Etiket arşivi: denge

Çocuğunuza gölge olmayın, başka ihsan istemez!

Geçtiğimiz günlerde orijinal adı “The joy of painting” olan ve çocukken pazar sabahları severek takip ettiğim “Resim sevinci” adlı programa denk geldim. Kıvırcık saçlı bir ressam olan Bob Ross, televizyon ekranlarında bir doğa resmi çiziyor ve her aşamayı izleyiciyle paylaşıyor.

Bob, resim yaparken başka bir boyuta geçiyor adeta… Öyle ki, yaptığı resimlerin bir parçası oluyor. Dağların eteklerindeki ağaçları bile düşünüp, onlara arkadaşlar çizmeyi ihmal etmiyor. Haydi, birazcık kulak verelim:

… Fırçamızla tualimize dokunuyoruz. Çok kolay! Korkmadan dokunuyoruz… Hatalar değil de sadece küçük mutlu kazalar vardır. Şuraya yaşlı bir ağaç çiziyoruz. Belki de şurada yaşayan mutlu küçük çalılıklar vardır; işte tam şurada… Belki de çalılıkların arasında sevimli minik sincaplar neşeyle geziniyorlar. Biraz kahverengi, biraz titan beyazı alalım… Tamam…

Bir insan yaptığı işi bu kadar mı sever, dedirtiyor! Haliyle Bob’un kendi içindeki bu derinlik yaptığı resimlere aksediyor. Çizerken ve anlatırken kendinden geçiyor. Yelpaze fırçalar tualinde raks ediyor. Darbe sözcüğü, zihnimde istemsiz bir ürpertiye sebep olduğu halde, onun fırça darbelerini zikredişi, fısıltılar halinde ruhumu okşuyor. (Bugüne kadar hiç izlemediyseniz, bir kez izleyin. Sonra bu yazıyı okuyun olur mu?)

Onu izlerken Bob’un ne kadar şanslı olduğunu düşündüm. İçindeki cevheri keşfedip açığa çıkarabilmişti.

Nehrin doğal akışına müdahale edilmemişti…

Su, yolunu ve de yatağını bulmuştu…

Bob’un nasıl bir ailesi olduğunu ve çocukluğunu merak ettim. Biyografisini araştırdım. 14 yaşında okulun kendisine göre olmadığını fark edip, asker olmak için okulu bırakmış. Arta kalan zamanlarında sanat okullarına gidip resim yapmış ve tekniğini geliştirmiş. 52 yaşında da lenf kanserinden vefat etmiş.

Ardından, başka bir senaryo hayal ettim. Bob’un içindeki resim sevincini hafife alan ve onu akademik beklentilerle boğan bir ailesi ve öğretmenleri olsaydı sonuç ne olurdu acaba? Karnesini alınca yabancı dil, matematik ve fen derslerinden aldığı notlar düşük olduğu halde; resim dersindeki başarısı yine de ailesini mutlu edebilir miydi? Acaba, ona matematik-fen notları yükselsin diye ilave ders mi aldırtır; yoksa resim kurslarına mı gönderirlerdi? Acaba, şu an bir ressam değil de, ailesinin isteğiyle doktor ya da mühendis olsaydı; yine böyle mutlu olur muydu? Ve içindeki mutluluğu başkalarına da bulaştırıp, onları da mutlu edebilir miydi?

Bu müdahalecilik neden?

Cevap için bilinçaltındaki kayıtlara bakalım:

… Saygın bir mesleğin olsun. Önemli bir isim olmaya çalış. Güzel ve bol kazancın olursa rahat yaşarsın. Dünya mücadele üstüne kurulu bir yer! Yılmadan mücadele etmelisin. Ayakta kalmak için hırslı ve rekabetçi ol. Yoksa büyük balıklar seni yer, vs…

İnsanların sevdikleri, mutlu oldukları ve hayata değer kattıkları bir işle meşgul olması onlara saygınlık kazandırmaz mı? Saygın olanlar sadece doktor ve mühendisler midir? Bir sürü insanın hayatını etkileyip, onlara güzel bakma aşısını yapan resim doktoru Bob Ross saygın değil miydi? Peki, akademik bir yaşamı istemeyen ve suyun yolunu bulması için engelleri kaldıran Bob aç mı kaldı? Hayatını idame ettiremedi mi? Yoo, hayır! DVD’leri dünyada en çok satanlar listesine girdi. Yani büyük balık küçük balığı yemedi.

