Etiket arşivi: Çetin Kılıç

Fetva Emini Ali Rıza Efendi Kimdir? (1861-1943)

Osmanlı ulemasının önde gelen isimlerindendir. Medrese eğitimini en üst seviyeye kadar tamamlandıktan sonra birçok görevde bulunmuş ve İstanbul’da Fetva Eminliği de dahil, çok önemli mevkilerde hizmet vermiştir. Tarihimizin üç önemli devrini yaşamıştır. İlimdeki dirayeti, araştırma ve incelemeye önem vermesi, meselelere olan vukufiyetinden dolayı şeyhülislamlar gibi alaka ve ilgi görmüştür.

Risale-i Nur’u okuyup inceleme imkanı bulduktan sonra, her fırsatta takdirlerini dile getirmiştir. Yapılan haksız itirazlara karşı çıkmış ve Risalede ortaya konan meselelere tam destek vermiştir. Eline geçen risaleleri dikkatle incelemiş, İşaratü’l-İ’caz için;“Bu İşârâtü’l-İ’câz, bin tefsir kuvvetinde ve kıymetindedir” şeklinde övgüde bulunmuştur.

Ali Rıza Efendi, 1861 yılında Muğla’da doğdu. Eğitimine medresede başladı. Muğla’nın Kurşunlu Camisi medresesinde müderrislik yapan Hacı Muhammed Zeki Efendi’den ders aldı. Eğitimini tamamladıktan sonra 24 yaşında mezun olup icazet aldı. 

Medreseden mezun olan Ali Rıza Efendi, Muğla’dan ayrılarak İstanbul’a geldi. Yüksek öğrenim düzeyinde eğitim veren İstanbul Fatih Camii medresesine devam etti ve buradan da mezun oldu. Burada müderris Mehmet Neş’et Efendiden ders aldı. Mezuniyetini de bu hocanın elinden aldı.

Ali Rıza Efendi, Fetvahane İlamat Odası’da memurluğa başladı. Bu kurumun görevi, kadılar tarafından verilen kararları temyiz yoluyla incelemekti. Aynı yıl ilmi rütbesi de yükseltilerek medresede hocalık yapmaya başladı ve ders okuttu. Bir süre sonra medresedeki ilmi derecesi yükselince, daha üst seviyede ders vermeye ve müderrislik yapmaya devam etti.

1915 yılında Ali Rıza Efendi, Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesi Hanefi Fıkhı Müderrisliğine tayin edildi. Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye tabiri İstanbul için kullanılan tabirlerdendir. Osmanlı devrinde İstanbul yerine; İslâmbol, Dersaadet, Deraliye tabirleri kullanıldığı gibi Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye tabiri de kullanılmıştır. Darü’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesi tabiri ise İstanbul’un hilafetin merkezi olması hasebiyle, buradaki medreseleri diğerlerinden ayırt etmek maksadıyla kullanılan bir tabirdir.

Ali Rıza Efendi, yaklaşık bir yıl sonra en üst düzeyde eğitim veren Sahn Medresesinde görev yapmaya başladı. Müderrisliğine devam etti. Eylül 1917 tarihinde Süleymaniye Medresesi Medresetü’l-Mütehassinin kısmında ders vermeye başladı. Burada, alanında uzman olarak görev yapacak kimseler yetiştirilmekteydi. Ayrıca, kadı yetiştirmek amacıyla açılan ve bu maksatla eğitim veren Medretü’l-Kudat’ta da görev yapıp ders verdi.

Ali Rıza Efendi, 18 Ağustos 1916 yılında Fetva Emini oldu. Risale-i Nur’da bu görevinden dolayı, kendisinden eski Fetva Emini Ali Rıza Efendi olarak söz edilmektedir.

Fetva Eminliği, Kanuni Sultan Süleyman zamanında ihdas edilmiştir. Şeyhülislama bağlı olan bu kurumun şer’i konularla ilgili meseleleri çözümlemek, fetvalar hazırlamak, dilekçe yolu ile sorulan soruları cevaplamak, şer’i mahkemeler tarafından verilen kararları incelemek, görevleri arasında yer almaktaydı. Bu kurumun başındaki kişi Fetva Emini idi. Bu makama, en yüksek ilim sahibi olan ve memuriyetleri itibariyle unvanları uygun olanlar arasından seçilirdi. Fetva Eminleri arasından şeyhülislam olanlar da olmuştur.

Ali Rıza Efendi, Bediüzzaman Hazretlerinin üyeleri arasında yer aldığı Darü’l-Hikmet-i İslamiye’de başvekillik görevinde bulundu. Bu göreve de 10 Ağustos 1918 tarihinde tayin edildi. Bu görevi başkan tayin edilinceye kadar sürdürdü. Osmanlının son zamanlarında kurulan ve bir İslam Akademisi mahiyetinde olan Darü’l-Hikmet-i İslamiye; İslam aleminde ortaya çıkan bir takım yeni dini meselelere ışık tutmak, özellikle de İslam’a yönelen hücum ve saldırılara karşı yayın yoluyla cevap vermek ve mukabelede bulunmak maksadıyla kuruldu.

Ali Rıza Efendinin atandığı önemli görev ve makamlardan bir tanesi de Huzur Dersleri Mukarrirliği’dir. Bu göreve de Aralık 1918 yılında getirildi ve üç sene de bu görevi sürdürdü.

Mukarrirler Ramazan aylarında padişahın huzurunda ders veren hocalardır. Bu göreve, medreselerde hocalık yapan müderrisler içinden çok değerli olanlar seçilirdi. Bu kişiler bir çeşit konferans verir, bu konferansı ve dersleri dinleyenler başta padişah olmak üzere şehzade ve bazı saray görevlileri bulunurdu. Bu dersler Ramazanın ilk gününden itibaren başlardı.

Muhtelif görevlerde bulunan Ali Rıza Efendi, çok önemli görevlere atandığı gibi üçüncü rütbeden Mecidi Nişanı ile de ödüllendirilmiş, ayrıca kendisine Anadolu Kazaskerliği makamı ve ünvanı da verilmiştir.

