Etiket arşivi: islamda adalet

İslam Dininde Adaletin Ehemmiyeti

Adalet; düzenli ve dengeli davranma ve herkesin hakkını vermedir.

Adalet; ifrat ve tefritten uzak olarak istikamet üzere bulunmaktır.

Adalet; insaf ve hakkaniyettir; alemin nizamı ve ahengidir. Bütün insanların hukuk karşısında eşit olmalarıdır.

Adalet; en güzel bir meleke-i ruhiyedir. Bu melekeye haiz olan kimseler, aleme nizam, içtimai hayata ahenk getirmiş olurlar. Adalet en büyük bir fazileti ahlakiye, ulvi bir haslet, ferdi ve içtimai bir vazifedir.

Adalet öyle bir nurdur ki, girdiği memleketleri ihya eder, onların maddi ve manevi terakkisine vesile olur. Adalet insanların istirahatına, saadet ve huzuruna sebep olur.

Allah’ın bir ismi de “Adl” dır. Adaletin ehemmiyet ve ulviyetine bundan daha büyük bir delil mi olur? Mutlak adalet Allah’a mahsustur. İnsanlar arasındaki adalet ise, kendi takatleri nispetindedir ki, buna adalet-i izafiye denir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz raiyetinizden mesulsünüz.” Bu hadis-i şeriften de anlaşıldığı üzere, hane reisinden devlet reisine kadar her fert çevresinde olup bitenlere karşı sorumludur. Adalet, dağdaki çobandan mahkemedeki kadıya, çocuğunu emziren anneden öğretmene, tüccardan amire kadar herkesi ilgilendiren ve kapsamı çok geniş olan mühim bir meseledir. Evet, çoban koyunlarını otlatırken kimsenin ekili alanına zarar vermemeli, hakim de adaletle yargılamalıdır.

İslam’ın nazarında salih amellerin en mühimlerinden biri de adalettir. Adalet, Allah-u Teâla Hazretlerinin insanlık alemine bahşettiği nimetlerin en büyüklerindendir. Adalet, hukukunun temeli, esası ve ruhudur. İçtimai hayatın saadet ve huzuru, nizam ve ahengi kainatın ve içindeki mevcudatın muvazenesi adaletle mümkündür.

Cenab-ı Hak bir ayette mealen şöyle buyurmaktadır: “Allah, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.”1 Buna göre başta devlet idarecileri olmak üzere, her insanın adaletle hükmetmesi vaciptir. Fertlerin adil hükümdarlara itaati mecburi olduğu gibi, idarecilerin de fertler arasında adaletle hükmetmesi vaciptir.

Başka bir ayette de mealen şöyle buyrulur: “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutun, kendiniz veya ana babanız veya en yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahitlik eden kimseler olun. Haklarında şahitlik yaptığınız kimseler, gerek zengin ve gerek fakir olsunlar. Allah onlara sizden daha yakındır. Onun için haktan ayrılıp da nefsinizin arzusuna uymayın. Eğer adaleti yerine getirmekte veya şahitlikte dillerinizi eğer-bükerseniz veya büsbütün yüz çevirirseniz, hiç şüphesiz Allah, ne yaparsanız hakkı ile haberdardır.” 2

Bu ayetlerden de anlaşılıyor ki, adaletin haricine çıkan kimse zalimlerin arasına dahil olur ve cezasını görür.

Peygamber Efendimizin (s.a.v) adaletle ilgili bir çok hadis-i şerifi vardır. Bazılarına göz atalım: “Bir saat adalet, yetmiş sene nafile ibadetten hayırlıdır.”

Hükmünde, yönetimi ve velayeti altındakiler hakkında adil davrananlar, Allah katında nurdan minberler üzerinde olacaklardır.”3

Kıyamet gününde insanların Allah’a en sevgili olanı ve O’na en yakın bulunanı âdil devlet başkanıdır.”4

Fesada uğramış fert ve cemiyetleri ve azgın nefisleri yola getirip terbiye etmek, ancak adaletle olur.

Düşmana bile adaletle davranmak lazımdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır.

Düşmanınıza galebe ederseniz sakın adaletten ayrılmayınız! Onların çocuklarını, ihtiyarlarını, rahiplerini öldürmeyiniz. Onları kendi haline bırakınız. Şayet onlarla anlaşma yaparsanız anlaşmanızı bozmayınız.”

Adaletten ayrılan devlet reisi, idare ettiği milletin huzur ve saadetini temin edemez, bilakis onlara zulmetmiş olur. Malumdur ki, insanlara zulmedenin davacısı Allah’tır. Evet, zulüm kadar Allah’ın kahr ve gazabını tacil edecek hiçbir şey olamaz. O’nun intikamına dayanacak kuvvet ve kudret ise hiçbir kimsede yoktur. Allah Teâla ile azamet yarışına kalkışan Firavun ve Nemrutların akıbetleri ortadadır. Allah Teâla her zalimi zelil; her mütekebbiri hakir eder, bırakır.

Adaletin olmadığı yerde zulüm, fitne ve fesat olur. Bunlar, husumetin ziyadeleşmesine, rızık kapılarının kapanmasına, yoksullukların, sefalet ve zilletin artmasına sebep olur. Bütün bunlar tarihin şahadet ettiği hakikatlerdir. Adaletin olmadığı bir millet ve devletin harap olmaması ve tarih sahnesinden silinmemesi mümkün değildir. Bu bakımdan bütün semavi kitaplarda adalet emredilmiş ve geçmiş ümmetlerin başına gelen bela ve musibetlerden ders alınması buyrulmuştur. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur: “De ki, yeryüzünde gezin dolaşın da, daha öncekilerin akıbetleri nice oldu görün.”5 Bu esasa binaen özellikle idareciler, adaleti kendilerine rehber etmeli, insanlar arasında adaletle hükmetmeli ve onların hak ve hukukunu muhafaza etmelidirler.

Yeryüzü fesat ve fitnenin, haksızlık ve zulmün mahalli olduğundan, insanlar arasında adaletle hükmeden adil idarecilerin ve hakimlerin olması zaruridir. Bunların adil yönetimi sayesinde haksızlık ve zulüm ortadan kalkar, nizam, intizam, asayiş ve adalet tahakkuk etmiş olur.

İnsanlar kudret, servet, makam ve mevki itibarıyla birbirinden farklıdır. Bunları birbirine tecavüzden men edecek bir kuvvet, bir engel varsa, o da adalettir. Evet, Allah’ın bir kanun-u ezelisi olan adalet, bir millette hükmetmezse o zaman fertler arasında fitne, fesat ve terör tezahür eder. Kavi zayıfa, zengin fakire, zalim mazluma tahakküm eder. Biçare insanlar merhamet ve insaftan, fazilet ve kemalattan mahrum olan zalimlerin tecavüzünden perişan ve huzursuz olurlar. Onların malları, namusları muhafaza edilemez olur. İş çığırından çıkar, yolsuzlukların, hırsızlıkların önü alınmaz olur. Zamanımız bunun en büyük şahididir. İşte bunları ortadan kaldırmak ve insanları huzura kavuşturmak, mal ve canlarını teminat altına almak ancak adalet ile temin edilebilir.

Bediüzzaman Hazretleri de “Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdad tevzi olunmuş olur.”3 buyurarak adaletin ancak kanun hakimiyetiyle sağlanabileceğine dikkat çekmiştir.

