Etiket arşivi: denge

“Denge Delili” (Yaratılış Delilleri) (Video)

Şu âlemde gözüken kusursuz denge, bu dengeyi kuran Cenab-ı Hakk’ın varlığına güneş gibi bir delildir. Şöyle ki: Şu âlemdeki her varlık; mikroorganizmalardan, bitki ve hayvanlara varıncaya kadar her şey bu dünyayı istila etmek istemektedir. Hâlbuki onların bu istila meyli ve arzusu, bir kuvvetin setti ile önlenmekte ve her biri bir limiti geçememektedir.

Mesela, bir mikroorganizma uygun şartları bulduğunda 44 saat içinde 5000 Dünya ağırlığında bir büyüklüğe ulaşabilmektedir. Eğer bu mikroorganizma dilediği gibi büyüyebilseydi tek başına şu âlemi istila edebilirdi. Ancak diğer canlıların hayat haklarının korunması için bu mikroorganizmaya müsaade edilmemiş ve çeşitli düşmanlarla mücadele etmek zorunda bırakılarak dünyayı istilasının önüne geçilmiştir.

Denizlerde milyonlarca yumurta yumurtlayan balıklara da bir sınır getirilmiştir. Eğer bir sınırlama getirilmeseydi, her bir balık türü denizleri kendi cinsiyle istila ederdi ve denge de yerle bir olurdu. Mesela, ıstakoz bir yılda 7 milyon yumurta yumurtlar. Eğer bunların hepsi ıstakoz olsaydı, birkaç senede denizler ıstakozla dolar taşardı. Mezgit balığı da senede 6 milyon yumurta yumurtlar. Eğer bütün mezgitler yaşasaydı bir seneye kalmaz denizler mezgitle dolardı. Oysa altı milyon mezgitten ancak bir düzinesi hayatta kalabilmekte ve diğerleri hayvanlara yem olmaktadır. Eğer balıklar ve diğer deniz canlıları diledikleri gibi çoğalsalardı, bir sene içinde denizlerin dörtte üçünün canlılarla dolup taşacağını, karaları da suların istila edeceğini kestirmek herhâlde güç olmaz. Ancak buna müsaade edilmemekte ve denizlerde muhteşem bir denge hâkim olmaktadır.

Bir cins ev faresinin bir sene içerisinde 400′e, ikinci senede ise 65.000′e ulaşabileceği tespit edilmiştir. Eğer farelerin üremesi ve çoğalmasının önüne geçilmeseydi, iki sene içerisinde yeryüzünü iki karış fare kaplardı.

Bir vakit Avustralya’ya, bahçelerin etrafında çit olarak kullanılmak üzere bir tür kaktüs getirildi. Bu kaktüs kısa bir zamanda o kadar büyüdü ki, İngiltere kadar bir alanı kapladı. Tarlaları ve ekinleri helak etti. Her ne yapıldıysa da büyümesi bir türlü önlenemedi. Nihayet böcek bilimcileri yardıma çağrılarak araştırmalar yapıldı ve araştırmalar sonucunda görüldü ki, bu kaktüsün anavatanındaki büyümesini engelleyen şey, üzerinde yaşayan bir nevi böcekmiş.

Daha sonra o böceğin, Avustralya’daki bu kaktüsün üzerinde yaşayabileceği hayat şartlarını hazırlayarak, o böceğin Avustralya’da çoğalmasını sağladılar ve böylece kaktüsün büyümesini de önlemiş oldular.

Heyhat! Koca insanların yapamadığını küçücük bir böcek yaptı ve dengeyi korudu…

Ya Dünya atmosferindeki oksijen dengesine ne demeli! Atmosferde % 21 oksijen, % 77 azot ve %2 oranında da diğer gazlar vardır.  Eğer oksijen %21 oranında değil de biraz daha fazla olsaydı, ocağı yakmak için kibriti çaktığınızda Dünya’yı yakabilirdiniz. Ya da biraz daha az olsaydı, boğazımıza bir ip geçirilmiş gibi nefessiz kalırdık.

Misalleri çoğaltmak, hatta kâinattaki denge ile ilgili bir kitap yazmak mümkündür. Zaten her fennin konusu bu denge olup her fen bu dengenin varlığına sadık bir şahittir. Bizler, âlemdeki denge ile ilgili diğer binlerce örneği ilgili fenlerin kitaplarına havale ederek, Allah’ı inkâr etmeye yeltenen kişiye şimdi soruyoruz:

Böyle ince bir dengenin tesadüfen oluşması ve binlerce yıldır tesadüfen devam etmesi mümkün müdür?