Ömrünü ilmi çalışmalara adayan Ali Rıza Efendi, Risale-i Nur’un yayınlanması ve bazı Risalelerin eline geçmesinden sonra bunları inceleyerek görüşlerini açıkladı. Kendisi, son dönem Osmanlı ulemasının önde gelen isimlerinden biri ve çok müdakkik olması, şeyhülislamlar gibi alaka görmesi, fikirlerinin daha da dikkatle izlenmesine sebep olmaktaydı. Birinci Şua, İşarat-ı Kur’aniyye ve Ayetü’l-Kübrâ Risalelerini inceledikten sonra;

Bediüzzaman, şu zamanda, din-i İslâm’a en büyük hizmet eylediğini ve eserlerinin tam doğru olduğunu ve böyle bir zamanda, mahrumiyet içinde, feragat-ı nefs edip, yani dünyayı terk edip böyle bir eser meydana getirmek hiç kimseye müyesser olmadığını ve her suretle şâyân-ı tebrik olduğunu ve Risale-i Nur, müceddid-i din olduğunu” Hafız Emin’e beyan etti ve “Cenab-ı Hak, onu muvaffak-un-bilhayr eylesin!”  şeklinde duada bulundu. Ayrıca, Bediüzzaman’ın sakal bırakmamasından dolayı bazı kimseler tarafından yapılan itirazlara ve eleştirilere karşılık olarak da,Mevlâna Celâleddin-i Rumî’nin pederleri olan Sultanü’l-Ulema’nın bir kıssasıyla onu müdafaa edip, demiş: “Bu misilli, Bediüzzaman’ın dahi elbette bir içtihadı vardır. İtiraz edenler haksızdır*” demek suretiyle kendisini savunmuştur. Hoca Mustafa aracılığıyla da şunların iletilmesini talep etmiştir:

Bediüzzaman’a kemal-i hürmetle selâm ederim. Telifatınızın ikmaline hırz-ı can (yani, ruha nüsha olacak kadar kıymettar) ile dua etmekteyim. Bazı ulemâüssû’un tenkidine uğradığına müteessir olma. Zira ‘Yemişli ağaç taşlanır.’ kaziyesi meşhurdur. Mücahedatınıza devam buyurun. Cenab-ı Hak ve Feyyâz-ı Mutlak âcilen murad ve matlubunuza muvaffakü’n bilhayr eylesin.”

Ali Rıza Efendi, Risale-i Nur’un neşriyatını takip ederek yakından ilgi gösterdi. Mucizat-ı Ahmediye risalesini okuduktan sonra da; “Bu tarz-ı ifade ve ispat ve beyanı hiçbir kitapta bulmamışız. Bu şerait içinde böyle eserler hiç kimseye müyesser olmamış”demek suretiyle takdirlerini bildirdi. Bir çok kez kendisini ziyarete giden ve yakın çevresinde bulunanlara, “Bu İşârâtü’l-İ’câz, bin tefsir kuvvetinde ve kıymetindedir” demek suretiyle yemin etmekteydi.”

Bediüzzaman Hazretleri Denizli hapsinden evvel, Risale-i Nur’a birkaç cihetten hücumu hissettiğini söylemesinden kısa bir süre sonra, İstanbul’da ihtiyar bir hoca bir risalenin bir meselesine itiraz etti. Bu itiraza karşılık Ali Rıza Efendi; o itiraza karşı çıkıp reddettiği gibi, Risale-i Nur’un ortaya koyduğu hakikatlere tam destek verdi.

Cumhuriyet döneminde de haytını sürdüren Ali Rıza Efendi, 1927 yılında emekli oldu. Bir ara tutuklanıp mahkum edildikten sonra ömrünün son zamanlarını Üsküdar’da geçirdi. 31 Mart 1943 tarihinde vefat etti.Allah kendisine rahmet etsin.

 **********

*Sakal Meselesine Fetva Emini Ali Rıza Efendinin Cevabı Nedir?

Soru: 

Üstat hazretlerinin sakal bırakmaması konusunda eski fetva emini Ali Rıza Efendiden naklettiği “bazılarının sakal bırakmamaklığına itirazları münasebetiyle, Mevlâna Celâleddin-i Rumî’nin pederleri olan Sultanü’l-Ulema’nın bir kıssasıyla onu müdafaa edip, demiş: “Bu misilli, Bediüzzaman’ın dahi elbette bir içtihadı vardır. İtiraz edenler haksızdır” cümlesinde bahsedilen kıssanın hangi kıssa olduğunu cevaplarsanız sevinirim.

Cevap:

Sultan Veled adına yazılan ama acaba “Sultanu’l-Evliya Muhammed Veled”e mi ait olduğu, yoksa torunu “Sultan Veled”e mi ait olduğu kesin olarak bilinmeyen “Maarif” isimli esere baktığımız zaman bunun ipuçlarını görmek mümkün. 

Bunları ele alacak olursak: 

1. Anlatılan bir meseleyi herkes kendi fikri ve ilmi seviyesinde anlar. Bir öğretmen 5, 15, 25, 45 ve 65 yaşlarında beş kişiye aynı meseleyi anlatacak olsa farklı şekilde ve anlayacakları tarzda anlatır. Anlamayacağı şeyleri anlatarak kafasını karıştırarak onların inkâr ve itirazlarını celp etmekle kendisini cahil bilmelerini sağlayacak yaklaşımlardan uzak durur. Bunun için peygamberimiz (sav) “İnsanlara akıllarına göre konuşun” buyurmuşlardır. 

2.  Mevlevilerin semaı, neyi ve müziği bazı şeriat âlimleri tarafından haram görülerek ilişilmiştir. Onlar da “Şeriatın zahirini ihmal etmemek şartı ile yapılan müzik ve semaın ve buna benzer hallerin yapanın şeriata bağlılığını artırdığı ölçüde caiz olduğunu ve lâzım da olduğunu” savunmuşlardır. Bu gibi şeylerin müridin ibadet şevkini artırdığına dikkat çekmişlerdir. “Şayet gevşemeye sebep olursa caiz olmaz” demişlerdir. Bu durum “kişinin vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır” diye cevap vermişlerdir. Bu babdan olarak Sultanu’l-Ulema Bahaeddin Veled şöyle der: “Daima Allah’ın zikri ile meşgul olan evliyânın halini şeriata aykırı gören kimse Fırat nehrini testideki sudan, bâdem yağını bademden ayrı gören kimseye benzer. Muhakkikîn yanında mukallidin imanı değersizdir. Dinin gereği ve hakikati şekil ve dilden ibaret olmayıp her şekil ve surete girebilen bir külli hakikattir. Şekil ise o dini izhar eden bir kap ve kadeh gibidir. Sudan habersiz şekille uğraşan mukallit testi ustaları suyun testiyi bozacağını düşünerek testiye suyun konmasına karşı çıkarlar. Hakikatten habersiz İblis yüce Allah’ın Âdeme secde emrine itaat etmeyerek lanete uğradı.  (Bakara, 2:32) Hakikatte ise Âdemin suretine secdenin sureti altında Allah’ın emrine uyma ve ona itaat vardı. Dinlerdeki değişiklikler ve şeriatların değişmesinin hikmeti iman ve din hakikatinin değişmesi değil, farklı zaman ve şartlara göre suretlerin değişiminden ve hakikatin farklı suretlerde tecellisinden ibarettir. Allah katında din İslam’dır.  (Âl-i İmran, 3:19) Bu ezelde böyle olduğu gibi, ebedde de böyle olacaktır. Hakikat asla değişmez. Akıllıya işaret yeterlidir. Gafile ise şerhin faydası yoktur”  (Sultan Veled, Maarif, (1991-İstanbul) s. 25–34) demektedir. 

