Etiket arşivi: Mehmet Abidin Kartal

Millet İradesinin Hançerlendiği Tarih, 27 Mayıs 1960 İhtilalı

2İşte  bu dönemde yaşanan ve siyasi tarih açısından da üzerinde tezlerin yazılması gereken ibretlik bir olay. Bu olayda milli iradenin karşısındaki zihniyetin, Anadolu insanına, köylüye biçtiği rolü görüyoruz.

Türk siyasi tarihinin ve düşünce dünyasının önemli isimlerinden rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti,  Fakülte öğrenciliği sırasında 1944 Mayısında meydana gelen olaylara karıştığı için bir süre hapis yatmış, hapisten çıktıktan sonra öğrenim için aynı fakülteye başvurmuşsa da bu isteği reddedilince dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’e hitaben yazdığı ve “Yüksek makamın alçak vekiline” diye başlayan yazı yüzünden yeniden hapsedilmiştir.

İşte o yıllarda Ankara Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesinin 3. sınıfında öğrenciyken 3 Mayıs 1944 yılında tutuklanıp huzura çıkarılan rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti ye şöyle der; Ankara’nın Kudretli! valilerinden Nevzat Tandoğan, “Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek.” der (Doç. Dr. Özcan Yeniçeri, Yönetim ve Bürokrasinin Yozlaşmadaki Rolü-II)

İşte Nevzat Tandoğan’da şekillenen bu zihniyet; kurulan yeni Cumhuriyet’te kendisini ayrıcalıklı sayan, Cumhuriyet’in anlamının toplumu meydana getiren tüm bireylerin vatandaş olarak eşit statüde olduğunu anlamayan bir avuç elit zümreyi ifade ediyor.

1950’ye kadar, köylere fazla bir şeyler götürülmediği için, köylüler, çiftçiler kentlere gelmeye başladılar. Onların çocukları da okumaya, meslek sahibi olmaya ve siyasete girmeye başladılar.”Öküz Anadolulular” çiftçilik ve askerlik dışında da iş yapmaya başladılar. Milleti sürü sayan zihniyet bundan rahatsız olmaya başladı. Demokrat Parti iktidarı, ayrıcalıklı zümreye ve çocuklarına rezerve edilmiş mevki ve makamları `Hasolar`, `Memolar` veya `ağzı çorba kokanlar`la paylaştırmaya başladı. 1950’lerde Halkın; CHP’lilerin DP’lileri kast ederek;” Ne yani ülkeyi Hasolar, Memolar mı yönetecek” sözünü affetmeyip DP yi büyük bir güçle iktidara getirmeleri buna bir misaldir. Halk kendine değer verenlere her zaman destek olmuş onları baş tacı yapmıştır.

Cumhuriyet geçmişimize baktığımızda elit zümre her zaman kendini hissettirmiş, halkına hep tepeden bakan bu zümrenin, kendi dünya görüşü ve yaşam biçimine uymayan, demokratik yollarla iktidar olmuş hükümetleri darbelerle yıkmışlardır.

14 Mayıs 1950 ‘de Adnan Menderes’in  Demokrat Partisi 69’a karşı 408 milletvekili çıkararak,  CHP’ye tarihi bir ders verdi. Bu öyle bir dersti ki, milleti hor gören, ona “öküz Anadolulular” gözüyle bakan CHP zihniyeti  bir daha tek başına iktidar yüzü görmedi.

Artık millet söz sahibiydi. Millet söz sahibi olduğu içinde, yıllar yılı onun rağmına yapılan icraatlara son veriliyor,  milletin  istediği işler yapılmaya başlıyordu.

Yıllardan beri millete karşı yürütülen dinî baskılar, dine yönelik yasak ve engellemeler DP gelince son buluyordu. Menderes hükümeti daha ilk ayında 18 yıllık aslına uygun olarak okutulması yasaklanan ezana hürriyetini veriyor, ezan serbest bırakılıyordu. İktidarın iki ayı dolmadan da radyoda dinî program yasağı kaldırılmış ve haftada iki gün Kur’ân okunmasına başlanmıştı.

