Etiket arşivi: kardeşlik

Bu canlı kardeşliğe o kadar muhtacız ki!…

Barışa, kardeşliğe, birliğe, dirliğe ve beraberliğe iyice susadığımız ve bu değerlere ciddi bir gayretle kapı araladığımız şu günlerde yaşanmış örneklere o kadar çok ihtiyacımız var ki, ekmeğe, suya ve havaya olan ihtiyacımız kadar…

Bu konuda en güzel örnek; belki de tek örnek Peygamberimizin (a.s.m.) yetiştirdiği altın nesil sahabilerdir.

İslam öncesi cehalette ve zulümde en uçta olan, şefkat ve merhamet gibi duygulardan tamamıyla uzaklaşmış, canavara dönmüş, vahşi ve bağnaz bir toplumdan; imanda, ibadette, infakta, cihatta, ihlasta, îsarda ve kardeşlikte, şefkat ve merhamette eşi benzeri olmayan tablolar oluşturmuşlar, kıyamete kadar gelecek insanlara muhteşem örnek ve şaşmaz misal olmuşlardır.

Sahabe, hayatını Kur’an’a göre belirler, Kur’an’a göre düzenler ve Kur’an’a göre ayarlar.

Kardeşlik” mi dersiniz, muhabbet, fedakârlık ve vefadan, fazilet ve incelikten mi söz edersiniz; bütün bunları anlamak, nasıl yaşandığını görmek için Sahabe hayatına bakmak gerekir.

Sahabe denince hemen akla Ensar ve Muhacir gibi iki zirve gelir.

Birer Kur’an terimi olan Ensar ve Muhacir (Tevbe Suresi, 100) neslinin en öne çıkan özelliği siyer diliyle “muâhat”, yani kardeşliktir.

Kur’an, Haşir Suresi, 9. ayette bu kardeşliği tanımlarken aynı zamanda sahabeyi de vasfeder:

Daha önce Medine’yi yurt edinmiş ve imanı kalplerinde yerleştirmiş olanlara gelince, onlar, kendi yurtlarına hicret eden din kardeşlerini severler, onlara verilen şeyden dolayı gönüllerinde bir kıskançlık duymazlar ve kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ihtiraslarından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir.”

Nasıl bir kardeşlik?

Nasıl bir kardeşliktir bu anlatılan, nasıl başlamıştır, nasıl gerçekleşmiş ve neler yaşanmıştır?

Malını mülkünü, işini gücünü, evini barkını, eşini çocuğunu, akrabasını çevresini, sosyal statüsünü tereddütsüz terk edip Allah Resulü’nün yanında ve yakınında yer almak için, İslam’ı daha rahat yaşamak ve muhtaç gönüllere ulaştırmak maksadıyla yola çıkıp Medine’ye hicret eden Muhacirler; farklı iklimi, ağır hayat şartları ve birçok zorlukları göze alarak yeni bir beldeye yerleşmişlerdi.

Bu insanlar içinde makam mevki sahibi, iş ve ticaret erbabı Müslümanlar olduğu gibi, fakir ve sahipsiz kişilerle birlikte köleler de vardı.

Medine’de ise, daha bir-iki yıl gibi kısa süre içinde İslam’a girmiş, Medineli yerli halk yaşıyordu. Mekke’den göç edip gelen Müslüman kardeşlerine kol kanat geren, çok yakından ilgilenen ve olması gereken her türlü yardımı esirgemeyen Ensar adıyla bilinen “yardımsever” bir ekip bulunuyordu.

Hicretten beş ay sonra bir gün Peygamberimiz (a.s.m.) Medineli Ensar Müslümanlarla Mekke’den gelen Muhacir Müslümanları topladı. 45 kişilik Muhacirle 45 kadar Ensar arasında fiilî ve çok canlı bir kardeşlik tesis etti.

Bu insanlar arasında daha önceden kan bağı ve akrabalık gibi bir yakınlık yoktu. Onları kardeş yapan tek ölçü ve tek bağ imandı; aynı Allah’a iman etmek, aynı Peygambere sahabe/arkadaş olmaktı.

Efendimizin kurduğu bu kardeşlik güzellemesi sıradan ve rastgele, aceleye getirilmiş bir iş değildi. Her iki tarafın da zevk ve mizaçlarını, hissiyat ve durumlarını dikkate alarak birbirlerine en uygun olanları kardeş yapıyordu.

