdir; hata yapar, kusur işlerler. Sahabîlik faziletine sahip olmak ayrı, masum/günahsız-hatasız olmak ayrıdır. ‘Sohbet’ şerefine nail olması Sahabe’yi günahsız kılmayacağı gibi, aralarından (nadiren de olsa) içki içmiş, zina etmiş… kimselerin çıkması da onları sıradan insanların seviyesine indirmez. Onları farklı kılan, ‘sohbet-i canan’a nailiyetleri, teslimiyet, fedakârlık ve feragatları, sabır ve gayretleri, en önemlisi de Kur’an ve Sünnet tarafından methedilmiş olmalarıdır.

Yanlış anlamak için hazır bekleyen insanlar için altyazı geçeyim: Ben Bediüzzaman’ın sahabe makamında görmüyorum. Bu bahsi buraya almamın sebebi, ehl-i sünnetin sahabeye yönelik duruşunun, nur talebelerinin (hatta bütün İslam geleneğinin) mürşidlerini savunurken hissettikleri şeyi akla yaklaştırır bir yanının olması. Yani nur talebeleri, yukarıda ehl-i sünnet ulemasının sahabe hakkında hissettiği gibi, Bediüzzaman’ı ‘güvenilirlik vasfına halel getirici nakisalardan uzak’ görüyorlar. Yoksa günahsızlığı/hatasızlığı (hâşâ) iddiasında falan değiller. Böyle düşünmelerini, kalplerindeki ehl-i sünnet itikadında önce, mürşidlerinin bizzat kendi ifadeleri engelliyor. Ki bunun birçok örneğini de bir önceki yazıda vermiştim. Tekrar alıntılar yaparak yazıyı uzatmayacağım.

Şimdi soruyorum: Bir insanı ‘mürşid’ bilmek zaten onun duruşunu ‘güvenilirlik vasfına halel getirici nakisalardan uzak bulmakla’ mümkün değil midir? Biz mürşidimizin tedrisinde bunu gördük. Bu yüzden dersine teslim olduk. Eğer öyle olmadığını düşünen varsa; onun yapacağı, imalı sorularla arkamıza dolaşmak değil, Bediüzzaman’ın sapkınlıklarını (iftira etmeden) isbat etmektir. Bizim görevimiz de Bediüzzaman’a her atar yapana “Sen de haklısın…” demek değil, mürşidimizi (yapabildiğimiz ölçüde) hak deliller ile savunmaktır. Talebeliğin sadakati bunu gerektirir. İmam Ebu Yusuf (r.a.), eleştirilere karşı hocası İmam-ı Âzam Ebu Hanife’yi (r.a.) savunurken, herhalde ‘masum imamlığını’ savunmuyordu. Duruşunun mantığını/delillerini izah ediyordu. Başkaları da yine böyle mürşidlerinin yollarını hak deliller ile savundular. İslam tarihine aşina olanların hiçbirisi bu türden olayların yabancısı değildir.

Ne diyelim? Allah hepsinden razı olsun. Şefaatlerine nail, sırlarına aşina, derslerinden müstefid eylesin. Âmin. Şu İslam bahçesinin her hak rengi bizim bir güzelliğimizdir. Onlara karşı insaflı olalım. Çünkü güzellik kalbe ancak insafla gelir.

Ahmet AY – risalehaber.com

Dertlerimizi bilmen devan karşısında yaralarımızı çaresiz bıraktı

Kalp, insanların yaralarını iyi etmek için gereken devayı, ancak kendileri balta ile yaralandıkları zaman veren şifalı ağaçlar gibidir.” Chateaubriand, Atala/Rene’den.

Bencileyin ‘doktor’ ile ‘mürşid’ arasındaki en büyük fark şudur: Birincisi derdi tatmadan da tedaviyi başarabilir. Fakat ikincisi bunda muvaffak olamaz. Tatması lazımdır. Söndürüşü yanmasına bağlıdır. Empatisi acıları seviyesindedir. Sadakası ihtiyacı nisbetindedir. Konuştuğu kalptir çünkü. Meselesi insandır. Fakat ruhuyla insandır. Bedeniyle değil. Ve herkes de bilir ki, külün ‘söndürücülüğü’ evvelden ‘yanmışlığı’ kadardır. Tutuşacak birşeyi kalmayanlar ancak yangınları söndürebilirler. Daha yanacak parçaları varken ateşin üzerine atılanlar, engel değil, destek olurlar.

