Etiket arşivi: Ekrem Altıntepe

Öğrenmenin 4 altın kuralı!

İster istemez her insan bir şeyler öğrenir. Çünkü insanın yaradılışında öğrenme eğilimi vardır. Tüm varlıklar içinde insan, öyle bir durum ve donanımla yaratılmıştır ki, öğrenmeye muhtaçtır. Dolayısıyla sürekli öğrenme halinde bulunmak, bizim için hem keyif hem dinamizm hem de zorunluluktur.

Bu gerçek üzerinde insanın değeri adına da durmalıyız. İçinde yaşadığımız en büyük resme baktığınızda, Allah’ın bizi bu şekilde yaratmaya mecbur olmadığını görürsünüz. Güneşin doğuşunu her gün ve her an birbirinden tamamen farklı desenlerle çizen, yeryüzüne gönderdiği her bebek için ayrı yüz, ayrı ses, ayrı karakter, ayrı bir tat yaratmaya gücü yeten Yaratıcı için bir mecburiyetten bahsedilemez. Öyleyse, insanın dünyaya her şeyi biliyor olarak değil de yavaş yavaş öğreneceği bir halde gönderilmesi, Yaratıcı’mızın bir sanatıdır. Bize verdiği ders ise, sürekli öğrenmenin bizim için temel insani görevler arasında olduğudur.

Bilge insan, bu çok önemli sırrın farkındadır. Onun için öğrenmek, mecbur olduğu için değil görevi olduğu için, azapla değil sevinçle, öylesine değil bilinçle yapılır. Evet, herkes sürekli öğrenmeye mahkûmdur. Coşkun akarsuyun yolunda nasıl coşkun damlaların arkadaşlığı varsa, insanın hayat yolunun kaçınılmazında da bilgi vardır. Ancak sıradan insanla “öğrenici insan” arasında bazı farklar vardır ki, bunlar bilgelik altyapısına da destek verirler.

Şimdi paylaşacağımız 4 özellik, aktif öğrenici insanın 4 özelliğidir. Bu özelliklerle öğrenme konusunda şikâyetlerinizden kurtulursunuz. Sevinçle, coşkuyla ve kolaylıkla öğrenmeye başlarsınız.

İnsanın yaradılışında öğrenme eğilimi vardır. Tüm varlıklar içinde insan, öyle bir durum ve donanımla yaratılmıştır ki, öğrenmeye muhtaçtır. Dolayısıyla sürekli öğrenme halinde bulunmak, bizim için hem keyif hem dinamizm hem de zorunluluktur.

1. Özellik: Aktif öğrenen insan, meraklıdır.

Hayatınızda en çok bilgiyi ne zaman öğrenmişsinizdir? Bilinçsiz, hatırlamadığınız öğrenmelerin zirve noktası 0-2 yaş, bilinçli ve hatırladıklarınızın zirve noktası ise ilk 12 yaş döneminizdir. Bu dönemle diğer dönemleri ayıran en önemli faktör, sahip olduğunuz meraktır. Öğrenmenin kapısı, bilginin anahtarı kesinlikle meraktır. Diyebilirim ki, öğrenme etkinliği adına meraktan daha önemli bir tetikleyici yoktur. Einstein ve Newton gibi bilim adamlarını, bulundukları konuma sürükleyen merak olduğu gibi, Mimar Sinan ve Da Vinci gibi başarılı insanları parlatan da meraktır.

Peki, öğrenmenin kapısı ve bilginin anahtarı olan meraklılığı nasıl güçlendirebilirsiniz? Merakı geliştiren ve öğrenmeyi ateşleyen formülleri şöyle sıralayabiliriz:

a- Zaten merak ediyor olduğunuz konuları keşfedin.

Her insanda, kişilik özellikleri gereği eğilimler vardır. Bir başka deyişle, herkes dünyaya geldiğinde bir (veya bir kaç) konuda özel yetenekleri vardır. Bunlar, size özel verilen hediyelerdir. Şefkatli Yaratıcı, dünyada insanlar arasında iş bölümü yapmış, bunu da insanlara zorlayarak değil, hissettirerek öğretmiştir. İçinize dönüp yoğunlaştığınızda, biraz zaman ayırıp önemseyerek düşündüğünüzde, zihin ve kalbinizden gerçekten meraklı olduğunuz konular dökülür.

Şimdi 10 dakika ara verin ve sorun kendinize: ”Ben neleri en iyi yapabilirim? Ben en çok nelerden içsel bir saf zevk alırım? Ben neleri en çok merak ederim?“ Sabırla isteyin, cevaplar gelecektir. Kendinizi keşfediyorsunuz. Elbette bu süreçte şeytan yanınızda olacak ve size itirazlar seslendirecektir. Sizin iyi yapabildiğiniz ya da meraklı olduğunuz hiçbir şey olmadığını, olsa da bu saatten sonra onların çoktan körelip yok olduğunu fısıldayabilir. Hiç birine inanmayın, sabırla devam edin. Muhteşem bir geleceğe uzanan yolda kendi farkına varmanın anlatılmaz heyecanını yaşayın.

b- Merak ettiğiniz konuları düzenleyin.

Bir önceki adımda farkına vardığınız merak ve ilgilerinizi şimdi alt alta yazın ve bunlar içinden en önemli gördüğünüz üçünü seçin. Bu üç konuyu da kendi içlerinde sıraya sokun ve nereden başlayacağınızı bilin. Üç konuyu birbirlerine nasıl bağlayabileceğinizi de düşünün. Bu kesinlikle olması gereken değil, olduğunda verimliliğinizi yükseltecek bir eylemdir.

c- Hayata bakmak üzere farklı açılar oluşturun.

Meraklı tutum sahibi olmamızın önündeki en büyük engellerden biri de, her şeye alışmış bakış tarzımızdır. Her gün sabahtan akşama kadar gördüğümüz her olay ve varlık, mucizelerle doludur. Bu mucizeleri bize göstermeyen, hepsine zamanla alışmamızdır. Yeni bakış açıları, yeni düşünce ve yaklaşımları beraberinde getirerek merak alanlarınızı keşfetmenize yardım eder. Bunun için, şunları deneyin: Varlıklara, dünyayı ilk defa gören bir bebek veya bir uzaylı gibi bakın. Varlıklara, cennetten yeni gelmiş biri gibi veya cehennemden henüz kurtulmuş gibi bakın. Olaylar üzerine düşünürken, olayın etkilediği tüm insanların ne gibi istekleri olabileceğini ve tüm bu isteklerin nasıl karşılandığını fark etmeye odaklanın. Olayları, içinde gizlenen en az beş faydayı bulmak üzere inceleyin. Örneğin, önemli bir sınava girmek zorundasınız. Bu zorunluluk, size ve diğerlerine hangi beş faydayı sağlıyor?

d- Her gün için sorular yazın.

Her güne başlarken, o gün içinde cevabını aramak üzere iki veya üç soru yazın. Bu soruların cevaplarını o gün tam olarak bulamayabilirsiniz. Önemli olan, bilenlere sorarak, okuyup araştırarak cevapları aramanızdır.

2. Özellik: Aktif öğrenen insan, mütevazıdır.

Tam bir açıklıkla öğrenebilmek için, ”talebe” olmalısınız. Talebe, talep eden, isteyen demektir. Ancak isteyen insan, öğrenme kapılarını açabilir. Pek çok konuda olduğu gibi öğrenme konusunda da insan bir saray gibidir. Gelin o saraya girelim. Öğrenen insan, öyle bir saraydır ki, yetmiş tane kapısı olsa da bu kapıların hiç birinin kapı kolu yoktur. Anahtar deliği yoktur. Çünkü bu kapılar dışarıdan açılamaz. Kapıları açmanın tek yolu, saray sahibinin içeriden onları açmasıdır.

İnsan da öğrenebilmek için sadece kendisi kapılarını açabilir. İçeriden kapıları kapattığında, dünyanın en bilgesi ve en dâhisi de olsa, kimse ona gelip zorla bir şeyler öğretemez. Bu yüzden, anne-babasının istek ve zorlaması, çocuk değişimi istemiyorsa onu asla değiştiremez. Pek çok veli, çocuğunun elinden tutar ve onu bir uzmana götürerek, uzmanın çocuğunu değiştirmesini ister. Değişime gönlü olmayan, değişmez. İnsanlığa yol gösteren peygamberlerin kıssalarını hatırlayın. En son örnekte, Yeryüzünün Şereflendiricisi, kapıları içeriden kilitli olan amcasına gerçeği dinletememişti.

Öğrenme tevazuunu kazandıran aşağıdaki yolları deneyebilirsiniz:

a- Unvanlarınızı unutarak muhatap olun.

