Etiket arşivi: Çetin Kılıç

Bediüzzaman’ın Adalet Hakkındaki Görüşleri ve İbadetle Adaleti Birlikte Zikretmesinin Maksadı

Bediüzzaman adalet ve din konusunu çok kapsamlı ve bir şekilde ele almıştır. O adaleti hem Kur’an’ın kökleştirmeyi hedeflediği maksatlarından biri, hem de aynı zamanda, Allah’ın isimlerinden bir isim ve kainatın sabit ve değişmez hakikatlerinden biri olarak tasvir etmiştir. Adalet, görülen kitap (kevn), okunan kitap (Kur’an) ve uygulayan kitap (Rasulullah) arasında bir irtibat ipi hükmünde olup, ne nesh ne de her hangi bir düzensizlik ve kargaşaya mahal değildir. O hem dünyevî hem de uhrevî boyutu olan bir kavramdır. Başlangıcı tevhid, ortası kulluk ve sosyal dengenin tesisi ve sonu da haşir, öldükten sonra dirilme ve ahireti tasdikten ibarettir demektedir.

Bediüzzaman, siyasî, toplumsal ve fikrî düzeyde büyük ve güçlü meydan okumaların meydana geldiği bir dönemde yaşadı ve İslâm hilâfetinin son bulduğu o en karanlık günlere şahitlik etti. Batının kâinat, madde ve hayat alanında akılları hayrette bırakan ilerlemesinin karşısında İslam âleminin geri kalmışlığının, düşünce ve fikir planında olduğu kanaatini taşıyordu. Bediüzzaman Said Nursî, bir âlimden ziyade, bir fikir ve terbiye insanıdır. Bediüzzaman Said Nursî kendi döneminin meydan okuyan akımların da farkında idi ve ön safta durdu.

Batının üstünlüğü karşısında hissedilen bilinçsiz ve basiretsiz bir endişenin, Müslümanların kendini aşağı görmekten ve kimliğini kaybetmekten kaynaklandığını söylüyordu. Bu bakımdan Üstad, bu alanda kendisinin ve ümmetin yitik malını bulmak için, hayatı, âlemi ve kainatı içine alan kapsamlı bir tefsir sunmak ve hariçten gelen Batı kökenli fikirlere karşı bir alternatif oluşturmak konusunda eli-kolu bağlı durup yerinde oturmadı. Yani Bediüzzaman, İslâm fıkhının meseleri ve ince mevzuları ile meşgul olmadan önce, İslâmî esas ve usullere dayanan yeni bir bakış açısıyla, kainatla ilgili düşünce manzumesinin tayin ve tespitine kendisini vermişti.

İnanç ve marifet üzerine eşsiz bir metot tesis etmiştir. Bu metod; Kainatı, eşyânın yaptığı tesbihâtı, içindeki mahlûkatın faaliyetlerinin tedvir ve idaresini ve bunların esrarını, araştırma ve incelemekti. Böylelikle de bunların hepsini, kaynak ve köken itibariyle Kur’an’a dayanan mantıkî ibârelerle Allah’ın isim ve sıfatlarına bağlıyordu. Bütün bunların arkasında ve ötesinde ise, kainat ve içindeki eşyânın, sanatlı ve muhkem yaratılışı, birbirleriyle tam bir ahenk içinde bulunmaları, hassas bir şekilde cereyan eden kanunları ve her yerinde görülen intizamın Allah’ın esmâ ve sıfatının tecellileri olduğunu ispat etmiştir.

Bediüzzaman herbir darbeye karşı, ya bir tefsir ile, ya da bir tevil ile veya kahramanca bir müdafaa ile mukabele etti. Ortaya koyduğu hizmetler, bu çabalar vurulan darbeleri ve ortaya atılan şüpheleri tam anlamıyla yok etti. Bu îman esasları, bütün darbeler ve şüphelerin üzerine bir perde çekmekte ve bunları teslim ve tevhid akidesine bağlı mütekâmil, kapsamlı bir tasavvurun yardımı ile kökünden söküp atmaktadır. Bu husus ancak kainatı dikkatli bir şekilde gözlemlemek ve yaratıcısı olan Allah cc. ile irtibatını kurmak ile mümkün olmaktadır.

Üstad duyularla algılanan âlemden, soyut ve mücerred âleme doğru derece derece inen, okunan Kur’an ile, görülen Kur’an (kainat) ve kainatın semeresi olan ve her şeyin onun vesilesiyle kemâle erdiği üçüncü bir Kur’an hükmündeki Rasûlullah arasında şuurlu bir tecrübe ile mükemmel bir mutabakatı gerçekleştiren Kur’ânî bir Kelâm İlmi oluşturmaya çalışmıştır. Said Nursî, Kur’anın kevne ait bakış açısını bilmenin bir zaruret olduğu hakikatını müslümanların hafızasına yeniden kazandırmıştır. Nursî’ye göre, Kur’an-ı Kerîm’in anlaşılmasının, âfâkî ve enfüsî âlemde öncülleri (mukaddime) ve neticeleriyle öğrenilmesinin; intizam ve denge kanununa giden metodu tasvir ve tarif ettiğini ve kapsamlı bir marifet verdiğini beyân etmektedir.

Bediüzzamana’a göre akıl, kevn ve yaratılmış âlemde dönüp dolaşan, onda teemmül eden, nazar ve düşüncesini bu sahada gezdiren, içindeki hadiseleri müşâhede ve mülahaza eden bir alet olup, bu vasfıyla, insan fıtratında yaratıcının şahididir. Dinin emirleri ise, mahlukâta, kâinata ve bunların başında da yeryüzünde Allah’ın halifesi olan insana Allah’ın şehâdetidir. Bu bakımdan her iki şehâdetin birbiriyle çelişmesi ve karşı karşıya gelmesi mümkün değildir; bilakis, bu ikisi, insanı hidayete sevkeden mütekâmil iki şehâdet hükmündedir. Öyle ki, bu iki hidâyet vesilesinden(insan ve akıl) birisi kaybedilse ve bu mumlardan biri sönecek olsa, insan dinin emirleri ile mükellef olmayacak ve bir kanunu kabul etmeye de mecbur kalmayacaktır.

Semâvî şeriatlar bu hususlarda bir şey ortaya koymadığı sürece, akıl tek başıyla kanun koyucu olamaz. İsteklere ve sorunlara çözüm ararken onlara (ahlâkî, amelî, îmânî davranışlarına) hiç bir değer vermeyen araştırma metodundan kaçınmış ve kendine has bakış açısıyla İlâhî, tekvînî kanunlar ortaya koymuştur. Felsefeyi, onun konuları ele alış biçimini, “ene”ye bakışını, felsefî düşüncenin yaptığı tetkiklerde ahlak, İlâhî hüküm ve faziletleri devre dışı bırakmalarını ele alıp tartışırken şu soruyu sormaktadır:

“…nebâtât hayvanâtın imdadına ve hayvanât insanın imdadına, hattâ zerrât-ı taâmiye hüceyrât-ı bedenin imdadına ve muâvenetine koşturulan düstur-u teâvün, kanun-u kerem, nâmus-u ikram nerede?”