Orwell, Kitaplar ve Sigaralar’da çocukluğunu anlatırken çok ilginç bir tesbitte bulunuyor. Diyor ki: “Çocuklar, yalnızca anılarımız ya da tahminlerimiz aracılığıyla içine girebileceğimiz, bize yabancı olan bir sualtı dünyasında yaşar. Başlıca ipucumuz, bizim de bir zamanlar çocuk olduğumuz gerçeği; ancak çoğu insan kendi çocukluklarındaki ortamı neredeyse bütünüyle unutuyor gibi gözüküyor…

Orwell’a hak veriyorum. Biz büyükler, çocukları, ancak kendi çocukluğumuzla anlayabiliriz. Onlara uzanabileceğimiz kollarımız hatıralarımızdır. Empati ancak hatıralarla sağlanır. Konulacak yeri bilmeyen, yani ‘o hal nasıl birşeydir’ bilmeyen, kendisini başkasının yerine koyamaz. Hüznünü/neşesini tanıyamaz.

Eğer kendi çocukluğumuzu unutursak çocuklarla diyalog kurabileceğimiz bir dilimiz de kalmaz. Dilsizleşiriz. Kelimeler dil değildir çünkü. Telaffuz dil değildir. Dil manadır. Dil sözcüklerin dünyamızda bulduğu karşılıktır. Dilin özü ‘nakledilene’ değil ‘anlaşılana’ bakar. Doğrunun/eğrinin bir çocuk zihninde nasıl karşılık bulduğunu idrak edemeyenler onlarla konuşamazlar. İsterse aynı dili konuşsunlar.

Fakat ben Orwell’ın bu analizini sadece çocuklara münhasır görmüyorum. İnsanların birbirlerini anlaması da böylesi anılar vasıtasıyla oluyor. Yaşanmışlıklar, tatmışlıklar, görmüşlükler, hissetmişlikler bizi birbirimize de aşina kılan şeyler. “Damdan düşenin halini damdan düşen anlar…” kabilinden, insanlar da en çok birbirlerini yaralarından tanıyorlar. Hatta iddiam şu: Bizi kardeş yapan sevinçlerimizden çok ‘aynı yaralara sahip olmamız’dır. Dokunulduğunda canımız yanarsa dokunulduğunda canı yandığını biliriz. Hem canı en çok ‘yanmasından’ biliriz.

Yara nedir? Yara derttir. Yara musibettir. Yara çiziktir. Yara ayrılıktır. Ruhta kalan izdir yara, dizde kalan değil. Ve yine hadis-i şerifin ifadesiyle insanlardan en çok musibete uğrayan peygamberlerdir. Çünkü bulundukları makam-ı irşad, daha çok insanı anlayabilmeleri için, daha çok yaraya gereksinim duyar. Mürşid de, mürşidimin ifadesiyle; Belki herkesten evvel sana verildi; çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan en evvel senin eline verildi… diyebilen insandır zaten.

Yaralarının farkındadır. Yaraları duası olur. Duasına edilen iltifat diğer yaralılara da deva olur. Deva arayanlar ışığı görmüş pervaneler gibi etrafında dönmeye başlarlar. Yarası olmayan deva bulamaz. Yarası olmayana hiçkimse deva sunamaz: ‘hem müşterileri aramak değil, belki müşteriler hakikî ihtiyacını hissedip ve yarasının tedavisi için Risale-i Nur’u aramasının lüzumu… veya Hem Risale-i Nur yalvarmaz; onlar yalvarmalı ve aramalı. veya Ben başkaları için kitap yazmamışım. Kendim için yazmışım. Kur’ân’dan bulduğum bu devâlarımı arzu edenler okuyabilir… gibi ifadeler hep aynı şarkıyı söyler bize: Deva isteyende yara şarttır.