Cenabı Hak, bu kainatı ve içindeki mevcudatı pek bedi ve garip bir tarzda yaratmış ve onlara pek mükemmel bir ahenk, nizam ve istikamet vermiştir. Ayrıca “İhkak-ı Hak” olarak tarif edilen her mahlukun hakkını noksansız olarak vermiştir. Her mahlukun ruhuna göre ceset giydirilmesi de adaletin başka bir tecellisidir. Koyunun ruhuna göre ceset, aslanın ruhuna göre de başka bir ceset verilmesi gibi. Yine güneşin dünyaya belli bir mesafede olması nizam ve intizamın ve adaletin başka bir tecellisidir.

Güneşin dünyaya birazcık yaklaşması veya ölçüsünden zerre miskal sapması yeryüzünün hercü mercine sebep olur. Bediüzzaman bu hakikatı şöyle ifade eder: “İşte gel, Güneş ile muhtelif oniki seyyarenin müvazenelerine bak. Acaba bu müvazene, Güneş gibi, Adl ve Kadîr olan Zât-ı Zülcelal’i göstermiyor mu? Ve bilhassa seyyarattan olan gemimiz yani Küre-i Arz, bir senede yirmidört bin senelik bir dairede gezer, seyahat eder. Ve o hârika sür’atiyle beraber zeminin yüzünde dizilmiş, istif edilmiş eşyayı dağıtmıyor, sarsmıyor, fezaya fırlatmıyor. Eğer sür’ati bir parça tezyid veya tenkis edilseydi, sekenesini havaya fırlatıp fezada dağıtacaktı. Ve bir dakika, belki bir saniye müvazenesini bozsa, dünyamızı bozacak; belki başkasıyla çarpışacak, bir kıyameti koparacak. Ve bilhassa zeminin yüzünde nebatî ve hayvanî dörtyüz bin taifenin tevellüdat ve vefiyatça ve iaşe ve yaşayışça rahîmane müvazeneleri; ziya güneşi gösterdiği gibi, bir tek Zât-ı Adl ü Rahîm’i gösteriyor. Ve bilhassa o hadsiz milletlerin hadsiz efradından bir tek ferdin âzası, cihazatı, duyguları o derece hassas bir mizanla birbiriyle münasebetdar ve müvazenettedir ki; o tenasüb, o müvazene, bedahet derecesinde bir Sâni’-i Adl ü Hakîm’i gösteriyor.”6

Fertlerin idarecilere karşı samimi irtibatı adaletle sağlanabilir, takviye edilebilir. Adaletle hükmedilmezse zulüm ve cebir ortaya çıkar. O zaman idarecilere muhabbet ve itaat yerine düşmanlık ve husumet edilir. Memlekette asayiş ve emniyet kalmaz. İdare edenlerle idare edilenler arasında nefret meydana gelir ve gittikçe ziyadeleşir. İdareyi elinde tutanlar adaleti kendilerine rehber ederek cemiyetin nizam ve intizamını muhafaza etmelidirler. Adaletin hükümran olmadığı bir memlekette huzur ve bereket olmaz. Bu bakımdan Cenab-ı Hak kullarını zulümden meneder. Çünkü adalet insanların huzur ve istirahatına vesiledir. Cenab-ı Hak adaletle yaşayan devlet ve milletlere, hak dini üzere olmasalar bile, yardım eder, onları payidar eder.

Bir milletin maddi ve manevi terakkisi ve bekası, adaletin ta’mim ve tahakkukuna bağlıdır. İnsanlar arasında hak ve hukuk adalet ile muhafaza edilir. Fert ve cemiyet bunun ile terakki ve teali eder.

Adaletin tarih boyunca hakim olduğu dönemler yaşanmıştır. Başta Peygamberler ve onların yolunu izleyen pek çok adil melikler yaşadıkları dönemlerde ferdî ve içtimaî hayatta huzur ve güveni temin etmişlerdir. Bu konuda akla gelen ilk örnekler Hazret-i Ömer, Nuşirevan’dır. Nuşirevan’ın adaleti sayesinde İran Devleti geniş bir imparatorluk haline gelmişti.

Bütün dünya tarihinde Hazret-i Ömer’in adaleti dillere destan olmuştur. O kalbi muhabbet,celadet, merhamet ve lütuf ile dolu bir devlet reisiydi. Hz. Ömer’in (r.a) hassas adaletinin ve mesuliyet duygusunun bir göstergesi olarak merhum Mehmet Akif’in “Safahat”’ adlı eserindeki şu mısralara kulak verelim:

Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,

Gelir de adl-i ilâhi sorar Ömer’den onu!

İslâm’da iki türlü hak vardır:

Birincisi: Hukukullah’tır. Yani Allah’ın hakkıdır. Bu hakkı kimse affedemez. Meselâ, küfür ve Allah’a şirk koşmak en büyük cinayet ve zulümdür. Küfür ve şirke düşmüş, mürted ve anarşist olmuş bir insan, hem umum mahlûkatın ve bütün esma-i ilâhiyyenin hukukuna tecavüz ve hem kainatın güzelliğini tahkir etmiş olduğundan affedilmez bir cinayet ve zulüm işlemiştir. Nitekim mürted ve anarşisti tevbe etmediği taktirde Allah affetmemektedir.

İkincisi: Hukuk-u ibaddır. Yani kul hakkıdır. Kul hakkını da birisi diğerinin yerine affedemez. Hukukuna tecavüz edilen mağdurun kendisi isterse affedebilir. Kul hakkını peygamberler de affetmeye selâhiyetli değillerdir. Bu meselemizi izah için İslâm tarihinden çok çarpıcı bir iki misal nakledelim:

Kureyş eşrafından bir kadın hırsızlık yapmıştı. Suçu sabit olunca, kabilesinin büyükleri bir araya gelerek Hz. Peygamber (s.a.v.)in huzuruna çıktılar:

“- Ya Resûlullah kızımızın kısası yapılırsa bu bizim için bir zül olur. Onu affediniz diye yalvardılar. Efendimiz (s.a.v.):

Allah’a yemin ederim ki, eğer Muhammed’in kızı Fatma bile hırsızlık etse, onun elini keserim.” buyurdular.

Diğer bir hadise:

Hz. Ömer (r.a.)in hilâfeti zamanında oğlu bir suç işlemişti. Durum, Hz. Ömer’e bildirildi. Hak ve adalet güneşi olan, şehamet ve celâdet sahibi Hz. Ömer, oğlunu muhakeme etti ve nihayet hüküm verildi. Kısas yapılacaktı. Bu, Allah’ın emri ve Kur’an’ın hükmüydü.

Hz. Ömer tereddütsüz, hükmü icra edecek… Sahabelerin gözleri dolu… Kadın ve annelerin gözleri yaşlı… Hakkın karşısında bütün başlar eğik.

Kısas tatbik edilip, ceza üçte ikisini geçtikten sonra oğlunun güç ve takati kesilmişti. Hararetten ve susuzluktan perişan bir vaziyetteydi. Gözleriyle babasını aradı. Şefkat dolu bakışlarla yüzünü babasına çevirdi, perişan ve bitkin bir sesle:

“Baba su.. Bir yudum su…”dedi.

Adaletli Ömer, hak ve hakikati incetmeyen o büyük insan, oğluna seslendi.

“Oğlum… Cezan bitinceye kadar sana su verilmeyecektir. Eğer sonuna kadar dayanır, ölmezsen; hakkındır, veririz içersin suyunu. Eğer cezan bitmeden ölürsen, gider suyunu cennette inşallah Resulullah’ın yanında içersin.