İnsanın öğrenmesine engel olan büyüklenme, sahip olduğu unvan ve yeteneklerle ilgili olabilir. Sürekli öğrenmeye açık olan insanlar, kendilerini asla öğrenmeye doymuş görmezler. Tarihte iz bırakan pek çok bilge, hikmeti umulmadık adreslerde bulduklarını söylemişlerdir. Biri için karınca, biri için evine gelen hırsız, bir başkası içinse bebeği öğretmen olmuştur. Önemli olan, sizin öğrenmeyi istemenizdir.

b- Bilgiyi, ummayacağınız ortamlarda da arayın.

Zihninizde kendi bilgi ve deneyim düzeyinizden aşağıda olduğunu zannettiğiniz ortamlara, bilinçli ziyaretlerde bulunun. Mesela öğrenciler arasında, çeşitli vakıf ve derneklerin paylaşım toplantılarında, size göre daha dar gelirli insanların sohbetlerinde bulunmaya bilerek zaman ayırın. Bazen de, kenar ve eski mahallelerin sokaklarında yürüyüş yapın. Eski bilgelerin yaptığı gibi, öğrenme amaçlı gezilere çıkın. Bu gezilerde tercihleriniz Batı’da olduğu kadar Doğu’da da olsun.

c- Kendi öğrenme sürecinizi düşünün.

Şu anda bilgi ve deneyim olarak size göre iyi bir konumda, yüksek yetenekler geliştirmiş olabilirsiniz. Bu hale nasıl ulaştınız? Hayatınızı adım adım gözden geçirirseniz, gençliğinizde, lisede, üniversitede, daha sonrasında, hatta belki her sene birbirinden farklı öğrenme düzeylerinde olduğunuzu fark edeceksiniz. Bu farkındalığı yaşamak adına, zaman zaman kendi ömür çizginizde hayalen dolaşın. Karşınızdaki insanın yaşında neleri biliyor, neleri bilmiyor olduğunuzu düşünün. Sonra şu ana gelin ve yine neleri bilmiyor olduğunuzu hatırlayın. Dünyanın en bilgin insanının bilgisi, bütün zaman ve mekânları kapsayan tüm bilgi (Allah’ın bilgisi) yanında bir hiçtir.

3. Özellik: Aktif öğrenen insan, cesurdur.

Birikim kazanmak sadece bilgiyle değil, bilgi ve deneyimin birlikteliğiyle olur. Bilmek de denemek de cesaret ister. Bilmek, beraberinde getirdiği sorumluluklar dolayısıyla; tecrübe etmekse öğreteceklerinden sonra sağlayacağı değişim dolayısıyla cesaret gerektirir.

İnsanın kazandığı her bilgi ve deneyim, kendisinde değişim meydana getirir. Çünkü öğrendikleriniz, size onları bilmeden önceki bir takım hata ve eksikliklerinizi işaret edebilir. Yapmanız gereken ama yapmadığınız, ya da uzak durmanız gereken ama yaptığınız şeyleri keşfetmek, birikiminizin çoğalmasının sonucudur. Yeni öğrenmeler, tehlike ya da ödül beklentinizle ilgili yeni algılamaları da içerdiğinden, sizi davranışlarınızı değiştirmeye zorlayabilir. Bu noktada anahtar faktör, sahip olduğunuz cesarettir.

Öğrenen ve bunun sonucu olarak bilinçaltı tarafından hayatında değişime zorlanan insan, cesaret sahibiyse yeni öğrenmelere devam eder. Ancak bu değişim ihtiyacını hayatına yansıtmaktan korkuyorsa, bilgiler arasında seçici olmaya ve bazılarına kulak tıkamaya başlar. Bilge insan, kendisi için kabul ettiği temel referansları baz alarak korkusuzca öğrenir ve öğrendiklerini analiz eder. Gerekiyorsa hayatına değişimi yansıtır. Bilir ki, insanların çoğunluğunun yaptıkları, her zaman doğru olmayabilir. Doğruyu ve gerçeği araştıran, bu konuda vicdanına danışan ve cesur kararlar alabilmeyi baştan göze alan insan, gerekiyorsa az olanlar içinde yer alır.

Öğrenme cesareti kazandıran, korkuları yıkan formülleri şöyle sıralayabiliriz:

a- Temel referansınızı belirleyin.

İnsanı yeni bilgi öğrenmekten korkutan şey, doğru bildiği şeylerden kopma tehlikesidir. Bu korku, bir yönden haklı, bir yönden haksızdır. Haklıdır, çünkü insan istikrar arar ve asla tarafsız değildir. İnsanın düşünceleri değerlendirebilmesi için referans alacağı bir ”doğru kabulü” olmalıdır. Aksi halde değerlendirme gerçekleşemez. Bu gerçek, az önce bahsettiğimiz korkunun haksız yönünü ortaya çıkarmaktadır. Çünkü, bir doğru ölçütüne sahip insan, onu kendisi için merkez alır ve ondan kopmak yerine, isterse onunla öğrenebilir. Doğrunuz, ışığınızdır.

İnsanı bu konuda rahatlatan, temel referansını, kendini ikna eder şekilde açıkça belirlemektir. Önemli soru şudur: ”Benim için doğru kabul ettiğim, doğruları kendisine göre sınadığım referans ne olmalıdır?“ İşte insanın sorduğu bu önemli sorunun cevabı olarak, insanı Yaratan, onun eline Kitap vermiştir.

Kendinizi hayal edin lütfen. Süratle yol alan bir gemi içinde, tanımadığınız insanların arasında uyandınız. Elinizde başka bilgi yok ve kimsenin dilini bilmiyorsunuz. Merak ediyorsunuz, nereden gelip nereye gittiğinizi, neden orada olduğunuzu, yolculuk esnasındaki haklarınızı ve yolculuğun kurallarını. Fırsatlar ve tehlikelerden haberiniz olsun istiyorsunuz. Her şeyi anlatan bir kitapçık olmalı değil mi?

b- Cesur kararlarınızın faydalarına odaklanın.

Neye odaklanırsanız, onu görür, onu işitir ve onu yaşarsınız. Uygulamaya çekindiğiniz cesur kararlarınız için de kazançlarına odaklı bir yaklaşım sergilerseniz, içinizdeki korkudan kurtulduğunuzu hissedersiniz. Denizin üzerindeki vahşi dalgalar korkutucudur, ama esas olan onun masmavi güzelliği içinde türlü canlılara yuvalık etmesidir. Güneşin yüzeyindeki alevler kavurucudur, ama esas olan onun güne doğarak aydınlık ve sıcacıklık içinde tebessüm etmesidir. Yaşadıklarınız ve muhtemelen yaşayacaklarınız için esas olanlara odaklanmanız, kendinizle dost olmanıza yardım eder.

4. Özellik: Aktif öğrenen insan, neleri, nasıl öğreneceğini bilir.

İlk 3 özellikle ateşlenen, merak, tevazu ve cesaretle donanan insan, artık aktif düzeyde öğrenmek üzere hazır beklemektedir. Bu bekleyiş, yeni bir arayışı kazandırır. Nelerin, nasıl öğrenilmesi gerektiği aranmaktadır.

Tüm başarı süreçlerinde hedef belirlemek, tüm organizasyon ve sistemlerde planlama nasıl önemliyse tüm gelişim atılımlarında da kendine yön tayin etmek önemlidir. Şu anda, aktif öğrenme donanımlarıyla hayatınızı etkileyecek bir atılım yapıyorsunuz. Elbette öncelikli ihtiyaçlarınızı, hangi zeminde olduğunuzu bilmelisiniz. Kendini bir gemide buluveren yabancıysanız, etrafınızdaki her şeyden anlam çıkarmaya çalışırsınız. Ama bu anlamları sistematize etmez ve bağlantıları çözemezseniz, büyük resmi göremezsiniz.

Ekrem Altıntepe

MoralDunyasi.com

“Zan Virüsü”nü Aileye Hiç Bulaştırmamak Lazım!

Yaşadığımız çağ iletişim çağı. Kişilerle, ailemizle, çevremizle ve toplumla kurduğumuz iletişimin niteliği hayatımız üzerinde çok belirleyici bir etkiye sahip. Hayatımızın güzel veya kötü olması kurduğumuzun iletişimin kalitesine bağlı.

İletişimde birçok faktör sözkonusu. Kelimeler, sözler, hereketler, mimikler, bakışlar… Öyleki düşüncelerimiz bile iletişimimizi belirleyen faktörlerden. Bu bağlamda acaba düşüncelerimiz özellikle zanlarımız iletişimimizi nasıl etkiliyor? Zan üzerine hareket etmek bize ne kazandırıyor, ne kaybettiriyor? Zan üzerine iletişim bina edilmeli mi? Zanlarımızdan dolayı meydana gelen iletişim kazalarını nasıl telafi edebiliriz?

Bu ve benzeri sorularımızı İletişim Koçu Münir Arıkan’a sorduk…

Zan ile hareket etmenin iletişimdeki yeri nedir?