Birisinin ‘içimizden biri’ olması, bizim yaralarımıza/yoksunluklarımıza benzer yaralara/yoksunluklara sahip olmasıdır aslında. Mahrumiyetlerimizi tadan bize daha yakındır. Yara kardeşliği bir kıdemdir. Sevinçten gelen kardeşlikte böylesi bir kıdem yoktur. Eskiden, pek rağbet gören bir reklam sloganı vardı, hatırlarsınız: “O, içinizden biri!” Siyasetçiler veya sanatçılar çok kullanırdı böyle sloganları. (Hâlâ da benzerlerini kullanıyorlar.) Cümle yalanlarının içinde farkettikleri hakikat şuydu bence: İnsan, kendinden hissettiğine ancak, tâbi ve taraf olur. Kendinden olana kapılır. Kur’an da buyurmuyor mu o güzeller güzeli aleyhissalatuvesselam hakkında: Size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere çok şefkatli, çok merhametlidir.

Doğmadan babasını, küçükken annesini ve dedesini, büyükken evlatlarını/eşini/amcasını; tebliğe başlayınca da neredeyse bütün kavmini kaybeden; boykotun, fakirliğin, Taif’te taşlanmanın şahidi; göçün, iftiranın, cihadın eleklerinden geçmiş, feleğin imtihanlarını aşmış ve nübüvveti boyunca müminlere her çilelerinde kardeş ve önder olan Aleyhissalatuvesselam; elbette bir sıkıntıya uğrasak bize en çok sen üzülürdün, çünkü sen yara nedir bilirdin. Gam denilen şeyi tatmıştın. Elem denilen şeyi duymuştun. Acıya aşinaydın. Gözün yaşarmıştı. Kalbin hüzünlenmişti. Sen içimizden biriydin. Dertlerimizi bilmen devan karşısında yaralarımızı çaresiz bıraktı. Balındır şu kovanındaki arıların akıllarını başlarından alan. Sancındır, ey sancısı bile güzel, seni en çok bizden kılan. Üzerimizden şefaat elini ayırma. Âmin.

Ahmet AY – risalehaber.com

Kör Nokta üzerine: Ümmet parçalarını hatırlarken…

Sebeb-i terakkîsi, herşeyi geç almak ve geç de bırakmak ve metanet etmek şe’ninde olan burudet-i memleket; ve mekân ve meskenin darlığı; ve sakinlerin kesretinden neş’et eden fikr-i mârifet ve arzu-yu san’at; ve deniz ve maden ve sair vesaitin müsaadesiyle hasıl olan teâvün ve telâhuk idi. Fakat şimdi tekemmül-ü vesait-i nakliye ile, âlem bir şehr-i vahid hükmüne geçtiği gibi, matbuat ve telgraf gibi vesait-i muhabere ve müdavele ile, ehl-i dünya, bir meclisin ehli hükmündedir. Velhasıl, onların yükleri ağır, bizimki hafif olduğundan, yetişip geçeceğiz—eğer tevfik refik ola…” Muhakemat’tan.

Francis Fukuyama’nın editörlüğünü yaptığı; Kör Nokta: Gelecek Senaryolarını Öngörmek (Profil Yayınları) kitabını okuduktan sonra aklıma hemen Bediüzzaman’ın Lemaat isimli eseri geldi. ‘Neden?’ derseniz. Bildiğiniz üzere Lemaat içinde ‘Bir Meclis-i Misalîde…’ diye başlayan bir bölüm var. İşte o kısım, sanki bu kitabın işlevinin bir benzerini, İslam ümmeti adına yapıyor gibi geldi bana.