Hz. Resulullah (s.a.v.) Ömer ne yapıyor diye sorarsa sen de:

“Ya Resulullah! Ömer, Kur’an’ı okuyor ve hükmünü tatbik ediyor dersin”… İşte İslâm tarihi…

Asr-ı Saadet’den ibretli bir misal daha:

Peygamber Efendimiz vefatına yakın günlerde sahabe-i kiramı Mescid-i saadete toplayarak onlara beliğ bir hutbe irad buyurduktan sonra, cemaate hitaben:

– Ey Müslümanlar! Ben, sizleri hem dünya hem ahiret saadetine davet eden peygamberinizim. Yarın mahşer günü kimsenin hakkı bende kalsın istemem. Her kimin bende alacağı varsa gelsin alsın. Her kimin bende hakkı varsa gelsin hakkını alsın” diye üç defa tekrar ettiler. Üçüncü tekrardan sonra cemaat içinde Ukkâşe isimli sahabe ayağa kalktı:

“Anam babam sana fedâ olsun, yâ Resulullah! Bir harb dönüşünde benim devem sizin devenize yaklaşmıştı. Ben o sırada deveden inerken sizin kamçınız bana isabet etti. Ben şimdi o kamçının hakkını istiyorum. Bilmiyorum siz kasden mi vurdunuz.”

Hz. Peygamber (s.a.v.) “Hâşâ yâ Ukkâşe! Allah’ın Resûlü size nasıl kasden vurur?” buyurdular.

Hz. Ukkâşe sükût etti. Peygamber Efendimiz (s.a.v), Hz. Bilâl’i eve göndererek kamçısını getirmesini istedi. Cemaat tam bir merak, sükût ve hüzün aynı zamanda da öfkeyle neticeyi bekliyordu.

Hz. Bilâl kamçıyı getirdi. O zaman Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı, “Yâ Ukkâşe! Biliyorsun Hz. Resûlullah hasta; mübarek vücudu dayanamazlar. O’nun yerine bana vur!”

“Hayır!” dedi Ukkâşe.

Bu defa Hz. Ömer ayağa kalktı. “Yâ Ukkâşe! Resulullah’ın yerine benim sırtıma yüz tane kamçı vur.” dedi. O zaman Efendimiz: “Siz oturun, Allah sizin makamınızı yükseltsin!” diye dua buyurdular.

Sonra Hz. Ali ayağa kalktı. “Yâ Ukkâşe! Benim kalbim buna razı olmaz. Bana vur.” Daha sonra Hz. Hasan ve Hüseyin ayağa kalktılar “Yâ Ukkâşe! Eğer hakkından vazgeçersen sana yüz deve vereceğim.”

Yine “Hayır!” dedi Ukkâşe. Bu sefer Hz. Talha ayağa kalktı. “Yâ Ukkâşe! Sen hakkından vazgeç sana Medine’deki bağ ve bahçelerimi vereyim.”

Efendimiz ayağa kalkanların hepsine dua buyurdular. Ukkâşe’ye hitaben “Haydi kısasını yap.” buyurdular. O zaman Hz. Ukkâşe “Ya Resûlullah benim sırtım çıplaktı.” Efendimiz mübarek sırtını açtılar. Mescid-i Saadetteki bütün sahabeler ağlamaya ve figan etmeye başladılar. Hz. Ukkâşe eğildi. Efendimizin sırtındaki nübüvvet (Peygamberlik) mührünü öptü. “Anam, babam sana fedâ olsun Ya Resulullah! Maksadım sırtınızdaki nübüvvet mührünü öpmekti” diye maksadını beyan ettiler.

Efendimiz bu hadise üzerine “Her kim cennetlik bir şahsın yüzüne bakmak isterse, Ukkâşe’ye baksın.” buyurdular

Adaletiyle tarihe damgasını vuran devletleri düşününce akla önce Ömer b. Abdulaziz’in idaresindeki Emevi Devleti ile daha sonra da Selçuklular ve Osmanlılar gelmektedir. Kahraman ecdadımızın bu kadar ulviyetinin sırrı; kalblerinde Allah korkusunun mevcudiyetiyle, adaletin bütün incelikleriyle tecelli etmesiyle, Kur’an nurunun ve nihayetsiz feyzinin ruhlarında yerleşmiş olması ve kudsî hakaika karşı sonsuz ve nihayetsiz derecede merbutiyetleridir.

Gerek Selçuklular ve gerekse Osmanlılar çok farklı dinlere mensup, ayrı dilleri konuşan toplumları adaletiyle aynı bayrak altında beraber ve huzur içinde yaşatmışlardır. Fethettikleri yerlere adalet ve hürriyet götürmüş ve onların maddi ve manevi bir çok nimetlere mazhar kılmışlardır.

Selçuklu ve Osmanlıları o yüksek seviyeye çıkaran ve itibar sahibi yapan şecaat, hürmet, ahde vefa gibi birçok meziyetleri olmakla beraber bunların başında adalet gelir. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethedince gayr-i müslimlerin din, namus, can ve mallarını muhafaza altına alarak, onların korku ve endişelerini izale edip, inançlarını istedikleri gibi yaşayabileceklerini, ibadet yerlerine dokunulmayacağını, hür olduklarını ve adalet önünde eşit olacaklarını ilan etmiştir. İşte o zaman “Kardinal külahı görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz” demişlerdir. Bu sayede o insanlar, vicdan, düşünce ve fikir hürriyetinin tadını almışlardır.

Burada Osmanlının adalet anlayışını ortaya koyan şu ibretli hadiseyi dikkatinize sunmak istiyorum:

Meşhur İslâm seyyahı ve tarihçisi Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde diyor ki: “İlk İstanbul kadısı (hâkimi) olan Hızır Bey Çelebi’nin huzurunda, haşmetli padişah Fatih ile bir Rum mimarı arasında şöyle bir muhakeme cereyan eder:

Büyük bir abidenin inşasında kullanılacak iki mermer sütunu, Fatih bir Rum mimarına teslim eder. Mimar da, Fatih’in arzusunun hilafına olarak bu sütunları üçer arşın kesip kısaltır. Fatih cezaen Rum mimarının elini kestirir. Rum mimarı da, Fatih aleyhine dava açar. Bunun üzerine mahkemeye celbedilen büyük padişah, baş köşeye geçmek istemiş. Birdenbire hâkimin şu ihtarıyla karşılaşmış:

-Oturma beyim! Hasmınla mürafaa-i şer’î olacaksın, ayakta beraber dur!

Hızır Bey Çelebi; bu koca şanlı padişah-ı maznuna, haksız el kestirdiği için, kendisinin de kısasa tâbi’ olduğunu ve elinin kesileceğini bildirir. Fakat mimar kısası istemediği için, büyük Fatih kısastan kurtulur ve tazminata mahkum edilir.

İslâm adaletinin şanlı misallerinden biri olan bu hadise, bize en haşmetli hükümdarlarla en âciz ferdlerin, huzur-u mehâkimde müsavi olduğunu gösteriyor.

Bu vasıflar sayesindedir ki, Osmanlılar altı asır boyunca dünyaya hakim olmuş ve hükmetmişlerdir. Adalet mekanizmasını tam olarak işletmişler, bayrağı altındaki muhtelif kavimlerin aralarında adalet ve eşitlik esaslarını korumaya gayret göstermişlerdir. Adalet sayesinde kuvvet ve kudret kazanmışlar, hoşgörüde insanlık alemine numune olmuşlardır. Böylece cihanşumül bir devlet olmuşlardır. Fethettikleri ülkelere sevgi, barış ve huzur götürmüşlerdir. Selçuklu ve Osmanlı Devletleri idare ettikleri milletlerin dinlerine, dillerine örf ve adetlerine ilişmemişlerdir. Kur’an-ı Kerimin “Ey iman edenler! Adil şahitler olarak Allah için hakkı ayakta tutun….”4 ayetini kendilerine rehber etmişler, savaş zamanlarında bile adaletten ayrılmamış, düşmanlarına karşı merhametle davranmışlardır. Bu merhametli davranış sayesinde insanların kalplerinde muhabbete dayalı hakimiyetlerini devam ettirmişler. Böylece cihanı kucaklayan şevket ve saltanatları bütün haşmet ve şa’şaasıyla asırlarca devam etmiştir.