Mesela, Hazret-i Ebu Bekir’i Hârice bin Zeyd ile, Hazret-i Ömer’i Utban bin Mâlik ile, Ebû Ubeyde’yi Sa’d bin Muâz ile, Hazret-i Osman’ı Evs bin Sâbit ile, Hazret-i Bilâl’i Abdullah bin Abdurrahman ile, Hazret-i Selmân’ı Ebu’d-Derdâ ile, Sâlim’i Muâz bin Mâiz ile, Ammar’ı da Huzeyfe ile (radiyallahü anhüm ecmain) kardeş yaptı.

Peygamberimiz (a.s.m.) teker teker her Muhaciri birer Ensar ile kardeş ilan edince geride tek bir Sahabi kalmıştı. Kendisini yalnız hissediyor, hüzünleniyordu. Bu Muhacir sahabi Hazret-i Ali’ydi. Gözyaşları arasında, “Ya Re­su­lal­lah!” dedi. “Siz sahabileri birbirine kar­deş yaptınız; benimle hiç kimse arasında kardeşlik kurmadınız!

Gönüller sultanı Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Hazret-i Ali’yi bağrına basarcasına, onu sevinçten uçururcasına buyurdular ki: “Ya Ali! Sen dünyada ve ahirette benim kardeşim­sin!

Hazret-i Ali’nin hüzün gözyaşları bir anda sürur damlacıklarına döndü.

Kurulan bu kardeşlik sayesinde yeni kardeşler arasında tam bir yardımlaşma ve dayanışma yaşanıyordu. Medineli her Müslüman, kardeş olduğu Mekkeli Müs­lümana malının yarısını veriyordu. Muhacir kardeşlerine karşı misafirperverliğin, cömertliğin, kadirşinaslığın, in­sanlığın en yüce derecesini göstermekten zevk alıyorlardı. Bununla da kalmayıp hurmalıklarını da Muhacir kardeşleriyle paylaşmak için Peygamberimize (a.s.m.) bir teklif götürdüler. Muhacirler Mekkeli oldukları için o ana kadar tarımla meşgul olmamışlardı. Bu tekliflerini Peygamberimiz (a.s.m.) geri çevirdi. Fakat Ensar buna da bir çare buldu. Tarımdan anlamayan Muhacirler, sadece hurma ağaçlarının bakımı ve sulamasıyla ilgilenecekler, Ensar da ekip biçecekti. Hasat mevsimi gelince toplanan hurmalar yarı yarıya paylaşılacaktı. Peygamberimiz (a.s.m.) sunulan bu teklifi kabul etti.

Ama Muhacirler, “Ensar kardeşlerimiz bize mal mülk verdi, ihtiyaçlarımızı giderdi, barınacak ev verdi” diyerek boş durmadılar. Herkes elinden gelen gayreti göstererek, kardeşlerine yük olmamaya çalıştı.

Bunun en canlı örneğini aralarında kardeşlik bağı kurulan Sa’d bin Rebi ile Abdurrahman bin Avf arasında yaşandı.

Hz. Sa’d, Hz. Abdurrahman’a, “Ben Medineli Müslümanların en zenginiyim, malımın yarısını sana ayırdım” dedi. Dünyada iken cennetle müjdelenen on sahabiden biri olan Abdurrahman bin Avf’ın verdiği cevap, kardeşinin getirdiği teklif kadar düşündürücüydü:

Kardeşim, malının ve mülkünün hayrını göresin, benim onlara ihtiyacım yok. Bana yapacağın en büyük iyilik, içinde alışveriş yaptığınız çarşının yolunu göstermendir.”

Çarşının yolunu öğrenen Abdurahman bin Avf, Peygamberimizden (a.s.m.) de bereket duası alınca çok geçmeden Medine’nin sayılı tüccarları arasında yer aldı. Bir defasında 700 deveyi yükleriyle birlikte Allah yoluna verdi. Hz. Abdurrahman gibi birçok Muhacir de kendilerine göre birer iş buldular, el emekleriyle geçinmeye başladılar.

Efendimizin kurduğu Ensar-Muhacir kardeşliği, hiçbir milletin tarihinde rast­lanmayan eşsiz bir şeref tablosuydu.