‘Kitabın işlevi neydi?’ onu izah edersem: Fukuyama, kendisi gibi pekçok akademisyeni, ABD’nin merkezi olduğu bir dünyada, gelecek adına felaket senaryolarını tahmin etmeye çağırıyor. Bunu, kimilerinden ‘öngörüleri hakkında makale isteyerek’ yapıyor, kimilerinin ise ‘benzer temalı oturumlarda yaptıkları tartışmaları deşifre ederek’ kitaba ekliyor. İlk bölüm daha çok kaçırılan/ıskalanan felaketler üzerine. Neden kaçırıldıkları/farkedilemedikleri sorgulanıyor. (Örneğin: SSCB’nin dağılması.) Devamı ise tüm dünya adına gelecek okumaları şeklinde. Kehanet denmez bunlara. Tamamen feraset çalışmaları. Hatta Mısır’da yakın zamanda yaşananları, 2009 ekonomik krizi gibi pekçok şeyi, yıllar önce yapılan bu tahminler içinde görüyorsunuz. Tutanlar da var, ıskalananlar da.

Peki, benim, bu kitapla Lemaat’taki o kısım arasında kurduğum benzerlik ne idi? Öncelikle o eserin başlarından bir parçayı alıntılayayım:

Şu millet-i İslâmın felâket-i mâzisi, getirecek de elbet İslâmın âlemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musîbet istikbâlde telâfi. Üçü veren, üç yüzü kazandıran, etmiyor elbette hiç hasâret. Halini istikbâle tebdil eder, zîhimmet. Zira ki şu musibet, hayatımız mâyesi olan şefkat, uhuvvet, tesânüd-ü İslâmî hârikulâde etti, inkişaf-ı uhuvvet, tesri-i ihtizâzı, tahrib-i medeniyet. Deniyet-i hâzıra sûreti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit İslâmî medeniyet. Müslümanlar bilihtiyâr elbet evvel girecek.

Gördüğünüz gibi Bediüzzaman da tıpkı Fukuyama’nın kitabında olduğu gibi, fakat bu sefer ABD’nin değil, âlem-i İslam’ın merkeze oturduğu bir düzlemde; gelecek adına öngörüde bulunuyor. Birçokları keramet veya keşf diyebilir bunlara. Fakat ben onun aklî yolunun esaslarını diğer eserlerinden de bildiğim için ‘feraset’ içinde görüyorum tahminlerini. Çünkü neyi söylese, altında gerekçesiyle beraber izah ediyor. Mesela: Hazır medeniyetin çöküşünü haber verdikten sonra nedenlerini de madde madde yazıyor. “Bana öyle görünüyor…” deyip bırakmıyor. Nitekim sadece bu değil, İslam medeniyetinin tevakkufunun nedenleri de var aynı metinde. Bu yüzden mezkûr meseleyi keşf ve kerametten uzak, feraset ve akla yakın ele alıyorum. Bu üzerine konuşmayı daha kolay kılıyor.

Yukarıdaki metinde Bediüzzaman’ın gördüğü nedir? Ona gelelim. Öncelikle İslam’ın geleceğinin parlak olduğu. Çünkü yaşanan sıkıntıların eksik kalan yanlarımızı iyileştirme adına bizi gayrete sevkettiğini öngörüyor. Şefkat, uhuvvet, tesanüd. Onarılan şeyler…

Katılmamak elde mi? Mısır’da, Arakan’da ve Filistin’de yaşananlar üzerine, değil yalnızca sokaklarda yapılanlar, sosyalmedyada yapılanlara bakarsanız, Bediüzzaman’ın öngörüsünün daha da somutlaştığını görürsünüz. Artık âlem-i İslam’ın hiçbir köşesi birbirinden habersiz değil. Birisine vurulunca hepsinden ses geliyor. Herkes birbirini takip ediyor ve birisine yapılana hepsi karşı koyuyor. Devletler ve siyasetler ekseninde bu başarılamadı henüz belki. İstibdatlar var. Engel oluyorlar. Ama toplumlar düzeyinde bir ortak vicdanın oluştuğu görmezden gelinemez.

Bu kısımda Bediüzzaman’ın cesaretle söylediği birşey daha var: “Deniyet-i hâzıra sûreti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit İslâmî medeniyet. Müslümanlar bilihtiyâr elbet evvel girecek.