Eğer mümkün değilse, kâinattaki hayret verici bu dengeyi kim kurdu?

Varlıkların kâinatı istila etme meylini kim durduruyor ve onların âlemi istila etmesini kim önlüyor?

Biz Allah diyoruz, peki ya sen?

Seyrangah.Tv

“Terbiye Delili” (Yaratılış Delilleri) (Video)

Bir apartmanın en üst katından aşağıya ipler ile inen ko­mandoları gördüğümüzde hayret eder ve alkışlarla onları tebrik ederiz.

Acaba bir örümcek, komandonun yaptığı işten daha mü­kemmelini yapmıyor mu? Ördüğü ipek iplik ile bir çırpıda aşa­ğıya iner ve bir çırpıda yukarıya çıkar. Bir komando asla örümce­ğin hızına yetişemez, belki de örümceğe ancak bir çırak olabi­lir. Örümcek avını avlamak için kendini iplikle ağaca bağlar ve avının üstüne atlar. İpliği, hem kendini hem de avını taşıyacak kuvvettedir. Avları ağına yapışırken, o ayağına sürdüğü bir sıvı ile ağına yapışmaktan kurtulur.

Örümcekte olduğu gibi, şu âleme dikkat ile baktığımızda görürüz ki: Her bir mahlukun kendine ait bir vazifesi ve kendine mahsus hayat şartları vardır. O mahluk dünyaya gelir gelmez hemen o vazifeyi görmeye başlıyor ve hayat şartlarıyla da tam bir uyum sağlıyor.  Âdeta başka bir âlemde terbiye edilmiş gibi vazifesinde asla şaşırmaz ve bir an bile geri kalmaz. İşte bu hâl ispat eder ki: Onları terbiye eden, onlara vazifelerini öğreten ve onları hayat şartlarına muvafık kılan, perde arkasında bir zat vardır. O zatın varlığı kabul edilmeksizin göz önündeki bu terbiyeyi izah etmek, asla mümkün değildir.

Bu hakikati daha iyi kavrayabilmek için şimdi bir bal arasının terbiyesine bakacağız ve bu terbiyeden Cenab-ı Hakk’ın varlığına pencereler açacağız:

Bal arısı durmadan, dinlenmeden çalışır. Günde 20.000 çiçeği ziyaret eder. Ömründe 2.000.000 km’lik bir yolu kat eder. Bu meşakkatli çalışmanın neticesi olarak da, bal gibi tatlı bir gıdayı bizlere takdim eder. Şimdi Allah’ı inkâr eden kişiye soruyoruz:

1- Arıya bal yapmayı kim öğretti? Bütün insanlar toplansa bir gramını bile yapamayacağı balı, bu zehirli böcek nasıl yapıyor? Yoksa bizden daha mı akıllı?

2- Arının sadece bal yapmasını bilmesi de kâfi değildir. Çünkü bu faaliyette bal tek başına düşünülmemiştir. Zira bal insana menfaatli olarak yaratılmıştır. O hâlde balı yapanın insandan haberdar olması ve vücut yapısını bilmesi lazımdır. Hâlbuki arıda böyle bir ilim yoktur. Yoksa arının insanları tanıdığını ve vücut yapılarını bildiğini mi iddia ediyorsun?

3- Balı yapıp insanlara yedirmek; rahmetin, şefkatin ve acımanın bir eseridir. Hâlbuki arının bize karşı ne merhameti ve ne de şefkati vardır. Buna delil ise, fırsatını bulduğunda zehirli iğnesi ile bizi sokmasıdır. Arı bize merhamet etmiyorsa, o hâlde bize karşı şefkat gösterip merhamet eden ve arıdan balı çıkartan kimdir?

4- Arı, çiçeklerin aşılanmasında da büyük bir vazife üstlenir. Çiçek tozlarını bir çiçekten başka bir çiçeğe taşıyarak üremelerini sağlar. Bir çiçeğe konduğunda yapışkan ve sık olan tüylerine çiçek tozları bulaşır. Sonra aynı cinsin farklı ferdine konarak çiçek tozlarını ona bulaştırır. Bu vazifenin icrasında ise ilginç bir görüntü oluşur.