El hasıl zulüm, maddi ve manevi hayatı felç eden büyük bir tahriptir. Evleri ve ocakları söndürür. Devlet ve milletleri tarumar eder. Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “ Küfür devam eder, zulüm devam etmez.” Bir ayette de mealen şöyle buyrulur: “Zulmedenlere en küçük bir meyil dahi göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur.”7

Adalet ise fert ve milletlerin huzur ve saadetini temin eder.Dünya ve ahretin saadetine vesile olur. Devlet ve milletlerin devam ve bekasını sağlar.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

1 Nisa 4/58

2 Nisa 4/135

3 Müslim

4 Tirmizi

5 Rum Suresi 30/42

6 Otuzuncu Lem’a

7 Hûd Suresi, 11/113

Kur’an’a göre Allah, insan ayrımı yapar mı yapmaz mı? Eşitlik ve adalet aynı şey midir?

Önce ayrımcılık kavramı üzerinde duralım. Ayrımcılık, iki şekilde ortaya çıkar. Biri, negatif ayrımcılıktır ki, erkek kadın cinsine bakarak, kadınları hor görerek, erkekleri kutsayarak onlara farklı muamelede bulunmak anlamına gelir. Diğeri ise, pozitif ayrımcılıktır ki, -cinsiyet ayrımı gözetmeksizin- sosyal hayattaki misyonları itibariyle, erkek ve kadının -hikmet dolu pek çok gayesi olan- farklı konumlarda bulundurulması manasına gelir.

Şunu hiçbir zaman unutmamalıyız ki, Allah varlıkları eşit seviyede yaratmamıştır. Canlı cansız bütün varlıkları ezelî hikmetine uygun olarak çok farklı yaratmıştır, yani pozitif ayrımcılık yapmıştır.

Adalet TerazisiÖrneğin Güneş ile Ay’ı aynı kozmik çorba içerisinde yoğurmuş ve ikisini de o kozmik sürecin bir sonucu olarak aydınlık birer kütle olarak yaratmıştır. İki astronomik yaratılış devresinin devam ettiği saha sonraki bir süreçte Güneşin ışığını sabit bırakırken, Ay’ın ışığını silmiştir. Keza, Allah bütün canlıları sudan yaratmıştır. (bk. Enbiya, 21/30; Nur, 24/45) Yaratılış maddeleri aynı olmakla beraber onları biyolojik bir ayırıma tabi tutmuştur; kimini insan, kimini maymun yapmış, kimini fil, kimini fare yapmıştır. Kimini kadın kimini erkek, kimini dişi kimini er yapmıştır. İnsandan, hayvandan bitkilere kadar her çiftten birini erkek birini dişi yaratmakla bir ayırım yapmıştır.

Bu ayrım o kadar pozitif, o kadar gerekli, o kadar hikmetlidir ki, İmam Gazalî gibi alimlere “İmkânda / yaratılması takdir edilen varlıklarda daha güzel bir nizamın olması mümkün değildir.” sözünü dedirtmiştir. Hatta Darwin bile, bu eşsiz nizam ve hikmetli intizama hayranlığını “Tabiî seleksiyon” sözcüğüyle ifade etmeye çalışmıştır.

Kâinatı çoğulculuk teması üzerine kuran Allah, insanlık camiasını da bundan istisna etmemiştir. Kadın ve erkeği -neslin üretimini, çocukların eğitim ve öğretimini, aile geçimini, ekonomik koşulları göz önünde bulunduran bir ayırımla- biyolojik olarak farklı yarattığı gibi, psikolojik olarak da farklı bir konuma koymuştur.

Örneğin; çocukların doğduğu günden okul çağına gelinceye kadarki süreçte yetişmesini, bakımını, eğitimini üstelenen bir birey olarak kadına bu görevinde yardımcı olacak farklı donanımlar ihsan edilmiştir. Genel olarak kadınların -erkeklere çok ciddi fark atarak- şefkat kahramanı olması, ince ve nâzik bir mizaca sahip olması, çocuğuna karşı hasbî bir fedakârlık taşıması gibi üstün meziyetleri pozitif bir ayrımcılık olarak değerlendirilmelidir. Buna mukabil, ailenin geçimini, güvenliğini sağlamakla yükümlü olan erkeğe genel olarak kadınlardan farklı olarak fazla güç kuvvet, cesaret, sıkıntılara tahammül ve işe dayanaklılık gibi donanımların verilmesi de kendi konumu içerisinde bir pozitif ayrımcılık olarak görülmelidir. Bu gibi farklılıkların hikmetini görmeyenlerin biraz daha okumaları, tefekkür etmeleri, tefekkür edecek seviyeye gelmeleri önem arz etmektedir.

Güzel bir söz var: “Yanlış bir eşitlik anlayışı tam bir eşitsizliği doğurur.” Keza mutlak eşitlik anlayışı kâinat düzenindeki nizamın realitesine ters düştüğü gibi, eşitliğin en önemli kanunu olan “aynîlik” prensibine de aykırıdır. Bugün uygar bildiğimiz bütün ülkelerde geçerli olan patron işçi, âmir memur, üst ast nizamı, ayni işte çalışmayanların farklı maaş almalarının âdil olduğunu kabul eden bir düzenleme, “aynîlik” prensibini göz önünde bulundurduğu ve yanlış bir eşitlik anlayışına dayanmadığı için âdil bir eşitlik düzenini doğurmuştur.

Bu kısa, fakat önemli noktalara parmak basan açıklamalardan sonra, soruya neden olan ilgili ayetlere geçebiliriz. Önce itiraza neden olan ayetlerin yapılan meallerini verip, sonra da tam meallerini ve kısa açıklamalarını yapmaya çalışacağız:

“…Erkeklerin kadınlar üzerinde (ki hakları), bir derece daha fazladır.” (Bakara, 2/228)

Açıklaması: Konunun bütününü ihtiva eden ayetin -mealen- ifadesi şöyledir:

“Erkeklerin hanımları üzerinde bulunan hakları gibi, hanımların da kocaları üzerinde meşrû çerçevede hakları vardır. Şu kadar ki erkeklerin onların üzerindeki hakları bir derece daha fazladır. Unutmayın ki Allah üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”(Bakara, 2/228).

Görüldüğü gibi, Kur’an, on beş asır önce, kadınların hiçbir resmî konumu, değeri ve söz hakkının bulunmadığı bir devirde eşler arasındaki sosyal ilişkiyi, hak ve hukuku şu üç maddede özetlemiştir:

a. Erkeklerin hanımları üzerinde meşru dairede hakları vardır.
b.Hanımların da kocaları üzerinde meşrû çerçevede hakları vardır.
c. Erkeklerin hanımları üzerindeki hakları bir derece daha fazladır.

Önce şunu belirtelim ki, Kur’an’da hakların “maruf/örfe göre/meşru çerçevede” kaydıyla koşullandırılması onun evrensel bir mesaj olduğunun göstergesidir. Çünkü, bu geniş kapsamlı ifadeden her asır kendi şartları içerisinde kendine düşen dersi çıkarabilir.

Ayetin ifadesinde vurgulanması gereken diğer önemli bir nokta, “Erkeklerin hanımları üzerindeki hakları bir derece daha fazladır” ifadesinden sonra ayetin fezlekesini “Azîz-Hakîm” isimleriyle bitirilmiş olmasıdır. Kur’an’da tesadüf olmadığına göre elbette bu iki ismin bu makamda tercih edilmesinin konuyla ilgili hikmetli ve izzetli mesajları vardır.