3.  Genellikle evliya menkıbelerinde şeriatın zahirine göre yanlış gibi sayılan haller ve durumların gerçekte hakikate uygun olduğunu anlatmak için mutasavvıflar Hz. Musa (as) ile Hz. Hızır (as) kıssasını anlatırlar.  (Kehf Suresi, 18:63–80) Maarif kitabında da konuya öyle giriş yapılmıştır. Hz. Musa (as) Kelam-ı İlahiye tam mazhar iken Hz. Hızır (as) dan hakikat ilmini öğrenmek istemesi onlar için örnek teşkil etmiştir. 

Bütün bu mukaddimelerden sonra gerçek şu ki: İstanbul ulemasından Fetva Emini Ali Rıza Efendi, Bediüzzaman hazretlerinin “Birinci Şua” isimli eserine ve sakal bırakmamasına ehl-i dalaletin oyunu ile Abdulhakim Arvasi gibi tarikat şeyhlerinin itiraz etmesi üzerine, onların anlayacağı dilden cevap vermiştir. “Elbette Bediüzzaman’ın bir içtihadı vardır”  (Kastamonu Lahikası, 149) itirazınız anlamsız ve hükümsüzdür demiştir. 

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynak:

  • Risale-i Nur Külliyatı
  • Fıkıh Bahçesi
  • Risale-i Nur Enstitüsü

Hz. Hamza (R.A.) Kimdir?

Şehidlerin efendisi olan Hazreti Hamza (ra), Peygamberimiz (sav)’in amcalarının en küçüğüdür.

Babası Abdulmuttalib, annesi Hale’dir. Annesi, Peygamber efendimiz (sav)’in vâlidesi Hazreti Âmine’nin amcasının kızıdır. Künyesi Ebn Ya’la, lakabı Esedullah (Allah’ın Aslanı)’dır. Nesebi, Hamza bin Abdülmuttalib bin Haşim bin Abd-i Menâf El-Kureyşî el-Hâşimî’dir.

Peygamberimiz (sav)’i emziren Ebu Lebeb’in cariyesi Süveybe daha önceleri Hazreti Hamza(ra)’yı da emzirdiğinden Hazret-i Hamza (ra)Peygamberimiz (sav)’in süt kardeşi idi.

Hazreti Hamza (ra), orta boylu, güçlü kuvvetli, heybetli, onurlu bir sahabedir. Aynı zamanda iyi bir avcı, keskin bir nişancı, Kureyş’in en şereflilerindendir. Mazlumlara yardım etmeyi seven cesur bir savaşçı idi.

Hazreti Hamza(ra) Ebû Cehil’in Peygamberimiz(sav)’e yaptığı bir hakaret sonucunda müslüman olmuştur.

Peygamberimiz(sav) bir gün Safâ tepesinde iken Ebû Cehil ve arkadaşları onun yanına gelirler. Ebû Cehil Peygamberimiz(sav)’e hakaret eder. Abdullah b. Cüdâ’nın câriyesi bu olayı Hazreti Hamza(ra)’ya anlatır. Bunun üzerine, Hazreti Hamza(ra), Peygamber efendimiz(sav)’e hakaret edildiğini işitince, akrabalık damarları hareket etti. Silahını üzerine alarak, Kureyş kâfirlerinin bulunduğu yere geldi.

“Kardeşimin oğluna, kötü söz söyleyen, kalbini inciten sen misin?” diyerek, boynundaki yay ile, Ebû Cehil’in başını yedi yerinden yardı.

Orada bulunan kâfirler Hazreti Hamza(ra)’ya saldıracak oldular. Bu durumda büyük çarpışma çıkacaktı. Fakat, Ebû Cehil, “Dokunmayınız, Hamza haklıdır, Onun kardeşi oğluna bilerek kötü şeyler söyledim.” dedi. Hazreti Hamza oradan ayrıldıktan sonra, Ebû Cehil, etrâfındakilere, “Aman, ona ilişmeyiniz! Bize kızar da müslüman olur, bununla Muhammed kuvvetlenir.” dedi. Hazreti Hamza(ra) müslüman olmasın diye, kendi kafasının yarılmasına râzı oldu. Çünkü Hamza, hatırı sayılır, kıymetli ve kuvvetli idi.

Hamza(ra), Peygamber(sav) efendimizin yanına gelip “Yâ Muhammed ( aleyhisselâm ) Ebû Cehil’den intikamını aldım. Onu kana boyadım üzülme, sevin” dedi.

Sevgili Peygamberimiz(sav) “Ben, böyle şeylere sevinmem.” buyurdu.

Hamza “Seni sevindirmek, üzüntüden kurtarmak için, ne istersen yapayım.” dedi.

O zaman Peygamber efendimiz(sav) “Ben ancak senin îmân etmen ile, kıymetli bedenini Cehennem ateşinden kurtarman ile sevinirim.” buyurdu. Hamza hemen müslüman oldu. Hakkında âyet-i kerîme geldi. Hazreti Abdullah İbn-i Abbas(ra)’a göre: Kur’ân-ı kerîm’de En’âm sûresi 122. âyet-i kerîmesinde “Diriltildiği ve nûra kavuşturulduğu” anlatılan zâtın Hazreti Hamza(ra) ve aynı âyet-i kerîmede, “karanlıklarda bocalayan” şeklinde anlatılanın da Ebû Cehil olduğu açıklandı.

Hazreti Hamza(ra)’nın müslüman olması ile, Hazreti Muhammed(sav) çok sevindi, müşriklerse çok üzüldü. Müslümanlar, pek çok kuvvet buldu. Hazreti Hamza(ra)’nın müslüman olmasıyla vaziyet değişti. Çünkü, bütün Mekkeliler biliyordu ki, Hazreti Hamza(ra) cengâver, cesur, merd, pehlivan ve kahramandır. Bunun için, Kureyş müşrikleri artık müslümanlara, hiç bir sebep yokken, fenâ muâmele yapamadılar, bilhassa Hazreti Hamza(ra)’nın kılıcının şiddetinden çekindiler.

Hazreti Hamza(ra), Hazreti Zeyd bin Harise(ra), Hazreti Ebû Mersed Kennaz(ra) Hazreti Enes(ra) ve Hazreti Ebû Kerse(ra) ile beraber Medine’ye hicret etti. Peygamber efendimiz(sav) Medine’ye geldiklerinde, Mekke’li müslümanları hem kendi aralarında hem de Medineli Müslümanlarla kardeş yaptı. Kendi aralarında da Hazreti Hamza(ra)’yı, Zeyd bin Harise ile kardeş yapmıştı. Hazreti Hamza(ra) bu kardeşini çok sever ve muharebeye çıktığı zaman her şeyini ona emânet ve vasıyyet ederdi.