Kan davasına son

Bir kere İslam’dan önce Medine’de yaşayan iki büyük kabile Evs ve Hazrec arasında yıllardır bitip tükenmek bilmeyen kan davaları ortadan kalktı, nesebî kardeşlikten daha güçlü bir kardeşlik kurulmuş oldu. Öyle ki bu yeni kardeşler, birbirlerini görebilmek için sabahı iple çekiyorlardı. Her karşılaşmalarında candan muhabbet içinde, “Görmeyeli nasılsın?” diyerek hal hatır soruyorlardı.

Bu kardeşlik sonucu gelişen dayanışma, yardımlaşma, hayırseverlik ise İslam’ın gelişme dönemine denk geldiği için kısa sürede Hak dinin yayılmasına vesile oldu.

Arap Yarımadası’nın her tarafına İslam’ın ulaşması, İran’ın bütünüyle fethedilmesi, Bizans İmparatorluğu’nun dize gelmesi gibi önemli fetihler bu kardeşliğin önemli meyveleriydi.

Demek ki, kalpler, gönüller, idealler ve niyetler bir olunca Cenab-ı Hak nice harikalar yaratıyor; mü’minlerin önlerini ve ufuklarını açıyor, aralarına nifak tohumu ekmek isteyenlere fırsat vermiyor.

Sahabi arasında yaşanan bu kardeşlik bağından bahseden ayet-i kerimeyi (Haşir Suresi,  9) Bediüzzaman Hazretleri ihlasın bir sırrı olan îsar (Mü’min kardeşini kendisine tercih etmek) hasleti olarak anlatıyor, mü’minler/kardeşler arasında yaşanması gereken bir fazilet şeklinde dile getiriyor ve diyor ki:

Sahabelerin sena-i Kur’aniyeye (Kur’an’ın övgüsüne) mazhar olan îsar hasletini kendine rehber etmek, yani hediye ve sadakanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek ve hizmet-i diniyenin mukabilinde (dinî hizmetin bir karşılığında) gelen menfaat-i maddiyeyi istemeden ve kalben talep etmeden, sırf bir ihsan-ı ilahî bilerek, nastan (insanlardan) minnet almayarak ve hizmet-i diniyenin mukabilinde de almamaktır.

Çünkü, hizmet-i diniyenin mukabilinde dünyada birşey istenilmemeli ki, ihlas kaçmasın. Çendan (gerçi) hakları var ki, ümmet onların maişetlerini (geçimlerini) temin etsin. Hem zekâta da müstehaktırlar.

Fakat bu istenilmez, belki verilir. Verildiği vakit de ’Hizmetimin ücretidir‘ denilmez. Mümkün olduğu kadar kanaatkârane, başka ehil ve daha müstehak olanların nefsini kendi nefsine tercih etmek, (Kendileri ihtiyaç halinde olsalar bile onları kendi nefislerine tercih ederler.) [Haşir Suresi, 9] sırrına mazhariyetle, bu müthiş tehlikeden kurtulup ihlası kazanabilir.” (Lem’alar, Yirminci Lem’a)

Mehmed Paksu

Nurs’a giderken barışı gördüm!

Barış süreci adeta baharın yeşilliğinde kırlara yayılmış hayvanların peşinden koşturan çobanların dilinde bir ahenk olmuştu.

Nasılsınız  dememizle o güler yüzlerden en derin bir sıcak kanlılıkla: “Allah razı olsun”.. “Çok şükür”. Hemen ardından “Valla biz güneyden geliyoruz. Bahar geldi biz de geliyoruz.”

Bitlis’te bir sempozyum vesilesiyle bulunuyoruz: Bitlis Valiliği, Bitlis Belediyesi, Bitlis Eren Üniversitesi, Risale Akademi ve AKAV’ın 08-12 Mayıs 2013 tarihleri arasında Bitlis’te ortaklaşa düzenlediği “Said Nursi Bitlis Günleri”nde “İnsanlık İçin Medeniyetin Yeniden İnşası” ekseninde yapılan Arama Konferansı ve Said Nursi Sempozyumu…

Tarihi “El-Eman Hanı”nda ki bu sempozyum alanı ile mevcut şehrin dokusu o kadar zıt ki bir anda değişik dünyalara gitmek gibi bir duygu dalgalanması yaşıyorum. Oldukça geniş salonları tarihi dokuyu hiç bozmadan düzenlemişler.