Doğrusu, önceleri bu ‘evvel girme’ meselesini pek anlayamazdım ben. “Yani neden yeni medeniyete müslümanlar daha hızlı girsin? Eğer birşeyde kazanç varsa, önce diğerleri saldırmıyorlar mı? İmkanları daha fazla değil mi? Yeni medeniyetin kazandıracaklarını da bizden evvel onlar görür herhalde. Evvel onlar koşar. Peki, bu şartlarda, müslümanların evvel uyanması nasıl olur?” diye sorguluyordum. İşte Fukuyama’nın kitabı içindeki bazı makaleler ve tartışmalar, bu noktada bakış açımı yerinden oynattı. Altta alıntılarla da göstereceğim. Önce bir özet geçersem:

Her medeniyet ‘üstünlük araçlarına’ bir noktadan sonra ‘bağımlı’ hale geliyor. Terketmesi, topyekun kendini değiştirmesi anlamına geldiğinden, zorlanıyor. Statüko, yani geçmiş düzenin üstleri, direniyor. Örneğin: Sanayi devriminin babası olan Almanya, bu sektördeki başarısı gözlerini kamaştırdığı için, bilişim devrimini ıskaladı. Yine petrol sanayinin babası olan Amerika, sırf ülkesindeki bu petrol lobileri zarara uğramasın diye alternatif yakıt projelerinde ağırdan alıyor. Yani bir medeniyeti güçlü kılan şeyler, vazgeçilmez olunca, bu sefer o medeniyetin ayağında ağırlık haline geliyorlar.

Bunun yanısıra iletişim ve ulaşım imkanları üzerindeki hızlı gelişmeler, bilgi paylaşımında küresel bir denge noktasına götürüyor bizi. Artık herkes aynı bilgiye aynı anda ulaşabilme gücüne sahip. Gregg Easterbrook’un kitaptaki ilgili ifadelerini alıntılarsam: “İnternet ve diğer ucuz iletişim yollarıyla bilgiye erişim imkanı genişlemektedir ve bilgi tıpkı dişmacunu gibidir: Bir defa sıkıldı mı tüpün içerisine bir daha asla geri konulamaz.” Ayrıca Easterbrook’a göre II. Dünya Savaşı insanlığa büyük bir ders de vermiştir bu noktada:

Ve Mayıs 1940’ın ortaya koyduğu ders (her zaman bilindiği gibi) özgürlüğün zorbalıktan yalnızca daha iyi değil, aynı zamanda daha güçlü olduğudur. Bu oldukça önemli bir derstir. Tarihçilerin 20. yy’lı değerlendirirken karşılarına çıkacak şeylerden biri, özgürlük ve zorbalığın savaş meydanındaki neredeyse her karşılaşmasında özgürlüğün galip geldiğidir.” Ve özgürlüğün özgüveni bütün dünyayı sarmıştır.

Fakat değişimin hızı ile ilgili fikirlerimizi, kitapta, daha çok Walter Russell Mead’ın söyledikleri etkiler: “19. yüzyıl Çin’i çok sayıda farklı türden yeniliğe uyum sağlama konusunda bocalarken, Japonya’nın böyle bir sorunu yoktu. Bugün ise Çin, ne kadar zamandır olduğunu kimse bilmese de, çok daha iyi bir performans sergilemektedir. Sosyal tarih, değişimin hızı arttıkça dünyadaki pekçok toplumun buna ayak uyduramayacağını göstermektedir. Bu durum ABD için de geçerli olabilir.

Ruth Wedgewood onu destekler: “Harvard’da ekonomi tarihi okuduğum dönemde David Landes bize ekonomik rekabetlere sonradan katılanların teknolojik avantajlara sahip olabileceğini anlatıyordu. Bu durumda hızlanan değişim, yaşamı ABD gibi eski, yerleşmiş bir güç açısından daha güç hale getirebilir. Değişim, Amerikalıların pekçok sanayi kolunda birlikte yaşamaya alışmak ve dikkat etmek zorunda kalacakları birşeydir.