Said Nursî’nin en güzel yanı, delillerin izahı ve konuların sunulmasında, hiç bir kimseyi taklit etmemesidir. Siz okuduğunuz her bir satırda adeta yeniden yaşarsınız; satırlar arasında dolaşırken, görülmemiş bir mantık, izah ve tefsir âleminde bulunuyormuş gibi bir hisse kapılırsınız; bir mukaddimeden diğerine sevk olursunuz, farklı gayeler için verilen çeşit çeşit birçok misalle en nihayet sizi ikna edici bir son bölümle baş başa bırakarak konuya son verir.

Maşaallah böyle bir âlime!.. Aferin böyle bir Rabbânî müellife! Bediüzzaman Said Nursî, din ve adalet arasında karşılıklı bir tesir-teessür (etki-etkilenme) ilişkisi kurmuştur. Zira adaletin mutlaka dün ve dünya maslahatı için tatbik edilmesi gerektiğini tasvir etmiş ve bu dengenin kurulması için çabalamıştır. İnsanoğlunun ihtiyaçları ve sosyal zaruretler, hem arzî -dünyevî- hem de semâvi düzeyde –sadece dünyevî değil- anlaşılmalı ve tasvir edilmelidir. Bu iki tarafı aynı anda göz önüne almayan ve bu iki boyutu beraberce gözetmeyen ictihatlar, tamamıyla dünyevî ictihatlardan ibaret kalacaktır.

İctihat ruhunun yeniden diriltilmesi çağrıda bulunanlara. Bu asırda ve bu zamanda ictihadın askıya alınma sebeplerini şöyle açıklar. “Zarûret haramı helâl derecesine getirir.” İşte şu kaide ise, küllî değil. Zarûret, eğer haram yoluyla olmamış ise haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa sû-i ihtiyârıyla, gayr-i meşrû sebeplerle zarûret olmuş ise, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medâr olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ, bir adam sû-i ihtiyârıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse, tasarrufâtı ulemâ-i şeriatça aleyhinde câridir, mâzur sayılmaz. Tatlîk etse, talâkı vâki’ olur. Bir cinâyet etse, ceza görür. Fakat sû-i ihtiyârıyla olmazsa, talâk vâki’ olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelâsı, zarûret derecesinde mübtelâ olsa da diyemez ki, “Zarurettir, bana helâldir.”

İşte, şu zamanda zarûret derecesine geçen ve insanları mübtelâ eden bir beliyye-i âmme sûretine giren çok umûrlar vardır ki, sû-i ihtiyârdan, gayr-i meşrû meyillerden ve haram muâmelelerden tevellüd ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medâr olup, haramı helâl etmeye medâr olamazlar. Hâlbuki şu zamanın ehl-i içtihadı, o zarûrâtı ahkâm-ı şer’iyeye medâr yaptıklarından, içtihadları arzıyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer’î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdâhale ve o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdâhale merduddur.

Bediüzzaman adaleti, İsm-i ‘Azamın tecellileri olan “kanun-u rubûbiyet, kanun-u kerem, kanun-u cemâl, kanun-u hikmet, kanun-u ilm-i muhît”ten meydana gelen yedi tekvînî kanundan biri olarak tespit etmektedir. Adalet aynı zamanda tevhid, nübüvvet, haşir, ibadetle adalet olmak üzere Kur’an’ın dört maksadından da birisidir. Ancak O, ibadeti adaletle birlikte ele alarak, ikisini tek bir maksat olarak takdim etmektedir. Bundan amacı ise, adaletin ikmal edilmesinin, Allah’a ibâdetle mümkün olmasına ve ibâdetin, adaletin ruhânî kutbu olduğuna işaret etmek içindir. Buna ilaveten, bizlerin bu ibârenin içinde, usul âlimlerinin dinin, nefsin, neslin, aklın ve ırzın muhafazası olarak tarif ettiği dinin büyük maksatlarını görmemiz de mümkündür. Zira, toplum içinde bunların korunması ve geliştirilmesi, İslam adaletinin özünü teşkil eder. Adalet, ibadetle birlikte ele alındığında bu maksat usul âlimlerinin zikrettikleri bütün maksatlara tamamen uymaktadır.

Üstad, adaleti, şeriatın kevn ile irtibatının ve onu ihatasının delillerinden biri olarak tasvir etmektedir: “İşte, hakaik-i Kur’âniyeden ve desâtir-i İslâmiyeden olan adalet, iktisat, nezafet hayat-ı beşeriyede ne derece esaslı birer düstur olduğunu anla. Ve ahkâm-ı Kur’âniye ne derece kâinatla alâkadar ve kâinat içine kök salmış ve sarmış bulunduğunu ve o hakaiki bozmak, kâinatı bozmak ve suretini değiştirmek gibi, mümkün olmadığını bil.”

Bediüzzaman Said Nursî daha da ileri giderek, adaletin içinde yüz muhit hakikatın bulunduğunu söylemektedir ki bunların hepsi, “haşri, âhireti iktiza ve istilzam etmektedirler. Adeta, adaleti Allah’ın isimlerinden biri olması itibariyle ve isim ve sıfatların tevhidi bağlamında, Allah’ın birliği hakikatı ile bağlamaktadır. Ayrıca, haşir olmaksızın adalet olmayacağı itibariyle, adaleti, haşir, yani öldükten sonra dirilme hakikatı ile bağlamaktadır. Sonra da adaleti, nebinin (asv) İlâhî sıfatların ve fiillerin zuhuruna sebep olması, hatta kemâlatının arz edilmesi ve tecelliyâtının tahakkuku itibariyle nübüvvetle bağlamaktadır.

Bunların içinde en güzeli ve hoş olanı ise, tesadüfe ters olmasından dolayı adalet mefhumunu din, tevhid ve Allah’a îman ile bağlamasıdır. Zira adalet, hiç bir şeyde israf ve mizansızlık bulunmamasını gerekli kılmaktadır: “Yoksa balıklardan bir balık, bin yumurtacıkla ve nebâtattan haşhaş gibi bir çiçek, yirmi bin tohumla ve sel gibi akan unsurların, inkılâpların hücumuyla, şiddetle muvazeneyi bozmaya çalışan ve istilâ etmek isteyen esbab başıboş olsalardı veyahut maksatsız, serseri tesadüf ve mizansız, kör kuvvete ve şuursuz, zulmetli tabiata havale edilseydi, o muvazene-i eşya ve muvazene-i kâinat öyle bozulacaktı ki, bir senede, belki bir günde hercümerc olurdu.”