Nemrut’un tepesinde buğu buğu duman yükselirken diğer tepelerin üstünde, şapkamsı kar kümeleri duruyor…

Programa bir de Nursi’nin doğduğu köye bir gezi ekleniyor. Nurs’a doğru yola çıktık.

Bitlis’in Hizan ilçesinden doğuya ovaya doğru göçler peş peşe yol alıyorken karşılaşıyoruz. Yemyeşil çimenlerin yanı sıra, yeni dikilmiş fidanlar gibi kalıntı bir orman parçası dikkatimizi çekiyor. Ve soruyoruz. Bunu kimler ekti? Cevap “ Valla kimse ekmedi. Allah koymuş. Terörden kesmiştiler. Allah’tan yeniden çıktı” diyor.

Böyle uzayıp giderken sohbetimiz, söz barış sürecine geliyor.

Büyük bir mutluluk beliriyor yüzlerinde.”Allah razı olsun. Kim sebep olmuşsa, Allah razı olsun! Yoksa biz bu kadar rahat gelemezdik. Çatışma oluyordu. Mayın patlıyordu. Çok korkuyorduk. Şimdi herkes hayvan alıyor. yani güzel oldu valla!..”

                                                “Evet! Yani güzel olmuş valla!”

Derin vadiler arasından geçiyoruz. Köyler bu derelerin derin vadilerin arasından geçerken -ki çağıldayışları arasında adeta bir cennet bahçesi görüntüsü veriyor- fındık ağaçları, sonra ceviz ağaçları buralarda boy boy belirmişler. Bizim için oldukça değişik bir duyguydu. Hem seyredilmesi güzel hem de buralara daha önce “ancak panzer eşliğinde” geliniyorken bugün elini kolunu sallayanın gelebildiği yerler olması bakımından…

Ne değişmişti bu kadar kısa sürede? El-aman Hanı’nda Nursi konuşuluyorsa çobanlar özgürce hayvanlarını otlatır ve ülke barış havasında yaşarmış… Bir zihniyet devrimi yaşandı bu ülkede sessiz ve derinden. Evet, en derinde yerleşip, en kuvvetli fırtınaları tipileri savuşturarak baharda yeşeren tohumlar gibi…

Silahlar susunca güzellikler her tarafta beliriyormuş. Ateşin yakmadığı yüreklerdeki duygular gibi, ateşin yakmadığı beldelerde de yeşillikler ve çeşit çeşit hayatlar beliriyormuş..

Biz İstanbul, Ankara vs. büyük kentlerde barış sürecine destek toplantıları yaparken, doğu kentlerinde gidilmeyen yaylaların özlemiyle tutuşan halk, nostalji gezilerine çıkıyormuş. Başlangıçta biraz ürkekçe ve inanamaz bir tarzda gidilmiş olsa da şimdi ilk gidişlerini keyifle anlatıyorlar. İçlerinden birisi “Valla, keçilerim keyiflerinden hep sıçrayıp durdular.” derken diğerleri kahkahayla gülmeye başlıyor ve “O senin keyfin! Keçi zaten hep zıplar” diyor.

Tatvan’da bir düğün. Bir başka yerde bir düğün derken Türkçe, Kürtçe peş peşe kulağımızda melodileşiyordu. Bir muazzam tablo vardı.

Batı illerinde gördüğüm tedirginliğin yerine burada daha bir canlılık ve berrak duyguyu görüyorum. İnsanlar barış ve kardeşliğe susamışçasına doya doya konuşmak istiyor…

Böyleydi doğu… Yağmurlu bir günden sonra güneş doğmuş her taraf ışıl ışıldı: güneş ışınları bitki örtüsünün üstünden yeniden gözlerimize yansıyordu…

Yeni bir medeniyet inşası diyordu katılımcılar… Bu güzel güne o kadar güzel uyuyordu ki, böyle bir cümle böyle bir havada canlanırdı ancak. Ve böyle bir hareket ancak barışın kardeşliğin gölgesinde başlar ve böyle bir ortamda büyürdü…

Bu hareket ve barış ortamının bir temenniden öteye geçtiğini yaşandığını görmek arzusundayız.