Bunun olabilirliğinin altını çizen üçüncü kişi Anne Applebaum’dur. O da diyor ki: “Şu an için dünyanın sonunun gelmesiyle ilgili endişelerimi dile getirmeyeceğim. Bunun yerine Amerikan dünyasının sonuna dair bir bakış açısı sunacağım. Pekçok kişi ABD’nin daima dünyanın en büyük gücü olarak kalacağını düşünmektedir. Oysa I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden yalnızca bir gün önce bile Avrupalılar, imparatorlukların dünyaya sonsuza dek hükmedeceğini düşünüyorlardı.

Toparlarsam: Bir dönüşümün eşiğinde olabiliriz. Ve şu an geri olmamız, herşey tersine döndüğünde, bilakis önde koşmamıza neden olabilir. Âl-i İmran sûresinde denildiği gibi: “Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de sayısız rızık verirsin.

Bütün dizginler Allah’ın elinde. Bugün Avrupa’da tekrar yükselen faşist seslerin ve İslamofobyanın altında da Batı’nın değişen dengelere karşı gösterdiği tepki yok mu? Aynı dönemde Türkiye’nin yalnızlığından, dış siyasette yanlış yerde durulduğundan vs. bahsediliyor. Küresel güçlerle aramızın bozulduğu söyleniyor. ‘Kaybedeceğiz’ deniyor. Olabilir. Fakat değişmeyen şartlarda ve şartlar değişmezse bu doğru. Sadece Arap coğrafyasının uyandığını düşünün! Birlikte hareket etmeye başladığımızı hayal edin. O zaman, menfaatin değil, uhuvvetin kazanacağı bir zemin olabilir. Bakalım kader ne gösterecek. Ancak ben her şekilde Bediüzzaman’ın öngörüsünün bir hakikatin altını çizdiği kanaatindeyim: Ümmet parçalarını hatırlıyor!

Ahmet AY – risalehaber.com

Kadere inanmazsak ne olur? (3)

Yaratan bilmez mi hiç? Şüphesiz O, Latîf’dir, Habîr’dir.
(Mülk sûresi, 14)

Serinin diğer yazılarında da altını çizmeye çalıştım: Kadere iman, sadece irademizle Allah’ın iradesi arasındaki ilişkiyi açıklamak için değil, topyekûn (ve her an olan) yaratılışı anlayabilmek için de zarurî birşeydir. Onu, sadece ‘seçimlerimiz’ ve ‘Allah’ın yaratışı’ arasındaki ilişkiyi açıklamak için kullanmamız, hem meseleye kapsamlı bakmamızı engelliyor, hem de kadere imanın neden ‘akaidin bir parçası olacak kadar kıymetli olduğunu’ anlamamızı zorlaştırıyor.

Şunu farketmeliyiz: Eğer kadere iman etmezsek Allah’ın yaratışının ‘ilim’ ve ‘irade’ boyutlarını anlayamayız. Sadece kudretle irtibatlı birşey sanırız. Halbuki kainatın, mürşidimin ifadesiyle, ‘tecezzi kabul etmez bir küll’  (yani hiçbir noktası tasarımın dışında bırakılamayacak bir bütünlük) olduğunu idrak edersek, o zaman ‘ilim’ ve ‘irade’ ile sürekli bir ‘takdir’ kalıbının çalıştığını kabul etmemiz kaçınılmaz olur. Yani, en öz ifadesiyle, denilebilir ki: Eğer tevhide iman ediyorsanız kadere iman etmeniz kaçınılmazdır. Zira herşeyi yaratanın ‘herşeyi bilmesi’ lazımdır. Zamanı yaratanın zamandan aşkın bir şekilde o zamanda olacakları bilmesi lazımdır. Tıpkı 29. Lem’a’da denildiği gibi:

Herşeye gücü yeten Yaratıcı herşeyi her şe’niyle (haliyle) bilir. Onun iradesi herşeyi kaplar; dilediği olur, dilemediği olmaz. Herşeyi kaplayan zâtî ve mutlak kudretiyle herşeye gücü yeter. Nasıl şu günkü günde güneşin ışıksız ve ısısız olması mümkün ve mutasavver değilse, öyle de, Göklerin Yaratıcısı olan bir İlâhın kapsayıcı illim ve mutlak kudret sahibi olmaması mümkün değildir ve tasavvur olunamaz. Demek, zorunlu olarak, zâtına lâzım olan kaplayıcı ilmiyle O herşeyi her şe’niyle (haliyle) bilir. Öyle bir ilmin herşeye taallûku (bağı) lâzımdır ve hiçbir şeyin ondan gizlenmesi mümkün değildir; çünkü huzur ve şuhud ve nüfuz ve nuranî ihata vardır (yani herşey Onun huzurunda ve gözetimi altındadır. Güneşin ısısı gibi herşeye nüfuz eder ve herşeyi kapsamı içine alır).