“Eski kelâm âlimlerinin ilmi, kitaplardan elde edilen ilimdi. Ancak Bediüzzaman Said Nursî’nin ilmi, kitaplardan başladı ve daha sonra, kainata, oradan Kur’an-ı Kerîm’e ve Rasulullah’a doğru yöneldi; son olarak da, insanların ifsat ettiği hususları ıslah çabaları çerçevesinde gayret gösterdiği, sosyal bir îmânî harekete dönüştü.

Allah cc. Bediüzzaman Hazretlerine yaptığı hayırlı hizmetlerinden dolayı rahmet etsin ve cennetine mazhar etsin. Bizleri de onun talebesi olma şerefine eriştirip şefaatine nail etsin.

Derleyen; Çetin KILIÇ

Kaynak:
Sorularlarisale.com
Yazar: Yard. Doç. Dr. Necmeddin Kadir Kerim ez-Zengî, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası Malezya İslam Ünivesitesi
Yazarın yazısından istifade edilerek yazılmıştır.

Risale-i Nur Niçin ve Nasıl Okunmalı

Eğer üniversitede okumayı kafanıza koymuşsanız gece gündüz çalışmayı, yüzlerce gece uykusuz sabahlamayı göze alacaksınız. Sizin için para kazanma vazgeçilmezse ağır hastayken bile yatağı değil, iş yerini tercih edeceksiniz. Sonsuz ahiret hayatına bedel bir damla serap hükmünde olan dünya hayatının hedefleri bizi böylesine dertlendirirse, ebedî saadeti kazanmanın anahtarı olan imanı sağlam elde etme gayretleri bizi bizden almalı değil midir?

“iman” gerçeği tam ve mükemmel elde edilmezse ne din yaşanır, ne de sonsuz mutluluk kazanılır. Yaratılış itibarıyla sonsuza âşık ve sonsuz mutluluğu isteyen insanın en büyük meselesi, en büyük derdi ve en büyük davası, “Kur’an’ın istediği iman”ı kazanmaktır. Tahkiki iman dersleri olan Risale-i Nur’u okuma ve anlama meselesini dert edinmeden ona tam zaman ayıramazsınız, anlamak için çırpınamazsınız. “Dostlar alış verişte görsün” izlenimi veren “üstünkörü göz gezdirmekle bu iş olmaz.

Bediüzzaman’ın “Ömür sermayesi pek azdır, lüzumlu vazifeler ise pek çoktur” cümlesi, gaflet uykusundaki insanın beynine bir balyoz gibi inmelidir. Sonsuz mutluluğu kazanmak için verilen ömür sermayesini lüzumlu vazifelerle doldurmak yerine gelip geçici hayat için harcıyorsunuz. Sonunda iman vesikasını sağlam elde edemiyorsunuz. İman elde edilmezse dava kaybedilir. Bütün dünya bizim olsa, tüm karaların ve denizlerin hâkimi olsak, hatta bin yıl mutlu bir hayat yaşasak, imanın yerini tutabilir mi?

Dünyanın küçük işleri, iman dersini hakkıyla öğrenmemize engel olmamalı. Bütün ömrünüzü iman ve ibadetle geçirmiş olabilirsiniz. Allah’ı sevmiş, hep O’nu anmış, hep O’nun rızasını düşünmüş olabilirsiniz. Bunlar büyük imtihanı kazanıp sonsuz mutluluğa kavuşmaya yetmiyor. Ruhlar âleminden başlayıp anne karnından dünyaya, oradan kabre ve ahirete doğru uzanan yolda bir dizi tuzak, bir dizi engel var. Hepsinden başarıyla geçmek, son hedefinize varmak zorundasınız.

Bu çetin imtihandan bütün Allah dostları tir tir titremişler, son anda imanla çene kapayabilmek için gözyaşı dökmüşler, gece gündüz yalvarmışlardır.  Çünkü sekerat anında şeytan gelir ve insanın aklına şüpheler atar, insanın imanını çalmak için çırpınır. Eğer kişinin sağlam bir imanı yoksa son anda aldanır ve hayatta iken canı gibi sevdiği imanını kaybeder. ilme’l-yakînden ayne’l-yakîne ve hakka’l-yakîne yükselen tahkikî iman kişinin aklına, kalbine, ruhuna ve bütün duygularına öyle bir yerleşir ki şeytan onu aldatamaz ve imanını çalamaz.

İşte bu yüzden Risale-i Nur’u üstünkörü değil, çöldeki susuz insanın buz gibi suya yapışması gibi okumaya şiddetle ihtiyacımız var. Rabbim bizi böyle gaflete düşmekten korusun. İman ve Kur’an dersleriyle en yüksek seviyede meşgul olmalıyız. İşte o en sıkıntılı bir anda imdadımıza koşacak olan yine imanımız, imanımız, imanımızdır. Onu güçlendirmek ve en mükemmel hâle getirmek için gözümüzü yoruncaya kadar okusak, beynimizi zorlayacak seviyede düşünsek ne kaybederiz?

Sağlam bir iman kazanmak, her gün iman ve tefekkürle meşgul olmak, başta namaz ve diğer ibadetleri hakkıyla yapmaktır. Risale-i Nur’u her gün muntazam okuyarak sağlam bir imanı kazanabiliriz. Risale-i Nur’u tam anlarsanız, imanınız taklitten tahkike çıkacak, ilme’l-yakînden ayne’l-yakîne, oradan da hakka’l-yakîne terakki edecektir; ibadette de ihsan makamına yükseleceksiniz, her an Allah’ın huzurunda bulunduğunuz şuuruyla hareket ederek, huzur-u daimîyi kazanacaksınız.

Bediüzzaman Hazretleri, bir saniyesini bile boş geçirmeden ibadet eder, diz çökmekten ayakları yara olurdu. Talebesi Molla Resul böylesi takvayı aklına sığıştıramaz ve nazı geçtiği için şunları söylemekten kendini alamaz: “Biz de Allah’tan korkuyoruz, ama senin ödün patlıyor…”Her gün Risale-i Nur’la meşgul olarak böyle bir iman şuurunu kazanacaksınız. Muhyiddin-i Arabî’nin dediği gibi, “Allah’ı bilmek, varlığını bilmekten başkadır.” “Allah bilgisi” diyebileceğimiz, mârifetullah, Onun sadece varlığına inanmakla meydana gelmez; Onun bütün isimlerini, sıfatlarını, şuunatını ve bunların zerreden kürelere kadar her şeyde, her varlıkta tecellilerini anbean, günbegün görmekle, bilmekle, inanmakla elde edilir.

“Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibâdetten hayırlıdır, plânsız, programsız, kuralsız, hangi varlığın hangi cihetle Rabbimizin hangi isim ve sıfatına delâlet ettiğini bilemeyiz. Risaleler, tefekkür programıdır. İman, nazarımızı, zihnimizi, dikkatlerimizi, Allah’tan başkasından (masivadan) alıp Ona yöneltmektir. Ne kadar zihnimizi dağıtan masivadan yüzümüzü çevirip, ilgimizi Rabbimize yöneltirsek o kadar imanımız parlar. Bunun için de Risale-i Nur’u yoğun bir şekilde okumalısınız.

Sathî, üstünkörü, alelusul meşguliyet, istediğimiz istifadeyi sağlamaz. İmanın bütün haşmetiyle hayatınıza hükmetmesini istiyorsanız, her gün ve yoğun bir şekilde meşguliyetten başka seçeneğiniz yoktur.  İşte, Risale-i Nur’u anlayarak okuduğunuzda, imanınızı sarsacak ve tehlikeye atacak tuzaklardan kurtulacaksınız. Aklınıza iman hakkında hiçbir şüphe gelmeyecek. Bu müthiş bir kazanç!.. Belki Peygamberimizi (a.s.m.), bazı evliyaları veya melekleri uyanıkken göreceksiniz.

Dünyayla ilgili kazançlarımızın hiçbirisi, Risale-i Nur okumakla elde edeceğimiz muhteşem kazançlara ulaşamaz. “Bu eserleri bir yıl kabul ederek ve anlayarak okuyan, bu zamanın mühim ve hakikatli bir âlimi olabilir” Peygamberimiz (a.s.m.), âlimler için, “Uykusu bile ibadettir” buyuruyor. Daha ötesi var mı? ncak, bu büyük müjdenin böyle muhteşem avantajları yanında bize yüklediği küçük bir zahmeti var. O da, bu bir yıl içinde Risale-i Nur’la yoğun bir şekilde meşgul olmaktır. Bunun için risaleleri tam anlamak ve gönülden kabul etmek gerekir. Yoksa risaleleri ara sıra, hatırladıkça, teberrüken ve üstünkörü okumakla, değil bir sene, bin sene de okusanız âlim olamazsınız.

Sabah kalktığınızda tıpkı mesaiye gider gibi masanın başına geçecek, günlük işinizi yapar gibi en az 10 saat, belki 16 saat onunla meşgul olmalısınız. Elde edeceğiniz muhteşem kazanç karşılığında bu kadar bir gayret “hiç” hükmündedir. Başkalarının imanına kuvvet vereceksiniz. Bu zamanın en büyük, en güzel, en faziletli, en vazgeçilmez hizmeti “iman hizmeti”dir.  Risale-i Nur’un yazarı Bediüzzaman Hazretleri, imana ve Kur’an’a hizmet görevinin “bir ihsan-ı İlâhî” olarak talebelerinin omuzlarına konduğunu belirtir. Eğer siz, bu mukaddes ve ulvî vazifeyi omuzlamayı kabul etmişseniz, eğer saniyelerinizi iman ve Kur’an hizmetiyle süslemeyi ve ebedîleştirmeyi ideal edinmişseniz, bu uğurda her şeyi göze almak ve çalışıp çabalamak zorundasınız; başka kurtuluşunuz yok; bu hizmeti yapmaya mecbursunuz, mahkûmsunuz. Sizin sorumluluğunuz, başkalarına benzemez.

Kaynağın başında bulunan kişi, başkaları susuzluktan can çekişirken rahat uyuyamaz, zevk ve sefaya dalamaz, kendisini başkaları gibi kabul edemez. Risale-i Nur’u anlamanın önündeki en büyük engellerden birisi, dünyevileşmektir. Dünya rahatı, gelip geçici zevk ve keyifler, okuyup hizmet etmenin en büyük engelidir. Bu eserler dün hapishanelerin en ağır şartlarında okunup yazılıyordu. Eğer biz, sıcak koltuklarımıza oturup onları okuyup anlamak yerine, elimizde kumanda aletiyle televizyon kanallarını geziyorsak, ahiretteki hesabımızı zor vereceğiz demektir.

Herkes sadece “yaptıkları ve yapmadıklarıyla” sorumlu olmayacak, aynı zamanda “yapabilme ve kaçınabilme” seviyesiyle orantılı bir şekilde hesap verecektir. Kimse kurtulmuş insan değildir, Eğer bu eserleri tanıma bahtiyarlığına ermişseniz, sakın kendinizi “kurtulmuş insan” gibi görmeyiniz. Sizin sorumluluğunuz başkalarından çok farklıdır. Çünkü siz yolcu değil, mürettebatsınız. Bu yüzden farklısınız. Bediüzzaman“ Bizler Ümmet-i Muhammedi (a.s.m.) sahil-i selâmete çıkaran sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeleriz” Buyurarak bu hizmetin bir ihsan-ı İlâhî tarafından omzumuza konduğunu belirtmektedir. Mürettebat uyumaz, uyuyamaz. Herkesin rahat etmesi için o dâimâ uyanık olmalıdır.

“ihsan-ı İlâhî tarafından omzuna konulmuş hizmetin” hesabını vermesi güçtür. İhsan şükür ister. İhsan, gereğiyle amel etmeyi gerektirir. Başkalarından farklı olarak bazı gerçekleri bilmek, Allah’ın bir lûtfudur. Ancak bu lûtfun şükrü, onu muhtaçlara ulaştırmaktır. Eğer bu yapılmazsa, eğer kişi “farklı” olduğunu fark etmezse, eğer kendini sıradan kabul ederse, onun hesabı ağırdır, onun neticesi acıdır. Ama ihsana karşı şükürle, hizmeti başkasına ulaştırmakla mukabele ederse, karşılığı ebedî saâdettir.

Risale-i Nur’u anlamak için özelliklerini bilin! Risale-i Nur, insanın en mühim meselesi olan “nereden gelip nereye gittiği ve niçin yaratıldığı” gerçeğine tatmin edici cevaplar verdiğinden, onu okumak, anlamak ve hayata geçirmek bambaşka bir zevktir. Bir eseri sever ve kıymetini takdir ederseniz, onu okumak ve anlamak için can atarsınız; sevgi ve takdiriniz ölçüsünde katlanacağınız zahmet ve fedakârlık da artar.

Risale-i Nur, imanımızı kurtarıp İslâm’ı yaşama şuuru kazandırdığı için, onu okuyup anlamayı ciddî bir iş kabul etmek, mutlaka halledilmesi gereken bir mesele ve bu meseleyi dert edinmek şarttır. Yoksa “Gerçekten faydalı bir kitap… Ara sıra okumak gerekir. Bende de var. Hatta eskiden çok okurdum” mantığı, ondan istifadeyi temin etmez.  Bediüzzaman’ı iyi tanımak ve Risale-i Nur’un özelliklerini öğrenebilmek için Hizmet Rehberini tahlil ederek okumak gerekir. Eğer bu eserleri yeni bir heyecanla tekrar ele almak istiyorsanız, Hizmet Rehberini çok iyi müzakere etmelisiniz.