Zan; sanmak, bilmek ve itham etmek manalarına geldiği gibi, sezmek ve şüphe manalarında da kullanılır. Meşhur kullanımındaki manasıyla zan; kesin bir bilgiye dayanmadan ve araştırmadan öyle olduğunu düşündüğümüz gerçek dışı kabullerimizdir.

İletişim güven üzerine tesis edilen çift taraflı bir sözleşmedir. Bu sözleşmeden güveni kaldırdığımız zaman kişilerin anlaşması, bilgi alışverişi ve dostluğu zedelenir. Zan; işte iletişimdeki bu güveni yok eden önemli bir virüstür. Bir kere gönlümüze yerleşti mi, ki genelde güvensizlikten dolayı yerleşir, bir daha da çıkması pek kolay olmaz.

Kişinin hem kendine hem de karşısındakine olan güveni az ise, özgüven gelişmemiş ise, bu tip kişiler iletişimlerinde zanna daha fazla yer verirler.

Ama kişinin özgüveni ne kadar gelişmiş ise, hem kendine hem de karşısındakine güvenen bir kişilik olarak, zan yerine kesin bilgiye dayalı bir iletişim kurulacaktır.

Zan ile hareket etmek iki kişi arasındaki iletişime nasıl yansır?

Kişi iletişiminde zan ile hareket ettikçe, ilk önce iletişimdeki muhabbet azalacaktır. Daha sonrasında kişiler birbirine fedakârlık yapamayacak duruma gelecek ve nihayetinde muhabbetleri de sıfırlanacaktır.

Zan mademki bilgiye değil şüpheye dayanan bir vehimdir, kaygıdır, ithamdır, o zaman iletişime zarar vermemesi için vehimden bilgiye doğru yönelmemiz gerekir. Ama insanlar genellikle açık iletişimde bulunmazlar. Mesela karşımızdaki kişi ile ilgili bir zannımız varsa, bunu onunla paylaşmayız. İçimize atarız. Bir ömür boyu o zan ile iletişimi sürdürür ve sonuçta kaliteli bir iletişimden ve nitelikli bir dostluktan oluruz. Hâlbuki içimizdeki zannı, karşımızdaki kişi ile bir paylaşsak, paylaşabilsek, belki hemen gerçeklere vakıf olacağız. Rahatlayacağız.

Bir de iletişimde içindeki zannı karşı tarafa açan ve karşının da o zannı giderici açıklamalarda bulunduğu durumlar vardır. Bu pek nadir mutlu sonla biter. Çünkü zan virüsü vücuda bir kez girdi mi, çıkması öyle kolay kolay olmaz. Karşımızdaki kişi istediği kadar aksini açıklasın, içimize bir kurt düşmüştür artık. Ve ondan öyle kolay kolay kurtulamayız.

Zanla yaşamaya alışmış insanlar için, zan bir olumsuz ve negatif enerji üretir ve bazı insanlar bu negatif enerji ile yaşar. Hakikat, onlara olan ilgiyi, acımayı, haklı görmeyi gerektirmeyeceği için, bu tip insanlar hep bir derbeder iletişim stili içinde hayıflanarak ve şikâyet ederek hayatlarını devam ettirirler.

Zan ile hareket etmek aile arasındaki iletişime nasıl yansır?

Aslında en kaliteli, en güvenli ve en fedakâr iletişim tarzı aile içindeki hasbi iletişimimizdir. Ama zan virüsü en kolay buraya bulaşır.

Bayanlarda genellikle kendisini kocasına layık görmeme durumu vardır. Eşi evde beklerken kocası kendini geliştirir, daha fazla seyahat, daha fazla eğitim ve daha fazla kariyer yapar. Bu durumda evde bekleyen hanımefendinin elinde yeteri kadar zan malzemesi birikir. Şirket ise sekreterler, okul ise öğretmenler, belediye ise çalışma arkadaşları hemen zan kayığına bindirilirler.

Adamcağız belki bir nezaket gösterip kibar konuştuğu bir telefon görüşmesi sonrasında, eşine bin hesap vermek zorunda kalabilir. Sen niye öyle konuştun? Aranızda bir şeyler mi var? Niye uzattın?

Şimdi bu filmin sonu pek hayırla bitmez. Bir, iki, üç… Derken adam aklında yoksa bile artık eşinin suçlayıcı zanlarını kabullenme aşamasına gelir. Aklında yoksa da sekreter hanıma ilgi duymaya başlayabilir. Çünkü eşinin zannı artık çekilme limitini geçmiştir, epey bunalmıştır. Ve ola ki boşanma ile sonuçlanan bir durumda, eşinin cevabı hazırdır; “Bak ben demiştim… Gördün mü? Dediğim çıktı. Hani bir şey yoktu…” Güler misin ağlar mısın? Aslında iletişim olarak baktığımızda, evet ilk başlarda gerçekten bir şey yoktu. Olay sadece hanımefendinin zannı idi. Ama gittikçe adamcağıza yüklene yüklene… En sonunda olay çığırından çıktı.

Ailede eşimizi bıktırmama adına, zan virüsünü hiç bulaştırmamak lazım.

Eşler birbirinin telefonlarını kontrol ederler bazen. Bir merakla başlar bu ama daha sonrası vahim sonuçları olur. Bunun olmaması için, açık bir iletişim seçilmeli ve eşler birbirine yüksek düzeyde güven veren bir ilişki seçmelidir.

Yoksa aile içindeki muhabbet ve huzur da yok olur.

Zan ile hareket etmek toplumlar arasındaki iletişime nasıl yansır?

Zan sadece eşler değil, akrabalar arası ilişkileri de yıpratır. Ziyaretler azalır. Ambargolar başlar ki bu durum Allahımızın kabul ettiği bir durum değildir. Toplumun güven, sevgi ve bilgiye dayanan iletişimi, öyle sanma zehabıyla zanna teslim olursa, toplumsal olarak da kalite azalacaktır.

Mesela kişiler ortaklık kuracaksa kuramayacaktır. Ortak bir faaliyette bulunmayacaktır. Birbirine muhabbetli ziyaretler yapamayacaktır.

Zaten zanna düşen kişinin kafası hiçbir zaman tıpkı bir alkolik kişi gibi, ayık olmayacaktır. Kafası sürekli şüphelerle ve kuruntularla meşgul bir insanla nasıl sağlıklı bir iletişim kurulabilir ki?

Sosyal yapı, güven ve bilgi ile desteklenmezse, zaten birbirine pek mihneti olmayan kişiler, nasıl daha bağlı ve dostça ilişkiler kurabilir ki?

Zan üzerine iletişim kurmamak, suizan ile karar vermemek için kişi ne yapmalıdır?

Bilgi, zannın panzehiridir. Sanki yangına sıkılan su gibi ateşi söndüren ve kişiyi ferahlatan bir iletişim desteğidir. Ama şeytan sürekli vesvese verirken, kişilerin bilgiye ve hakikate teslim olmaları pek kolay olmaz!

Direkt iletişim, açık iletişim, ön yargısız iletişim, zannın ilacıdır.

Kişiler arası ilişkilerde, ondan bundan duymak yerine direkt bir iletişim kurarak kendi kulaklarımıza duyma yolunu seçmeliyiz.

İletişimimiz açık bir iletişim olmalı ve kendimizi kapatmamalıyız. Kendimizi açıkça ifade etmeliyiz. Ne hissettiğimizi söylemeliyiz ki karşımızdaki da net bir cevap verebilsin.

Bir insanın bir tavrı, davranışı için bin bir sebep vardır. Ama biz genellikle, ilişkiyi bozacak en kötü yorumu ve durumu doğru kabul eder, ondan sonra da bir dosttan mahrum oluruz. Bu bir önyargıdır. Yanlışı doğru kabul etmektir.

Mesela bir akraba, ziyaretine gideceği bebeği olan akrabasına altın alamaz. Düşük bütçesi ile altın alabilmek için para biriktirmeye başlar. Ama bu arada da 1-2 ay geçer. Bebeği olan kişi, bak gördün mü beni sevse hemen gelirdi. Zaten bana karşı soğuk davranıyordu diye yazmaya başlar.

Burada her iki tarafında da yaptığı yanlış. Bebek olunca illa altın götürmek gerekmez. Durumumuzu net olarak ortaya koymak lazım. “Şu anda bir kıyafet alabildim inşallah daha sonra altın da alırım” veya “İnşaallah daha sonra altın alırım” demeye bile gerek yok. Durumun neyse o. Abartmamak lazım. Ama insanlar bunu niye yapıyorlar? Çünkü zan altında kalacaklar. “Bak bir altın bile takmadı… Oysa kendi yeğenlerine neler taktı” vs. Yani toplumun kendi aleyhimize zan ihtimali bile, bizi birtakım yanlışlara sevk edebilmektedir. Ki bunlardan kurtulmadan rahatlık söz konusu değildir.