Şöyle ki: Bal arısı mesela, ilk önce bir gül çiçeğine konmuşsa, o civardaki diğer gül çiçekleri bitinceye kadar başka bir türe konmaz. Bunun sebebi ise şudur: Eğer farklı çiçeklere konsaydı, çiçek tozları farklı türlere taşınacağından dolayı aşılanma meydana gelmeyecek ve çiçeklerin nesli tükenecekti. Şimdi soruyoruz: Acaba bal arıları çiçekleri nasıl tanıyor? Çiçeklerin neslinin devamı için bu yorucu seyahati niçin yapıyor? Aşılama vazifesine uygun olan kılları vücuduna kim taktı?

5- Bal arısının küçücük karnında balı pişirmek ve azaları tahrip etme kabiliyetinde olan zehre bulaştırmamak harika bir fiildir. Akılsız bir böcek böyle harika fiilinin faili olabilir mi?

Şimdi, bal arısının terbiyesinden başka bir sahne ile devam ediyoruz:

Peteklerdeki yavru bal arılarının dünyaya gelebilmesi için kovandaki sıcaklığın 35 derece olması gerekir. Eğer sıcaklık 30 dereceye düşerse bütün yavrular ölür. Ya da 40 dereceye çıkarsa bu sefer de ya ölüm ya da sakatlıklar meydana gelir. Evet, petek sıcaklığı tam 35 derecede olmalıdır.

Peki ama, bu sıcaklık hiç düşmez veya artmaz mı? Elbette düşer ve artar. Ama bal arıları bunun da çaresini bulmuşlardır. Sıcaklık 30 dereceye düştüğünde peteklerin üstünde titreyerek sıcaklı­ğın 35 dereceye çıkmasını sağlarlar. Âdeta kovan için bir soba görevi görürler. Eğer sıcaklık 40 dereceye yükselmişse bu se­fer de kanatlarını çırparak kovanı serinletirler. Bu sefer de bir fan vazifesi görürler.

Şimdi, bu terbiyeyi tesadüfe havale eden kişiye tekrar soruyoruz:

1- Arılar petek sıcaklığının 35 derece olması gerekti­ğini nereden biliyorlar? Muhtemelen bu satırları okuyuncaya kadar siz bile bilmiyorsunuzdur. Mahlukatın en akıllısı olan insanın bilmediği bir şeyi, bir böcek nereden bilebilir?

2- Haydi biliyorlar diyelim. Peki, sıcaklık düştüğünde petekler üzerinde titreyerek kovanı ısıtma tekniğini nereden öğrenmişler?

3- Ya da sıcaklık yükseldiğinde kanatlarını çırparak ko­vanı serinletmeyi onlara kim öğretmiş?

4- Hepsinden önce, arıların sıcaklığı ölçmeleri için derece­leri mi var? Yoksa -ki yok, çünkü biz bugüne kadar derece taşıyan bir arı görmedik- sıcaklığı nasıl ölçüyorlar?

5- Yavru arıların yaşaması onlar için niçin bu kadar önemli? Yavru arılarla uğraşacaklarına, niçin bir-iki hafta sonra ay­rılacakları dünyadan lezzet almaya çalışmıyorlar? Onları vazifeli bir asker gibi çalıştıran kim?

Bizler sadece bal arısına ve onda yapılan terbiyeden bir-iki kısma baktık. Bal arısının diğer hususiyetleri hakkında da onlarca sayfa yazılabilir ve yüzlerce soru sorulabilir. Bir tek bal arısındaki terbiye bile izah edilemezken karşımıza ipek böceğinden kuşlara, balıklardan böceklere ve hayvanlardan bitkilere kadar sayısız mahluk ve her birine yapılan farklı terbiyeler çıkıyor.

Acaba hiç mümkün müdür ki, böyle yüz binler farklı terbiye, tesadüfün işi olsun ya da bu varlıklar kendi kendilerine bu işleri öğrenmiş olsunlar? Aklını kaybetmeyen birisi buna hiç imkân verebilir mi?