Risale-i Nur’u ilk günkü heyecan ve tazeliğiyle sevmeniz, dört elle sarılmanız, okuyup anlamanız için özel plân ve programlar yapmanız gerekir. Önemli olan; farkında olsanız da olmasanız da, anlasanız da anlamasanız da siz onu okurken Rahmet-i İlahinin kapısını aralıksız çalıyor oluşunuzdur. Yani siz risale okurken aslında sabırla kutsi bir kapının önünde bekleyip, sürekli kapıyı tıklayan bir insan olarak kendinizi düşünebilirsiniz. Bu hazineden anlam olarak da istifade etmek için ‘sözcük sorunu’ nu aşmanız gerekli.

“Anlayamıyoruz ki! Diyenler için sorularlarisale.com bu konuda okuyuculara çok istifade edecekleri faydalı bir çalışma gerçekleştirmiş(1). Allah emeği geçenlerden razı olsun. Üstünkörü okumak yetmez! Rabbimiz, günlük sermaye konusunda eşit davranmıştır hepimize. Hiç kimsenin daha az veya daha fazla süresi yoktur. Hepimize her gün 24 saatlik zaman verilir.Bizim için en büyük mesele ne ise onu o uğraşlarla doldururuz. Neyi dert edinmişseniz onda yoğunlaşırsınız. Sizi peşinden koşturan hedefiniz ne kadar önemli ve değerliyse o kadar fedakârlıkta ve feragatta bulunursunuz.

Derleyen; Çetin KILIÇ

Kaynak:Sorularlarisale.com sitesinden özetlenmiştir.
(1)https://sorularlarisale.com/kaynaklar/risale-i-nuru-okuma-ve-anlama-teknikleri.

Psikoloji ve Melek-Şeytan

Ruhbilim, Yunanca “ruh” anlamına gelen psykhe ile “bilgi” anlamına gelen logos kelimelerinden türetilmiştir. Psikoloji, davranışları ve zihinsel süreçleri inceleyen bir bilim dalıdır. Bunun içerisine konuşmak hareket etmek girdiği gibi duygu algı rüya motivasyon tutum düşünme hatırlama hissetme gibi soyut olmayan davranışlarda girmektedir. Günlük hayatta herkes kendisinin ve bir başkasının neyi neden, nasıl yaptığını, duygular, düşünceler ve davranışlar arasındaki ilişkileri anlamaya çalışır. Psikologlar bunlara bilimsel yöntemlerle cevap verirler.

Bizde ilk psikoloji çalışmaları Farabi ve İbni Sina ile başlar. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın çalışmaları da önemlidir. On beşinci yüzyılda Sultan İkinci Mehmet döneminde kurulan akıl hastanesinde, müzikle ve sporla hastaları tedavi yoluna gidilmiştir. Mazhar Osman’ın Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ni kurması da Türkiye’de psikolojinin gelişiminde bir dönüm noktasıdır.

Dünya sağlık örgütünün tanımında insanın ruhen ve bedenen sağlıklı olması vardır. Psikolojinin 4 tane hedefi vardır: Birincisi organizmayı tanımlamaktır. İkinci hedefi, ne yaptığını tanımladıktan sonra bunun nedenini araştırmaktır. Organizma bu davranışı neden yapıyor? Üçüncü hedefi, oluşabilecek yeni davranışları tahmin etmektir. Organizma bunun gibi nasıl başka harekette bulunabilir? Dördüncü hedefi ise oluşan bu davranışları kontrol altında tutabilmektir. 

Psikolojinin elli adet alt dalları vardır. Gelişim, fizyolojik, deneysel, kişisel, klinik, sosyal psikoloji, yine örgüt, çocuk, endüstri, eğitim, din, öykü psikolojisi bunlardan bir kaçıdır. Philip George Zimbardo’nun Şeytan Etkisi: Kötülüğün Psikolojisi kitabından alıntı. İyi” insanlara kötülük yaptıran şey nedir?

“1971’de bir grup üniversite öğrencisi görünürde mahkûmiyet psikolojisinin araştırıldığı bir deneye gönüllü olarak katıldı. Rasgele seçilmiş öğrencilerden bir kısmına gardiyan, bir kısmına da tutuklu rolü verildi. Stanford Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nün bodrum katında oluşturulan yapay bir hapishanede rollerini oynamak üzere deneye dahil olan öğrenciler, deney başladıktan kısa süre sonra bambaşka bir gerçeklik algısıyla rollerini içselleştirdiler. Bundan sonra yaşananlar ise psikoloji tarihinde bir mihenk taşına dönüştü. Stanford Hapishane Deneyi olarak bilinen bu çalışmanın mimarı Prof. Philip Zimbardo, durumsal güçlere ve sosyal dinamiklere bağlı olarak insanların ansızın nasıl canavarlara dönüşebildiğini kanıtlamıştı.”

Nasıl ki üretici firmalar ürünlerinin ne zaman ne tür arızalarının olabileceğini ön görerek kullanma kılavuzları ve servisler oluşturmuşlar, Allah (cc)’ de yarattığı insanın en sağlıklı, en verimli, en iyi şekilde yaşayabilmesi için neyi nasıl yapması gerektiğini, gönderdiği kitaplarla ve elçileriyle bildirmiştir. Başta abtest almak temizlik için muhteşem bir başlangıç, oruç ibadeti Nobel ödülü aldıracak kadar farkındalık oluşturdu günümüz insanında, bir gün gelecek profesörler namazı reçetelerine yazacaklar hiç şüphesiz.

Müslümanların söyledikleri ile ilmin söyledikleri arasında bir çelişki yoktur. Her iki taraf bir hakikatin farklı yüzüne bakıyor. Bu iki hakikat birbirini tamamlıyor. Şöyle ki: İnsanda var olan hastalıkların bilimsel adları olduğu gibi, teolojik adları da vardır. Bilimsel isimler, hastalığın maddi planda görülen sebepler çerçevesinde konulur ve genellikle tahsilli kimselere hitap eder. Hatta birçok tıp terimi vardır ki, doktorlardan başkası bilemez. Buna mukabil, teolojik alanda bu isimler hastalıkların fiziki sebeplerinden ziyade, metafizik sebeplere göre konulur.

Mesela “takıntı” hastalığına tıp ilmi “obsesyon” hastalığı teşhisini koymuştur. İslam literatüründe ise, buna “vesvese” hastalığı adı konulmuştur. Her iki ilim dalında da bu hastalığın teşhisi aynıdır: “Kişinin istemediği bazı düşüncelerin aklından, zihninden tekrar tekrar gelip geçmesiyle” ilgili psikolojik rahatsızlık. Teşhis aynı olmasına rağmen isimlerin farklı olmasının sebebi şudur, bilim, yalnız işin maddi laboratuvar ve tecrübeye yansıyan boyutuna baktığı için hastalığın ismini ona göre koyar, oysa bu hastalığın metafizik denilebilecek bir boyutu daha vardır. O da şudur, Allah şuursuz varlıkların iyi veya kötü işlerini temsil eden şuurlu varlıklar da yaratmıştır. Felsefede “kuva/kuvvetler/enerji” olarak ifade edilen bu aktif unsurlara, din literatüründe melek ve şeytan adı verilir.