Evet, en basit hayat içinden en büyük medeniyet inşası konuşuluyordu. Bu bir tezat değildi. Çünkü çağın fikir ve medeniyet üstadı da buradan yola çıkmıştı. Her yer onun hatıralarıyla doluydu. Herkes dilince ondan duyduğunu anlatıyor ve onunla aynı coğrafyayı paylaşmış olmanın gurur ve mutluluğunu yaşıyordu…

Memleketimin her tarafı akillerle dolu! Eğer “akiller” barışın gönüllü elçileri iseler ve hemen herkes akiller sınıfındaydı.

Çobanından çaycısına, çiftçisinden memuruna her sınıftan vatandaş aynı şeye parmak basıyordu. Değişen tek şey konuşma üsluplarıydı: kimi hızlı bir vurguyla konuşurken kimi daha ağır tondan ve bastıra bastıra dile geliyordu…

Dilerim bu dilekler doğudan doğan güneşin ışınları gibi ülkemin dört bir yanına yayılsın!

YOLLARINA DÜŞMÜŞÜM

Alnındaki izlerin

Tepeler de görmüşüm,

Secdedeki dizlerin,

Üzerine düşmüşüm.

*

Altın gümüş aramam.

Ben varlığa konamam.

Sayfa sayfa taramam:

İman nuru! Kanamam!

*

Okyanus ile deniz!

Kur’an’dandır hep o iz!

Sevdalanmış erleriz.

Nere olsa gideriz.

*

Hizmet bizim işimiz.

Yollarına düşmüşüz.

Sevdalanmış erleriz.

Nere olsa gideriz.

Dr. Sami Akın

Kardeşlik Baharı Yeşerirken

Son zamanlarda ülkemizde güzel gelişmeler oluyor.Bu olumlu gelişmeler birilerinin istememesine rağmen yavaşta olsa gerçekleşmeye devam ediyor.Kardeşler arasındaki suni duvarlar bir bir yıkılmaya başlıyor.Bu duvarlar yıkılırken gürültüde çıkar.Yıkılmasına engel olmaya çalışanda çıkar.Bu duvarlar yıkılırken yeni duvarlar örmeye çalışanlar elbette çıkacaktır.kardeşlik

 Dikkatinizi çekmiştir ! Batı dünyası bizlerin arasına suni duvarları örmeye çalışırken;batılılar kendileri için birleşmeyi desteklemektedir.

Dünyanın en büyük ve en güçlü birleşik devletleri  Amerika Birleşik Devletleridir.ABD   40 tane eyaletten oluşmuş devletler topluluğudur.Bu eyaletlerin çoğunda farklı ırklardan,farklı inançlardan ve farklı kültürlerden oluşan eyaletler vardır.Bu eyaletlerde İngiliz,Fransız,İspanyol,Çinli,Hintli ve benzeri bir çok ırktan ve milletten insanlar yaşamaktadır.Bunların hiç biri çıkıp ta bu farklılıkları bir ayrılık unsuru olarak görmemiştir.Hepsi ABD vatandaşlığı şemsiyesi altında birleşmiş ve bu vatandaşlığı her yerde bir ayrıcalık olarak görmüşlerdir.Onlara sorduğunuzda ABD vatandaşıyım diyerek devletlerine olan bağlılıklarını göstermişlerdir.

Peki bunlar bu ülkede ne gibi kültürel haklara sahiptir? Sorusuna şu cevabı verebiliriz.Buradaki milletler kültürel haklarını serbest bir şekilde ve özgürce kullanmaktadırlar.Bu milletlerin dilini ve kültürünü yaşaması diğer milletler için bir tehlike ortaya çıkarmamış bilakis diğer milletlerden olan insanların birbiriyle kaynaşmasına ortam hazırlamıştır.

Avrupa birliği de  aynı mantıkla kurulmuş ve şimdi 25 tane Avrupa  ülkesi birleşmiş bir ülke haline gelmiş.Bu ülkelerdeki insanlar istediği gibi dolaşıp  istediği ülkede yaşama hakkına sahip olmuştur.

Peki biz neden birleşemiyoruz.Bizim birleşmemize neden engel çıkarıyorlar.Kendi kardeşimizle aramızda neden duvarların örülmesini yardım ediyorlar.Osmanlı yıkıldıktan sonra İslam dünyasını neden cetvelle parçalayıp küçük kabile devletlerine bölüyorlar.Onunla da yetinmeyip şimdide ırk,mezhep  gibi zenginlikleri bir ayrılık unsurları gibi önümüze sürüp pazarlamaya çalışıyorlar.Hiç düşündük mü ?