Seyrangah.Tv

Sebep – Sonuç (Netice) Delili (Yaratılış Delilleri) (Video)

Bir çocuk görseniz tek eliyle bir treni çekiyor. Hemen dersiniz ki: “Bu treni çeken bu çocuk olamaz, çünkü bu treni çekmek için gereken güç bu çocukta yoktur. O hâlde benim göremediğim başka bir kuvvet olmalıdır. Bu çocuk sadece o kuvvetin bir perdesidir…”

Sizlere bu muhakemeyi yaptırtan şey, sebep ile netice arasındaki dengesizliktir. Bu misaldeki çocuk, sebeptir; treni çekmesi ise neticedir. Sebebin gayet zayıf ve âciz olması, neticenin meydana gelebilmesi için ise büyük bir kuvvete ihtiyaç duyulması; o sebebi, faillik makamından kovar ve başka bir failin varlığını ispat eder. Sizler bu kuvvet sahibini bizzat görmeseniz de varlığından şüphe etmezsiniz, çünkü icraatı göz önündedir.

Acaba şu âlemde bundan daha hayret verici işler olmuyor mu? Elbette oluyor, hem de daha ilginçleri…

Küçücük tohumlardan dağ gibi ağaçlar çıkıyor. Ağaçların kupkuru dallarına renkleri farklı, tatları farklı ve şekilleri farklı meyveler takılıyor. Simsiyah toprak âdeta bir kazan oluyor ve içinde her türlü sebze pişiriliyor. İnsanın bütün hayat macerası ve öğrendiği her şey, hardal tanesi kadar küçük olan hafızasında kaydediliyor. Bir damla sudan insan yaratılıyor…

Evet, saymakla bitiremeyeceğimiz kadar harika işler her zaman gözümüz önünde yaratılıyor. Neticeleri meydana getiren sebepler gayet adi, âciz, basit, cansız ve fakir iken; onlardan meydana gelen neticeler gayet sanatlı, hikmetli ve kıymetli oluyor. İşte bu hâl ispat eder ki: Bu neticeleri yaratan bu sebepler değildir. Bilakis bu işleri yapan Allah-u Teâlâ’dır. Sebepler ise sadece Allah’ın kudretine birer perdedir.

Bu meseleyi daha iyi anlayabilmek için bir misal üzerinde tefekkür edelim:

200 gram ağırlığındaki Altın yağmur kuşu her yıl Alaska’­dan Hawai’ye 4000 km’lik bir göç yapar. Bu yolu 88 saat (3,5 gün) boyunca hiç durmadan kanat çırparak kat eder. Bilim adamları, kuşun bu yolculuğu tamamlayabilmesi için yakıt olarak kullanacağı 82 gram yağının olması gerektiğini hesaplamışlardır. Oysa Altın yağmur kuşunun sadece 70 gram yağı vardır. Buna rağ­men hiç bir Altın yağmur kuşu yakıtı bittiği için denize düş­mez. Acaba bunun sırrı nedir?

Altın yağmur kuşları ‘V’ şeklinde dizilerek sürü halinde uçarlar. Bu uçuş şekli hava direncini azaltarak kuşlara % 23′lük bir enerji tasarrufu sağlar. Bu durumda, yere indikle­rinde fazladan 6-7 gram yağları daha kalmış olur. Bu artan yağ ise rüzgârların ters yönden esme ihtimali durumunda kullanılacak yedek yakıttır.

Şimdi bir kıyas yapalım: Altın yağmur kuşu 70 gr yağ yakarak 4000 km uçabilirken, bir Boeing 737-800 uçağının aynı mesafeyi uçabilmesi için 16 tondan fazla yakıta ihtiyacı vardır. Ancak bu uçağın yakıt kapasitesi 14,2 ton olduğu için, araç yakıt ikmali yapmadan böyle bir uçuşu gerçekleştiremez.

İşte bu misalde, Altın yağmur kuşu bir sebeptir. Netice ise onun yaptığı faaliyet ve seyahattir. Altın yağmur kuşu, adından da anlaşılacağı gibi bir kuştur. Aklı, zekâsı, kudreti, kuvveti vs. yoktur. Hâlbuki yaptığı uçuş, ancak son derece bir bilgi ve kuvvet ile tamamlanabilecek bir yolculuktur. İşte, neticenin husulü için bir ilme ve kuvvete ihtiyaç olması, buna karşılık sebep olan Altın yağmur kuşunda böyle bir ilmin ve kuvvetin olmayışı ispat eder ki: Altın yağmur kuşu bu seyahati kendi başına yapmıyor, bu seyahat ona yaptırılıyor.

Şimdi ey Kâfir! Eğer Altın yağmur kuşunun bu seyahati Allah’ın yardım ve inayeti ile yaptığını kabul etmiyorsan, şu sorularımızın cevabını ver de görelim:

1- Altın Yağmur kuşu göç mevsimi geldiğini nasıl anlıyor?