Mekke müşrikleri, hicretten sonra Peygamberimiz(sav)’in ve müslümanların Medine’den çıkarılması için Evs kabilesi müşrikleriyle ilişki kurdular, müslümanların hac yollarını da kapadılar.

Bir şeyler yapmak gerekiyordu. Bunun üzerine Peygamberimiz(sav) müşriklerin gözlerini korkutmak ve onları sıkıntıya düşürmek ve böylece yola getirebilmek için Şam ticaret yollarını kesmek üzere,Hazreti Hamza(ra)’yı Sifu’l-Bahr’a gönderdi. Hazreti Hamza(ra) otuz kişilik bir kuvvetle belirtilen yere vardığında, Müşriklerde üçyüz kişilik kuvvetle orada idi. Kervanda Ebû Cehil de bulunuyordu.

Henüz müşrik olan Mecdi b. Amr b. Cühenî müslümanlarla ve müşriklerle görüşerek, iki tarafı çarpışmaktan vazgeçirdi.

Bundan Sonra Hazreti Hamza(ra)’yı Bedir savaşında görüyoruz.

Bedir gazâsında 313 Eshâb-ı kirama karşı, 1000 müşrikle çarpışıldı, Hazreti Hamza(ra), Bedir’de Şeybe ile çarpıştı. Bir hamlede Şeybe’yi öldürdü. Daha sonra Utbe’yi ve Tuayma b. Adiyy’i öldürdü. Müşrikler, reîsleri olan Ebû Cehil’i ortalarına aldılar, içlerinden birini Ebû Cehil gibi giydirip Ona benzettiler. Bu nasipsizin adı Abdullah bin Münzir’di. Hazreti Ali(ra), Abdullah’ın üzerine saldırdı. Ebû Cehil’in gözleri önünde Abdullah’ın kafasını kesti. Sonra müşrikler aynı şekilde Ebû Kays’ı giydirdiler. Onu da Hazreti Hamza(ra) vurup öldürdü. Bedir savaşında kahramanca savaşan Hazreti Hamza(ra) Allah(cc) ve Rasûlün(sav)’ün hoşnutluğunu kazandı. Allahü teâlâ, Peygamberimiz(sav)’e yardım için melekleri de savaşa gönderdi. Melekler her vuruşta bir müşriği öldürdüler. Sonunda Ebû Cehil de öldürüldü. Müşrikler bozguna uğradılar. Mekke’ye doğru kaçmaya başladılar. Eshâb-ı kiramdan 14 kişi şehîd oldu. Bedir Savaşı, Peygamber efendimizin zaferiyle neticelendi.

Hazreti Hamza(ra), Bedir Savaşını müteakib Kaynukoğulları gazvesine katıldı.

Peygamber(sav) Medine’ye geldiğinde Yahudilerle anlaşma yapmıştı. Yahudiler, Bedir savaşını müslümanların kazanmasını hazmedemediler.

Siz savaşın ne demek oldugunu bilmeyen adamlarla çarpıştınız” dediler. Savaş için fırsat kollamaya basladılar.

Kaynuka gazvesi’nin genel sebebi kuyumcuya giren bir kadına yapılan terbiyesizliktir.

Kuyumcu kadının eteğinin alt kısmını üst kısmına bir iğneyle iğneliyor. Kadın ayağa kalktığında üzeri açılıyor,utanıp sıkılarak feryat ediyor, çevresinden yardım istiyor. Kadınınn yardımına bir müslüman gider ve Yahudiyi öldürür. Yahudiler de bu müslümanı orada sehid ederler.

Bunun üzerine Peygamberimiz(sav) Yahudilerden antlaşmanın yenilenmesini istedi. Yahudiler Peygamberimiz(sav)’in bu isteğini reddettiler.

Bu olay üzerine Peygamberimiz(sav) sancağını Hz. Hamza(ra)’nin eline verip Kaynukaoğullarının üzerine gönderdi. Kaynukaoğulları Yahudileri bekledikleri yardıma kavuşamayınca teslim olmak zorunda kaldılar.

Bedir savaşı’nın acısını unutmayan Kureyşliler yeniden savaş için hazırlığa başladılar. Savaş için değişik müşrik kabilelerden yardım isteyerek büyük bir kuvvet oluşturdular.

Bedir Savaşı’nın bozgunla bitmesi sebebiyle müşrik kadınlar erkeklerini suçluyorlardı. Bu yüzden Kureyş’in kadınları da bu savaşa katılacaktı.

Cübeyr b. Mut’i’nin, Vahşi adında Habeşli bir kölesi vardı. Bu köle harbte mızrak atmakta oldukça maharetli idi. Hz. Hamza(ra), Cübeyr b. Mut’i’nin amcası Tuayma b. Adiyy’i Bedir savaşında öldürmüştü. Kölesi Vahşi’ye Hz. Hamza(ra)’yı öldürmesi şartıyla kendisini serbest bırakacağını söyledi.

Peygamberimiz(sav), bu savaşta Medine’nin içinde kalmayı, savunma savaşı yapmayı düşünüyordu. Bedir Savaşı’na katılmayanlar ise düşmanla yüz yüze gelmek, Medine dışında savaşmak istiyorlardı. Peygamberimiz(sav), ashabının isteği üzerine Medine dışında savaşılmasına karar verdi. Daha sonra sahabe efendilerimiz(ra) Peygamber(sav)’e muhalefet ettiklerini anlayıp kararlarından vaz geçse de, Peygamberimiz(sav) meşvereti esas alarak alınan karardan geri dönmemiştir.

Hazreti Hamza(ra)’da Medine dışında savaşılmasına taraftardı. Hattâ Peygamberimiz(sav)e “sana kitabı indirmis olan Allah’a yemine ederim ki, bu kılıcımla Medine dışında Kureyş müşrikleriyle çarpışmadıkça yemek yemeyecegim” demişti.

Hazreti Hamza(ra) Cumartesi müşriklerle karşılastığı zaman oruçluydu

Peygamberimiz(sav), sabahleyin “Rüyada, meleklerin Hamza’yı yıkadıklarını gördüm” diye buyurdu. Uhud harbinde; Peygamber efendimiz(sav), Hazreti Hamza(ra)’yı en önde zırhsız süvarilerin başında çarpışmakla vazîfelendirdi.