Yıllarca Türkiye’yi Avrupa Birliğinin kapısında bekletip ;Türkiye yüzünü doğuya İslam dünyasına çevirdiğinde ;”Ortadoğu bataklığında ne işiniz var?” diyerek sözde akıl vermeye çalışıyorlar.

Bize doğuya yönünüzü çevirmeyin diyenler.Dünyanın öbür ucundan buralara gelip Afganistan’ı,Irak’ı işgal edip;Ortadoğu’yu bataklığa çevirip bırakıp gidiyorlar.Bize gelince  yapmayın diyorlar.

Bu durumu ülkemizde de yıllarca yapmışlardır.Ülkemizdeki kardeşler arasında suni duvarların örülmesi için çeşitli uyduruk bahaneler üretmişlerdir.Yeri geldiğinde Türk-Kürt,yeri geldiğinde Alevi-Sünni diyerek kardeşleri birbirine düşürmüşlerdir.

Yazar Senai DEMİRCİ’NİN iki güzel sözünü aktarmak istiyorum:

Terör, Türk ve Kürt milliyetçiliklerinin kavgasıdır: Türkçü olmayan milyonlarca Türk ve Kürtçü olmayan milyonlarca Kürt niye kavga etsin?

Terörün bitmesi hayır değil mi? yoksa, yitirdiğimiz canlar, yetim bıraktığımız çocuklar, dul kalmış kadınlar daha mı çok olsun istiyorsunuz?

Evet  bu sorulara verilecek doğru cevaplar insanların vicdanını rahatlatacak cevaplar olacaktır.

Sonuç olarak birileri yıllarca sahte Kahramanlarını ve projelerini  üretip önümüze sürdüler.Yıllarca bu kurgulanmış olaylar ve kahramanlar hakkında düşünerek ve konuşarak zaman geçirdik.Ama artık mızrak çuvala sıkmıyor.Artık sahte kahramanları da ifşa oldu.Herkes kimin ne olduğunu biliyor.Yeni nesil  eskisi gibi her söylenene inanmıyor,akıl terazisinde tartarak değerlendiriyor.Bundan böyle halkı kandırmaya çalışanlar aslında kendilerini kandırmış olacaklardır.Kardeşlik köprüleri kurulurken engel olmaya çalışanlarda bu köprülerin  altında ezilecektir.

Peygamberimiz’den gerilimi düşürme örneği!..

Bazen toplumda gerilimler gelişmekte, bir kesim diğer kesime karşı hasmane duygu ve düşüncelere girmekteler.

Bu gibi sorumlusu pek netleşmeyen gerilimler saadet asrında da yaşanmış, ancak meydana gelen gerilimleri düşürme tedbirleri alınmakta geç kalınmamıştır. Günümüze de mesaj veren bu gerilimi önleme örneklerinden birini, bir daha hatırlamakta fayda mülahaza etmekteyim. Birlikte okuyoruz Peygamberimiz’in, mağduriyetlerin diyetini bizzat ödeyerek verdiği gerilimi düşürme örneğini.

Medineli Abdullah ile Muhayyıs, çalışmak için gittikleri Hayber’de iş bulmuşlardı. Abdullah, Hayber’in Şık mahallesindeki bir evde kalıyor, Muhayyıs ise biraz uzaktaki hurma bahçesinde çalışıyordu. Muhayyıs, bir ara arkadaşından haber alamayınca aramaya başladı. Soruşturmayı derinleştirdiği sırada bir çocuk “Mahallemizdeki kuyuda bir ceset var, belki sen onu arıyorsun.” dedi.

Muhayyıs, heyecanla gelip kuyuya baktığında Abdullah’ın başı üzerine düşerek, yahut da düşürülerek boynu kırılmış halde cesedini gördü. Fevkalade üzüldü bu olaya. Çevresindeki Yahudilere:

– Abdullah’ı siz öldürdünüz, diyetini ödemelisiniz, kanı yerde kalmamalı, geride perişan ailesi var, dedi.

Yahudiler, hep birlikte, “Biz ne öldürdük ne de öldüreni gördük, bize suç yükleme boşuna.” diye karşılık verdiler.

Muhayyıs, cenazeyi çıkarıp usulüne uygun şekilde defnettikten sonra doğruca Medine’nin yolunu tutup Efendimiz’e olayı aynen anlattı.