Melekler, iyi işleri temsil etmekte ve bu işlerin arka planında aktif rol almaktadır. Şeytanlar ise, kötü işleri temsil etmekte ve bu işlerin arka planında etkin rol almaktadır. Şunu unutmamak gerekir ki, bugünkü işin uzmanları psikolojik hastalıkların asıl nedeni konusunda iki farklı görüş belirtmektedir. Bir kısım bilim adamlarına göre, psikolojik hastalıkların nedeni ruhi ve hissi/inorganik olup metafizik boyutludur. Diğer bir kısmına göre ise, bu hastalıkların kaynağı tamamen organiktir.

Bu ikinci grup uzmanlar, bu hastalığı kendi görüşleri doğrultusunda belli ilaçlarla tedavi ederler. Birinci gruptaki uzmanlar ise, hastalığı daha ziyade moral motivasyon ekseninde tedavi etmeyi uygun görüyorlar. Bununla beraber, her iki tedavi metodunda da ilaçlar yanında “fizyoterapi” ve “rehabilitasyon” da tedavinin önemli bir parçasıdır. Bu moral tedavinin en etkin tarafı kutsal kaynaklı olmasıdır. Çünkü genel olarak insanların moral değerlerini güçlendirmekte, bilimsel kanıtlardan daha çok, kutsal kaynakların tavsiyeleri etkindir. Kur’an okumak, dua etmek bu açıdan hafife alınmayacak kadar bilimsel bir terapi şeklidir. Kaldı ki, müminler zaten Kur’an’ın bir şifa olduğuna inanırlar. Buna inanmayan ateistlerin hatırı için kimse imanından vazgeçmez…

“Ey insanlar! (Kur’an) Rabbinizden size bir öğüt ve gönüllerdekine şifa, inananlara doğruyu gösteren bir rehber ve rahmet olarak gelmiştir.” (Yunus, 10/57) mealindeki ayette Kur’an’ın özellikle “sadre şifa/göğüslerdeki şeylere şifa” olarak ifade edilmesi, psikolojik hastalıklar için şifa olarak değerlendirilmelidir. 

Cinlerin varlığı bütün dünyada kabul edilen bir realitedir. Hiçbir bilimsel veri, cinlerin veya şeytanların olduğunu inkâr edemez. Aslında maddi alanın dışına çıkamayan bilim adına, metafizik varlıklar olan melek, cin ve şeytanları inkâr emek fen bilimlerinin ruhuna da aykırıdır. Bilimin dün dediği bir çok şeyi bugün “yanlış yaptığını” söyleyerek reddetmesi, fen bilimlerinin her konuda her zaman doğrunun ta kendisi olduğunu düşünmenin en büyük bir hata olduğunu göstermektedir.

On beş asır sonra bilimsel keşiflerin ispat ettiği bazı hakikatlerin on beş asır önce Kur’an’da yer alması, onun her şeyi bilen Allah’ın ilminden geldiğinin göstergesidir. Bugün Batılı bazı bilim adamlarının İslam dinini seçmelerinin altında yatan en önemli sebep, Kur’an’ın bu insanüstü bilgilere sahip olmasıdır. Bununla beraber, Allah’ın kudret ve irade sıfatından gelen kâinat kitabı ile ilim ve kelam sıfatından gelen Kur’an arasında gerçekte hiçbir çelişki olmaz. Görünürdeki, çelişki, ya bilim adamlarının yanlış yorumundan ya da din adamlarının yanlış yorumundan kaynaklanmaktadır. Çünkü fen bilimlerinin doğru verileri ile Kur’an’ın doğru anlaşılan ifadelerinin çelişmesi imkânsızdır. Zira her hakikat Allah’ın ilminde vardır ve Allah asla yanılmaz…

Düzenleyen: Çetin KILIÇ

Kaynaklar:
Sorularla İslamiyet
Yeni felsefe
Siroz duvarı
Güncel psikoloji
Psikoloji gazetesi
Şeytan etkisi

Akıl nedir? Zekâ nedir?

Bu kelimeleri genelde aynı manayı ifade ediyormuş gibi kullanıyoruz, oysa zekâ ve akıl birbiriyle çok bağlantılı fakat aynı anlama gelmeyen iki kavram, bu yüzden iyi anlaşılması için değişik kaynaklardan bolca örneklerle ifade etmeye çalışalım. Akıl için “Anlama âleti. Düşünme kabiliyeti. Zekâ. Zihin.”, “Madeni kalp ve ruhta, şuaı dimağda bulunan bir nur-u manevî.” gibi değişik tarifler yapılmıştır.

Akıl bir alettir ve iyi ile kötüyü birbirinden ayırt etmek için kullanılır. Nakli tasdik etmek için iş görür. Zekâ ise bu aklın dünyevi olarak kullanılmasına vesile olur. Dolayısıyla bir insan çok zeki olabilir. Ama bu insan aklını doğru yolda kullanmıyorsa veya vahye değilde kendisine güveniyorsa, bu insana akıllı değildir -şayet zekâsı varsa- zeki denilir. Aklın kullanılması cüz’i ihtiyari ile olur. Fakat zekânın verilmesi Allah’ın vergisidir. Bu nedenle Allah’ın yanında kıymetli olan çok zeki olanlar değil, aklını iyi kullananlardır. Akıl yalanla gerçeği, doğru ile yanlışı ayırabilme, bir konuda düşünce yürütebilme ve görüş bildirme yeteneğidir. İnsan olgunlaştıkça aklı gelişir. Zekâ ise bir olayı önce anlama, ilişkileri kavrama, yargılama ve açıklayarak çözme yeteneğidir.

Bir besteci müzik yapıtını aklıyla değil zekâsıyla yapar. Fakat en basit matematik problemini çözemeyebilir. Zekâ, ruhsal olaylara, algı ve hafıza yeteneğine, tutkulara, eğilimlere göre farklılıklar gösterir. Akıl somut olarak ölçülemez, zekâ IQ denilen testle ölçülebilir. Zekâ nasıl yapıldığını bilmek, akıl ne yaptığını bilmektir. Kimse yağmur yağdığı için ıslanmaz şemsiye kullanmadığı için ıslanır, yani aklımızı doğru kullanabilirsek çok şeyden zarar görmeden kurtulduğumuz gibi çok güzel şeylere de sahip olabiliriz. Bir başka ifade ile, başımıza gelen olumsuz ya da kötü şeyleri şu ya da bu olaya bağlamamalıyız. ”size ne iyilik gelirse Allah’tan ne kötülük gelirse kendinizden bilin.”