Başbakan Adnan Menderes’in dine ve dindarlara tavrı ise açık ve kesin idi. Daha 1951’de “irtica” iddiasıyla dindarlara baskı yapılmasının hesabını kuranlara karşı, “DP, vicdan hürriyetine riayet edeceğini beş yıl evvel programıyla millete vaad etmiştir” cevabını veriyordu. “Türk Milleti Müslüman dır ve Müslüman olarak kalacaktır. Evvela kendine ve gelecek nesillere dinini telkin, onun esasını ve kaidelerini öğrenmesi, ebediyen Müslüman kalmasının münakaşa götürmez bir şartıdır” diyen Menderes’ti. Bunun için, ezanın aslına çevrilmesine sebep olduğu için Menderes, “İslâm kahramanıdır.”

Menderes devri, demokrasi, hürriyet ve dini inkişaf devri olduğu kadar, fakirlikten kurtuluşun diğer bir adıydı…

Anadolu köylüsünün şartlarını, tarım ekonomisine dayanan Türkiye’de toprağın, toprakta çalışan insanın durumunu çok iyi bilen Menderes, bu ülkenin fakir tabakalarının, köylüsünün, şehirlisinin, kasketli, çarıklı, poturlu, ve şalvarlıların hayat şartlarını çok iyi bildiği için, çok kısa zamanda Türkiye gerçeğini, tepeden görüldüğü gibi değil, tabanda yaşandığı gibi çok iyi kavrayabilmiştir. Türkiye’de hürriyet içinde refah, demokrasi içinde medeniyet mücadelesini yapmanın imkân dahilinde olduğunu göstermiş bir iktidarın parlak başbakanıdır.( Demokrat Parti’nin İktisat Politikası 1950-1954, Kartal, Mehmet Abidin. İstanbul 2000, İ.Ü.Edebiyat Fakültesi Kütüphanesi,Yer numarası, YLT E 168,Tür, Tez, Barkod, EFKYLTE168)

1950’den itibaren, köylüler, çiftçiler kentlere gelmeye başladılar. Onların çocukları da okumaya, meslek sahibi olmaya ve siyasete girmeye başladılar. Ankara valisi Nevzat Tandoğan’ın ifadesiyle ”Öküz Anadolulular” çiftçilik ve askerlik dışında da iş yapmaya başladılar. Milleti sürü sayan zihniyet bundan rahatsız olmaya başladı. 27 Mayıs 1960’da askeri darbe ile iktidarı ele geçirdiler. Darbenin nedeni, demokrasi yoluyla iktidara gelinemeyeceği düşüncesinin pekişmesinde yatıyor: 1950-60 arasındaki seçimler tek parti zihniyeti ile yetişmiş ve tek partinin hasretini duyan kesimlere, siyaset alanındaki temsilcisi CHP ile iktidara gelmesinin çok zor, hatta neredeyse imkansız olduğunu gösterdi. Bu yüzden demokratik iktidarların kendi alanlarını daraltmasını önlemek ve iktidarı da ellerinde tutmak için sistemi yeniden dizayn etmeye karar verdiler, 27 Mayıs 1960 darbesini yaptılar. 27 Mayıs 1960 milletin iradesinin hançerlendiği tarihtir.

27 Mayıs ihtilâli askerî darbeleri başlatan kanlı bir ihtilâldir. Bu ülke başbakanını ve iki bakanını asarak demokrasi tarihine kara bir leke bırakmış, demokrat dünyaya Türkiye’yi rezil etmiştir. 27 Mayıs, istikrarlı ve sağlıklı bir siyasî bünyenin gelişmesine, güçlü, rasyonel ve çevik bir devlet cihazının kurumlaşmasına engel olmuştur. Demokrasiyi tahrip etmiş, siyasî kimlikleri yok etmiş ve sivil siyasî aktörlere duyulan güveni mesnetsiz bırakmıştır. Sürekli düşmanlardan bahsetmek, topluma korku salmak geleneği de 27 Mayıs’ın bakiyesidir. Peki ne yapmıştır Menderes? Millete millet olduğunu hatırlatmış. Ulus’a giremeyen çarıklı köylüler özgürce girebilmiştir. Ülke için yaptığı maddî hizmetlerinin yanında manevî hizmetlere önem vermesi misyonun olmazsa olmazı olmuştur. DP’nin ilk icraatı ezân-ı Muhammediyeyi (asm) aslına çevirmek olmuş, iktidara gelmesinin üzerinden 1 yıl geçtikten sonra imam hatipleri, 7 yıl sonrada Yüksek İslâm Enstitülerini açarak milletin manevîyatı alanında büyük hizmetler yapmıştır. Radyoda dinî program yapılması yasağı kaldırılmış, okullara din dersi konulmuştur…