Efendimiz (sas), Hayberlilerden, Abdullah’ın ailesine diyetini ödemelerini istedi. Hayber halkı ise “Biz öldürmedik de, öldüreni görmedik de…” şeklinde karşılık vermekte ısrar ettiler.

Bu durumda iddia sahibi Müslümanlara, Abdullah’ı Yahudilerin öldürdüklerini ispat etmek düşüyordu. Ya olayı gören şahitlerle ispat edecekler ya da Yahudilerin öldürmüş olacağına kendileri yemin edeceklerdi.

Müslümanlar, olayı gören şahit bulamadıkları gibi, kendileri yemin yapmaya da cesaret edemediler. Çünkü olayı gözüyle gören biri çıkmamıştı ortaya. Ancak Abdullah’ın onların mahallesindeki kuyularında tepesi üzerine atılmış halde ölüsü bulunduğu da bir gerçekti.

Sonuç böyle faili meçhul kalınca Medine’deki Müslümanlar ile Hayber halkı arasında ciddi bir gerginlik başladı. Medine halkı Hayberlilere Abdullah’ın katilleri olarak bakıyor, diyetini ödemeleri gerektiğini, Abdullah’ın geride kimsesiz kalan yoksul ailesinin de bir ölçüde perişanlıktan kurtulup böylece teselli olacağını söylüyorlardı.

Hayber halkı ise kendilerini suçlu bulmuyor, diyet ödemeye razı olmuyor, ‘kim öldürmüşse o diyetini ödesin’ diyorlardı…

Böylece ölüm olayının ortada kalışı, iki toplum arasında ciddi bir gerginliğin başlamasına sebep oldu.

Ortada mağdur olmuş perişan bir aile bekliyordu.

Peygamberimiz (sas), bir yönetici olarak toplumun bir kesiminin ötekine karşı gergin şekilde bakmasını uygun bulmuyor, bu mağduriyetin giderilip gerilimin düşürülmesi gerektiğini düşünüyordu. Bundan dolayı aldığı kararını şöyle açıkladı:

– Abdullah’ın diyetini ben ödüyorum ailesine. Hazinenin kırda otlayan develerinden yüz deve getirin, mağdurun ailesine diyet olarak ödeyin. Kanı yerde kaldı denerek toplumun düşmanlık duyguları içinde cepheleşmesini önlemeli, böylece maruz kalınan mağduriyeti giderip gerilimi düşürmeliyiz.

Bu karardan sonra hazine develerinden seçilip getirilen yüz deve, mağdurun ailesine teslim edilmiş, onlar da diyetlerinin ödendiğini düşünerek olayın etkisinden bir ölçüde kurtulmuş, toplumdaki mağdur ailenin faili meçhule kurban gitme gerginliği de böylece sona ermiştir…

İlahiyatçı yazar Mehmet Dikmen’in “Peygamberimizin İnsan Kazanma Metodu” kitabında, bu olayın toplumdaki gerginliği giderme yanına dikkat çekilirken şöyle yorumlar yapılmıştır:

– Peygamberimiz, ölenin ortada kalan diyetini bir yönetici olarak hazineden kendisi ödeyerek toplumda ortaya çıkan gerginliği giderme örneği vermiş, barış ve huzuru sağlamak için ilk adımı da bir yönetici olarak yine bizzat kendisi atmış, ümmetine de mesajını böyle vermiştir. Yeter ki ümmeti de bu mesajı alabilsin, toplumda oluşan mağduriyetleri karşılayıp gerginliği gidermede ihmale düşmesin.

Ahmed Şahin / Zaman

Hep Birlikte “Kardeşliğimizi Koruma” Görevimiz…

İslam tarihi boyunca maneviyat büyüklerinin üzerinde en çok titredikleri konu, “Kardeşliğimizin korunması” olmuştur.

Birlik beraberliğimizin özünü teşkil eden bu kardeşliğimizin korunması konusu, halen hepimizin bir numaralı meselemiz olma özelliğini devam ettirmektedir.