2- Eğer yollarda tabelalar olmasaydı biz asla yolumuzu bulamazdık. Hatta birçok defa tabelaları takip ettiğimiz ve harita kullandığımız hâlde kayboluyoruz. Mezkûr kuş ise asla yolunu şaşırmıyor. Acaba yolunu hangi tabelaları takip ederek buluyor?

3- 88 saat hiç durmadan kanat çırpmak son derece güç bir iştir. İnsanların en dayanıklısı olan maraton koşucuları bile en fazla 40-50 km’lik bir koşu yapabilirler. Acaba bu kuş kendi kendine böyle dayanıklı bir yapıya nasıl kavuşmuş?

4- Seyahati için lazım olan 70 gr yağı vücudunda kim depo etmiş?

5- Rüzgârın tesirini kıran ‘V’ şeklindeki uçuşu onlara kim öğretti?

6- İnsanların yaptığı uçak, Altın yağmur kuşu ile kıyas bile edilemez. Hâl böyle iken uçağın bir mühendisi olacak da, Altın yağmur kuşu tesadüfün eseri mi olacak?

7- Altın yağmur kuşunun 70 gr yağ ile yaptığı bu seya­hati, medeniyetin harikası olan uçaklar 16 ton yakıt ile yapa­biliyorlar. O hâlde diyebiliriz ki, bu kuşun sanatkârı olan zat son de­rece hikmetli ve iktisatlıdır. Acaba hikmet ve iktisat sahibi olarak Al­lah’tan başka bir sanatkâr gösterebilir misin?

Şimdi sizler de sebep ve neticeler arasındaki uyumsuzluğu tefekkür edin. Bu tefekkürünüzde şu hadiselere bakabilirsiniz: Bulut sebeptir, yağmur netice; yumurta sebeptir, tavuk netice; beyin sebeptir, orada bir kütüphanenin yazılması netice; zerreler sebeptir, seslerin nakli netice; bal arısı sebeptir, bal netice; ipek böceği sebeptir; ipek netice…

Tefekkürünüz esnasında, sebeplerin ne kadar basit, cansız, cahil, âciz vs. olduğunu, neticelerin ise son derece harika olup ilmin ve kudretin eserini gösterdiğini düşünün! Daha sonra da bu sebepler arkasında iş yapan zatı, yani Allah-u Teâlâ’yı akıl gözü ile görün!

“Temizlik Delili” (Yaratılış Delilleri) (Video)

Bir sokak görseniz, bir süpürge tarafından temizleniyor ve her tarafı tertemiz yapılıyor. Ancak sizler süpürgeyi tutan eli göremiyorsunuz. Bu durumda, acaba bütün dünya toplansa ve bu sokağı bizzat süpürgenin kendisinin temizlediğini iddia etse, buna inanır mısınız? Süpürgenin bizzat kendisinin bu sokağı süpürdüğüne sizi ikna edebilirler mi? Elbette hayır! Hatta bu iddiaya gülersiniz. Çünkü:

Sokağı süpürmek için hayat sahibi olmak lazımdır. Hayatı olmayan sokağı süpüremez. Hâlbuki süpürgenin hayatı yoktur.

Hem süpürenin kuvveti olmalıdır. Kuvveti olmayan, süpürgeyi hareket ettiremez. Hâlbuki süpürgenin kuvveti de yoktur.

Hem süpürenin iradesi olmalıdır. Temizlemeyi temizlememeye tercih edebilmelidir. Hâlbuki süpürgenin iradesi de yoktur.

Hem süpürenin ilmi olmalı, süpürmeyi bilmelidir. Hâlbuki süpürgenin ilmi de yoktur.

Süpürenin merhameti de olmalıdır. Bu merhamet sebebiyle sokak sakinlerine acımalı ve onları pislikten kurtarmak için bu fiili gerçekleştirmelidir. Hâlbuki süpürgenin merhameti de yoktur.

Hem süpürenin hikmeti olmalı, faydayı ve menfaati tercih edebilmelidir. Görmesi olmalı, sokağı görebilmelidir. İşitmesi olmalı, sokak sakinlerinin feryadını işitebilmelidir. Hikmeti, görmesi ve işitmesi olmayanın; sokağı temizleme fiiline hakiki fail olması mümkün değildir. Ayrıca bunlar gibi daha birçok sıfatı olmalıdır.