Yaşamın mücadele olduğuna odaklanmış bakışla bir anne annelik kıvamını, baba da babalık kıvamını yakalayamaz. Kâinata da, Sultan’ına da muhatap olamaz. Halil ve dost olamaz. Akışına bırakamaz. Numunelerin ve gölgelerin içinde kaybolur, gider. Aslolanın membaına ulaşamaz. Ruhu daralır, bunalır. Hatta bir bardak su bile boğulmasına kâfi gelir.

Hâlbuki kâinattaki düzen, ”yardımlaşma ve dayanışma kanunu” üstüne kurulmuştur. Gezegenler birlik içinde, omuz omuza… Sema ve arz da! Hava, su ve toprak… Toprak sıcaktan bunalıyor. Yağmur yetişiyor imdadına… Sonra çiçek olmak isteyen tohum başlıyor duaya. Bütün sebepler elbirliği içinde hizmet ediyor ona. Ta ki o bir tohum, çiçek açabilsin diye. Yakıcı ve yanıcı iki element el ele verip insan faydalansın diye suyu oluşturuyor. Küçültülmüş bir kâinat olan insan, vücudundaki her aza da birbiriyle ahenk içinde çalışıyor. 

Hayvanlar âleminde de bu böyle! Hayvan duyguları uzmanı Prof. Mac Bekoff ”Yabani Adalet” isimli kitabında ”yabani hayvanların acımasız ve vahşi olduklarına dair görüşler tamamen yanlış” diyor. Yıllardır yaptığı bilimsel araştırma sonuçları da aynı gerçeği dillendiriyor. Yüzde 95’i olumlu yönde! Mesela Bekoff çalışmalarında, baskın ve güçlü kurtların oyun oynarken bilerek zayıflara yenildiğini görmüş.

Hani nerede rekabet, çekişme?

Science dergisi Aralık 2011 sayısında yer alan deneylerde fareler kapana kısılmış arkadaşlarını kurtarmak için çok sevdikleri çikolatayı bile reddetmişler. 1958’de yapılan başka bir deneyde, aç farelere, yalnızca kardeşlerine elektrik şoku veren çubuğu çekmeleri karşılığında yiyecek verilmiş. Fareler bunu yapmaktansa aç kalmayı tercih etmiş!

Hani nerede cidal, mücadele?

Belki bizi yanıltan şey bazı hayvanların etle beslenmesidir. Esasında bizler de et, tavuk ve balık yemek için neler yapıyoruz, hatırlayalım. Her hayvan bitkiyle beslenseydi, eti yenmeyen ölmüş hayvanlara ne olacaktı? Hem aç bir kaplan vadesi dolan bir ceylanı yerken, farklı bir boyutta, ”Ya Rezzak, ya Mümit” sesleri duyulur varlık âleminden…

Bu bakış açısıyla insan derin bir nefes alır. Yani aile nefes alır. Çocuklar nefes alır. Böyle bir ailede çocuk olmak ne büyük bir lütuftur! Bu bakışla, âlem sayfasındaki nurani satırlar görünür ve okunaklı hale gelir. Hayat yavaşlar. Hırslar ya azalır, ya yön değiştirir. Kişi, başına gelen olayların altında ezilmez. Dünyanın kederleri gözünde ufalır. Hatta elemlerden bile lezzetler çıkarmaya başlar. İnsanın içindeki kâinat, bir çocuk gibi şenlenir ve varlık âlemi ışıklanır.