Neydi Menderes’in suçu? Menderes geldi, “Yeter! Söz milletin!” dedi. Sen misin millete gücünü ve asaletini hatırlatan! Sen misin sözün millette olduğunu söyleyen! 27 Mayıs 1960’da ihtilale görevine son verilmiş sonra haydi darağacına! Senin asıl suçun, bu ülkede millete millet olduğunu hatırlatmak ve ona özgüven aşılamaktır. Onun sevgisini kazanmaktır

Bebek-Köpek dâvâsı mı? Bunlar prosedür gereği. Hani, “Siz asın, gerekçesi arkadan gelir” misali. Aslında asılan Adnan Menderes değildi. Asılan milletin gücüydü. Asılan milletin değerleriydi. Asılan milletin ta kendisiydi.

Mehmet Abidin Kartal

Zeynel Abidin (rahmetullahi aleyh) 

Maddî buhranlara manevî buhranlar sebep olduğu gibi, manevî buhranlara da maddî buhranlar kuvvet verir. Ekonomik dengenin bozulup maddî farklılığın artması korkunç felâketin habercisidir. İnsanın bir manevî yönü olduğu gibi, bir de maddî yönü vardır. Mideyi beslemek için beyin çıkartılıp insana yedirilemez. O halde insanların manevî huzuru bir ölçüde maddî refahlarına bağlıdır. Zengin-fakir arasındaki mesafe açıldığı nispette, maddî sıkıntılar çoğaldığı ölçüde toplum huzuru tehlikeye düşmüş demektir. Bunun içindir ki İslâmiyet, zenginleri fakirlerin yardımına çağırmakta, zekât ve sadaka ile bu felâketlerin önünü almaya çalışmaktadır. Zekât ve sadaka köprülerinin atıldığı ve insanların sadece nefislerinin rahatını düşünmeye başladıkları ölçüde belâlar dalga dalga ve rahat etme niyetlerinin aksine zahmet tokatları gelmeye başlar.    

Dünya malını ve servetini hırsla talep etmek, kişiyi büyük günahlara sürükler ve kısacık dünya hayatı uğrunda, ebedî hayatında kendisine azaplar getirecek olan yalan, rüşvet, faiz ve haram kazanç gibi günahlara girmekte tereddüt ettirmez. Onun içindir ki, Peygamberimiz (sav), “Bir koyun sürüsünün üzerine salıverilen iki aç kurdun o koyuna zararı, kişinin mal ve şeref hırsının dinine olan zararından daha ağır değildir” buyurmuşlardır. Bu zarar kişinin kendi sosyal hayatına ait olabileceği gibi, diğer Müslüman kardeşlerinin maddi ve manevi haklarına tecavüz etmek suretiyle genel manada dine de zarar verilmiş olur.

İmam-ı Gazalî Hazretleri dünya malını ve servetini zehirli yılana benzetir. Ona göre, hekimler onun zehrini ustaca alarak, insanlara şifa vesilesi kılmakta, acemiler ise yılana kendilerini sokturmak suretiyle zehirlenmektedirler.

Asr-ı saadeddet günümüze malının ve servetinin zehrini alarak şifa vesilesi kılan örnek şahsiyetleri saymakla bitiremeyiz. Bunlardan biride Ehl-i Beyt efendilerimizden mümtaz şahsiyet, Zeynel Abidin Hazretleri’dir.