Hâlbuki bu sıfatların hiçbiri süpürgede yoktur. İşte süpürgenin bu sıfatlara sahip olmamasından dolayı, süpürgeyi tutan eli görmesek de bu hikmetli faaliyeti süpürgeye değil, bu sıfatları taşıyan bir faile veririz. O eli görmememiz onun yokluğuna delalet etmez. Bilakis bu hikmetli faaliyet onun varlığına delalet eder ve onu ispat eder.

Acaba, küçücük bir sokağı temizlemek gibi basit bir fiil dahi süpürgeye isnat edilemez ve mezkûr sıfatlara sahip bir zatın varlığı kabul edilirse. Nasıl olur da bu koca kâinatı ve kâinatın sokaklarından biri olan Dünya’yı temizlemek, süpürge hükmündeki sebeplere havale edilebilir.

Evet, bu kâinat ve bu Dünya, daima işler büyük bir fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han ve bir misafirhanedir. Hâlbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler enkazlarla ve süprüntülerle çok kirleniyor. Eğer pek çok dikkat ile bakılmazsa ve temizlenmezse içinde durulmaz, insan onda boğulur. Hâlbuki bu kâinat fabrikası ve dünya misafirhanesi o derece pak, temiz ve kirsizdir ki; lüzumsuz bir şey, menfaatsiz bir madde, tesadüfî bir kir, içinde bulunmaz. Bulunsa da çabuk bir şekilde temizlenir. Demek bu fabrikanın öyle bir sahibi vardır ki, bu koca fabrikayı ve bu büyük sarayı, küçücük bir oda gibi süpürtür ve temizler.

Bir insan bir ay yıkanmazsa, küçük odasını bir ay süpürmezse çok kirlenir ve pislenir. Hâlbuki bu âlemde hiçbir kir ve pislik yoktur. Demek bu âlem sarayındaki paklık ve temizlik, hikmetli ve dikkatli bir temizlikten ileri geliyor. Eğer o daimi temizlik ve dikkat ile bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüz bin milletleri yeryüzünde boğulacak, uzaydaki yıldızların enkazları ölüme sebebiyet verecek ve dağlar büyüklüğündeki taşları başımıza yağdıracaklardı…

Hâlbuki bu âlem Allah’ın Kuddûs isminin tecellisi ile yıkanmış ve temizliği ile Allah’ın varlığına bir şahit olmuştur. Gelin şimdi şu âleme dikkat ile bir bakın:

İşte denizler! Her günler binlerce balık ölür; ama hiçbir cenaze göremezsiniz

İşte ormanlar! İçlerinde yüz binlerce hayvan yaşar, her gün binlercesi doğar ve binlercesi ölür; ama kirlilik eseri yok.

İşte hava! Onlarca zehirli gaz vardır; ama hiçbiri havayı kirletemez.

İşte uzay! Uzaya baktığımızda da asla bir çöplük göremeyiz. Bunun sebebini bilim adamları şöyle izah ederler: Galaksiler birbirle­rinin içinden geçerlerken, bilim adamlarının “halı temizleme” diye isimlendirdikleri bir hadise cereyan eder. Kendi önün­deki bir galaksinin içinden, yüksek hızla geçen bir galaksi bu hız sebebiyle diğer galaksideki gaz ve toz bulutlarını elektrikli bir halı süpürgesi gibi çeker ve temizler. Daha sonra da bu tozları kendi içindeki yeni yetişen yıldızlara gıda olarak sunar.

Acaba, bu temizliğin tesadüfün işi olması hiç mümkün müdür? Aklını kaybetmeyen birisi, bu hikmetli temizliği sebeplerden veya tabiatın kendisinden bilebilir mi?

İşte ey Allah’ı inkâra yeltenen kişi! Aklını başına al, eğer koca kâinatın sesini işitemiyorsan, gel tek bir yaprağın sözlerini dinle, bak ne diyor! Diyor ki: “Bana bak, bendeki temizliği gör! Bak şu sokaktaki evlerin pencerelerine… Nasıl da bir-iki hafta temizlenmeyince her tarafları tozlanıyor ve kirleniyor. Ama bende ve diğer yaprak kardeşlerimde böyle bir toz ve kir göremezsin. Acaba bizdeki bu temizliği hiç fark etmiyor musun? Bizim bu temizliğimiz hiç mi dikkatini çekmiyor? Acaba hiç düşünmüyor musun, bizleri kim temizliyor?”