Her şey bana hizmet için burada…

Mevcudat tüm ihtiyaçlarım için ”Buyrun, emredin efendim, lebbeyk!” der.

İşte tam burada dünya ile olan bağ zayıflar.

Kalbe hicret yolculuğu başlar.

Yüreğin git gide genişler.

Öyleyse haydi, mahiyetinin sırrının peşine düş!

Derinlere in!

Problem göl sineği mi?

Ben Isparta’nın Eğirdir ilçesinde büyüdüm. Eğirdir yedi renkli gölü ile meşhurdur. Lakin son yıllarda bir sinek (gümül) problemi başladı ki hiç sormayın; halk çok rahatsız!  Ancak ilginçtir ki, babam ve rahmetli babaannem eskiden Eğirdir’de böyle bir sıkıntının olmadığını söylemişti. Daha doğrusu bu sineklerin bir sorun oluşturmadığını…

Nasıl yani, dediğinizi duyar gibiyim. Eskiden insanlar, sineklerle dost muydu da, rahatsız olmuyormuş? Evet, şu an göl sineği problem, çünkü karnını iştahla göl sineklerini yiyerek doyuran temizlikçi kavinne balığı yaşamıyor artık…

Neden mi? Sinek larvalarıyla beslenen kavinne gibi balıkların maddi değeri yoktu. Altmışlı yıllarda maddi kazanç elde etmek amacıyla göle etçil bir ”dişli balık” türü aşılandı. Bu dişli, kavinne gibi balıkları yiyerek beslendi. Sonunda obur dişli balık, temizlikçi kavinnelerin soyunu tüketince, sinekler de hatırası olarak kaldı…  Doğal olana müdahale edince, kaçınılmaz son…

Görüyorsunuz ya, ekolojik düzen ve türler arasındaki hassas denge de, dayanışma kanununa götürür bizi. Kavinnenin sinekleri yemesi vahşet olmadığı gibi aslan ve kaplanların da kemirgenlerle; tilkilerin tavşanlarla beslenmesi de vahşet değil rahmettir. Hassas dengeler için türler birbirlerine besin zinciri olmaktadır. Asıl vahşet doğal akışı müdahalelerle bozmaktır.

Çocuklarımızın büyüme sürecinde de göl sinekleriyle karşılaşıyoruz. Bu sinekler de nereden çıktı böyle diye, afallıyoruz değil mi? Hatta ilaçlama yöntemleriyle (!) sineklerle mücadele etmeye çalışıyoruz. Hâlbuki rahatsızlık veren göl sineği sebep değil sonuçtur.

Doğal olamıyoruz, doğal yöntemlerle çocuklarımızı yetiştirmiyoruz. Doğal halini kabullenmiyoruz. Doğal haline saygı duymuyoruz. Değiştirmeye çalışıyoruz. Başkalarına özendiriyor, kıyaslıyor ve örnekler veriyoruz. Çocuğun kendisi olmasına, olduğu haliyle var olmasına izin vermiyoruz. Başka kültürlerin suni telkinleriyle çocuk büyütüyoruz. Suni kodları girince de doku uyuşmazlığı yaşanıyor haliyle. Eee… Sonra da göl sineğinden şikâyet ediyoruz!

İnsan ona hikmetli sebepler çerçevesinde verilen, ilgi ve kabiliyetlerine göre yaşarsa mutlu oluyor. Aslında insan böylelikle özüne ulaşmak istiyor.

Ah,ah! Kendi içimize bir yolculuk yapacak zamanımız olsa… Mahiyetimizin sırrını çözmek için sığ sulardan derinlere inebilsek… Orada, bir çocuğa nasıl rehberlik edileceğinin doğal kodlarının saklı olduğunu göreceğiz. Samimiyetle, içimizdeki derinliklere inmeyi arzuluyorsak, yaşamın bir mücadele olmadığı hakikatiyle işe başlayabiliriz. O zaman evladını da hırslandıran ve hızlandıran bir karaltı ve gölge olmaktan sıyrılırız diye düşünüyorum.