Peygamber Efendimiz’in (sav) mübarek nesline al-i beyt veya ehl-i beyt adı verilir. Peygambermizin erkek çocukları yaşamadığından, nesli Hz. Fatıma (ra) vasıtasıyla devam etmiştir. Hz. Ali (ra) ve Hz. Fatıma’nın evliliğinden dünyaya gelen Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (ra) Al-i beytin temsilcileri durumundadırlar. “Size iki şey bıraktım. Onlara sarıldığınız müddetçe sapmazsınız. Allah’ın kitabı ve Al-i beytim.”(Ebu Davud, Menasik, 56) 

Hz. Ali (r.a.)’nin torunu, Hz. Hüseyin (r.a.)’in oğlu İmam Ali Zeynel Abidin, Hicret’in 38. yılında Medine-i Münevvere’de dünyaya gelmiş olup, on iki imamın dördüncüsüdür. Tabiinin büyüklerinden olup, büyük sahabelerin çoğunu görmüştür. Babası vefat ettiği zaman İmam Zeynel Abidin henüz on dört yaşındaydı.

İmam Zeynel Abidin, içinde bulunup yetiştiği ilmi derecesi yüksek çevreyle imam olmuş, hayatının sonuna kadar da ilmiyle amel etmeye gayret etmiştir. İmam Zeynel Abidin’in oğlu İmam Muhammed Bâkır, babası hakkında naklettiği bir rivayette babasını şöyle anlatır: “Babam İmam Zeynel Abidin hep iyilik yapmaktan zevk alırdı. Allah’a karşı şükranını ifade etmek için; bir iyilik gördüğü zaman, Kuran-ı Kerim okurken “Secde” ayeti gelince, bir kötülükten kurtulunca, iki kişinin arasını bulunca, bir zorluğu atlatınca, mutlaka şükran secdesine kapanırdı. Bunun için kendisine çok secde eden manasına gelen “Seccad” adı verilmiştir.” İmam Zeynel Abidin’in mümin için kurtuluş vesilesi olarak saydığı üç şey şunlardır:

  1. a) Halkın aleyhinde konuşmamak.
  2. b) Dünya ve ahiretine yararlı olan şeyle meşgul olmak.
  3. c) Günahlarına çok ağlamak.(Hukuk Risalesi, İmam Zeynel Abidin, Sadeleştiren, Prof. Dr. Abdülaziz Hatip, İstanbul 2010)

İmam Zeynel Abidin’in oğlu İmam Muhammed Bakır, babası için şunları söylemiştir: “Babam Zeynel Abidin, beş kimse ile arkadaşlık kurmamayı, konuşmamayı bana tavsiye etti. Onlar da şu kimselerdir:

Fasık (münafık) ile arkadaşlık kurma ki, kendisine en çok muhtaç olduğun zaman sana yardım etmeyip yalnız bırakır.

Cimri ile arkadaşlık olma ki, kendisine en çok muhtaç olduğun zaman, sana yardım etmeyip yalnız bırakır.

Yalancı ile dost olma ki, yakını uzak ve uzağı yakın gösterip seni yanıltır.

Ahmakla arkadaş olma ki, sana yardım edeyim derken, zarar verir de farkında bile olmaz. Onun için, ‘akılsız dostun olacak yerde, akıllı düşmanın olsun’ derler.

Akrabası ile ilgisini kesen kimse ile arkadaş olma ki, bu gibi kişiler Kuran-ı Kerim’in üç yerinde lânete layık görülmüşlerdir. Düşün ki, akrabasına iyilik etmeyen kişi (ondan utanan, kendi gerçekliğinden utanan), sana nasıl iyilik edebilir?”

Zeynel Abidin, Medine’de ömrünü iman hizmetine ve ibadete adadı. Özellikle ibadetteki hassasiyetiyle meşhur oldu. İbadete olan düşkünlüğünden dolayı; kulların ziyneti, süsü anlamına gelen “Zeynel Abidin” lakabıyla anıldı. Her abdest alışında adeta başka aleme gider ve rengi sararmaya başlardı. Renginin ve dünyasının değiştiğini görenler, merak edip sebebini sorduklarında; “Huzuruna çıktığım Zat’ı düşünmek, benim dünyamı değiştiriyor, tefekkür alemimi kaplıyor. Bu alemle alakam, o yüzden kesiliyor, değişik ruh haline giriyorum.” cevabını verirdi.