İlk akla gelen husus, bu noktada erkek ve kadınlara verilen farklı mesajlardır. Öyle görünüyor ki, “her şeye gücü yeten; karşı konulmaz güç sahibi” anlamına gelen “Aziz” ismiyle erkeklere şu mesaj verilmiştir: “Size verilen bu bir derecelik hak fazlalığını bahane ederek hanımlarınıza haksızlık ederseniz, biliniz ki Allah Azîzdir; o haksızlığa uğramış hanımların haklarını görmezlikten gelmez ve sizin hakkınızdan gelebilir.”

“Her şeyi hikmetle yapan, ortaya koyduğu her prensibi hikmet dolu” manasına gelen “Hakîm” ismiyle de hanımlara şu mesajı vermektedir. “Erkeklere verilen bir derecelik fazla hakkın bir hikmeti vardır. Siz onu bilmezseniz de Hakîm olan Allah’a güvenin. Çünkü bütün kâinatın şahadetiyle her işini hikmetle yapan Allah’ın bu işi hikmetsiz ve hakikî adalete aykırı olarak yapması mümkün değildir.

Bu hikmeti şöyle anlamak mümkündür: “Erkek ailenin Kavvamıdır. Kavvam ise ailenin maddî manevî bütün hak ve hukukunu koruyup gözeten, ailenin geçimini sağlamakla yükümlü olan kimse demektir.

“Bir topluluğun reisi onların hizmetçisidir” manasına gelen hadis-i şerifi de bu bağlamda değerlendirebiliriz. Madem evin bütün yükünü omuzlamış, ailenin bütün ihtiyaçlarını gidermekle yükümlü tutulmuş olan birey erkektir; onu bu konuda yetkili kılmak adaletin bir gereğidir.  Çünkü, “sorumluluk ile yetkinin aynı merkezde olması” modern hukukun da vazgeçilmez prensibidir. Sorumluluğu birine, yetkiyi başka birine vermek bir haksızlık olduğu gibi, ciddi bir anarşinin de kaynağıdır.

Özetle; bu ayeti İslam’ın aile anlayışı çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Erkeği sorumlu tutan bu anlayışa göre, “fazladan bir hak” olarak ifade edilen “yetki”yi de ona vermiştir. Bunda yadırganacak hiçbir şey yoktur.

“… Eğer iki erkek yoksa…şahitlerden bir erkek, iki kadın (şahitlik etsin).”(Bakara, 2/282)

Açıklaması: Bu ayetin konuyla ilgili -meal olarak- ifadesinin tamamı şöyledir:

“Eğer üzerinde hak olan borçlu, akılca noksan veya küçük veya yazdırmaktan âciz bir kimse ise, onun velisi adalet ölçüleri içinde yazdırsın! İçinizden iki erkek şahit de tutun! İki erkek bulunmazsa o zaman doğruluklarından emin olduğunuz bir erkek ile iki kadının şahitliğini alın! (Bir erkek yerine iki kadının şahit olması) birinin unutması halinde ikincisinin hatırlatmasına imkân vermek içindir.”(Bakara, 2/282).

Görüldüğü gibi, bu ayette cinsiyet ayırımı yapılarak bir hüküm konmamıştır. Bu ayet de Kur’an’daki pek çok ayet gibi, dönemin toplumsal, içtimai, hukuki düzeni içindeki realiteler dikkate alınarak ortaya çıkmış, ancak o dönemin şartlarına uygun olan ayetle konulan hükümde, aslında evrensel bir prensip gündeme getirilmiş, uygulanması emredilmiştir.

Ayetin içeriğine bakacak olursak; ilk dikkat edilmesi gereken şey, bu içeriği doğru anlayabilmek için; “esbab-u nüzul” yani ayetlerin iniş sebebi anlamına gelen kavramı hatırlamanın önemli olduğunu görürüz. Bu ayetin indiği dönemdeki Arap toplumunda hatta tüm diğer coğrafyalarda da kadınlar; o zamanın dünyasında ve hatta günümüze kadar gelen süreçte ticaret hayatında pek varolmamıştır. Erkeğin egemen olduğu ticaret hayatında, kadınlar ticari kavramları ve kuralları doğal olarak yeterince bilmiyordu yahut tamamen habersizdi. Böyle bir durumda, bir kadının üzerinde çalışsa dahi, yeni öğrendiği ve yabancısı olduğu bazı ticari kavramları birbirine karıştırması, hatırlamaması yahut unutması çok muhtemeldi. Yani ayette, bir erkeğe karşılık iki kadının şahitliğinin geçerli olmasının nedeni, onun zihinsel, biyolojik yahut ruhsal bir eksikliği değil, sadece o günün dünyasında (genellikle bugünün ticari hayatında da erkeklerin kadınlardan daha çok ticaretle iç içe olduğunu hatırlamakta fayda var), ticaret hayatında var olmaması ve dolayısıyla bu terminolojiye hakim olmadığı için bazı ticari hususları unutması veya birbirine karıştırması ihtimalidir.

Özetle, bu hüküm bir cinsiyet ayrımına göre bina edilmemiş tam tersine, bir işte liyakat ve ehliyet sahibi olmak ön plana çıkarılmıştır. Yani söz konusu olan evrensel bir yasadır. Ve kadınla erkek varolduğundan beri genellikle erkeklerin ticaret hayatında egemen olduğu realitesi göz önünde bulundurularak, dönemin şartlarına göre bu evrensel yasanın uygulama şekli bir erkeğe karşılık iki kadının şahitliği olarak belirlenmiştir.

Öte yandan bugünün dünyasında, liyakat sahibi bir kadın; örneğin bir işkadını, yahut ekonomi, iktisat gibi konulara hakim tek bir kadın, bu konulardan hiç anlamayan iki erkeğin belki daha fazla sayıda erkeğin şahitliğinden daha geçerli bir şahitliğe sahiptir denilebilir.

Nitekim Peygamberimiz (a.s.m)’in bir tek kadının şahitliğini kabul ettiğine dair hadis rivayetleri de vardır. (bk.Zevaid, 4/201). Keza İmam Zühri’nin bildirdiğine göre, erkeklerin vakıf olması zor olan, kadınların vakıf olmaları daha kolay olan konularda kadınların tek başına şahitliklerinin geçerli olduğu hususu İslam tarihi boyunca bilinen bir gerçektir.(Nasbu’r-raye, 4/80).

Erkeklerin değil, kadınların görme ihtimali daha kuvvetli olan doğum, bekaret, çocuğun doğarken diri olduğunu gösteren sesinin çıkıp çıkmadığı, kadınların bedenlerindeki bazı yaralar ve benzeri bazı kusurların tespiti konusunda alimlerin büyük çoğunluğuna göre tek başına kadınların şahitliği yeterlidir. Bu gibi konularda Hanefî ve Hanbelî alimlerine göre, adalet sahibi bir tek kadının şahitliği geçerlidir. Malikîlere göre iki kadın, Şafiilere göre dört kadın olması gerekir.(bk. V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 6/571-572).

İslam alimlerinin bu görüşleri de gösteriyor ki, şahitlikle ilgili ayetin ortaya koyduğu hükmün evrensel bir prensip olduğu ve kadının şahitliği konusuyla aslında liyakat sahibi olmanın gereğine vurgu yaptığı anlaşılmalıdır.