Zan ile hareket edildikten sonra yanlış yaptığını fark ettiğinde kişi ne yapmalıdır, nasıl davranmalıdır?

Özür en büyük erdem. Tevbe Allahımızın en sevdiği amel.

Eğer kişi yanlış yaptığının farkına varmış ise, Allah onu bir yanlıştan kurtarmış, hakikat ile taçlandırmış demektir. Ama özür dileyebilme erdemini gösteremez herkes. Hele hele yıllar yılı zanna teslim olup, lafların çoğalmasına sebep oldu ise, hatadan dönmek öyle pek kolay olmaz.

Kişilerin bu durumda kabul etmeleri gereken şey; Allah tarafından bir hediyeye kavuşturuldukları gerçeği olmalıdır. Çünkü hakikat, gerçekten de Allah tarafından yollanılan bir hediyedir, lütuftur. Kişi hakikate muttali oldu ise, bu lütfun gereği, özür dileyip hatadan dönebilmektir. Ya hep hatada kalsaydım diye hayıflanarak, hatadan kurtulma şükrünü özürle ve artık daha kaliteli bir iletişimle taçlandırmaktır.

Özür insanların daha mutlu olmasını sağlar. Sadece özür dilediğimiz kişi değil, özürle biz de mutlu oluruz. Hatadan kurtulmanın verdiği mutluluk, gönül almanın verdiği mutluluk, içimizde ayrı bir sevinç doğurur.

Ekrem Altıntepe

Moraldunyasi.com

Aileyi fark etmek, huzurun ön şartıdır!

Günümüzde huzurlu bir hayat için gerekli şartların başında “çok çalışmak, çok kazanmak, çok harcamak” gibi kriterler sunulur. Huzuru yakalamak için de çok çalışılır, hatta bu uğurda aileler, eşler, çocuklar ihmal edilir. Bahane de hazırdır: “İşimde başarılı olup çok kazanayım ki size daha fazla vakit ayırabileyim…

Fatih Üniversitesi Öğretim Görevlisi Uzman Pedagog Adem Güneş ise bunun tam tersini söylüyor. Güneş, dış dünyada yani iş hayatında başarıyı yakalamak için önce iç dünyada yani ailede başarılı olmak gerektiğine vurgu yaparak “Kişi kendi içerisinde derinleşmeyi ne kadar çok başarabilirse dış dünyada da o oranda başarılı olur. Kişi kendi içerisine ne kadar derinleşirse ve orayı tamamlarsa farkına varmadan dış dünyada da başarıları arka arkaya gelir. Çünkü huzurludur, çünkü dirençlidir, çünkü mutludur, çünkü hayata pozitif bakıyordur… Onun yanında güç veren bir çocuğu, yanında güç veren bir eşi vardır. Dolayısıyla o kişi tek başına değil üç-dört kişinin gücüyle birlikte farkına varmadan bir yücelik içerisindedir. Onun karşılığını da mutlaka bulur. Aile, huzurlu bir hayatın ön şartıdır” diyor.

Güneş, kendisiyle yaptığımız söyleşide huzurlu bir hayat için öne sürülen gerekli kriterleri yeniden gözden geçirmemiz gereken bilgiler verdi.

Günümüzde modern hayat adı verilen yaşam tarzı, yani sürekli bir yerlere yetişme, sürekli bir yerlere koşturma, sürekli bir şeyler yetiştirme, şehrin kargaşası içinde kaybolma aile hayatımızı ve çocuklarla olan irtibatımızı nasıl etkiliyor?

Modern hayat hızlı akıyor. Bir taraftan belli kazanımları oluşturma çabası, bir taraftan kariyer oluşturma çabası, bir taraftan hayatın belli yerlerine tutunabilme ve orada kalabilme çabası var. Ayrıca modern hayatın bizim kültürümüzün dışında tanımladığı başarı kriterleri var. Bunlar hem bizim kültürümüzün dışında hem de insan ruhunun huzuru ve mutluluğunun dışında olan şeyler. Kim ne kadar iyi bir makam sahibi ise başarılı olarak adlandırılıyor, kim ne kadar çok sosyal itibarı yüksek olan mesleğe sahipse başarılı olarak algılanıyor, kimin ne kadar parası çoksa o kadar kaliteli olarak algılanıyor.

Modern hayatın başarı kriterleri insan ruhunu huzursuzluğa götüren ve belki de başardım zannettiği zaman içerisindeki huzursuzluğu artıran kriterler. Halbuki biz insanı psikolojik olarak ele alacak olursak insan kendi fıtratına, kendi doğasına uygun bir yaşam içerisindeyse, kendi fıtratına, kendi doğasına uygun bir meslek içerisindeyse, kendi fıtratına, kendi doğasına uygun bir evlilik içerisindeyse, kendisinin doyabileceği noktada durabilen bir ekonomik büyüyüş içerisindeyse, belli bir noktadan sonra burada yeter diyebilecek bir kariyer yükselişinin içerisindeyse, sosyal alandaki kazanımlarını belli bir noktada durdurabilecek bir güce sahip ve bununla birlikte kendi içine derinleşecek bir başarıyı elde etmişse onun adına psikolojik olarak bu kişi başarmıştır diyebiliriz. Ama sanayi toplumunun ve dijital çağın getirdiği hız insanı huzurlu etmekten daha çok, bir hedef belirleyip o hedefe ulaştırıp daha sonra bir sonraki hedefi gösterip sürekli bir tatminsizlik içine sürüklüyor.

Sanayi toplumu, aslında bir bakıma insana kazanımlar elde ettiren ama bir bakıma mutsuz eden serüvenin adı olmuş oluyor.

Peki bütün bu koşturmaca içerisinde kişi ailesini, eşini ve çocuklarını fark edebiliyor mu yoksa tamamen unutuyor mu?

Sanayi toplumuna bakıldığında aile şu anda çok da öyle hedefe konmuş bir yer değil. Batı’da çok defa bireysellik ön planda tutuluyor. Sanayi toplumu reprezentatif insan öngürüyor. Bir insan konferans salonunda yüzlerce kişinin karşısında ellerini açıp konuşabiliyorsa, bir şirketi yönetebiliyorsa, televizyonlara çıkabiliyorsa yani dış dünyaya hitap edebiliyorsa kişiyi başarılı olarak tanımlıyor. Oysa sizin söylediğiniz aile, çocuk vs. şeyler içe dönük başarının birer karşılığı. Aile kurabilmek dışa dönük bir şey değildir. Kendi içerisinde yeterliliği hissedebilen, kendi içerisinde huzuru bulan, kendi içerisinde sadakati olan, kendi içerisinde duyularıyla, hisleriyle var olan bir kişi aile kurabilir. Modern dünya ise daha çok dışa dönük insanı tercih ediyor. Dış dünyada birçok kişi var ki çok başarılı ancak içe dönük yaşama baktığınız zaman huzursuzluklar, gerginlikler, öfke bozuklukları, duygu durum bozuklukları, narsist bozukluklar, eşiyle anlaşamama, çocuklarıyla anlaşamama ve hayatın birçok noktalarında huzursuzluklar içerisindedir.

Dış dünyaya karşı konuşabilen, televizyona çıkabilen, konferanslar verebilen insanın iç dünyasında yani aile yaşamında da başarılı olması gerekmez mi?

Kişi dış dünyada var olduğu zaman onun duygu dünyasından istekleri olan kişiler yok. Dış dünyada kendisinden sevgi isteyen, kalıcı sevgi isteyen bir kişi yok karşısında. Dış dünyada daha çok yüzeysel bir iletişim içerisinde olunduğu için çok da problem değil dış dünyayla iletişim içerisinde olmak… Ancak çocukla iletişime geçmek, eş ile iletişime geçmek daha derin, daha uzun süreli karşılığı olan şeyler. Bir televizyon konuşması içerisinde kişi o sırada konuştuğu kadar konuşur, ancak mesela çocuklarla iletişimde güven ister, sakinlik ister, babalık ister, dokunmak ister, göz göze gelip kahvaltı yapmak ister çocuk… Tüm bunlar televizyondaki konuşmada veya salonlarda konuşmada ya da bir siyasi partinin lideri olmak gibi şeyler değil.

Dış dünyada başarılı bir insanın iç dünyasında da başarılı olabilmesi için daha doğrusu dış dünyayı fark ettiği gibi ailesini de fark edebilmesi için, her iki tarafı da başarıyla götürebilmesi için neler yapması gerekir?