Zeynel Abidin ve soyundan devam edegelen Ehl-i Beyt mensupları, Sünnet-i Seniyye’nin en önemli takipçileri ve devam ettiricileri oldular. En sağlam ve selametli yol, Kur’an-ı Kerim’in her asra göre tayin ettiği ölçü, en önemli rehber hep bu mübarek silsilenin gayret ve himayeleriyle devam etti. Gerek Zeynel Abidin, gerekse ondan önce ve sonra gelen Ehl-i Beyt silsilenin Risâle-i Nur hizmetinde ayrı ve özel bir yeri vardır. Bediüzzaman, “Üveysi bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Azam’dan (k.s.)ve Zeynelabidin (r.a.)ve Hasan, Hüseyin (r.a.)vasıtasıyla İmam-ı Ali den (r.a.)almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.” (Emirdağ Lahikası) demek suretiyle, bu önemli konuya temas etmekte ve Risâle-i Nur hizmetinde takib edilen yöntem ve tarzın bu mübarek silsilenin tarz ve yöntemi olduğunu ifade etmektedir.

Zeynel Abidin’in en büyük hizmetlerinden bir tanesi de Cevşenü’l-Kebir’in nakil vasıtalarından biri olmasıdır. Bu hususla ilgili olarak Bediüzzaman, “Yeni Said’in hususi üstadı olan İmam-ı Rabbani, Gavs-ı Azam ve İmam-ı Gazali, Zeynelabidin (r.a.) hususan Cevşenü’l-Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali Kerremallahü Vecheden aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü’l-Kebir’le daima onlara manevi irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risâle-i Nur’dan bize gelen meşrebi almışım.” (Emirdağ Lahikası), ifadeleriyle hem Cevşenü’l-Kebir’in nakil vasıtalarını hem de Hz. Ali’ye dayanan meşrebinin kökenini ortaya koymaktadır.

Büyük bir takva sahibi olan Zeynel Abidin, fakir ve kimsesizlere yardım konusunda da büyük bir gayret gösterirdi. Çok sayıda fakire yardım ettiği halde, ihlas düsturu gereği bunu hiç kimseye fark ettirmezdi.

Herkesin uykuya çekildiği gece vakitlerinde fakir fukaranın evlerini gezen Zeynel Abidin Hazretleri, kapılarına çuvalla yiyecek bırakırdı. Peygamber torunu olduğu için evine bir şey getirildiğinde ya da ganimetten hisse ayrıldığında, bunu derhal dağıtan büyük insan, hayatı boyunca geceleri fakirlerin kapısına yiyecek bıraktı. Ve hepsinin üzerine de “helaldir” yazılı not iliştirecek kadar zarif düşünceliydi.  Bu süre zarfında yiyeceğin nereden geldiğini bilmeyen ihtiyaç sahipleri, gerçeği ancak Zeynel Abidin ölüp yardımlar kesilince anlayabildi. Cenaze hazırlığı yapılırken kendisini yıkayan gassal, sırtındaki büyük nasırı görünce Ehlibeyt’ten birine sebebini sordu. Aldığı cevap bugün bizleri dahi duygulandırıp ağlatacak denli tesirlidir: “Zeynel Abidin Hazretleri’nin sırtı, geceleri fakirlerin kapısına erzak taşıya taşıya bu hale geldi.” Zeynel Abidin hayatı boyunca, yaralı sırtla muhtaçlara erzak taşımıştı. Bunu sağlığında kimse bilmedi.Yaptığı yardımların reklamını yapanların kulakları çınlasın.

Zeynel Abidin’in büyük bir yardımsever olduğunu gösteren hadiselerden bir tanesi de Muhammed Bin Üsame’nin borçlarını üstlenmesidir. Hasta olan bu şahsı ziyaret etmek için evine gittiğinde, ağladığını gördü. Sebebi de on beş bin dirhem borcunu ödeyemeden Allah’ın huzuruna borçlu çıkma korkusu idi. Durumu öğrenen Zeynel Abidin, hazır bulunanlara seslenerek söz konusu borcu üstlendiğini, bundan sonra Muhammed bin Üsame’nin ne kadar borcu varsa kendisinin ödeyeceğini bildirdi. Söz konusu şahsın hiç bir borcunun kalmadığını orada bulunanlara ilan etti.