Şimdi, çocuklarımıza yaptığımız yersiz müdahaleleri gözden geçirmeye var mısınız? Nehir aksın, su yatağını bulsun…

Berrin Göncü

Moraldunyasi.com

Fark Etmiş Olmak ve Müjde!

Evrende daha önce var olduğu bilinmeyen bir düzenin var olduğunu öğrenmek dini uyanışa neden olurmu?

üst üste taşlar ve dengeDünyada bütün saatler 12 ye bölünmüş, bütün aylar 30 gün, tüm yıllar 365 gün haftalar 7 gün. İçerisinde yaşadığımız ve her anımızı uyarlamaya çalıştığımız tüm eylemlerimizi programladığımız bu zaman diliminin bir tesadüf olmadığını öğrendiğimizde bu düzeni kuran ve işleteni aramamız gerekmiyor mu? Hele kuranı kerimde gün(yevm) kelimesinin 365 defa geçtiğini öğrendiğimizde ne yapmalıyız?

Bu zaman dilimini tüm ülkelerin birlikte kullanması ayrı bir hayret uyandırmııyor mu? Sadece zaman kavramında bu kadar ince hesabın yapılması başımızı kaldırıp dünyayı, kâinatı tanımaya çalışmamızı gerektirmiyor mu? Bediüzzaman Hazretleri bize Rabbimizi tanıtan üç şey var diyor, Peygamberimiz(sav), Kuranı kerim ve kâinat kitabı. Her zerresinde bir kitap saklı, her harfinde Allh’ın bir mührü var.

Dünyada yaşayan insanlara bakalım; Erkek ve kadın sayısındaki oran,%51 erkek ,%49 kadın, bu oranın ülkeler nüfusuna görede aynı olduğunu görüyoruz. Örneği ülkemizden verecek olursak Türkiye’de 37 milyon 532 bin 954 erkek,37 milyon 191 bin 315 kadının yaşadığını öğreniyoruz. Bunları kim nasıl böyle nizam intizam içinde yarattı ve bu sayılar bu kadar tesadüf olabilirmi?

Yine dünya nüfusunun 5 yaş altı sayısının %6-7 olduğunu, 65 yaş ve üstü sayısının %8-8,5 olduğunu gördüğümüzde şaşkınlığımız artmalımı?

Üstün zekâlı insan sayısı dünya nüfusunun %2 sini, düşük zekâlı insanlarında dünya nüfusunun %2 sini teşkil ettiğini görüyoruz.

Ayakkabı numaralarından, uzun boylu -kısa boylu, şişman -zayıf vs. örnekleri çoğaltıp incelediğimizde karşımıza bir çan eğrisi çıkıyor.

Hiçbir kitap kâtipsiz olmuyorsa, hiçbir köy muhtarsız olamıyorsa, bir iğne bile ustasız meydana gelmiyorsa, bütün bunlar nasıl olurda bizleri alakadar etmez? Bu düzeni kuran ve işletene nasıl bi gayr kalabiliriz? Nasıl olurda Bütün bunları yapanın bizden ne istediğini sorgulamaz ve emirlerine itaat etmeyiz?

Tüm bunların cevabı Said Nursi Hazretlerinin yazmış olduğu Risale-i Nur eserlerinde var bu zamanda bu eserlere ilaçtan, havadan, sudan daha çok muhtacız.

Haber vermek, İnsan olmanın, İslam olmanın gereği.

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

Güneş ile dünya arası denge!

Risale-i Nur merceğinden eşyaya bakılınca her şeyde bir dersi ibret görünür!

Fakat eşya ve hadiselerden ders almamız için, onlara “hükmü evvel ile değil” yani ön yargısız bakmamız lazım.

BAKIN AKILISIZ GÜNEŞ İLE DÜNYAMIZIN ARALARINDAKİ DENGEYE!