Aslında dış dünyada yani iş hayatında başarıyı yakalamak için önce iç dünyada yani ailede başarılı olmak gerekiyor. Kişi kendi içerisinde derinleşmeyi ne kadar çok başarabilirse dış dünyada da o oranda başarılı olur. Kişi kendi içerisine ne kadar derinleşirse ve orayı tamamlarsa farkına varmadan dış dünyada da başarıları arka arkaya gelir. Çünkü huzurludur, çünkü dirençlidir, çünkü mutludur, çünkü hayata pozitif bakıyordur… Onun yanında güç veren bir çocuğu, yanında güç veren bir eşi vardır. Dolayısıyla o kişi tek başına değil üç-dört kişinin gücüyle birlikte farkına varmadan bir yücelik içerisindedir. Onun karşılığını da mutlaka bulur. Aile, huzurlu bir hayatın ön şartıdır.

Kişi her hâlükârda dışarıda başarılı oldu ama içeriyi çok defa ihmal ettiyse o zaman klasik tanımıyla kişinin kendi eliyle zaman planlaması yaparak kaliteli iletişim halinde olması lazım. Eğer böyle bir şeyi başarabilirse dışarıda başarılı olmayı yakalayan kişi, içeriden de destek alırsa başarısı iki kat, üç kat artar. Yapılan çalışmalar da onu gösteriyor. Bunu bilen şirketler çalışanlarının aile yaşamını, aile içi iletişimini desteklemek üzere seminerler ve kurslar düzenliyorlar. Kişinin aile içindeki iletişimini düzenli hale getirdikten sonra şirketin performansı da artıyor.

Formül aslında tersten işliyor yani. Önce aileni fark et ki iş hayatında da başarılı olabilesin. Fakat günümüzdeyse tam tersi gibi düşünülüyor, “Ben ne kadar çok çalışırsam, ne kadar kendimi işime adarsam o kadar çok başarılı olurum” deniliyor.

Günümüzde bir yanılgı sonucu kişi dışarıda başarıyı elde etmek istiyor, bunun için de aileyi ihmal ediyor. Şu anda zaten ailelerin yaşadığı temel problem bu… Yani “Birazcık daha kazanayım sizle ilgileneyim, daha yukarıya çıkayım sizle ilgileneyim, milletin meselesini halledeyim sizle ilgileneyim…” Oysa kişi çocuklarını, eşini, evini ihmal ettiği için aile problem haline gelmiş. Kişilerin önce kendi ailesini kurgulaması lazım. Gençlere büyük büyük hedefler göstermeden önce bunun anlatılması gerekir. Kişinin bir numaralı hedefi ailesini kurgulaması, aile sistemini nasıl yükselteceğini düşünmesi, eşiyle muhabbetini nasıl arttıracağını, çocuğuyla birlikte nasıl bir birliktelik içerisinde olması gerektiğini düşünmek olmalıdır. Gençlere bunlar anlatılmalı, bu bilinç kazandırılmalıdır. Bir delikanlı eşiyle birlikte dirilmeye başlayınca gözleri çakmak çakmak olur. O kişi hangi işi yapıyorsa zaten başarılı olur.

Aileyi fark etmek, hissetmek diğer başarıların da tetikleyicisi bir anlamda…

İçte kendi derinliğini elde etmeden dışarıya doğru yönelmiş olan kişilere baktığımızda ham olduklarını, çiğ olduklarını, söylediklerinin aksine davrandıklarını, güven oluşturamadıklarını görüyoruz. Dışarıda bir şekilde başarıyı elde etmiş ama kendi içsel derinliği olmayan böyle kişiler aslında topluma da zarar veriyor. Çünkü elde etmiş oldukları başarı başkalarına da örnek oluyor. “Falancanın ailesi yok, falanca zaten iki kere üç kere ayrılmış dördüncüsüyle birlikteymiş, falanca zaten eşini dövüyormuş” gibi şeyler gençlerin “Demek ki aile olmadan da olabiliyor, sevgi olmadan da olabiliyor, sadakat olmadan da olabiliyor” diye düşünmelerine yol açıyor.

Amerikan ve Avrupa filmlerinin bazılarında şöyle sahneler vardır: Patron, çalışanını daha iyi tanıma adına onun evine akşam yemeğine giderek çalışanın aile hayatını tanımak ister. Aslında bu film sahnesi Batı yaşantısında bir gerçektir. Aile hayatında başarı o kültürlerde özellikle yüksek düzeyde yöneticilerde aranan bir şeydir. “Aile hayatı zayıf olan kişinin işteki verimliliği de sadakati de o kadar zayıf olacak” diye kişiyi ailesiyle birlikte tanımak ister patron.

Aileyi fark etmenin en temel unsuru nedir peki?

Bir beyefendi, bir hanımefendi ailesini kurgulamak istiyor ve yaşamı gerçekten yaşamak istiyorsa eşiyle birlikte çocuklarıyla birlikte yaşamak istiyorsa yapacağı en önemli şey ailedeki hayatı yavaşlatmak olacaktır.

Mesela peşi sıra planlanmış 3-4 tane günlük etkinlik yerine sadece bir tane etkinlik yapmak… “Sabah 8’de kalktık, çocuk okula gitti, saat 12’de geldi, saat 13’te şunu yapacağız, saat 14’te şuraya gidelim, saat 15’te arkadaş gelecek, saat 17’de şu olacak, saat 19’da şu yapılacak…” Kişi bu kadar enerjiyi taşıyamaz. Dolayısıyla yapabildiği kadarına razı olmak gerekir. Özellikle akşam saat 6’dan sonrasını, 7’den sonrasını aile dışında başka şeylere planlamamak gerekli. Eşi eve geldiği zaman bir kadın hâlâ telefonla konuşuyorsa, eşi varken internetin arkasındaysa bu kişi yaşamı yavaşlatamaz. Çünkü zaten zihnen bir sonrakine ya da aklının kaldığı yere odaklı olduğundan dolayı yavaşlayamaz.

Ekrem Altıntepe

Moral Dünyası Dergisi

Fatih Çıtlak: “Yeme-içme merkezli düşünmek Ramazan’ı israf etmektir”

“Ramazan’da sadece oruca odaklanılması, sadece iftar ve sahurun beklenilmesi, yeme-içme merkezli düşünülmesi, sahur ve iftar arasında veya iftar ve sahur arasında başka ibadetlerin ve kulluk görevlerinin bulunmaması Ramazan’ı değerlendirememek, adeta israf etmektir.”

Ramazan ayı, içerisinde birçok ibadeti ihtiva eden bir ay. Kur’an, namaz, zekât, sadaka, itikâf ve oruç gibi birçok ibadetin bulunduğu bu ay maalesef günümüzde daha çok oruç ibadeti ile ön plana çıkıyor. Tüketim toplumunun getirdiği bir özellik sonucu olarak da oruç adeta “yeme-içme”ye odaklanmış durumda…

Orucun Ramazan ayındaki ibadetler için adeta bir ön hazırlık olduğunu söyleyen, Mesnevî üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Fatih Çıtlak,Ramazan’da oruçla yemenin içmenin tatil edilmesi insanın asıl yapması gereken şeye odaklanması içindir” diyor.

Ramazan’da sadece oruca odaklanılması, sadece iftar ve sahurun beklenilmesi, yeme-içme merkezli düşünülmesi, sahur ve iftar arasında veya iftar ve sahur arasında başka ibadetlerin ve kulluk görevlerinin bulunmaması Ramazan’ı değerlendirememek, adeta israf etmektir” diyen Fatih Çıtlak ile Ramazan’ı hakkıyla değerlendirebilmek üzerine söyleştik…

Günümüzde “Ramazan” denince akla ilk önce oruç geliyor. Ramazan sadece oruç ayı mıdır?

Ramazan ayı sadece oruçtan ibaret değildir. Oruç, Ramazan ayında verilen şeye önem ve ehemmiyet göstermek için emrolunduğu bir aydır. Cenab-ı Hak, ayet-i kerimede Ramazan ayından bahsederken önce oruçtan değil Kur’an’ın indirilmesinden bahsediyor. Ramazan ayında Kur’an’ın indirilmesine, hidayet edici özelliğine, apaçık korunmasına ve hakkı-batılı, hayatımıza lazım olacak her şeyi tefrik edebilecek bir özellikte olduğuna işaret ediyor, sonra bu aya erişirseniz onda oruçlu olun diyor.

İlkokul eğitiminde bile sınıfta ders sırasında yeme-içme yapılmaz. Niçin? Çünkü o sırada yapılan asıl işe, yani ilim öğrenmeye mani olmasın diye. Velilere de sıkı sıkıya tembih edilir, okula gelmeden önce çocuğunuza kahvaltısını yaptırın, beslenmesini hazırlayın, beslenme saati haricinde yiyecek bir şey vermeyin diye. İlim yuvası olması gereken mekteplerin bu işle bu kadar ilgilenmelerinin sebebi vücudun yiyecek içecek gibi mevzularla bedeni ve zihni yormaması, aslolan öğrenme işine odaklanılması içindir.

Tasavvufta var olan halvet, riyazat gibi şeyler de asıl mevzuya odaklanmak için yemeyi-içmeyi tatil etmedir aslında. İşte Ramazan da oruçla yemenin içmenin tatil edilmesi, insanın asıl yapması gereken şeye odaklanması içindir.