Uhut bölgesine varıldı, orduya savaş düzeni verildi. Kureyş’in birinci bayraktarı Talha b. Ebî Talha, Hazreti Ali(ra) tarafından, ikinci bayraktarı Osman b Ebî Talha’da Hazreti Hamza(ra) tarafindan öldürüldü. Sancaktarların ölmesi Kureyşlileri saşkına çevirdi Halid b. Velid’in gayretleride sonuç vermeyince Müşrikler, kaçışmaya başladılar. Hazreti Hamza(ra) Uhud günü “ben Allah’in Arslanıyım” diyerek kılıç sallıyordu. Bu savaşta müşriklerin çoğunu Hazreti Hamza(ra) öldürmüştü.

Kureyşliler bozguna uğrayıp kaçmaya başlayınca Peygamberimiz(sav) tarafından görevlendirilen okçular Rasûlullah(sav)’in “Bizi arkamızdan koruyunuz sakın yerlerinizden ayrılmayınız bizim öldürüldüğümüzü görsenizde yardımımıza kosmayınız, ganimet topladığımızı görseniz de, bize katılmayınız,bizi arkamızdan koruyunuz” buyurduğu halde yerlerini bırakmaya başladılar. Birbirlerine “ne duruyorsunuz? Allah, düşmanı bozguna uğrattı siz de, müşriklerin ordugahına giriniz kardeşlerinizle birlikte ganimet toplayınız” dediler bir kısmı bu teklife itiraz ettiler fakat okçular, komutanları Abdullah b. Cübeyr’i dinlemediler “ganimetten nasibimizi alacağız” diyerek yerlerini terk ettiler.

Abdullah b. Cübeyr’in yanında çok az bir kuvvetin kaldığı gören Halid b. Velid bu fırsatı kaçırmadı, kuvvetlerini bir araya topladı veokçuların üzerine yürüdü. Abdullah b. Cübeyr, kendilerine doğru bir kuvvetin geldiğini görünce arkadaşlarına dağılmamalarını söyledi. Müslüman okçular, üzerlerine gelen Kureyş müşriklerini ok yağmuruna tuttular, okları bitinceye kadar kahramanca savaştılar. Abdullah b. Cübeyr, okları bitince mızrağı ile savaştı ve daha sonra kılıcını kınından çıkardı. Şehid düsünceye kadar çarpıştı. Diğerleri de aynı şekilde savaştılar. Kureyş’in süvarileri insanlığa yakışmayan bir davranışla Abdullah b. Cübeyr’in karnını deşerek mubarek naaşına zarar verdiler.

Okçuların bir çoğunun yerlerini bırakması, kalan kısmınında şehid edilmesiyle müslümanlar gâfil avlandılar. Hem arkadan, hem önden kuşatıldılar.

Hâris b. Amr kızı ile Utbe’nin kızı Hind de Hazreti Hamza(ra)’yı öldürmesi için Vahşi’yi teşvik ediyorlardı. Vahşi, açık dövüşmekten korkuyor, gizli dövüşmeyi tercih ediyordu.

Vahşi, Uhud Savaşındaki durumu şöyle açıklıyor “Halk arasında Ali’yi aradım. Çok uyanık, girişken, çevik, çekingen ve etrafina çok bakınan bir adamdı”, kendi kendime “benim aradığım adam bu değildir” dedim. O sırada Hamza’yı gördüm, halkı kasıp kavuruyor, kesip biçiyordu, fırsat kollamak için kayanın arkasına gizlendim. Bir ara Siba’b Ümmü Emmâr “var mı benle çarpışacak bir yiğit?‘ diyerek meydan okuyordu, Hamza ona “Allah ve Rasûlüne sen misin meydan okuyan?‘ dedi, göz açtırmadan, bacaklarından vurdu yere serdi, sel suları arkalarına eriştiği sırada ayağı kayıp düşünce mızrağımı fırlatıp attım, böğründen vurdum.”

Hazreti Hamza(ra)’yı şehid eden Vahşi daha sonra bir kenara çekilir. Hind üzerindeki takılarrını çıkarır Vahşi’ye verir. Hazreti Hamza(ra)’nın yanına gelen Hind, onun burnunu, kulaklarını keser, mubarek cesedine işkence yapar, hatta ciğerini bile çiğneyerek parçalar.

Vahsi müslüman oluşunu anlatırken”Mekke’nin fethinden sonra Mekke’ye gelerek Rasûl-i Ekrem(sav)’i gördüm.

Bana dedi ki: “Sen Vahşi misin?” Ben cevap verdim: “Evet”

Hamza’yı sen mi öldürdün? buyurdular.

“Öyle oldu” dedim. Bunun üzerine Allah Rasûlü(sav) buyururdular ki “bana yüzünü göstermemen mümkün mü?” dedi.

Ben de çıkıp gittim. Rasûlullah(sav)’ın vefatından sonra yalancı peygamber Müseyleme ortaya çıktı. Belki bu herifi öldürürüm de günahımı öderim, diye düşündüm. Müslûmanlarla birlikte Yemâme’ye gittim ve bildiğiniz gibi Mûseyleme’yi öldürdüm.

Allah Rasûlü(sav)’nün Hazreti Hamza(ra)’ya çok derin bir sevgisi vardı, bu sevgiden dolayı elinde olmayarak “Vahşi”ye karşı olumsuz bir tutum içinde olmaktan da çekiniyordu.” Bu sebeple de Vahşi’yi görmek istememişti.

Hazreti Hamza(ra) şehîd olduğunda oruçlu idi. Hazreti Peygamberimiz(sav) kendisi için “Seyyid-üş-şühedâ” (şehîdlerin efendisi) buyurdu. Ve cesedini meleklerin yıkadıklarını haber verdi. Savaş bitmişti. Şehîdlerin yanlarına gidildi. Peygamber efendimiz(sav), Hazreti Hamza(ra)’nın mübârek cesedinin kesilip biçildiğini görünce dayanamadı. Ağladı. Mübârek gözlerinden yaşlar akarak şöyle buyurdular: “Ben, şu şehîdlerin, Allahü teâlâ’nın yolunda canlarını feda ettiklerine, kıyâmet günü şahidlik edeceğim. Onları kanlarıyla gömünüz. Vallahi, kıyâmet günü mahşere yaraları kanayarak gelecekler. Kanlarının rengi, kan rengi, kokuları da misk kokusu olacaktır.” buyurdu.

Peygamber efendimiz(sav) “Bana Cebrâil Aleyhisselâm gelip Hamza bin Abdulmuttalib’in göktekiler katında Allah’ın ve Resûlünün arslanıdır diye yazıldığını haber verdi.” buyurdu.

Hazreti Hamza(ra)’nın ve diğer şehîdlerin cenâze namazları kılındı. Hazreti Peygamber(sav) öldürülen her şehid ile beraber Hamza(ra)’nın namazını tekrarlamış o gün yetmiş iki defa onun cenaze namazını kıldırmıştır.