Biz materyalistlere hiç çekinmeden, bu müşkülümüzü halledin dememiz lazım: Astronomi uzmanları diyorlar ki, ışık saniyede 300,000 kilometre hızla gidiyor. Yine onların görüşüne göre, güneşin ışığı dünyamıza sekiz dakikada ulaşıyor. Yani 1 dakikada 60 saniye. Sekiz dakika, altmışar saniye = 480×300.000 = 144.000.000 k.m. eder. Demek oluyor ki, güneşle dünya arasında 144.000.000 kilometre mesafe varmış. Acaba bu mesafe 143.000.000. k.m. olsaydı, ne olurdu biliyor musunuz? Güneş bizi yakıp kül ederdi. Peki 145.000.000 olsa idi, o zaman da, her şeyimiz donup buz olacaktı.

Çok merak ediyorum! Materyalistlere göre: Acaba dünyamı güneşe dedi, sakın daha öte gitme, yoksa her şey donar buz olur mu dedi. Beri de gelme ha! Yoksa her şeyi yakar kül edersin mi dedi. Yoksa o emir güneşten mi dünyaya geldi? Bu müşkülümüzü halletmeleri için materyalistlere biz sormayalım mı? Onlara göre bu mesafe acaba nasıl tayin edildi?!!! Yoksa köylüler iple tarlayı bölerken yaptıkları gibi mi yaptılar? Dünya güneşe, çek ipi oraya çak bir kazık. Daha öteye gitme, beri da gelme ha! Çünkü gelecekte dünyaya canlılar gelecekler, az daha beri gelsen onları yakar öldürürsün. Biri diğerine öylemi dediler?!!! Bu işlere: Tabii olaylardır dedikleri şeyde: Sağır, kör ve aptal tabiata hava demektir ki önceki misalden daha akıl kabul almaz bir olaydır maalesef. Başka türlü değil bu işler ancak Kudreti sonsuz bir Allah, kâinatın hulasası ve şuurlu meyvesi olan insana hizmetini en mükemmel vermesi için güneşi oraya çaktı.!!! Dünya’ya güneşin çevresinde dönerken, sana tayin ettiğim mesafeden ayrılma ha! Mı dedi? Kat’iyyen bunun başka alternatifi yok ama, ecnebi düşmanlar Müslümanları boş buldukları için maalesef çoğuna o baklayı yutturdular.

Diger bir soru? Dünyamız hem kendi ekseninde hem de güneşin çevresinde dönmesini faydalımı yoksa zararlımı buluyoruz. Kendi ekseninde dönmese idi ya her zaman gece, ya da her zaman gündüz olacaktı. İkisi de insan için felaket olacaktı değil mi? Lazım dememiz ki: Kudreti Sonsuz olan Allah bizim ihtiyaçlarımızı bizden iyi bilmiş ve Kerim Olan Rabbimiz noksansız ihtiyaçlarımızı te’min etmek için sebepleri ortaya sermiş.

Güneşin çevresinde dünyanın dönmesi de akıllı insanı hayran hayran dünyanın o hareketini seyrederken Allahu Ekber demekten kendine başka kurtuluş çaresi bulamaz. Dünyamız saatte 108000 kilometre hızla gidip 365 gün doldurduktan sonra tam saniyesinde ayni yere ulaşıyor. inanmazsanız bir sene evvel yazılmış takvime bakınız ve hiç şaşırmadan yol aldığını göreceksiniz. Oda yalınız bir sene değil milyon seneden beri ayni istikamette devam ediyor. Ve biliyorsunuz ki dünyamız elips şeklindedir, o hızla yol alırken bir yere gelince 23 derece bir tarafa eğiliyor ve 27 dakike o şekilde eğik gidiyor. Her dönüşünde ayni hareketi yapıyor. 108000 k.m. satte giderken niye sularımızı dökmiyor? Niye insanları havaya atmıyor? Yer çekimi varmış,o yer çekimi niye insanları yere yapıştırmayıp insanlar hareket edebiliyorlar sorusuna dinle ne gibi safsata cevap veriyorlar: insanın üstünde 3 ton yük varmış. Peki o yükle insan nasıl hareket ediyor, insanın duyguları öyle ayarlanmış ki onlar üzerinden o yükü def edebiliyormuşlar…

Şimdi hey gidi akılları gözlerine inmiş tabiatçılar hey haddinizden çok tecavüz ettiniz!!!