Nitekim Hocaefendi de sohbetlerinde hep bu kardeşliğimizi koruma konusuna vurgu yapmış, özellikle Uhuvvet Risalesi’nden verdiği bir misalinde de “bir nizaa değmeyen!” dünyevi konuların ayrılık sebebi olmaması gerektiğine işaret ederek şu tespitleri dikkatimize sunmuştur:

Uhuvvet Risalesi’nde Üstad Hazretleri, Hâfız-ı Şirazî’den “Dünya öyle bir metâ değil ki bir nizâa değsin!.” ifadesini naklediyor. Zannediyorum hiçbirimiz “Hafız-ı Şirazi bu sözüyle mübalağa yapıyor.” diye içimizden geçirmemişizdir. Demek Hafız-ı Şirazi doğruyu söylüyor, hakikati ifade ediyor. Gerçekten de dünya öyle bir meta değil ki bir nizaa değsin de birlik beraberliğimizi bozsun!..

Öyle ise biz, bu doğruyu hayatımıza ne kadar yansıtıyor, fiilen ne kadar benimsiyoruz? Burası cayi dikkattir!..

Bunları düşününce “O hâlde ne güne okuyoruz bu kitapları, ne diye Kur’ân ve sünnetle meşgul oluyor, ne diye Nurlarla iştigal ediyoruz ki?” diye sormadan edemiyorum kendi kendime.. Şayet bu uyarılar bize bir şeyler ifade etmeyecekse, kemalat-ı insaniye adına elimizden tutup bizi Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a ulaştırmayacaksa, niçin zamanımızı israf ediyoruz bu türlü meşguliyetlerle?..

Doğrusu, bîzarım bir nizaa değmeyen konularda bile birbirini affetmeyen kardeşlerden, bağışlamayan dostlardan. Dedi-koduya meyleden çevrelerden..

Demek bir yerde bir rehabilitasyona, davranışlarımızı yeniden gözden geçirmemize ihtiyacımız var. Kanaatimce hepimiz için geçerli bir husus bu..

Zira çok küçük şeyleri büyütüyor, dil ucuyla dahi olsa hemen gıybetlere giriveriyoruz. Böylece zihinler gıybet mülâhazasıyla kirletiliyor; gönüllerin aydınlık çehresine gıybet ziftleri akıtılıyor.

Halbuki gıybet büyük bir günahtır. Gıybet eden kimse, gıybet edilen tarafından affedilmedikçe yaptığı gıybet günahı bağışlanmaz!..

Gıybet eden, önce gıybetini yaptığı kimseye sevaplarını verecek, yetmezse onun günahlarını yüklenecek, helalleşme ancak böyle gıybetçinin iflasıyla mümkün olacaktır!. Demek ki gıybetin, gıybet yapanı iflasa sürükleyen kısımları da söz konusudur…

Mesela, insanların hüsnüzan besleyip arkasından gittiği büyük zatlar hakkında gıybetle konuşmak büyük bir günahtır. Çünkü böyle bir zatın gıybeti, arkasında olan bütün insanların hakkına girme gibi altından kalkılamayacak bir günahı netice verebilir. Demek bazı gıybetlerde sonuç bu kadar büyüktür..

Eğer temelde biz, Allah Teala’nın büyük gördüklerini büyük görüp büyük kabul etmiyorsak, neticede nice küçük mevzular gelip bu büyük meselelerin yerini alacaktır/almaktadır da!..

Hâsılı, dertliyim, üzgünüm, bîzarım mü’minlere yakışmayan tavır ve davranışlardan, ortaya konulan birlik beraberliği bozacak zaaf ve boşluklardan!..

Evet, bîzarım birbirini affetmeyen kardeşlerden, bîzarım hep kusur gören arkadaşlardan, bîzarım kardeşinin hata ve kusurlarını kaydedip, sevaplarını hiç görmezden gelenlerden!..

Şunu da ifade edeyim ki; bütün bunları, kendi heva-ü hevesime göre değil, sizin de saygı duyduğunuz kaynaklara bağlı olarak dile getirmeye çalıştım. Bu sebeple diyebilirim ki; eğer bu söylenenlere gerçekten inanıyorsak, o zaman gelin, kardeşliği zedeleyecek her türlü duygu ve düşüncenin rüyalarımıza dahi girmesine hep birlikte fırsat vermeyelim!.

Gelin bize sırtını dönenleri dahi kucaklama ahlakımıza devam edelim, Mevlânâ gibi hareket ederek, “Dövene elsiz, sövene dilsiz” olma düsturunu hayatımıza hayat kılma azmimizden geri kalmayalım!.”

Çünkü bugün ülke çapında birlik beraberliğe, dünden daha çok muhtacız!

Ahmed Şahin / a.sahin@zaman.com.tr