“…Allah,.. erkeğe kadının payının iki mislini tavsiye eder.”(Nisa, 4/11)

Açıklaması: “Miras konusunda, Allah çocuklarınız hakkında şöyle emreder: Erkeğin hakkı, kadının hissesinin iki mislidir.”(Nisa, 4/11) mealindeki ayette erkek çocuğun kız çocuğunun iki katı bir paya sahip olduğu ifade edilmiştir. Bunu bazı cahiller adalete ters bir hüküm olduğunu savunurlar. Halbuki Allah’a iman eden, Kur’an’a inana her mümin bilir ki, Allah’ın bütün hükümleri âdil ve hikmetlidir. Ayetin fezlekesinde/son cümlesinde Allah’ın “her şeyi hakkıyla bilen” manasına gelen “Alîm” ismi ile “her şeyi hikmetle yapan” anlamına gelen “Hakîm” isminin yer alması konunun anlaşılmasının çok ciddi bir bilgiye ve hikmete vakıf olmaya bağlı olduğuna işarettir. Bu kuşatıcı ilim ve hikmetin bu konuyla ilgili bir yansımasına şöyle işaret edilebilir:

Yukarıda  işaret edildiği üzere, “Yanlış bir eşitlik anlayışı bariz eşitsizliği ortaya çıkartır.” Adalet, görünürdeki bir eşitliği değil, gerçek bir eşitliği sağladığı zaman adalet olur.

Bu ayette ön görülen taksimatın altında yatan gerçek adaletin bir ciheti şudur ki; İslam hukukuna göre, her erkek kendi aile fertlerinin geçimini sağlamakla yükümlüdür. Bir kadının geçimini sağlamak, kadın evli ise kocasına, değilse babasına, erkek kardeşlerine aittir.

Genellikle erkek de kız da evlenir

Kur’ân’ın bu hükmü tam bir adalet olduğu gibi, aynı zamanda eşsiz bir merhamettir.

Evet, adalettir. Çünkü, ekseriyet-i mutlaka itibarıyla bir erkek, bir kadın alır, nafakasını taahhüt eder. Bir kadın ise, bir kocaya gider, nafakasını ona yükler, mirastaki noksanını telâfi eder. Bu anlayış içerisinde farz edelim ki, bir adam öldü, arkasında bir erkek bir de kız çocuğu bıraktı ve bir de 1500 liralık bir servet bıraktı. İslam hukukuna göre, kız 500 lira, erkek ise 1000 lira alır. Kız 500 lirayı cebine kor, kocasından da 500 lira nafaka alır, toplam 1000 lira alır. Erkek ise aldığı 1000 liradan 500 lirayı hanımının nafakası olarak verir, geriye kalan 500’ü de ailesinin geçimini temin etmek için sarf eder. Böylece bu hüküm kız çocukları için adaletin ötesinde büyük bir merhamettir. Çünkü, o zayıf kız, babasından şefkate ve kardeşinden merhamete çok muhtaçtır. Kur’an’ın bu adil hükmü icra edildiği zaman o kız, babasından endişesiz bir şefkat görür. Babası, ona “benim servetimin yarısını ellerin ve yabancıların ellerine geçmesine sebep olacak zararlı bir çocuk” anlayışıyla endişe edip bakmaz. O babalık şefkatine bir endişe ve hiddet karışmaz.

Hem kardeşinden rekabetsiz, hasetsiz bir merhamet ve himaye görür. Kardeşi, ona “hanedanımızın yarısını bozacak ve malımızın mühim bir kısmını ellerin eline verecek bir rakip” nazarıyla bakmaz; o merhamete ve himayeye bir kin, bir öfke katmaz. O halde, o fıtraten nazik, nazenin ve hilkaten/yaratılışı itibariyle zayıf ve nahif olan kız, görünürde az bir şey kaybeder; fakat, ona bedel, akrabalarının şefkatinden, merhametinden tükenmez bir servet kazanır. Yoksa, Allah’ın rahmetinden ziyade ona merhamet edeceğiz diye hakkından fazla ona hak vermek, ona merhamet değil, büyük bir zulümdür.(bk. Mektubat, On İkinci Mektup).

“… Erkekler kadınlar üzerinde yöneticidirler. Çünkü Allah, kimini kiminden üstün kılmıştır.”(Nisa, 4/34)

Açıklaması: “Erkekler kadınlar üzerinde yönetici ve koruyucudurlar. Bunun sebebi, Allah’ın bazı insanları bazılarından üstün kılması ve bir de erkeklerin evin masraflarını yüklenmeleri gibi malî yükümlülükleridir.” (Nisa,4/34) mealindeki ayetin asıl metninde öne çıkan anahtar kelimler: “Rical, nisa, kavvam, tafdil, infak” sözcükleridir.

Rical, erkek demektir. Nisa, kadın demektir. İbn Aşur’un da belirttiği gibi, burada yer alan bu iki kavram sadece eşler için değil, genel olarak erkek ve kadınlar için kullanılmıştır. Buna göre, babanın öldüğü bir ailede, Anneyi, -küçük olsun büyük olsun- kız kardeşleri ve erginlik çağına gelmemiş erkek kardeşleri, yani bütün aileyi kollama, gözetme, geçimlerini, eğitimlerini sağlama yükümlülüğü -kızlara değil- erkek kardeşlere aittir. Kadınları sorumluluktan muaf tutan İslam’ın onların lehine yaptığı bu pozitif ayrımcılığı görmemek veya görmezlikten gelmek insanlık faziletiyle bağdaşmaz.

Kavvam: Evin bütün işlerini üstlenen, ailenin -maddî ve manevî yönden- ayakta kalmasını sağlayan kimse demektir. Buna göre erkek evin sorumlusu, koruyucusu ve hizmetçisi manasına gelir. Ailenin bütün ihtiyacını gidermekle yükümlü olduğu münasebetiyle, Kavvam “evin direği” manasını da çağrıştırmaktadır.

Tafdil: üstün kılma manasına gelir. Ancak buradaki üstünlük şeref, fazilet manasında değildir. Çünkü, Kur’an manevî üstünlüğü takvaya bağlamış ve -erkek kadın ayırımını yapmadan- “Allah katında sizin en üstün olanınız en takvalı (Allah’a karşı en saygılı) olanınızdır.” ifadesiyle ortaya koymuştur. Dolayısıyla konumuzla ilgili ayetteki üstünlük, yöneticilik, sorumluluk, evin maddî manevî tedbiri ile birlikte düşünülen bir kavramdır.

Daha önce de bir münasebetle ifade edildiği gibi, bütün işlerini hikmetle yapan Allah, kadın ve erkeği -neslin üretimini, çocukların eğitim ve öğretimini, aile geçimini, ekonomik koşulları göz önünde bulunduran bir ayırımla- biyolojik olarak farklı yarattığı gibi, fizyolojik, psikolojik olarak da farklı bir konuma koymuştur.

Örneğin; çocukların doğduğu günden okul çağına gelinceye kadarki süreçte yetişmesini, bakımını, eğitimini üstelenen bir birey olarak kadına, bu görevinde yardımcı olacak farklı donanımlar ihsan etmiştir. Genel olarak kadınların -erkeklere çok ciddi fark atarak- şefkat kahramanı olması, ince ve nâzik bir mizaca sahip olması, çocuğuna karşı hasbî bir fedakârlık taşıması gibi üstün meziyetleri pozitif bir ayrımcılık olarak değerlendirilmelidir.

Buna mukabil, ailenin geçimini, güvenliğini sağlamakla yükümlü olan erkeğe genel olarak kadınlardan farklı olarak fazla güç kuvvet, cesaret, sıkıntılara tahammül ve işe dayanaklılık gibi donanımların verilmesi de kendi konumu içerisinde bir pozitif ayrımcılık olarak görülmelidir. Bu gibi farklılıkların hikmetini görmeyenlerin biraz daha okumaları, tefekkür etmeleri, tefekkür edecek seviyeye gelmeleri önem arz etmektedir.