Bu ciddi meseleyi sizinle paylaşmamın tek sebebi, hem materyalist ve natüralistlerin neticesiz boş fikirlerini öğrenmek, hem de bizi yoktan var eden Allah’ımıza karşı vazifemizi yaparken gayretli olmaya yarar ümidiyle paylaşıyorum.

Abdülkadir Haktanır

abdulhak@albnur.com

www.albnur.com

Kâinatta Çok Hassas Bir Denge Vardır

Bir kısmı hastalıklara yol açan ve çoğu faydalı olan bakterilerin ebadı milimetrenin binde biri veya yüzde biri kadardır. Bazı bakteriler her 20 dakika da bir bölünürler. Yani bir bakteri 20 dakika sonra iki bakteri olur. Bir 20 dakika kadar sonra iki bakteri dört olur. Bir 20 dakika kadar sonra da dört bakteri sekiz olur. Ve bölünme bu şekilde devam etse, bir bakteriden üçüncü günün sonunda 75 000 ton ağırlığında bir bakteri kitlesi meydana gelecekti. Şayet bu hızla bölünme devam etse, çok geçmeden yeryüzünü ve denizleri dolduracak bir kitle olacak ve fazla uzun olmayan bir zamanda, güneş sistemini dolduracak bir bakteri kitlesi teşekkül edecekti.

Her tarafımız, cildimiz, dişlerimizin etrafı, bağırsaklarımızın içi mikroplarla doludur. Toprakta, sularda, havada velhasıl her tarafımızda, her yerde milyarlarca bakteriler bulunmasına rağmen, bunlar belli bir zamandan sonra çoğalmamakta, bütün şartlar hazır olmasına rağmen, nihayetsiz bir Kudret bu gözle görülmeyen bakterileri dizginlemektedir.

Mikroskopla büyütünce ancak görülebilen amip adlı canlı normal şartlarda üç günde bir def’a bölünür. Bu hızla bölünme devam etse, gözle bakılınca görülemeyen bir tek amipten 72 gün sonra, takriben 17 milyon amip yaratılmış olurdu. Ve bölünme hızı böylece devam etse, uzun olmayan bir zamanda bu canlıların ne kadar büyük bir kitleye değişebileceklerini düşünelim.

Gene mikroskobik bir canlı olan terliksi hayvan normal şartlarda her 24 saatte bir bölünür. Şayet bu hızla bölünme devam etse idi, direkt gözle bakınca görülemeyen bir tek terliksi hayvandan, beş yılda dünyadan milyonlarca def’a büyük bir kitle meydana gelecekti.

Bu misâlleri arttırmak mümkündür. Adeta dünyayı, hatta güneş sistemini bile istila edebilecek çoğalma istidadı ile yaratılan bu canlıların, bir safhadan sonra çoğalmaları durdurulmakta, üremelerine bir sınır konmaktadır. Bu hal ise, her çeşit mahlûkatta belki her bir canlıda tasarruf eden, bütün mevcudatı hükmü altına alan, bütün eşyayı zabt eden, kudreti nihayetsiz olan Allah’ı açıkça göstermektedir.

Canlılar, Çok Hassas Ölçülerde Yapılmıştır

Yeryüzündeki canlıların her biri, adeta birer terkip, birer karışımdır. Bütün canlılar, ister bir bitki olsun, ister tek hücreden ibaret terliksi hayvan veya bir bakteri; isterse herhangi bir hayvan veya insan olsun, her birisi bir takım terkiplerden, yani karışımlardan, bu karışımlar da atomlardan yaratılmışlardır. Meselâ canlıların büyük ekseriyetinin % 60-70‘i sudur. Bundan başka, protein, yağ, karbonhidrat denilen moleküller ve sodyum, potasyum, kalsiyum, klor, demir, magnezyum vs. gibi elementlerden yapılmıştır.