Hazreti Abdullah(ra) bin Cahş ile Hazreti Hamza(ra)’nın cenâzeleri bir kabre kondu

Hazreti Peygamber(sav)’den iki veya dört yaş büyük olan Hamza(ra), öldürüldüğünde elli yedi yaşında idi. Hazreti Peygamber(sav)’in ilk cenaze namaz kıldığı şehidin de Hazreti Hamza(ra) olduğu söylenmiştir.

Peygamberimiz(sav) kabrini ziyârete gider. Selâm verirdi. Mezardan “Ve Aleykümselâm Yâ Resûlallah” diye cevap gelirdi.

“Hazreti Fâtıma-tüz-Zehrâ buyurdu ki: “Birgün Hazreti Hamza’nın kabrini ziyârete gittim. “Esselâmü aleyke Yâ Resûlullah’ın amcası” diye selâm verdim. “Ve Aleyküm selâm ve Rahmetullahi Yâ binti (kızı) Resûlullah” diye mezardan cevap geldi.”

Hazreti Hamza(ra), bir gün Peygamber(sav) Efendimiz’e gelerek Cebraîl (as)’i görmek istediğini söyledi. Peygamberimiz(sav), Hazreti Hamza(ra)’ya “O’nu görmeye dayanabilir misin?” diye sordu. Hazreti Hamza(ra) “Evet, dayanabilirim” diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz(sav) “otur öyleyse” buyurdular. Cebrail (a.s.) müsriklerin Kâbe’yi tavaf edecekleri zaman elbiselerini üzerine koymakta oldukları yere indi. Peygamberimiz(sav) Hazreti Hamza(ra)’ya “Kaldır gözünü, bak” dedi, Hazreti Hamza(ra) bakıp, Cebrail’in zeberced yeşil cevhere benzeyen ayaklarını görünce bayıldı. Arkası üzerine düştü.

Hazreti Hamza(ra) Peygamber(sav)’den şu hadisi rivâyet etmistir “Şu duayı hiç bırakmayın, “Allahümme inni es’eluke bismike’l-a’zam ve ridvânike’lekber

Büyük zatlar ve evliyalar manevi alemde hay ve diridirler. Onlar sadece günah ve ceset noktasından ölürler. Hatta bazı evliyalar aynı hayattaki gibi, öldükten sonrada manevi tasarruflarına devam ederler.

Şehitlerin efendisi olan Hazret-i Hamza’nın (ra)’da ,böyle bir tasarrufa sahip olup, kendine sığınanların işlerini görmesi, onlara şefaat edip yardım etmesi bu kabilden bir şeydir.

Allah O’ndan, Uhud ve Bedir’de şehid olan tüm sahabe efendilerimizden razı olsun. Onların şefaatlerini Hazreti Muhammed(sav)efendimizin Ümmetine nasib etsin. Amin.

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynaklar;

  • Risale-i Nur Külliyatı
  • Bekir Sağlam.
  • Ehl-i sünnet büyükleri

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız

Ahmet Hamdi Akseki Kimdir? (1887-1951)

Son dönem İslam alimlerimizdendir. Mehmet Rıfat Börekçi ve Ord. Prof. Dr Mehmet Şerafettin Yaltkaya’dan sonra Diyanet İşleri Başkanlığına getirilen üçüncü kişidir. Saltanat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini görüp yaşadı. Görevde bulunduğu zamanlar dahil Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümesi ile namaz kılınması yönündeki görüşlere şiddetle karşı çıktı. Batı emperyalizmine yol açacak tarzdaki Garpçılık ve milliyetçilik akımlarına karşı mücadele verdi. Risâle-i Nur ve Bediüzzaman’a karşı samimi duygular beslediği gibi, isteği üzerine Risâle-i Nur’lar kendisine gönderildi.

Ahmet Hamdi, 1887 yılında Akseki’ye bağlı Güzelsu (Sülles) nahiyesinde doğdu. Cami imamı olan Mahmud Efendi ile Hatice Hanımın oğludur. Beşaltı yaşlarında Kur’ân-ı Kerim öğrenmeğe, 7 yaşında da camide mukabele okumaya başladı. Önce babası Mahmut Efendi’den, sonra da Mecidiye Medresesi’nde Müderris Abdurrahman Efendi’den okudu. 14 yaşında babasıyla Ödemiş’e giderek, Karamanlı Süleyman Efendi Medresesi’nde tahsiline devam etti. Burada Arapça, Farsça, akaid, tefsir, fıkıh ve hadis gibi temel İslami ilimlerin derslerini almaya başladı.

Akseki, 1905 yılında İstanbul’a geldi. 1914 yılında Fatih dersiamlarından olan Bayındırlı Mehmed Şükrü Efendiden icazet aldı. Bu arada tanınmış alimlerden muhtelif dersler aldı. İstiklal Şairimiz Mehmed Akif’ten de özellikle “Muallaka-i Seb’a” olmak üzere Arap Edebiyatı ile alakalı dersler aldı. Bu arada Darülhilafeti’l-Aliyye Medresesinden mezun oldu. Akabinde Medresetü’l Mütehassisin’de 3 sene okudu ve doktora imtihanını vererek Felsefe, Kelam, Hikmet-i İlahiyye şubesinden birincilikle mezun oldu. Henüz 32 yaşında iken 3 fakülteyi tamamladı. Girdiği imtihanı da kazanarak dersiam unvanını aldı.

Akseki, bir taraftan öğrenim hayatına devam ederken, diğer taraftan da yazılar yazmaya başladı. Bir ara Sebilürreşad’ın Bulgaristan ve Romanya muhabirliğini de yaptı. Bu arada Bulgaristan’ı dolaşarak buradaki insanların dini açıdan aydınlanmalarına katkı sağlamaya çalıştı. İzlenimlerini “Bulgaristan Mektupları” adı altında, dergide neşretti.

Hocası İzmirli İsmail Hakkı Bey’in delâleti ile Heybeliada Mekteb-i Bahriye-i Şahane’ye Akaid-i Dini’ye muallimi olarak tayin edildi. Burada okuttuğu dersler, “Dinî Dersler” adı ile üç cilt olarak Sebilür-Reşad Kütüphanesi tarafından bastırıldı. Heybeliada’daki görevine ek olarak Aksaray Pertevniyal Valide Sultan Camii Şerifi Kürsi Şeyhliği görevini de yürüttü. İstanbul’daki medreselerde müderrislik ve 1921–1923 yılları arasında Ankara Lisesi’nde öğretmenlik yaptı. Umûr-ı Şeriyye ve Evkâf Vekâleti Tedrisat Umum Müdürlüğü görevinde iken medreselerin müfredat programlarını ıslah etti.