İnfak: Ayette yer alan ve erkeklerin görevi olarak ortaya konan infak kavramı, ailenin maddî-manevî ihtiyaçlarını gidermeye yönelik harcanması gereken malî imkân anlamına gelir. Buna göre, devlet başkanı olarak Hz. Ömer (ra) “bir vadinin kenarında ayağı incinmiş bir kuzunun hesabını Allah’a vereceği” gibi, ister baba olsun, ister eş olsun, ister kardeş olsun, ister evlat olsun, evin erkeği de, ailenin bütün ihtiyaçlarını gidermekle yükümlü olup, mazeretsiz bir kusuru olursa Allah’a hesap verecektir. İslam’ın kadınlar adına bu harika pozitif ayrımcılığını görmeyen kadınların ve de feministlerin kulakları çınlasın.

“… sizi denemek için, kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur.”(En’am, 6/165)

Açıklaması: “Sizi dünyada halifeler yapan ve verdiği nimetlerle sizi denemek için, kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur.”(En’am,6/165) mealindeki ayette, dünyanın mevcut realitelerine dikkat çekilmiş, zengin-fakir gibi sınıfların bulunması, patron-işçi, âmir-memur, yöneten-yönetilenler bakımından farklı konumlarda bulunmanın insanlık camiasının sosyal, siyasal ve ekonomik hayatlarının düzgün yürümesinin zorunlu bir sonucu olduğuna işaret edilmiştir.

Ayette özellikle farklı derecelerin imtihanın bir malzemesi olduğuna işaret edilmiştir. Burada “Büyüklerin imtihanı da büyük olur.” kuralını unutmamak gerekir. Nitekim bir hadis-i şerifte fakirlerin zenginlerden 500 yıl önce cennete gidecekleri belirtilmiştir.

“… (Biz) dilediğimizi derecelerle yükseltiriz.”(Yusuf, 12/76)
“… Allah, rızıkta kiminizi kiminizden üstün kıldı.”(Nahl, 16/71, 75)

Açıklamaları: En’am, Yusuf ve Nahl surelerinin konumuzla ilgili ortak paydaları; insanların makam, mevki, ilim, servet gibi hususlarda  eşit olmadığı hususudur. İfade edilen bu farklılıklar tarihî ve sosyolojik birer gerçektir. Hiçbir zaman insanlar mutlak eşitliğe sahip olamamışlar ve olamayacaklardır.

İnsanlık camiasında bir çığır açan, eğer kâinattaki fıtrat kanununa muvafık hareket etmezse, hayırlı işlerde ve terakkîde muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer. Sosyalistlerin iddia ettiği mutlak eşitlik, pratiğe dökülmesi imkânsız bir saçmalıktır. Çünkü, Allah’ın kâinattaki cari olan fıtrat/yaratılış kanunları mutlak eşitliğe prim vermez. İnsanlık camiasında böyle mutlak bir eşitliği yerleştirmek için her şeyden önce insanların fıtratını değiştirmek gerekir. Halbuki,  nev-i beşerin/ insanların fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanununa, mutlak eşitliğe zıttır. Çünkü her şeyi hikmetle yapan Yüce Yaratıcı sonsuz kudret ve hikmetini göstermek için, az bir şeyden çok mahsulât aldırdığı ve bir sayfada çok kitapları yazdırdığı ve bir şeyle çok vazifeleri yaptırdığı gibi, İnsan türü ile de binler türün vazifelerini gördürür.

İşte  bu büyük sırdandır ki, Cenâb-ı Hak, insan nev’ini, binler nevileri sümbül verecek ve diğer canlılarda kendini gösteren binlerce türleri kadar tabakalar, dereceler, katmanlar gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Diğer canlılarda olduğu gibi insanların kuvvelerine, lâtifelerine, duygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamlarda gezecek istidat ve kabiliyet verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve bütün canlıların sultanı hükmüne geçmiştir.

İnsan nevinin sınırsız farklılıklarla hadsiz derecelere ayrılmasının en mühim mayası ve zembereği, ilim, irfan, güzel ahlak, erdemlik, pozitif müsabaka ile, hakikî imanlı fazilettir. Bu fazileti ve erdemleri insanlardan çekip kaldırmak, ancak insanların mahiyetini değiştirmek, akıllarını söndürmek, kalplerini öldürmek, ruhlarını mahvetmekle olabilir.

Demek, mutlak eşitlik cehaletten kaynaklanan bir hezeyan ve evhamdan beslenen bir saçmalıktır.(bk. Lem’alar, On İkinci Lem’a, İkinci İşaret).

“… Ey peygamber kadınları, siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz.”(Ahzab, 33/30-33, 53)

Açıklaması: Peygamberin hanımları hukuk ve kanunlar önünde en basit insanlarla aynıdır. Fakat Hz. Peygamber (asv)’in hanımları olarak kazandıkları statü elbette çok önemlidir. Onlar artık bütün müminlerin anneleridir. Allah’ın elçisinin hanımları olarak günahları da büyük, sevapları da büyük sayılır. Başka kadınlara benzememeleri bu açıdandır.

Bu durum tarih boyunca insanlık camiasında kendini gösteren sosyal ve kültürel bir fenomendir. Bu gün hangi ülkede bir devlet başkanının eşinin toplum nezdinde bir ayrıcalığı yoktur? Hem maddî hem manevî bir devlet reisi olan Hz. Peygamber (a.s.m)’in hanımlarının bu statüsünü yadırgayanlar, gözlerini açıp biraz sağa-sola baksınlar… Önemli olan hak-hukukta eşit olmaktır.

Şu olay Hz. Peygamber (a.s.m)’in ailesi ile başkası arasında hukuk önünde hiçbir fark gözetilmediğinin açık belgesidir.

Mekke fethi günlerinde, Kureyşlilerin ileri gelen kabilelerinden birine mensup Fatma isminde bir kadının hırsızlık ettiği tespit edilmiş ve konu Efendimize (asv) intikal etmiştir. Ancak, bazı kimseler soylu bir kadın olduğu için Hz. Peygamber (a.s.m)’in ona cezayı tatbik etmemesi için bir arabulucuyu göndermeyi kararlaştırdılar. Bu görevi de Resulullah (asv)’ın çok sevdiği herkesçe bilinen -azatlı kölesinin oğlu olan- Usame b. Zeyd’e verdiler. Usame -istemeyerek de olsa bu konuyu Hz. Peygamber (a.s.m) açınca, Resulullah (asv) derhal bir toplantı yaptı ve herkesin kanun önünde eşit olduğunu, bu eşitliği bozdukları için Yahudilerin perişan olduğunu seslendirdi ve işin ciddiyetini kavratmak için de “Beni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, -Kureyşin Mahzum kabilesine bağlı olan bu Fatıma yerine, Muhammed’in kızı Fatıma da olsaydı, ona da aynı cezayı verecektim.” buyurdu. (bk. Buhârî, Hudûd 11, 12; Müslim, Hudûd 8, 9 ; Tirmîzî, Hudûd 6, 9 ; Ebû Dâvud, Hudûd 4 ; Nesâî, Sârik 5, 6 ; İbn-i Mâce, Hudûd 6)

“Ey peygamber…seninle beraber göç eden kızlarını sana helal kıldık…diğer mü’minlere değil, sırf sana mahsus olmak üzere (helal kıldık).”(Ahzab, 33/50 ve 51)

Açıklaması: Hz. Peygamber (asv)’in, daha yirmi üç yaşında iken Hz. Hatice (r.anha) gibi kırk yaşında olan bir kadınla evlenmeyi tercih etmesi ve çok evliliğin yaygın olduğu Mekke’de, elli üç yaşına kadar onunla tek eşli olarak kalması, ancak onun vefatından sonra, çoğu yaşlı ve çocuklu kadınları genellikle savaş sonrası himaye etmek için evlenmesi; onun evliliklerinin nefsinin arzusuna göre değil; çeşitli hikmetlere binaen olduğunun açık bir göstergesidir.