Ramazan ayının şerefli olduğu belirtilerek bir kulluğa davet var. İşte oruç bizi bu kullukta adeta melekleştiriyor, meleklerin üstünde bir yere çıkarıyor. Peki bu yere çıkmaktaki amaç nedir? Buradaki amaç Allah’ı daha iyi idrak edebilmektir.

Ramazan ayında tutulan oruç bir amaç değil bir araç aslında. Gerçek kulluğu yaşayabilmenin ve Ramazan ayının bereketinden istifade etmenin bir aracı…

Misalimizi şöyle tamamlayalım isterseniz: Çocuğun eğitimi için beslenmenin önemli olduğunu söyler ve çocuğunuzu sabah yedirip, öğle yemeğini yedirip okula göndermezsiniz size ne gözle bakarlar? Ramazan ayının imsak ve sahur arasında bir oruç olması, sahur ve imsak arasında diğer ibadetlerin yapılmaması, bu arada başka ibadetlerin bulunmaması aynen buna benzer…

Yani Ramazan ayında sadece oruca odaklanılması, başka ibadetlerin yapılmaması, Ramazan ayının değerlendirilememesi, tabiri caizse israf edilmesi anlamına mı geliyor?

Aynen öyle. Ramazan’da sadece oruca odaklanılması, sadece iftar ve sahurun beklenilmesi, yeme-içme merkezli düşünülmesi, sahur ve iftar arasında veya iftar ve sahur arasında başka ibadetlerin ve kulluk görevlerinin bulunmaması Ramazan’ın değerlendirilememesi, sizin tabirinizle israf edilmesidir.

Ramazan’ın bereketinden istifade etmek için nasıl bir hal üzere olmalıdır insan?

Ramazan’ın fiilen yaptığımız güzelliklerin yanında bir başka bereketi daha vardır. Nasıl ki Kâbe’de kalbimizden geçirdiğiniz sevaplar ve iyilikler tıpkı yapıyormuşçasına karşılık bulur, aynı onun gibi Ramazan’da oruç gibi, namaz gibi, Kur’an gibi fiilî ibadetlerine dikkat eden kişinin aklından ve kalbinden geçirdiği iyilikler de sanki işlemişçesine sevap olarak yazılır. Bu ayın hürmetine Allah (c.c.) fiilî olarak güzellikler yapan kulunun ayrıca aldığı nefesi, içinden geçirdiği güzel niyetleri hususi olarak kendi hazinesinden öder. Yani meleklerine “Falanca kulum şunu düşündü bir hasene yazın” şeklinde değil, meleklere bile yazdırmadığı, bizzat kendisinin kaydettiği bir sevaba mazhar eder kulunu. Bu açıdan bakıldığında Ramazan’da suskunluğumuz bile tefekkür odaklı olmalıdır. Bu ayda tefekkür odaklı, Allah sevgisinden veya korkusundan boynunu büküp iki damla gözyaşı döken bir insan Ramazan’ın bereketinden çok farklı bir şekilde istifade eder.

Orucun bir araç olduğu, ibadet ve taatten maksadın Zatullah olduğunu bilip, Allah’a yakınlaşmak, Cemalululah’a erişmek için nasıl gayret edebilirim şeklindeki düşünce yapısına kavuşmak için yaşanmalıdır Ramazan. Öyle bir Ramazan yaşamalıyız ki bizi görenler Allah’a yakın olmaya özensinler.

Bu bağlamda herkesin kendince Cenab-ı Hakla arasında mani olan perdeleri kaldırmak, kendisini gafletten korumak için bir oruç programı yapması lazım. Bunun için insanın şu düşünce içinde olması lazım: “Ben Ramazan’ın Ramazan olduğunu ve oruçlu olduğumu anlamak yani Mevla ile olan irtibatımı ve Ramazan’ın muhatap olarak aradığı insanı ortaya çıkarmak için bu aya eriştim.” Bu düşünceyi tüm iliklerimize kadar hissedebiliyorsak işte o zaman Ramazan’ı gerçek manasıyla yaşayabiliriz.

Kişi, oruçlu olduğu veya olmadığı belli olmayacak bir hal ve tavır içindeyse zaten o kişi zahiren her ne kadar oruçlu olduğu söylense de gerçek manasıyla Ramazan’ın bereketinden faydalanamamış, Ramazan’dan gerçek manasıyla istifade edememiş demektir.

İnsan Ramazan’da kendi nefsine arif olmalı, orucunun kendi üzerindeki tesirine bakmalı ve “Oruç bana neden tesir etmiyor” diye bunun cevabını aramalı.

Herkes Ramazan’da Mevlasını iliklerine kadar hissedecek, Kur’an-ı Kerim’i, namazı, zikri iliklerine kadar hissedecek bir yapılanma içinde olmalı. Kişi eğer bunu yüz kişiye ziyafetle yapıyorsa öyle yapsın, evinden hiç çıkmayarak yapıyorsa öyle yapsın, camide sabah akşam durarak yapıyorsa öyle yapsın, birisinin yükünü taşıyarak yapıyorsa öyle yapsın… Ramazan’ı idrak etmenin bir klişesi kalıbı yok fakat kişi biraz önce sözünü ettiğim yapılanma olmadan Ramazan’ı kavuştuğunu da düşünmesin.

Ramazan’ı bahsettiğiniz hal üzere değerlendiremeyen insanlar hakkında ne dersiniz?

Ramazan’ı hakkıyla değerlendiremeyen insan, yani namazsız, zikirsiz, Kur’an’sız bir ay geçiren insan her şeyden önce en hafif tabiriyle akılsızdır. Amerika’da bir adam uygunsuz bir yere park ettiğinde polis ondan ilk önce akıl sağlığının yerinde olup olmadığını kontrol ettirmesi için doktora gönderir. Doktor eğer sağlıklı olduğu yönünde rapor verirse ondan sonra ceza kesilir. Ramazan ayına erişip de onu hakkıyla değerlendiremeyen kişinin her şeyden önce akıllı olup olmadığını sorgulamak lazım.

Ramazan’da orucumuz, zikrimiz, Kur’an’ımız gözle görülür şekilde, ruh iklimimiz de fark edeceğimiz şekilde değişmesi lazım. Eğer bunlar olmuyorsa Ramazan bizi teğet geçti demektir.

Eğer bir insan Ramazan’da bazı huylarını değiştiremiyor, güzel yeni hasletler edinemiyorsa Ramazan Kur’an’ın muhatap olduğu insana kavuşamamış demektir. Ramazan kendi kadr ü kıymetini bilecek insan arar ve bulduğunda onun hakkında şahitlik yapar. Onun için Ramazan’ın hüsn-ü şehadetinden mahrum kalmak israfların en büyüğüdür. Nasıl ki hac mevsiminde Arafat orada bulunan insanlara şahitlik edecekse, Hacerü’l-Esved kendisini selamlayan insanlara şahitlik edecekse eğer Ramazan da kendi kıymetini hakkıyla bilen ve değerlendiren insanlar hakkında şahitlik yapacaktır.

Yazarı : Ekrem Altıntepe

Moral Dünyası Dergisi

Tatil, sosyal hayatı öğrenme sürecidir!

Dünyada en çok tatil yapan ülkelerden birisi olarak, tatil süreci adeta bir boş kalma, iş yapmama süreci olarak algılanıyor maalesef. Okullar veya işyerleri tatil olmuş olabilir ama hayat devam ediyor, hem de tüm hızıyla. Dolayısıyla tatilde ailemizi, çocuklarımızı veya sosyal iletişimde olduğumuz insanları hayatımızdan çıkartamıyoruz.

Esasen tatilde şöyle bir durum da ortaya çıkıyor: Anne-babalar çocuklarıyla okul döneminden çok daha fazla zaman birlikte olmaya başlıyorlar. Tatile çocuk terbiyesi açısından baktığımızda aslında anne-babaların işi daha da artıyor.

Acaba çocuklarla tatili en iyi nasıl değerlendirebiliriz? Tatili çocuk terbiyesi açısından en verimli hale nasıl getirebiliriz?

Bu ve benzeri sorularımızı yönelttiğimiz Fatih Üniversitesi Öğretim Görevlisi ve “Tatil Sürecinde Çocuk Eğitimi” kitabının yazarı, Uzman Pedagog Adem Güneş bu konuda önemli bilgiler verdi…

Siz Avrupa’da hem eğitim aldınız hem de eğitim verdiniz. Uzunca bir süre yurt dışında yaşayan birisi olarak Türkiye’de tatil süreci doğru değerlendirilip tatil psikolojisi doğru algılanabiliyor mu?