Seyrangah.TV

Fiillerdeki Mükemmellik Delili (Yaratılış Delilleri) (Video)

Şu âlemde gözüken fiillerdeki mükemmellik, bu fiillerin cansız ve şuursuz sebeplerden çıkma ihtimalini reddeder. Zira bu fiillerde öyle bir mükemmellik vardır ki, değil cansız ve şuursuz sebepler, mahlukatın en akıllısı olan insan bile bu fiilleri yapmaktan âcizdir. Hatta birçoğunu anlamaktan bile âciz…

Bu meseleyi daha net kavrayabilmek için üç misal vereceğiz ve bu misaller üzerinde “fiillerdeki mükemmellik” delilini tefekkür edeceğiz:

İnsanın en basit zannedilen fiillerinden biri de yutma iş­lemidir. İsterseniz gelin bu işlemin nasıl cereyan ettiğine bir ba­kalım:

Yutma esnasında küçük dil ve yumuşak damak yukarı doğru kalkarak burun boşluğuna giden yolu kapatırlar. Nefes alıp verme ise refleks olarak durur. Aynı anda gırtlakta bulu­nan ikinci bir yapı da akciğere giden nefes borusunu kapatır. Bu yapılar lokmanın yemek borusuna girmesinden sonra tekrar eski hâllerine dönerler. Hâlbuki bizim bu olayların hiçbirinden haberimiz olmaz. Yutma işlemi bu kadarla da bitmez. Asıl zor olan bölüm bundan sonradır. Ağızda kalan ve un gibi dağılan besin maddelerini yutmak fevkalade güçtür. Bu güçlüğü ön­lemek için ilk önce parçacıkların birleştirilmesi ve belirli bü­yüklüklerde kaygan lokmalar hâline getirilmesi gerekir. Dili­mizin altına yerleştirilmiş olan tükürük bezleri ürettikleri sal­gıyı ağza akıtırlar. Tükürük bezlerinin en küçükleri olan 2-3 gr ağırlığındaki dilaltı tükürük bezleri, koyu kıvamlı mukoz bir sıvı salgılar. İşte bu sıvı parçalanmış besin maddelerini birbirine yapıştırarak bir lokma hâline getirir. Daha sonra lokmanın etrafı da sarılarak kayganlaştırılır. Yutulması gayet kolaylaşan bu lokmayı yutma işleminin başlatılması ise bize kalan tek görevdir.

Düşünün bir kere, insan en basit bir fiili olan yutma işle­minin bile yüz cüzünden sadece birine sahip. O da yutmayı başlatmaktır. Eğer bu mükemmel fiil Cenab-ı Hakk’a isnat edilmezse:

1- Küçük dile ve yumuşak damağa, burun boşluğuna gi­den yolu kapatma emrini kim verdi? Biz vermedik. O hâlde kim?

2- Nefes alıp verme işi refleks olarak duruyor. Bu sistemi kim kurdu? Bu sistemi kuran zatın bizden haberdar olup bize acıması gerekir. Allah’tan başka bizi tanıyıp bize acıyan ve bu sistemi kurmaya gücü yeten kimdir?

3- Yutma işleminde nefes borusu da bir yapı tarafından ka­patılır. Eğer kapatılmasa ve lokma nefes borusuna kaçsa bu ölümle sonuçlanabilir. Bu önlemi bizler için kim aldı?

4- Tükürük bezlerini dilimizin altına kim yerleştirdi?

5- Eğer bu işi yapan, dilin kendisi ise, dil bu besinleri birbirine yapıştıracak salgıyı üretmeyi kimden öğrendi?

6- İnsan, fiillerine sahip çıkarak:”Ben bunları kendi ira­demle yapıyorum.” diyemez. Zira en basit fiillerinden biri olan yutma işleminden bile ha­bersizdir. O hâlde vücut makinesini haberimiz olmadan bizim için mükemmel bir şekilde çalıştıran ve bu hikmetli faaliyetleri ona yaptıran kim?

Görüldüğü gibi, yutma gibi basit bir fiil bile Cenab-ı Hakk’a isnat edilmeden izah edilemiyor. Nerede kaldı ki diğer fiiller izah edilebilsin…

Şimdi de ikinci misalimize geçelim ve hücre zarında cereyan eden hikmetli bir faaliyete bakalım:

Bitkilerin mineral maddeleri seçerek aldıkları pek çok deneyle ispat edilmiştir. Bitki­nin seçme faaliyeti için hücre zarı ve çeperi, özel bir yapıya sahip kılınmıştır. Bu yapı ihtiyaç duyulan maddelerin içeriye girmesine izin verirken, zararlı ve ihtiyaç harici maddelerin içeriye girmesine müsaade etmemektedir.