Ektiğiniz bahçede domatesler, biberler olgunlaşıp büyüyorsa küçük bir katkınız olmakla beraber bu sizin marifetiniz değildir, ama sulamayı terk eder kurutursanız bu sizin suçunuz. Akıl hastası deriz ama zekâ hastası demeyiz zekâ özürlü deriz akıl hastalanır ama zekâ hastalanmaz. Hastalıkla özür aynı şeyler değildir, eliniz, bileğiniz, ayağınız ağrıdan dolayı işlevini yapmazsa bu hastalık, ama elinizin bileğinizin ayağınızın olmaması özürdür. Akıl herkese eşit olarak paylaştırılmış gibi görünse de herkes ‘akıllı’ sıfatıyla anılmaz. İnsanlar güzel olmadığını söyler, zengin olmadığını söyler ama aklı olmadığını kıt olduğunu pek kabul eden yoktur.

Akıl sağlığı yerinde olanlar, akıl hastası olanlar vardır, birde aklını kullanamayanlar grubu vardır, adamın bankada milyarları vardır ama yaşantısı parasıyla doğru oranda değildir, aynen bunun gibi. Zekâ duygulardan olaylardan etkilenmez bir problemi kızgın haliyle de çözer. Akıl olaylardan etkilenir duygularına göre hareket edebilir, doğru inandığı şeyi çevresinin etkisiyle değiştirebilir. Zekâ telkinden etkilenmez, akıl etkilenir. Çok zeki profesör işinde çok başarılıdır ama etkilenip yanlış kişiyi tercih ettiği için iyi bir evlilik yapamamış olabilir, her türlü kandırılabilir, dolandırılabilir.

Takdir ettiğiniz insanların zekâsını överken maşallah dediğimiz gibi, Allah akıl versin, verdiği aklı doğru yerlerde kullanmayı nasip etsin inşallah demekte fayda var. Zekâ beyin gücünü, kavramları kavramadaki ustalık ve çevikliği ifade eder, zekâyı iyiye ya da kötüye kullanabilirsiniz,akıl ise sağduyuyu, isabetli karar verebilme yetisini çağrıştırır, doğru ve mantıklı, vicdana uygun hareketler sergilemeyi öngörür. İkisi arasındaki en önemli fark, bir başkasından akıl alabilirsiniz ama zekâyı asla. O, her insanın kendisine mahsustur.

Akıl, insanı hayvandan ayırt eden en önemli faktördür, zekâ hayvanda da vardır. Akıl insan olgunlaştıkça da değişiyor ve insanın kendisi de bunun farkına varıyor “Ah şimdiki aklım olsaydı” lafını çok işitmişizdir. Bir insan değişik fikirlerle diğerinin aklını karıştırabilir. Hayret verici, şaşırtıcı şeyler insanın aklını durdurabilir.

Bir şeyin içeriğini anlamamak ‘akıl erdirememek’ olarak nitelendirilirken başkalarının çözemediği bir sorunu çözen kişiye bir tek o akıl etti denilir. Birine bir yol göstermek ona akıl vermektir. Bir şeyi hatırlamak, unutmamak akılda tutmaktır. Akılsız tanımı ise doğru ve isabetli düşünemeyen anlamında kullanılır. Akıl insan için hayati önem taşıyan ve bir anlamda insanı insan yapan en önemli özelliklerinden birisidir. Akıl insan hayatının her alanında kendini belli eden bir ayrıcalık ve üstünlüktür. Ayrıca aklımızı kullanarak bir konuda düşünce yürütebilir fikir beyan edebiliriz, kendi davranışlarımızı bilir ve kontrol ederiz. Derin düşünmek incelikleri kavrayabilmek hikmetli konuşabilmek ancak akıl sayesinde mümkün olabilir. Akıl biz insanlara bir yol göstericidir. 

Albert Einstein – “Akıl, sorunu gerçekleşmeden çözer, zekâ ise gerçekleştikten sonra.” 

Akıl, fikir vb. duygularla ilgili Bediüzzaman Hazretlerinin görüşleri de şu şekildedir. “Sonsuz rahîm olan Hâlık-ı Azîmin kusursuz olan bu kasrını temaşaya doyamayan ruh, kendine avdet ediyor. Rahmetin nihayet derecede incelikleriyle tanzim ve idare edilen cisme bakıyor. Duyguları arasında yalnız muhayyilesine hasr-ı nazar ediyor. Bu muhayyilenin dimağda kendisine tahsis edilen mahalli, bir hardal tanesi kadarken, her zaman bütün âlemi sinema şeritleri gibi hayal hanesinde dolaştırır. Hafıza bir çeşit, akıl ayrı bir çeşit, fikir başka bir halde, kalb daha başka, kâmil insanlarda hal-i faaliyette olan diğer letaif daha başka bir şekilde, bâsıra, sâmia, zâika, lâmise, şâmme gibi havass-ı zâhirînin istiâb ettikleri mânevî sahalara nisbetle, nihayet derecede küçük bir dimağımda yerleştikleri halde, yekdiğerine karışmayarak, biri diğerinin vazifesine müdahale etmeyerek, ayrı ayrı vazifelerde, ayrı ayrı dairelerde gayet muntazam çalıştıklarını ve hattâ etibbânın bile senelerce tahsil ederek içinden çıkamadıkları vücud-u beşerin herbir kısmının, herbir uzvunun inceliklerini görüyor.(Barla Lahikası)

“Hem de bir şeyi akıl görür, kabul eder.Fikir uğraşır, teslim eder. Bazan arzu fikir suretini giyer. Şahs-ı muhteris, arzu-yu nefsaniyesini fikir zanneder.(Hutbe-i Şâmiye ) Tâ ki fikir dağılmasın, kalb boğulmasın, ruh Mâbûdunu doğrudan doğruya bulsun. (On Dördüncü) Acaba fikir dediğiniz şey-el’iyazü billâh-arzu olmasın? Bazan zâlimane intikam-ı şahsî, arzuya fikir suretini giydirir.(Sünuhat ) Zira insandaki o nur-u fikir, emellerine, ruhuna öyle bir inkişaf, öyle bir inbisat vermiştir ki, bütün zamanları yutsa doymaz. Zira ondaki o yüksek fikir, insanın mahiyetini ulvî, kıymetini umumî, nazarını küllî, kemâlini gayr-ı mahsur, lezzet ve elemini daimî kılmıştır.(İşârâtü’l-İ’câz ) Bazan bir münevverü’l-fikir, yüze mukabildir.(Divan-ı Harb-i Örfî) Çünkü güzel ahlâkı ona güzel fikir vermiş ve güzel fikir ise, ona herşeyin güzel cihetini gösteriyor.(Sekizinci Söz )

Çetin KILIÇ

Kaynaklar:
Risale-i Nur Külliyatı.
Sorularla Risale
Sorularla islamiyet
http://www.bilimist.com/blog-39/akil-ile-zekâ-arasindaki-fark-nedir.
Düşünce ,akıl ve zeka(akıl ile zeka aynı şey midir?) başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Psk. İzzet Güllüye aittir ve makale yazarı tarafından tavsiyediyorum.com kütüphanesinde yayınlanmıştır.