Batı’da tatilin öğrenmenin yeni bir süreci olarak algılandığını görüyoruz. Tatil süreci yaklaşmaya başladığı sürede kişiler hangi ülkeye tatile gideceğini, hangi ülkede ne yapacağını, neden o ülkeyi seçtiğini ya da ülkesi içerisinde tatil yapacaksa nerede bulunacağını, orada neler yapacağını planladıkları çok belirgin bir kültür var Batı’da. Bu planlama sürecinde tatil için gidilecek yerdeki etkinlikler ve orada ne gibi kazanımlar olacağı konuşuluyor. Örneğin; Yunanistan’ın Atina şehrine tatile gidilecekse, tarihî yerler, önceki yıllarda gitmiş olanların hatıraları, gazeteler, dergiler yoğun bir şekilde taranıyor.

Türkiye’de ise tatil bir boş kalma süreci, rahatlama süreci olarak algılanıyor. Gerilmiş, sıkılmış insanın birazcık rahatlayayım diyerek boşta kaldığı bir değer olarak algılanıyor. Bu bakımdan baktığınızda ikisi arasında çok ciddi fark vardır.

Bir pedagog olarak Türkiye’deki tatile bakış açısını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tatil sürecinde de yaşam devam ediyor. Ailenin içerisinde henüz yaşamını kurmamış, öğrenme çağında olan çocuklar varsa, öğrenme süreci ve yaşam süreci hâlâ devam ediyor ise tatili boşta kalma süreci, rahatlama süreci olarak değerlendirmek gerçekçi değil. Öte yandan ülkemiz gökyüzü, güneşi, denizleriyle çok zengin bir ülke olduğu ve yoğun turizm yatırımı yapıldığından, yatırımın da çoğunun deniz ve sahil turizmine yönelik olduğundan tatil denizlerde rahatlama, deniz kenarında boş kalma olarak algılanıyor. Hâlbuki tatil böyle bir şey değildir.

Ülkemizde dokuz ay boyunca gerek okulda gerekse ailede çocuklar ciddi bir eğitime ve terbiyeye tabi tutuluyorlar. Uzun bir süreç olan üç aylık tatil süreci içerisinde hem eğitime ara verilmiş olması, hem de ailenin rahatlama sürecine girerek çocuk terbiyesini gevşetmesi çocuk üzerine ne gibi etkiler yapar?

Eğitime ara verilmez. Tatili bir başkasının müfredatını uygulamaya ara vermek şeklinde algılamak gerekiyor. Okulların yoğun bir müfredat programı var. Sabahın erken saatlerinden akşamın geç saatlerine kadar sürüyor. Ayrıca sınav kaygısı, stres, üniversite ve liselerin giriş sınavları derken çocuklar hakikaten yoğun bir baskı altında tutuluyor. Tüm bunlara rağmen tatil öğrenmenin devam ettiği bir süreçtir. Bir başkasının programından çıkıp, kendi başınıza bir program yaparak ailece uygulayabilecek bir eğitim sürecine girildiği bir dönemdir. Üzerinizden bir otorite kalkmış oluyor. Tatilin okuldaki eğitimden tek farkı budur. Aile reisi olarak aile büyüklerinin yapacağı en önemli şey ailenin kendi müfredatını kendilerinin yapmasıdır.

Tatil sürecini ailenin kendi müfredatını uygulayabileceği serbest bir zaman olarak mı değerlendirmek gerekiyor?

Evet. Eğer programsız bir tatil olursa hangi gün, nerede ve niye sorularına cevap vermeden sabah kalkılıp bir yere gidilir, öğleden sonra hiçbir yere gidilmez, tatille alakalı hiçbir şey konuşulmazsa, anne veya babanın aklından geçen yere çocuklar sürüklenirse okuldaki o stresli süreci bile özler çocuklar. Çocukların söz hakkı olmadığı, hiçbir şekliyle ne olacağı belli olmayan kaotik bir tatil dinlenmeyi değil, stresi beraberinde getirir. Tatil dönemi bu tür kaotik plan ve programsızlıktan dolayı çok defa ailelerin mutlu başlayıp kavgayla bitirdikleri bir hal alıyor. Aile fertleri beklentilerini karşılayamıyor.

Milli Eğitim’in müfredatında belirlenmiş köşe taşları var. Yani şu kadar süre eğitim yapılır, şu tarihte şu sınav var, bu tarihte bu sınav var gibi bir müfredatı var ve bunu uyguluyor. Tatilde ise ailenin müfredatı devreye giriyor. İdeal bir tatil müfredatında hangi köşe taşlarının olması gerekir?

Tatilde ilk planlanacak şey zamandır. Yani tatil bir haftalık veya aylık tatilse harita üzerine yatırılır gibi zamanı planlamak lazım. Arkasından mekân planlaması yapılır. “Bir aylık tatilde 15 gün şuradayız, 5 gün buradayız, 2 gün buradayız” gibi mekân planlaması yapılmalıdır.

Sonra mekân planlamasının içinde aktivitelerin planlanması gerekir. Asıl problem burada çıkar. Çünkü genellikle burada beklentilerin çakışmasını görürüz. Aktiviteler planlanırken baba dinlenmek ister, anne ise annesine gitmek ister, çocuklar tatil köyüne gitmek isterler. Babanın burada aile reisi olarak planlanacak günlerin içerisinde hangi aktivitelerin olacağını problemsiz şekilde doldurmuş olması gerekir.

Peki tatilde çocukların ders çalışması için bir plan yapılması gerekir mi?

Tatil, ders çalışma süreci değildir. Tatil gezme, eğlenme dönemidir. Aileler; çocuk ders kitabını yanına almıyor, boş geçiyor, bir şey öğrenmiyor diye korkmamalılar. Çocuk; bir otobüs yolculuğunda, bir şehre gezmeye gittiğinde, babası birisiyle konuşurken, rezervasyon yaptırıldığında, tatil yerinde insanlarla ilişkide her bir faaliyette sosyal bir öğrenme gerçekleştirir. Bu sosyal öğrenmeler okulda olamayacak şeylerdir.

Eğer anne-babalar tatil döneminde de çocukların önüne ders kitabı koyarlarsa bu sosyal öğrenmenin önüne geçmiş olurlar. Bazı aileler vapur yolculuğunda çocuğun önüne vakti boş geçmesin diye kitap koyuyorlar. Çocuk midesi bulana bulana ders yapıyor. Oysa bir vapur yolculuğunda çocuğun öğreneceği çok şey vardır. Kaptanından tutun da oturma düzenine kadar pek çok şey öğrenebilir. Baba elinden tutup güverteyi, kaptanı, çapayı, vapurun nasıl gittiğini, suyun kaldırma kuvvetini anlatmış olsa hayatın içinden bir şeyler öğretmiş olur. Dolayısıyla öğrenme tatil sürecinin her aşamasında devam eder.

Anne-babalar fırsatları kollasınlar. Öğrenmek demek illa ders kitabını okumak demek değildir. Tatil döneminde çocukların en ezildikleri nokta budur. Özellikle şunu belirtmek isterim: Öğretmenler tatil döneminde çocuklara tatil ödevi vermemeliler. Eğer bir tavsiyede bulunacaklarsa “Gittiğiniz yerlerde resim çekin, gittiğiniz yerdeki en meşhur yiyeceğin tarifini getirin” diyebilirler. Bunu notla değerlendirmek yerine tatil yerlerini daha dikkatli gezmelerini, bunları arkadaşlarıyla paylaşmalarını sağlayabilirler.

Ben burada başka bir konuya daha temas etmek istiyorum…

Tabii, buyurun…

Tatil, ailenin gerçekten de bir aile olup olmadığının anlaşıldığı bir dönemdir. Tatil döneminde çocuklar beraberken, anne-babalarıyla birlikteyken oflayıp pufluyorsa, “Ben sıkıldım” diyorsa, “Ben başka yere gideceğim” diyorsa, aile bir arada duramıyorsa burada bir sorun var demektir. Ailenin aile olma fonksiyonunun görüldüğü tek dönem tatil dönemidir. Çünkü okul ve çalışma döneminde anne-babalar 7-8 saat birbirlerinden ayrı kalıyorlar, çocuklar keza birbirlerinden ayrıdırlar. Çocuk bu süreçte aidiyet duygusuyla aileye bağlı olup olmadığını göremiyor. Tatil bunun en iyi görülecek yeridir. Aile eğer tatilde bir arada kalmayı beceremiyorsa, anne-babalar ailedeki aidiyet eksikliğini görmeliler.

Tatil süreci bu eksikliğin giderilmesi için nasıl değerlendirilmeli?