Akseki, Milli Mücadele boyunca Anadolu’nun muhtelif yerlerini dolaştı. Vaaz ve konferanslarıyla Kuva-yı Milliye hareketini destekledi. 1924 yılında İlahiyat Fakültesi hadis ve hadis tarihi müderrisliğine atandı. Daha sonra Rıfat Börekçi’nin teklifi ile Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere Heyetine aza olarak tayin edildi. Tarikat-ı Salahiyye Cemiyetine üye olduğu iddiasıyla 1925 yılında Ankara İstiklal Mahkemesinde yargılandı. Mahkemede suçsuz bulunarak beraat etti. 1939 yılında Diyanet İşleri Başkan yardımcılığına atandı. Bu görevini sürdürürken 1947 yılında Şerafettin Yaltkaya’nın vefatı üzerine de başkanlığa getirildi.

Akseki, Arapça, Farsça ve İngilizce dillerini bilen, son derece zeki, ileri görüşlü ve zamanın gelişmelerini takip eden, kendini yenileyebilen bir din alimidir. Yazarlık hayatına Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad ekibi içinde yer alarak başladı. Osmanlı toplumunun geçirmekte olduğu kültürel değişiklikler üzerinde durdu. Yazılarında Batılılaşma ve din konuları üzerinde durdu. Modernleşmeye taraftar olmakla beraber, mutlak Batılılaşmaya karşı çıktı. İslam dininin yeniliklere ve bilime açık olduğunu savundu.

Akseki, üç devri yaşamış olmakla beraber hizmetlerini daha çok Cumhuriyet döneminde gerçekleştirdi. Özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkçe ibadet adı altında yapılmak istenen tahribatlara karşı çıktı. Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümesi ile namaz kılınması yönündeki sinsi talepleri reddetti. Müşavere Heyeti azalığı sırasında cereyan eden bu tartışmalar karşısında taviz vermedi. Diyanet İşleri Başkanı olan Şerafettin Yaltkaya’nın isteğinin aksine, söz konusu olan arzunun dini ve ilmi hiçbir dayanağının olmadığını hazırladığı raporla ortaya koydu.

Akseki ile Bediüzzaman arasında samimi ve dostane bir münasebetin özellikle 1947 yılından itibaren artmaya başladığı, karşılıklı haberleşmelerden anlaşılmaktadır. Gerek Bediüzzaman’a gerekse Risâle-i Nurlara yakın alaka gösteren Akseki, Başkanlığı döneminde beş-altı kez ısrarla Risâle-i Nurların kendisine gönderilmesini istemiştir.

Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur,1950 yılında Ankara’da bulunduğu sırada Diyanet Riyasetine uğrayarak Akseki ile görüşmüştür. Bu görüşmede hürmet ve övgülerini dile getiren Akseki, Bediüzzaman’a selam söylemiştir.Bu görüşmeden sonra Ankara’dan ayrılıp Emirdağ’a gelen Mustafa Sungur, iki takım Külliyatı, biri Akseki’ye diğeri de Müşavere Kuruluna verilmek üzere Ankara’ya götürmüştür. Bediüzzaman, Külliyat ile birlikte mektup da yollamıştır. Mustafa Sungur, emanetleri yerine ulaştırdıktan sonra şu notu göndermiştir:

… kıymetli mektubunuzu Diyanet Riyaseti Başkanı Ahmed Hamdi Efendiye teslim ettik. Sevinçler içinde mübarek mecmua ve Nurları kendi hususî kütüphanesine koydu. ‘İnşaallah bunları kendi öz ve has kardeşlerime okumak için vereceğim ve bu suretle tedricî tedricî neşrine çalışacağız’ dedi. … mektubunuzdaki emirlerinizi yapacağını söyledi. ‘Fakat şimdi hemen birdenbire bunların neşri olmaz. Ben bu eserleri has kardeşlerime okutturup, meraklılara göre ileride neşrederiz. İnşaallah tam ve parlak şekilde ileride neşrine çalışacağını” söyledi

Akseki’nin Bediüzzaman ile ilgili yaklaşımı ve düşünceleri Tahsin Aydın’ın hatıralarında geçen ilginç bir nakille daha iyi anlaşılmaktadır. Kastamonu’da Bediüzzaman’ın komşusu olduğu halde hiç ziyaretine gitmeyen Şevket isimli tüccar, Yalova’da bir otelde Akseki ile görüşmelerini aktarmaktadır. Bu görüşmede Akseki Kastamonulu olduğunu öğrenince Bediüzzaman’la görüşüp görüşmediğini sorar ve “hayır” cevabını alınca teessüflerini bildirir. Kendisine birkaç kez tekrarla hata ettiğini belirttikten sonra Bediüzzaman’dan övgü ile söz eder. Akseki’den gereken dersi aldığını belirten Şevket hemen Tahsin Aydın’a giderek kendisini Bediüzzaman’a götürmesini rica eder ve birlikte ziyaretine giderler.

Akseki’nin görüşlerini aktaranlardan birisi de uzun süre Risâle-i Nur hizmetinde bulunan Selahaddin Çelebi’dir. Hem Şerafettin Yaltkaya hem de Ahmet Hamdi Akseki’nin Başkan bulundukları dönemlerde kendileriyle görüştükten sonra yaklaşımlarını aktarmaktadır. Yaltkaya’nın “Diyanet Riyaseti Kur’an ve hadisten başka hiçbir eserle ilgilenmez” şeklindeki ifadelerine karşılık daha sonra başkanlık yapan Akseki şu ifadeleri kullanmıştır:

Üstadın hayatı, eserleri, Kur’an ve hadis çerçevesi içinde bulunmaktadır. Onda menfi milliyetçilik ve ırkçılık yoktur…” Akseki bu ve benzeri ifadeleri kullanırken o sırada yanında bulunan Nazif Paşa Üstadı 31 Mart hadiselerinden beri tanıdığını, o isyanda yaptığı çok tesirli konuşmalarla Avcı Taburlarının itaate getirdiğini söylemiştir.Böylece değişik zaman ve şahısların huzurunda Bediüzzaman ve eserleri hakkındaki müspet düşüncelerini dile getirmiştir.

Eserleri:

Ruh ve Beka-yı Ruh; İslam öncesi ve sonrasında filozoflar tarafından ileri sürülen görüş ve düşüncelerin karşılaştırmalı tenkitleri yer almaktadır. Tenkitler yapılırken ayrıca çağdaş filozof ve materyalistlerin ileri sürdükleri iddialara karşılık, yazarın görüşleri de yer almaktadır.

İslam Dini; El kitabı şeklinde hazırlanmış olup Türkiye’de en çok okunan kitaplar arasında yer almaktadır.