Bu noktada, kaderi inkâr edenlerin (büyük bir hata olarak), Allah’ın bilişini insanın bilişine kıyasladıklarını görüyoruz. En çok sürçtükleri yerlerden birisi burası. Allah’ı da ‘öğrenir bir biliş sahibi’ olarak tasavvur ediyorlar. Bir ölçüde ‘insan gibi’ bir Allah’a inanıyorlar. Halbuki herşeyi yaratan için sonradan öğrenme nasıl mümkün olur? Birşeyi yaratanın, o şeyin yaratılmasında gerekli olan ilmi, sonradan hasıl olmuş gibi yarattıktan sonra öğrenmesi Allah tasavvurumuz adına büyük bir nakise/çelişki değil midir? Öyledir. Zira bu zeminde Allah artık aynı fiille hem ‘etkileyen’ hem ‘etkilenen’ konumuna gelir. Ne eylediğini bilmeden yaratır. Adı Allah’tır ama hakikatte (yüzbin kere hâşâ) bilinçsiz bir kudrettir.

Meselenin bu kısmını biraz daha açarsam: Bir fiili yaratırken (yaratmak bir tür etkilemedir) içeriği olarak okuduğumuz ilmi Allah yarattıktan sonradan öğreniyorsa (öğrenmek bir etkilenmedir), yani kaderin bize öğrettiği gibi zamanlar üstü kuşatıcı bir bilişi yoksa Allah’ın, bu, ne yarattığını kendisi de sonradan öğreniyor demektir. Hem ‘etkiliyor’ hem de ‘etkileniyor’ demektir. Hatta yarattıklarının sonuçlarını da bilmeden (kestiremeden) yaratıyor demektir. Hâşâ, yüzbin defa hâşâ, Allah yarattığının cahili demektir.

Etkilemek için yarattığı şeyden kendisi de daha sonra etkileniyor, yani etkilemek için yarattığının nasıl etkileyeceğini önceden bilmiyor, bu iş bir nevi tesadüflere kalıyorsa, sormak gerekir: Kader inkârcılarının iman ettiği ilah nasıl bir ilahtır? Bu şekilde kurgulanmış öncelik-sonralık ilişkisi Allah’ı zamanla mukayyet hale getirmez midir? Ne olacağını bilmeden yaratan bir ilahın sonuçlarını kestiremediği fiillerle örülü bir âlemi tevhid ile idare ettiği nasıl açıklanır? Deistler gibi: ‘Allah makinayı kurdu bıraktı. Artık karışmıyor!’ mu deriz? Ne halt ederiz?

Düzeni, ölçülülüğü, estetiği, sanatı, hikmeti vs, bütün bunları, kaderin bize öğrettiği ‘kuşatıcı biliş’i kabul etmeden kabul edemeyiz. Zira düzen de, ölçülü yapış da, sanat da, hikmet de bir ‘kuşatıcı biliş’in eseri olabilir ancak. Yani denilebilir ki: Kör tesadüfler böyle sanat eserlerinin yaratıcısı olamayacağı gibi, kader inkârcılarının itikat ettiği türden ‘olacaklara kör bir ilah’ da bu âlemi yaratamaz. Kur’an’ın buyurduğu gibi: Yaratan elbette bilir. Bilmek yaratmanın öncesidir. İlim kudretin evvelidir.