Özetle ifade edecek olursak, 15-45 yaş dönemindeki evliliklerde nefsanî ve şehevanî gaye aranabilir. Oysa Efendimiz (asv), bu dönemde genç ve bakire kızlar ve kadınlarla evlenmemiştir. Tam tersine kırk yaşında, üstelik dul bir kadın olan, Hz. Hatice (r.anha) ile evlenmiştir. Ve bu evliliği Hz. Hatice’nin vefatına kadar sürmüştür.

Çok evlilikleri, nefsanî duyguların büsbütün gerilemeye yüz tuttuğu elli üç yaşından sonraki dönemde gerçekleşmiş olduklarına göre, bu evliliklerde mantığın gereği olarak başka gayeler aramak zaruridir. Bu sadece aklın ve mantığın değil, insan tabiatının ve insaflı bir değerlendirmenin de zorunlu bir gereğidir.

Bunun binlerce hikmetinin yanında en önemli olanı ise islami hükümlerin bilinmesi, yaşanması ve başkalarına da bildirilmesidir.

İslâmın hükümleri hem erkek, hem de kadın cinsini kapsayıcı niteliktedir. Fakat sadece erkeklere ve sadece kadınlara yönelik hükümler de vardır. Hz. Peygamber (asv) genel hükümlerin veya erkeklerle ilgili hükümlerin öğretilmesi hususunda fazla sıkıntı çekmiyordu. Çünkü onlar kendi cinsleriydi. Kadınlarla ilgili ahkamın ve özel hayatla ilgili konuların öğretilmesinde, yaşanmasında ve yaşatılmasında müşküllerin halli ve soruların cevaplandırılmasında kadınlardan faydalanmak mecburiyetindeydi. Peygamber Efendimiz (asv)’in değişik yaş ve kabiliyetteki hanımları mümin hanımlar için bir eğitim-öğretim kadrosu niteliği taşıyordu. Âdeta, evleri bir mektep, onlar da bu mektebin eğitimcileriydiler. Çünkü mahremiyete, kadınlara ve özel hayata ait İslami hükümlerin bir çok kadın tarafından görülmesi, yaşanması ve diğer insanlara aktarılması gerekiyordu. Bu kadın öğrencilerin Peygamber Efendimiz (asv)’e helal olması için de elbette onun eşleri olmaları gerekirdi.

Peygamber Efendimiz (asv)’in vefatından sonra da bu durum canlılığını koruyarak, hatta artarak devam etmiştir. (bk. Raşit Küçük, Ebedî Risalet Sempozyumu Tebliği, 1993, İzmir)

Peygamber Efendimiz (asv)’in evliliklerinin çok yönlü hikmetlerine dair yazılmış çeşitli eserlere bu konuda müracaat edilebilir.

Sonuç

Çoğu zaman, eşitlik mefhumunun, adaletle karıştırıldığını görüyoruz. Eşitlik, iki şeyin her yönden denk olması demektir. Adalet ise, her hak sahibine hakkını vermek ve haksızları cezalandırmak şeklinde tarif edilir.

İnsana iki, koyuna ise dört ayak verilmesinde bir eşitsizlik vardır, ama adaletsizlik yoktur. İnsana böylesi, koyuna da öylesi yaraşır…

Mutlak eşitlik, yâni her şeyin her yönüyle birbirinin aynı olması adalete zıttır.

İnsanların sanatlarına bir göz atalım: Bir şair, kasidesinde her harfi kelimenin tamamını dikkate alarak yazar. Her kelimeyi, şiirin bütününü nazara alarak yerleştirir. Her mısraı da şiirin tümünü gözeterek kaleme alır. Burada mutlak eşitlik değil, adalet söz konusu… İlk mısra başa düşer, son mısra arkada kalır, ama hepsi aynı gayeye hizmet ederler.

Bir fabrikatör, fabrikasının büyüklüğünü, bölmelerini, motorlarını, kazanlarını, tâ en küçük cıvatasına varıncaya kadar her şeyini hikmet ve adaletle tanzim eder. Ve ortaya mükemmel bir fabrika çıkar. Mutlak eşitlik bu nizamı harap eder…

Bir ressam da öyle değil mi? O, çizdiği her bir tabloda her deseni yerli yerine oturtur. Renkleri, şekilleri mutlak eşitlikle değil, adaletle taksim eder. Neye ne yakışırsa onu onunla boyar. Kime ne münasipse ona o şekli verir. Ve ortaya harika bir eser çıkar…

Cenâb-ı Hakk’ın şu âlemdeki icraatı da eşitlik üzerine değil, adalet esasına göre cereyan ediyor. İnsanlar arasında mutlak eşitlik olsaydı her şeyden önce, anne, baba ve evlât kavramlarından söz edilebilir miydi? Bütün insanların, bütün yönleriyle eşit olmaları halinde artık ortada toplum hayatı diye bir şey kalmaz. Bu faraziye ile, ne peygamber (asv.), ne ümmet, ne kumandan, ne nefer, ne baba ne evlat, ne işveren, ne işçi, ne öğretmen ne talebe kalır. Bilmem böyle bir cemiyet hayatı düşünülebilir mi?

Diğer varlıklara da bir göz atalım: Mutlak eşitlik olsaydı ne yer kalırdı, ne de gök!.

Şimşek çakıyorsa, bulutların elektrik yüklerinin aynı olmadığındandır.

Ruhumuzla bedenimizi düşünelim. Mutlak eşitlik olsaydı hangisi hangisine hükmedecekti? Organlarımızın hepsi el yahut tamamı kalp olsaydı hayatımızı sürdürebilir miydik?..

Serçe ile kedinin eşit olmadıkları mâlûm. Ama, her ikisinde de ilâhî adalet bütün berraklığı ile okunmakta… “Kedilik” mahiyeti neyi gerektiriyorsa, ruh hâletinden, diş ve tırnak yapısına, vücut çevikliğine kadar hepsi adaletle verilmiş; hiçbir şey noksan bırakılmamış. Aynı şekilde, “serçelik” mahiyeti de neyi icap ettiriyorsa, ona da o kabiliyetler ve o vücut yapısı eksiksiz takdim edilmiş.

İşte adalet budur. “Niçin o serçe oldu, bu kedi?” diye bir soru sormaya kimsenin hakkı yoktur. Sorulursa, “Allah böyle olmasını istemiştir.” diye cevap verilecektir. Aksini irade etseydi o soru yine sorulacaktı.

Kaldı ki, ne o serçe, ne de o kedi, başka bir âlemde imtihana tâbi tutulmuş değiller. Tâ ki, başarılarına karşılık, kendilerine verilen hayat makamını az bulsunlar. Onlar daha düne kadar, yokluk karanlıklarında Allah’ın lütfunu gözlemekteydiler. Hiçbir hakları yokken Cenâb-ı Hak onlara, şu hazır bedenlerini ve ruhlarını ihsan etti. Onlar da bunu şuurlu bir şekilde biliyormuşçasına, hallerinden memnun olarak sürdürüyorlar hayatlarını. Ruhlarında, kadere itirazın zerresi dahi bulunmuyor.

İşte bütün bunlar İlâhî adaletin harika tecellileri. Biz bu tecellileri ibretle seyretmeliyiz ve şu geçici dünya hayatında insanların farklı tarzlarda imtihan edilmelerini de bu şuurla değerlendirmeliyiz. Hikmeti, ancak âhirette anlaşılabilecek olan bazı farklılıkları hemen itirazla karşılamamalıyız.