Mezahibin Telfiki ve İslamın Bir Noktaya Cem’i; Talebeliği sırasında Reşid Rıza’dan tercüme ederek yayınladığı eserdir. Sadeleştirilmiş baskısı Hayreddin Karaman tarafından, “İslam’da Birlik ve Fıkıh Mezhebleri” adıyla neşredilmiştir.

Bunların dışında çok sayıda eser kaleme almıştır; İslam Dini Fıtrîdir, Ahlak Dersleri, Askere Din Kitabı, Yavrularımıza Din Dersleri, Düşmana Karşı, Yeni Hutbelerim yayınlanmış eserlerinden bazılarıdır. Bunların dışında kaleme almış bulunduğu ancak, yayınlanmamış eserleri de vardır.

Akseki, dört yıl sürdürdüğü Diyanet İşleri Başkanlığı görevine devam ederken 9 Ocak 1951 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuştu. Naaşı Cebeci Asri Mezarlığına kaldırılarak burada defnedildi.

Allah kendisine rahmet eylesin. Amin..

Çetin KILIÇ / LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynaklar;

  • Risale-i Nur Külliyatı
  • Diyanet İşleri Başkanlığı
  • Mustafa Sungur hayatı
  • Son Şahidler – Necmeddin Şahiner

Peygamberimizin (ASM) Meşveret Anlayışı

Meşveret, yapılacak işler hususunda, ehil olan kişilere danışmak, onlardan görüş almaktır.

Meşveret, edilenlere değer verildiğini gösterir. Onların kalblerini hoşnut eder, işin beraberce yürütülmesini sağlar.

İslâmî yönetim şeklinin temel özelliklerinden biri meşveret  olduğu için yönetim şekli de bu kelime ile ifade edilir.

Ana-babanın çocuklarını sütten kesmeye karar vermelerini bile aralarında danışmadan sonra yapmaları gerektiğine işaret edilmiştir.

 Nitekim Peygamberimiz (asm)’da vahye dayanmayan hususlarda kendi şahsî görüşünü sahabelerle eşit tutardı. Hemen her hususta ashabıyla meşveret eder, onların görüşlerini alırdı.

Bedir, Uhud, Hendek savaşları öncesinde,en kritik konularda ashabına danışmış, onların fikirlerini almış, kendi düşüncesine aykırı olduğu halde ona göre hareket etmiştir.

Bu anlayış, âyetin ve sünnetin gereğidir. “Onlarla iş hususunda istişare et” âyetinin hemen ardından “Bir kere de azmettin mi, artık Allah’a güvenip dayan, çünkü Allah kendisine güvenip dayananları sever” denilmesi, meşveret kararının tereddütsüz uygulanması gerektiğini gösterir. Karar verilmişse,tereddüt göstermeden meşveret kararları uygulanmalıdır.

Resûlullah (asm) “Bir peygambere, zırhını giydiğinde, artık geriye dönmesi yakışmaz” diyerek bunun en güzel örneğini göstermiştir.

Yanlış dahi olsa, meşveret kararının arkasında durmazsanız, hiçbir karar alamazsınız! 

Peygamberimiz (asm) istişareyi esas aldı ve 70 güzide sahabi şehid oldu. Peygamberimiz (asm) bu sonucu bilmiyormuydu? Tabiki biliyordu kimseyi azarlamadığı gibi, bilâkis istişare kararına sahip çıktı ve o sahabileri teselli etti. 

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Sizin fikirleriniz  doğru olabilir,ancak,meseleler meşveret edilecektir ve çoğunluğa göre karar verilecektir. Sonuç fenâ da olsa, artık “Ben dedim, beni dinleseydiniz böyle olmazdı” gibi şahsî söylemlerin hiçbir değeri yoktur, İslâmda da yeri yoktur. 

Yanlış dahi olsa, meşveret kararının arkasında durun. Zaten siz meşveret etmek, meşveret kararını çoğunluğa göre almakla mükellefsiniz. Yoksa sonuç almakla değil.

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynak:

1. Risaleforum

2. sorularlaislamiyet

3. Hayrettin Karaman

İslam’da Reform Deneyişleri

Reformcular yapmak istedikleri değişiklikler için uzun hazırlıklara ihtiyaç duyuyorlar,aynı zamanda milletin tepkilerinde tereddütlü görünüyorlar. Bazen dinin özünde, ibadetlerde vs. bir devrime karar verdikleri halde gelen tepkilerden çekinerek geri alıyorlar.

Devrimciler dine karşı devrimlerini yapmak istediklerini önde gelen fakat imanı bütün olmayan din adamı ve ulema takımından kimselere yaptırıyorlardı.

Böylelerini bulmak hiçte zor olmuyordu, tayinle gelen milletvekillerinin içinde bol bol vardı

Ahmet Hamdi Başar, sözde din adamlarından üzüntüyle şöyle bahseder;

Dindar gözükmemek için herkes elinden geleni yapıyordu, iki eski hoca mebus vardı, bunlardan biri Allah’a küfür ediyor diğeri bütçeden camilere verilen tahsisatın halk evlerine devredilmesini istiyordu.”

 Hilafetin kaldırılması teklifini Urfa milletvekili Şeyh Saffet Efendi vermiştir. Eskişehir milletvekili Abdullah Azmi, Konya milletvekili Musa Kazım’da Şer’iye vekâletinin kaldırılmasını en çok savunan sarıklılardı.

1932 de kapatılan İlahiyat fakültelerinin kapatılma tekliflerinin altında da halkın evvelce çok güvendiği kişilerin imzaları bulunmaktadır.

Konunun daha iyi anlaşılması için Fuat Köprülünün başında bulunduğu komisyonun” Islahat Lahikasının” birkaç maddesini sunuyoruz.

Buna göre alınan tedbirler şunlardır.

Mabetlerimiz oturmaya uygun bir hale getirilecek.

Sıralar, elbiselikler tesis edilecek.

Temiz ayakkabı ile girilmesi tercih edilecek.

İbadet lisanı Türkçe olacak.

Heyecanlı ve estetik olması için teganni ye müsait imam ve müezzin yetiştirilecek.

Ayrıca musiki aletleri ve enstrümantal musikiye kat’i ihtiyaç vardır.

Hitabeti güçlü din filozoflarına hutbeler verdilirmeli ve İlahiyat fakültelerinde bunlardan istihdam edilmeli.

Bu tavsiyeler anlı şanlı din ve edebiyat bilginlerinden gelince milleti can evinden vurmuştur.

Ne var ki bu tavsiyeler iş başındaki hükümet tarafından benimsenmiş olmasına rağmen Dinin Sahibi olan Allah(cc) buna müsaade etmemiş bu aziz milletin imanına zeval getirememişlerdir.

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org