Bir stadyumdan içeriye girmek için kapıya yüklenen insanlar misali, maddeler de bitkiye girmek için öylece yüklenirler; ama içeriye giriş için hücre zarına bir bilet göstermeleri ve izin almaları gerekir. Eğer mine­raller gelişigüzel bitkiye girseler ve gelişigüzel çıksalardı, bu bitkinin ölümü olurdu.

Her tür bitki kendi yapısına göre, ihtiyacı olan maddeleri seçip alacak özellikte yaratılmıştır. Bitkinin değişik safhalarda, de­ğişik mevsimlerde ve değişik muhitlerde mineral seçiminin değiştiğini de unutmayalım!

Şimdi, bi­zimle hücre zarı arasında bir kıyas yapacağız: Biz, mahlukatın en akıllılarıyız. Akıl bizde, ilim bizde, irfan bizde yine de günlük besin ihtiyacı­mızın ne olduğunu, bu ihtiyacımızı en mükemmel şekilde hangi besinlerden karşılayacağımızı ve ne nispetle almamız gerektiğini bilmiyoruz. Bu bilgiye sahip olabilmek için bes­lenme uzmanı veya doktor olmak, bunun için de yıllarca oku­mak gerekir. Hâlbuki hücre zarı hiç bir okula gitmemiş ve hatta onun kalem ve defteri bile yoktur. Ama âdeta bir beslenme uz­manı gibi çalışmakta ve vücuda lazım olan minerallerin geçişine izin verirken diğerlerini durdurmaktadır.

Şimdi soruyoruz: Acaba bu işin hakiki faili hücre zarı mı? Yoksa perde arka­sında bu işleri idare eden hikmet sahibi bir zat mı var?

Şimdi de üçüncü misalimize geçelim: İnsanda 60.000 biyolojik istidat (kabili­yet) vardır. Başka bir ifadeyle insanı 60.000 rakamdan oluşan bir şifreye benzetebiliriz. Saçının kılından göz rengine kadar her şey bu şifrelerde yazılıdır. Bu 60.000 şifrenin 30.000′i anne hücresinde mevcuttur. Fakat şifreler 4, 45, 143, 34657…. gibi karışık olarak bulunur. Eksik olan rakamlar ise baba hücresiyle tamamlanır. Ancak babada 250 milyon meni hücresi vardır. Anne hücresi bu 250 milyon meni hücresinden kendinde eksik olan numaraları taşıyan hücreyi bulmalı ve bunu çok kısa bir zamanda yapmalıdır. Çünkü hayatı o kadar uzun değildir. İsterseniz biraz daha açalım:

Size 1 ile 60.000 arasındaki muhtelif rakamlardan 30.000 tanesi bulu­nan bir kart verseler ve önünüze 250 milyon torba koysalar ve deseler ki: “Elinizde bulunan karttaki eksik rakamlar, bu torbalardan birindeki rakamlarla tamamlanacak. Torbaları teker teker kont­rol ederek eksik kartınızı tamamlayacak olan torbayı bulun.”

Acaba böyle bir şeyi yapabilir miydik? Ya da yapsak kaç se­nede yapardık?

Hâlbuki bir yumurta hücresi ise bunu bir kaç saatte yapıyor ve neticesinde aşılanma meydana gelerek bir canlı oluşuyor. Acaba bu mucizevî fiile Allah’tan başka bir fail gösterilebilir mi? Ya da Allah inkâr edilirse bu icraat ne ile izah edilebilir?

Bizler bu delilde, fiillerdeki mükemmelliğin Cenab-ı Hakk’ın varlığını ispat ettiğini işledik. Bunun için de sadece basit üç misal verdik. Bu üç basit misal bile ispat etti ki: Bu mükemmel fiiller eğer Allah’a isnat edilmezse izah edilemez ve bu fiilleri Allah’tan başka da kimse yapamaz. Şimdi sizler, şu kâinatta icra edilen diğer fiilleri bu üç fiile kıyas edin ve sonra şu sorunun cevabını düşünün:

Kimin haddi vardır ki bu hikmetli fiillere faillik iddia edebilsin ve bu mükemmel fiillere fail olabilsin. İlla Allah!

Seyrangah.Tv