Yaratan elbette o fiili her cihetiyle yaratandır. Her detayıyla yaratandır. Kudret kısmını karşılayıp lazım olan ilmi sonradan farkedecek değildir. Yarattığını sonradan öğrenecek değildir. Allah işini tesadüflere bırakmaz. İnsanın en küçük teknolojisi bile bir biliş, takdir ediş, planlayış olmadan ortaya çıkmaz. Önceden bir telefon üreteceğini bilmeden kim telefon üretebilir? Bu kader inkârcıları, itikatlarının, her fiile bir ‘yarım ilahlık’ vermek anlamına geldiğini farketmiyorlar mı? Yalnız kudreti Allah’a bırakıp ‘iradeyi’ ve ‘ilmi’ gasbettiklerini görmüyorlar mı?

İhlas sûresinin faziletine dair anlatılanlar bu noktada bize ayrıca bir ışık tutuyor. Bediüzzaman’ın İşaratü’l-İ’caz’da kaderle temas eden izahlarda bulunduğu kısımda altını çizdiği birşeydir: “Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar.” Kader inkârcılarının da düştüğü en büyük varta bence bu. Allah’ın bilişinin kendi bilişlerinin ötesinde bir biliş olabileceğini kabul edemiyorlar. Onlara göre kendi bilişlerinin yukarısında/ötesinde, onlardaki sınırlardan münezzeh (subhan) bir başka biliş olamaz. Kendileri birşeyi olduktan sonra öğreniyorlarsa o halde olmadan önce bilen bir ilah mümkün değil. Kafaları böyle çalışıyor. Geri kalan bütün demagojileri bu temel hatalarının üstünü örtmeye çalışmaktan ibaret.

İhlas sûresini itikadın selameti anlamında büyük bir rehber kılan, tam da Bediüzzaman’ın yukarıda dikkat çektiği şekilde, Allah tasavvurumuzda oluşabilecek hatalardan bizi kurtarıyor oluşudur. Nasıl? Belki biraz şöyle: Vacibin mümküne kıyasının ‘mümkün olmadığını’ biz en çok İhlas sûresinden ders alıyoruz.

Mesela; sûrede vurgulanan Allah’ın Samediyeti, yani ‘hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç oluşu’ hakikati bize kader açısından şunu öğretiyor: Allah yarattığından birşey öğrenmeye de muhtaç değildir. Eğer Alîm-i Külli Şey (herşeyi bilen) olmazsa, o zaman birşeyleri de öğreniyor olacaktır ki, bu, Onun Samediyetine nakise getirir. Subhanlığına leke kondurur. Çünkü öğrenmek bir aczin ifadesidir. Bilmekten aciz olan ancak öğrenir. Bu bir muhtaçlıktır. Bir cehalettir. Bir doğurulmadır.

‘Onun doğurmamış ve doğmamış’ olduğunu vurgulayan ayet ise bize kader konusunda der ki: Allah doğmadığı ve doğurmadığı gibi, yaratışı da Onun ilmine bir ‘doğma’ ve ‘doğurma’ sayılabilecek ‘öğrenme’ katkısı yapamaz. Yani Allah’ın fiillerinden Onun haberdar olmadığı bir sonuç/ilim doğmaz  ki, Allah kendi ilminden hariç bir bilgi doğurmakla, onu sonradan öğreniyor olsun. Son ayet ise sanki Bediüzzaman’ın dikkat çektiği temel sorunu da ona öğreten ayettir:Onun hiçbir dengi yoktur… Yani, Onu kendinizle veya mümkünden başka birşeyle bu şekilde kıyaslamayınız ve benzetmeyiniz. “Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar.” Hem Mesnevî-i Nuriye’de de diyor ki mürşidim:

Vâcibü’l-Vücud, zâtında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef’âlinde de benzemiyor. Çünkü, Vâcibü’l-Vücudun kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev’, cüz-küll aralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vâcibü’l-Vücudun ef’âlini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor.

Demek, arkadaşım, fiili failsiz zannedenle, yaratılışı kadersiz sanan arasında çok bir fark yok. İkisinin de takıldıkları yer, aşağı yukarı, aynı. Aynı taşa çarpıyorlar fakat yorumları başka oluyor. Ne diyelim? Allah bizim ayaklarımızı istikametten ayırmasın. Âmin.

Ahmet AY – risalehaber.com