Bir gün mescide giderken yolunun üzerine çıkan biri, yine siyasi sebeplerden dolayı kendisine edep dışı sözler sarf etmeye başladı, aslı astarı olmayan kusurlar sıraladı.

Hazret-i İmam, adama döndü ve şöyle dedi: “Dur, dur, zahmet çekme!.. Ben, senin bilmediğin kusurlarımı da biliyorum, senin sayamadıkların da var bende… Daha doğrusu, senin saydıkların benim bildiğimden azdır!..”

İmam başkaca hiçbir şey söylemeyip oradan uzaklaşırken adamın mırıldandığı duyuldu: “Vallahi sen gerçekten imamsın. Bu fazileti Resûlullah’ın torunlarından başkası gösteremez!”

İmam Zeynel Abidin’in iki eseri günümüze kadar gelmiştir.

Sahife-i Seccadiye, İmam Zeynel Abidin’in (a.s) dua ve münacatlarını barındıran bir dua mecmuasıdır ve o günün – özellikle Medine’nin- toplumsal yapısını yansıtan bir ayna gibidir. O günkü insanların çirkin davranış ve sözlerinden uzak olduğunu, gördüğü ve duyduğu şeylerden Allah’a sığınarak, Kur’an ve dinin eğitimi ışığında doğru yolu aydınlatmak ve gönülleri her türlü karışımdan temizlemek… bu dualarda görülmektedir. Sanki İmam bu dualarda mümkün olduğunca dua dili ile insanları şeytandan kurtararak Allah’a ulaştırmaya çalışmaktadır.  Sahife-i Seccadiye Türkçe dahil çeşitli dillere tercüme edilmiştir.

Hukuk Risalesi: imam Seccad’a (a.s) nispet verilen bir başka eserdir. Bu risalede 51 hak (bazı nüshalara göre 50 hakkı) saymıştır.  Bu risale farsça ve Türkçe dillerine de defalarca tercüme edilmiştir.

Ehli beyti sevmenin ölçüsü nedir? Bu ölçü Peygamber Efendimizin (sav) Sünnet-i seniyesini bütünüyle yaşamaktır. Bediüzzaman’ın Lem’alar’da dikkat çektiği gibi: “Hz. Peygamberin (sav.) Al-i Beyt’ten risalet görevi açısından muradı, sünnet-i seniyyesidir. Sünnet-i seniyyeye uymayı terk eden gerçek Al-i beytten olmadığı gibi, Al-i beyte gerçek dost da olamaz.” Hz. Peygamber (sav) kızı Fatıma’ya şöyle demiştir: “Kızım, amelinle kendini kurtarmaya bak. Peygamber kızıyım diye mağrur olma. Yoksa ben de seni kurtaramam.”(Müslim, İman, 348).

Ehl-i Beyti sevmek onların sadece şahsiyetlerini değil, Kur’an’a yaptıkları hizmetleri, İslam’ı yaşamadaki hassasiyetleri,  İslamiyet’in yayılmasında gösterdikleri büyük fedakarlıkları, ilim ve irfan sahasında yaptıkları hizmetleri içindir.

Al-i Beyt, Ehl-i Beyt  başta namaz, oruç, zekat olmak üzere bütün ibadetleri, hayatlarının en büyük gayesi bilmişler ve ömürlerinin her anında, kulluk görevini sadakat ve ihlasla yerine getirmişlerdir. Zeynel Abidin Hazretleri, en dehşetli fitneler siyasi çekişmeler içinde bile, gece ve gündüzde bin rekat namaz kılardı. Bundan dolayı kendisine ‘seccad’ çok secde eden lakabı verilmiştir.

Zeynel Abidin, daha sonra teşekkül eden İmâmî-İsnâaşerî Şîası’nca imamların dördüncüsü kabul edilmesine rağmen ilk üç halife hakkında hayırdan başka bir şey düşünülemeyeceğini söylemiş, onların eleştirilmelerini uygun görmemiş, Kur’an’da övülen bu mümtaz şahsiyetlere ta‘n edenlerin (kötülemek, dil uzatmak)  Müslüman sayılamayacağını ifade etmiştir. Kendisine Hz. Ali’nin ne zaman rec‘at edeceğini (dönmek, geri gelmek) soran birine “kıyamet günü” cevabını vermiştir (İbn Kesîr, IX, 107). Onun Şîa’ya dair şu sözleri bu konulardaki anlayışını yansıtması bakımından dikkat çekicidir: “Ey Iraklılar! Bizi İslâm kardeşliği sevgisiyle seviniz, sakın putlara tapar gibi sevmeyiniz. Zira bu şekildeki sevginiz bizim için sadece bir ar ve utanç vesilesidir” (Zehebî, Aʿlâmü’n-nübelâʾ, IV, 398).( TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 44. cildinde, 365-366 numaralı sayfalardan faydalanılmıştır. Ahmet Saim Kılavuz)