Organik dediğimiz, yağ, protein ve karbonhidrat gibi moleküllerin terkipleri ise, karbon, hidrojen, oksijen ve azot dediğimiz atomlardan yapılmıştır. Bu maddelerin ve daha birçok maddenin her bir canlıda kesinlikle belli olan ölçülerde, hesaplarda olması lazım gelir. Yani her bir madde miligram, hatta bazen miligramın binde biri olan mikrogram seviyesindedir. Hep belli ölçülerdedir, belli aralıklardadır. Aksi takdirde o canlının hayatiyeti devam etmez, o canlı ölür. Bütün bu incelikler nasıl düşünülüp hesaplanmış, nasıl olmuş ve bütün bunları ömür boyu kim devam ettiriyor?

İlacı Yapan Olur da, Canlıları Yapan Olmaz mı?

Kullandığımız birçok ilaç vardır. Bu ilaçların kutularına veya içerisinde yer alan tarifelerinde, her bir ilacın, belli miktarlar da ölçülüp tartılmış, farklı maddelerden meydana getirilmiş olduğunu görürüz. İlaçların yapısında yer alan ve çok az miktarlarda olan maddeler, istenen orandan az olsa, o ilaç tesirini göstermez. Fazla olsa, zararlı olur ve hatta zehir tesiri yapar. Bütün bunlar göstermektedir ki, o ilaçta yer alan maddeleri hesaplayanlar var. Ölçüp, tartıp, tesirini tecrübe ettikten sonra, o ilacı yapanlar var. Yoksa bir tesadüfle, bir rast gelelikle, o farklı maddeler, belli miktarlarda bir araya gelip, kendi kendilerine bir ilacı teşkil edemezler. Her bir ilacın yapılması için, muhakkak, şuurlu, akıllı, düşünen, bilen bir elin ve kuvvetin müdahale etmesi icap eder.

Gelelim canlılara. Her bir canlının, en hassas hesaplarla hesaplanıp yapılmış olan ilaçlardan, çok daha ince hesaplarla hesaplanıp bir araya getirilmiş olan terkibin, yani karışımın ürünüdür. İlacı yapan bir eczacı, kimyager varsa, çok daha hassas olan canlıları yapan, yaratan elbette olacaktır. Canlıların yapısında yer alan maddeleri bir araya getiren, o maddeleri o canlıların vücudunda belli seviyelerde muhafaza eden, o canlılara hayatı verip bu hayatın devamını te’min eden, sağlayan bir yaratıcı olmalıdır. İnsana ruhu, aklı, şuuru veren, akıl, ruh ve hayat sahibi gücü, kuvveti, ilmî nihayetsiz olan biri olmalıdır. Şuursuz olan tabiatın, akılsız olan tesadüflerin, bu şuurluca ve düşünülerek yapılan ve sonsuz güç ve kuvvet gerektiren işlerde zerre miktar müdahalesi olmayacağı açıktır, aşikârdır.

İnsanın Hayvanlardan Farkı

İnsana aklın verilmesi, hayvanlarla insanların arasındaki belki en önemli bir farktır. Hiçbir hayvanın düşünme, muhâkeme, hesap yapma, kitap yazma vs. gibi bir meselesi yoktur. Bu gibi özellikler insana mahsustur. Ancak maddî olarak ta insanı hayvanlardan daha mükemmel olarak yaratılmıştır.