Tatil, aile fertlerinin birbirlerini daha yakından tanımaları için bir fırsat olarak değerlendirilebilir. Baba 18 yaşına gelmiş oğlunu daha yakından tanımak için bir banka oturup ne düşündüğünü konuşarak birbirlerini daha yakından tanımalarını sağlayabilir. İşte bu anın yaşanması tatilin en verimli geçtiği anlardandır diyebiliriz.  Yoksa mutlaka eğlenmek, birlikte bir boş vakti değerlendirmek, dinlenmek, rahatlama süreci yaşamak elbette önemlidir. Ama aidiyet yoksunluğu gibi ailenin bir takım temel unsurları varsa, kaç kere denize girilirse girilsin, kaç kere lunaparka gidilirse gidilsin bir netice alamayacaktır. Tatil süreci, ailedeki aidiyet yoksunluğunun giderilmesi için en iyi şekilde değerlendirilmelidir.

Yaz Okulları

Her yıl giderek yaygınlaşan yaz okulları konusunda birkaç hususu belirtmekte fayda var. Bilindiği gibi yaz okulları gerek öğrencilere gerekse yetişkin­lere yönelik olarak organize edilmektedir. Yetişkinlere yönelik yaz okullarının arasında, ebru kursları, ney kursları, yabancı dil kurslarını sayabiliriz. Böylesi kurslara gitmek, tatil sonrasına da bir avantaj olduğu için bunları tavsiye edebiliriz.

Ancak öğrencilere yönelik olarak düzenlenen yaz okullarında anne-babaların bazı kriterleri gözden geçirerek karar vermeleri gerektiğini hatırlatmakta fayda var. Yaz tatilleri kötü alışkanlıkların kazanıldığı dönemlerin başında gel­mektedir. Tatilde gençler, birbirleriyle ilk defa karşılaşıyor ol­­manın ve (ihtimal ki) bir daha da kar­şılaşmayacak olmanın ver­diği rahatlık içinde davranabiliyorlar. Böyle­si bir rahatlık suni dostlukların ve mas­keli iletişimlerin de zemini olu­yor.

İşte bu itibarla bakıldığında, her ne kadar yaz okullarının faydası, takdir edilecek boyutlarda olsa da yaz okulu organiza­törlerinin bu ve benzeri konulardaki hassasiyeti bilinmedikten sonra çocukların böyle­si bir aktiviteye katılmaları sakıncalı ola­bilir.

Özellikle kız-erkek karışık yapılan organizelerde, ergenlik dö­ne­mi­nin de verdiği çalkantıların tesiriyle maskeli ve suni ileti­şim­ler, çocukların yaz tatili­ni hüsrana çevirebilir. Bu tür­lü so­runlar, sokakta da mar­kette de bir alışveriş merkezinde de yaşanabilir, dememek lazım. Çünkü toplu bulunan yerlerde dostluklar çabuk gelişir. Ki­şi­le­rin bir daha birbirlerini (bel­­ki de) hiç göremeyecek oluşu, on­ları cesur davranmaya itebilmektedir.

Yaz okulları seçiminde dikkat edilecek diğer bir konu ise ter­cih edilen yaz okulunun hangi gelir seviyesinden veya sosyal se­viyeden kişilere hitap ediyor olduğudur. Sosyal çevre farklılığı yetişkinler arasında sorun olmasa da gençler arasında ciddi bir kırılganlığın nedeni olabilir. Henüz cep telefonu bile olmayan bir çocuğun, katıldığı yaz okulun­daki arkadaşlarının hepsinde, “iPad” veya “PSP 2” elektronik cihazları varsa bu çocuk onların yanında kendini ezik hissedebilir.

O nedenle, tatillerine yaz okulu programı alan anne-babaların bu hususlara dikkat etmesini öneririz.

Üç aylar ve çocuk terbiyesi

Son bir kaç yıldır yaz ayları ve tatiller artık Ramazan orucu ile beraber anılıyor. Bilindiği gibi Ramazan ayı, üç aylar olarak bilinen Recep ve Şaban’dan sonraki üçüncü aydır. Ramazan’dan önceki bu iki ay içinde, birçok kişi Ramazan ayına ha­zırlık olarak oruç tutmakta, hayır işlerine daha çok zaman ayır­mak­ta­dır.

Böylesi yoğun bir dinî atmosferin yaşanacağı dönemin tatile denk geliyor olması, birçok aile için bulunmaz bir fırsattır. Zira çocuklarını oruca alıştıracak olan aileler, okul zamanını değil; tatil zamanını kullanmış olacaklardır. Mübarek gün ve geceler­den çocukların daha çok istifade edebilmesi için çocuklarla bir­likte ziyaretler ve geziler düzenlenebilir. Bu günlerde, çocuklarla birlikte farklı camilerde na­maz kılmak, mevlit dinlemek, türbeleri ziyaret etmek vb. faali­yet­ler­de bulunmak onların sosyal ve manevî gelişimine katkı sağlayacaktır.

Öte yandan maalesef her Ramazan ayında oruç ile ilgili med­yada bazı haberler yapılmakta, senaryosu önceden hazır­lanmış gibi birtakım olaylar ekranlara getirilmektedir. Çoğunlu­ğu itibari ile dine çok saygılı olan Türkiye’de böylesi haberler gençlerin kafalarını karıştırmakta, oruç ve Ramazan ayı ile ilgili tereddütlerinin oluşmasına zemin hazırlamaktadır.

Örneğin, bir dönemde televizyonların en hararetli tartışma konusu olan “İçkili iken oruç tutmak orucu bozar mı?” gençlerin tek başına cevap bulamayacağı sorulardan birini oluşturuyordu. Bunun yanında, özellikle tatil beldelerinde oruç tutmaların en asgari seviyeye iniyor ol­ması, oruç tutan gençlerin kendileri ile çelişmesine de sebebiyet verebilir. Bir tatil bölgesinde sadece kendisinin oruç tuttuğunu bilen bir genç –popüler tabir ile– ma­hallenin psikolojik baskısı ile oruç tutmaktan çekinebilir.

Bu veya buna benzer soruların bu yıllarda da yaşanacağı dik­kate alınarak dinî hassasiyeti bulunan ailelerin çocuklarına bi­rer “ilmihal” almalarında ve gençlerin tatil döneminin belli bir kısmını ilmihal bilgilerini gözden geçirmeye ayırmalarında fay­da vardır.

Öte yandan, özellikle dinî günlere denk gelen tatil günleri, dinî hassasiyeti kırabilecek olan tatil beldelerinden uzakta geçiri­lebilinir. Aksi takdirde, oruç tutabilecek yaşa gelmiş olan gençler, bir yandan deni­ze girmek, diğer yandan da oruçlu olmak ara­sın­da çelişki yaşayabilirler. Özel gün ve gecelerde tatil mekânı olarak, yaylalar, ormanlık alanlar, sefire bölgeleri ve köyler seçi­le­bi­lir. Böylece hem daha çok tefekkür etme fırsatı ya­kalanacağı gibi, Ramazan ayında dışarıdan gelecek negatif sinyallerden de uzak durulmuş olur.

Bunlarla birlikte bazı aileler, çocuklarına dinî eğitim verme noktasında çok aceleci ve ısrarcı da olabiliyorlar. Örneğin fizyo­lojik gelişimini henüz tamamlamamış olan çocuklardan oruç tutmasını beklemek, çok doğru bir davranış değildir. Ergenlik dönemine girmemiş olan çocuklardan olsa olsa, anne babasına özenden kaynaklanan mutluluğu yaşatma adına, birkaç saat ya­hut yarım gün aç kalmaları istenebilir. Bütün gün boyunca oruç tutmaya teşvik etmek, doğru bir davranış değildir.

Tatil sonrası sendromuna dikkat

Güzel bir tatilin en kötü yanı çabucak bitmesidir. Bitmesinin de ötesinde, asıl sorun, tatil sonrasındaki eski hayata yeniden uyum sağlama sırasında çekilen güçlüklerdir.

Bilinen bir gerçek var ki planlı ve programlı yapılan tatil, in­san hayatında önemli bir yer tutmakta ve tatil sonrası hayata ge­çişte zorluklar daha az yaşanmaktadır.

Ne zaman ki tatil dönemi bir kaos ve plansızlıkla geçtiyse tatil sonrasına ayak uydurmak da o derece zor olmaktadır. Zira planlı yapılan tatilde insanın biyolojik rit­mi tahrip olmamış, dengesi kay­bol­mamıştır. Plansız ve programsız ya­pılan tatillerde, bozulan bi­yolojik rit­min yeniden ayarlanması hayli zah­metli olmaktadır.

Tatilde geç kalkmaya alışmış ço­cuklar, tatil sonrasında erken kalkmakta zorluk çekmekte, uyku­suz ve yorgun okul yolunu tutmaktalar. Okulun ilk haftasının böyle verimsiz başlaması, sonraki haftaların da sıkıntılı geçece­ğinin ilk sinyalidir.

Bu itibarla bakıldığında, tatildeki düzensizliğin tatil sonrası­na yan­sımaması için gerekli tedbirler alınmalıdır.

Ekrem Altıntepe

Moral Dünyası Dergisi