Ehl-i beyti seven her mümin başta namaz olmak üzere ibadet görevini yerine getirmekle, onları örnek almalı, onlara benzemeli, onlar gibi olmaya gayret göstermelidir. Kuru kuru seviyorum demekle bu yapılmış olmaz. Akşama kadar bal diyelim. Balı yemeden balın lezzetini alamayız. Seven sevdiğinin yolundadır. Onun yaptıklarını yapar. Ona bezemeye çalışır. Ehl-i beyti seven her mümin bütün Halife efendilerimizi ayrım yapmadan sevmelidir. Bu Zeynel Abidin’in bizden isteğidir.

Var mısınız Ehl-i Beyten Zeynel Abidin (ra) gibi olmaya, O’na benzemeye.. Fakire, muhtaca yardım yapacağız, bunu kimse bilmeyecek. Hatta yapabilirsek bunu sırtımızla taşıyarak yoksulun kapısına bırakacağız. Bütün Halife efendilerimizi ayrım yapmadan seveceğiz, bin rekat namaz kılamayız belki ama en azında beş vakit farz namazı kılabiliriz. Alnımız secdeye gitmiyorsa, Zeynel Abidin gibi olmaya çalışmıyorsak, Ehl-i Beyti seviyorum diyerek kendimizi kandırmayalım. Ebedi alemde Ehl-i beyt bizden davacı olur. Ehl-i Beyti sevmek onlara benzemekle olur.

“Dün bir nutfe olan ve yarın da bir leşe dönüşecek olan üstünlük taslayan mütekebbire şaşarım.”‌ Zeynel Abidin (ra)

“Hayret edilir o kimseye ki, hayatında zararı dokunacak yemeklerden kaçınır da, vefatında zararı dokunacak günahlardan kaçınmaz.” Zeynel Abidin (ra)

“Allah’tan ümit kesmek, günaha girmekten kötüdür. Allah’tan kork, fakat ümit kesme. Unutma ki Allah affederse kimse O’na niçin affettiğini soramaz.” Zeynel Abidin (ra)

“Zengin adam, Allah’ın taksimine razı olan adamdır.” Zeynel Abidin (ra)

“Müminin mümin kardeşinin yüzüne sevgi ve muhabbet ile bakması, ibadettir.” Zeynel Abidin (ra)

“Ne Kureyş için asalet, ne Arap için asalet vardır. Asalet ancak gönül alçaklığı iledir. Kerem de ancak Allah’tan çekinmekledir. ” Zeynel Abidin (ra)

İmam Müslim (4425 numara ) ve  İmam Tirmizi'(3818 – 3720 numara )’nin  Zeyd b. Erkam ve Cabir b. Abdullah’dan rivayet ettikleri hadis-i şerifte Rasûlullah Mekke ve Medine arasındaki Humm denilen suyun başında bize hitab ederek şöyle buyurdu: “Size iki ağırlık terk ediyorum, onlara yapıştığınız takdirde dalalete (sapıklığa) düşmezsiniz. Birisi Allah’ın kitabı, diğeri de Ehl-i Beytim’dir”.

İmam Tirmizi es-Sünen (3722 numara ) kitabında Abdullah b. Abbas’dan rivayet ettiği hadis-i şerifte, Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Allah size nimetler verdiği için Allah’ı sevin. Allah’ı sevdiğiniz için de beni sevin. Beni sevdiğiniz için de Ehl-i Beytimi sevin.”