Yaratılış ağacının en mükemmel meyvesinin insan olduğunda bütün fenler adeta ittifak halindedirler. Yani mahlûkat içerisine en ehemmiyetli insandır. Ve mevcudat içinde en kıymettar insandır. Misâl olarak hayvanların ve insanların sadece sinir sistemini kaba olarak inceleyelim. En basit canlılardan olan süngerlerde, solucanlarda da bir hücre grubundan meydana gelen, basit yapıda da olsa bir sinir sistemi mevcuttur. Hayvanların faaliyetleri, organları arttıkça, beyin ve beyincik daha da gelişmekte, fakat bütün mahlûkat içerisinde en mükemmel beyin, beyincik ve en mükemmel sinir sistemi insanda bulunmaktadır.

Kalp, yani dolaşım sisteminin merkezi olan organ basit, iptidai canlılarda da mevcuttur. Açık dolaşım, iki gözlü, üç gözlü, kirli ve temiz kanın birbirine karıştığı kalp ve dolaşım sistemi bütün hayvanlarda mevcuttur. Fakat en mükemmel, kirli ve temiz kanın kesinlikle birbirinden ayrıldığı dört gözlü kalp ise insanda bulunmaktadır. Aynı manaları insanın bütün organları için söyleyebiliriz. Meselâ güzelliğin bütün mertebelerini fark eden insan gözü, yiyeceklerin bütün çeşit çeşit tatlarını ayıran insanın tat alma hissi ve bütün bunlarında üstünde hakikatlerin bütün inceliklerine nüfuz eden insanın aklı gibi âletleri nerede? Hayvanın pek basit, yalnız bir iki mertebe inkişaf etmiş âletleri nerede? Yalnız şu kadar fark var ki, hayvanların kendine mahsus olan bir faaliyeti ile alakalı belli bir organı daha ziyade gelişmiştir. Meselâ köpeklerde koku alma hissi daha çok gelişmiştir. Kediler karalıkta da görebiliyorlar. Kuşlarda ve balıklarda denge hissi daha iyi gelişmiştir. Bu sadece hayvanın kendine has vazifesi ile alakalı bir gelişmedir. Aklı hesaba katmasak bile insan maddî olarak ta en mükemmel şekilde yaratılmıştır.

Prof. Dr. Alparslan Özyazıcı
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
Histoloji-Embriyoloji Anabilim Dalı

Sünneti Terk Etmekle Ne Kaybederiz?

Sünnetin her meselesine uymak mümkün olmayabilir. Bediüzzaman’ın da ifâde ettiği gibi, sünnet-i seniyyenin herbir nev’îne tamamen bilfiil tâbi olmak, imanda kemâl mertebede bulunan evliya ve asfiya gibi kimselere ancak müyesser olur.

Sünnet-i seniyyenin terkinde günah olmamakla birlikte, büyük sevaptan mahrumiyet vardır. Peygamberimizin (asm) biz Müslümanlara iki büyük emânetinden biri olan sünnetin değiştirilmesi ise bid’attır, dalâlettir ve büyük hatâdır. Ehemmiyetsiz görülmesi, büyük bir kabahattir. Bediüzzaman, sünnetin ehemmiyetsiz görülmesini cinayet olarak vasıflandırır. Sünneti bile bile terk eden, Resûlullâh’ın (asm) şefaatinden mahrum kalır. Bu konu da Resûlullâh Efendimiz (asm) şöyle buyurmaktadır:

“…Kim benim sünnetimden (hayat tarzımdan) yüz çevirirse benden değildir”

“Dinin elden çıkışı sünnetin terkiyle başlar. Halat nasıl lif lif kopup parçalanırsa, din de sünnetin birer birer terkiyle ortadan kalkar.”

Bu iki hadis sünnetin ehemmiyetini en veciz bir şekilde izah etmiş ve ehemmiyetini açık bir şekilde ortaya koymuştur.

Sünnet-i seniyye’nin dayanak ve referans noktası olması bu yüzden önemlidir. Nasıl omurilik soğanı çıkarılan bir kuş dengesiz hareket ederse aynen öyle de sünnet-i seniyyeye halis bir şekilde yönelip yaşamaya çalışmayan, önemsemeyen insan da hayatında dengesiz yollara sapar.

Risale-i Nur Enstitüsü