Vicdanın ve Ruhun Hayatı

Bediüzzaman Hazretleri Hutbei Şamiye adlı eserinde 
“Vicdanın anâsır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan ‘irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye’ her birinin bir gayetü’l gayâtı var: İradenin ibadetullahtır. Zihnin, mârifetullahtır. Hissin, muhabbetullahtır. Lâtifenin, müşahadetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat, şunları hem tenmiye, hem tehzip, hem bu gayetü’l-gayâta sevk eder.”Buyurmaktadır.
Nasıl ki kâinatta hava, su, toprak, ateş diye dört unsur vardır, bunlardan biri noksan olsa hayat olmaz. 
Bir araba düşünelim akü, motor, yakıt ve tekerlekler, bunlardan biri noksan olsa araba demir yığınından başka bir şey olmaz.
Aynen bunun gibi vicdanın vicdan olabilmesi için daha açık ifade ile bir insanın vicdanlı olabilmesi içinde dört unsur gerekli bunlar irade, zihin, his ve latifei Rabbaniye. Bu dört unsurun her birinin büyük gayeleri asıl maksatları vardır.Üstad buna gayeül gayatı diyor bizde yazımızda bu kelimeyi kullanacağız.
İradenin gayeül gayatı ibadullahtır. Allah’a ibadet etmektir, irade olmazsa ibadet olmaz.
Birincisi; İradesini yönlendiremeyen kimse haliyle camiye, namaza gidemez, oruç tutamaz, kötü alışkanlıklarından vaz geçemez.
İkincisi; İrade dışı yaptığın şey zahiren ibadet gibi gözükse de ibadet olmaz.
Bir kimse namaz kılarken son oturuşta otursa ve uyusa, sonra uyanınca selam verse ve namazdan çıksa, bu kişinin namazı tamam değildir çünkü oturuşunu iradesiyle yapmamıştır. Zira uykuda yapılan iş iradeye tabi değildir.Rüyada yapılan ibadetler, diyet için tutulan oruçta bunun gibidir.Yetimin başını okşarken, yoldan aldığın taşı kaldırırken, kardeşine, arkadaşına gösterdiğin tebessüme kadar niyetin neyse ona göre karşılık göreceksin.
Yani ibadet için niyet, niyet için irade gereklidir.
İbadet, Allah’ın emirlerini yapmak ve nehiylerinden sakınmaktır. İrade ise, bir şeydeki tercih kabiliyetidir. O halde, “iradenin gayetü-l gayatı ve vazifesi ibadettir.” İnsan kendisine verilen iradeyle Allah’ın “yap” dediğini yapmalı ve “yapma” dediğini yapmamalıdır. Yani irademize Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasakları yön vermeli ve irademizi ibadeti tercihte kullanmalıyız.
İkinci unsur olan zihnin gayeül gayası marifetullahtır.
Marifetullah, Allah bilgisi demektir. Yani Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanımak ve bu isim ve sıfatların tecellisini âlem aynalarında seyredebilmektir. Zihinden maksat ise, esma-i ilahiyyeyi keşfedecek olan akıldır.
Üstadımız Altıncı Söz’de şöyle diyor:
“…Malik-i hakikîsine satılsa ve Onun hesabına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini saadet-i ebediyeye müheyya eden bir mürşid-i Rabbânî derecesine çıkar…”
Anlaşıldığı üzere aklın vazifesi, Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanıyarak marifetullahta yükselmektir.
Aklını kullanan Müslüman, gözünü yaradan Allah’ın gözü için ışığı da yarattığını, mideyi veren Allah’ın nimeti de halk ettiğini, kulağı veren Allah’ın sesi de yarattığını burnu veren Allah’ın kokuyu da bahşettiğini anlar. Bu ikramlar, ihsanlar karşısında ibadet ve taatını noksansız ve doğru yapıp ilahi rızaya talip olur. Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı varsa bu kadar nimetin kaç yıl hatırı olduğunu düşünerek hareket eder.
Üçüncü unsur olan Hissin gayeül gayası Muhabetullahtır. Histen murad kalptir. Muhabbetullah, Allah sevgisi demektir. 
Sevgiyi sadece Allah’ı sevmekle sınırlandıramayız, Allah’ın yarattıklarını da Allah adına sevmeli ve sevmenin gerektirdiğini yerine getirmeliyiz.
Komşumuzun sıkıntısıyla, ihtiyacıyla alakadar olmalıyız, dünyanın sair ülkelerindeki kardeşlerimize el uzatılmalı onların ayağına batan dikeni hissedebilmeliyiz, bizimde canımız acımalı, uykularımız kaçmalı, kendi evladımızı düşündüğümüz gibi çaresiz tüm yavrularıda akıldan çıkarmamalı elimizden geleni esirgememeli.
Kalbin vazifesi bu sevgiye mazhar ve mahal olmaktır. Zihin Cenab-ı Hakkın isim ve sıfatlarını keşfettiğinde, ister istemez kalpte Allah sevgisi doğacaktır. Allah bilgisi, Allah sevgisinin tohumudur. Bir kalbe Allah bilgisi tohumu düşerse o kalpte muhabbetullah ağacı biter. Kişi sevdiğini, tanıdığı ve bildiği nispette sever. Kişi Allah’ı ne kadar tanırsa, o nispette sever.
Dördüncü unsur olan lâtife-i Rabbaniye’nin gayeül gayası müşahadetullahtır. Latifei Rabbaniye; İlahi hakikatleri hisseden,manevi zevkleri alan duygu demektir. İnsanoğlunun bedeninde manevi merkezler vardır bunlar; kalb, ruh, sır, hafi,ahfa,âsab, his, akıl, hevâ, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye , letâif-i aşereyi ,sâika, şâika ve hiss-i kablelvuku gibi çok letâif var.
Müşahit gözlemci demektir, buradan şu manada çıkarılabilir. Allah’ı yanında hissetmek onu görüyormuşçasına, onun seni gördüğünü bilerek yaşamak. 
Bunun son noktası inşallah cennette Allah’ın cemalini görmektir.
Bu şekilde hareket eden Müslüman takva mertebesine erer, büyür, gelişir, hatalarından günahlarından sıyrılarak tam bir terbiyeye mazhar olur.

Çetin KILIÇ
Kaynak
Sorularla Risale
Abdülhamit Oruç sohbeti.