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. ” Âl-i İmrân Suresi 31. Ayet

Zeynel Abidin (ra) Künyesi:

Adı      Ali Bin Hüseyin                                                                         
Lakabı     Zeynel Abidin (inananların ziyneti, takısı)anlamında
Büyük Dedesi      Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V)
Dedesi      İmam Aliyyel Murteza
Büyük Annesi      Hadiceyi Kübra
Babaannesi         Fatimetüz Zehra
Babası       İmam Hüseyni Deşti Kerbela
Annesi     Prenses Şehribanu
Doğum Yeri         Medineyi Münevver
Doğum Tarihi       Hicri (38) yılı Miladi ise( 659) yılı
Vefat Yeri           Medineyi Münevver
Vefat Tarihi     Hicri (95) yılı Miladi ise (717) yılı
Vefat nedeni                 Emevi Sultanı zalim Abdül Melik Tarafından  Zehirletilerek şehit edilmişlerdir
12 İmamlarda    4. imam
İmamlık süresi     35 yıl

Mehmet Abidin Kartal

Şekerci Han

İstanbul’un Fatih ilçesinde Fatih camiinin gölgesindeki Şekerci Hanın yapılmasıyla ilgili halk arasında hoş bir hikaye anlatılır: Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un 4. tepesine kendi ismiyle mâruf bir cami yapılmasını ferman buyurur. Fakat önce, cami inşaatı için Anadolu’nun değişik yerlerinden gelen usta ve işçilerin kalması, inşaat malzemelerinin muhafaza edilmesi amacıyla bir han yapılır. Hanın yapılmasına sebep olan olay şöyle gelişir.  Fatih Camii’nin inşası başladıktan sonra, bir ara çalışmaları kontrol etmeye gelen Padişahın  bir şey dikkatini çeker: İşçilerden biri sırtına bir taş alıp, iskeleden yukarı çıkar fakat taşı yerine koymadan tekrar aşağı iner. Bunu devamlı yapınca, Fatih Sultan Mehmet işçiyi yanına çağırır ve bu davranışının sebebini sorar. İşçi, “Sultanım, der. Ben bu sabah uyandığımda yıkanmam gerektiğini gördüm. Fakat yakınlarda bir hamam yok ki yıkanıp temizleneyim. Vaktin darlığı sebebiyle de alelacele işe geldim. Zira geç gelsem ücretim kesilecek. Belki de işimden olacağım. Fakat bu abdestsiz halimle, Allah’ın evine bir taş dahi koymaya vicdanım elvermedi. Bu yüzden çalışıyor görünsem de hiçbir iş yapmadım.”

İşçinin bu hassasiyetine hayran kalan genç padişah, cami inşaatını durdurarak, caminin yanında işçilerin konaklayıp her türlü ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri içinde hamamı da olan  bu hanı yaptırır. Fatih Camii’nden önce yaptırılan bu han, sonraki yıllarda “Şekerci Han” ismini alır ve 500 yıldan fazla bir zaman İstanbul’a hizmet verir. Bu bir rivayet olsa da, bu hanın asırlık tarihî bir kıymeti  vardır. Bu handa devirlerinin tanınmış şahsiyetleri kalmış, tarih sayfalarına iz bırakan bir çok hatıralar yaşanmıştır.

Handa, Anadolu’dan ve devletin dört bir yanından gelen misafirler kalıyorlardı. Sultan 2. Abdülhamid tarafından, Şehzâde Camii’nin bitişiğindeki “Amalar Medresesi” ne Amalar şeyhi unvanıyla tayin edilen Osman Kemâlî Efendi, Kandilli Rasathanesi’nin kurucusu ve ilk müdürü Fatin Gökmen Hoca, Neyzen Tevfik, Mehmet Akif, Eşref Edip, İmam Hatiplerin kurucusu Celaleddin Ökten ve Bedîüzzaman Said Nursi, bu handa kalan ve handa yapılan ilmî sohbetlerde bulunan meşhur zevattan bazılarıdır.

Bediüzzaman ve Şekerci Han

Bediüzzaman Said Nursi (1878-1960), “İstibdat”, “Meşrutiyet” ve “Cumhuriyet” dönemlerinde yaşayan asrının müceddidi olarak kabul edilen büyük bir İslam alimidir.  “İstibdat Dönemi”nde Sultan Abdulhamid’e karşı Hürriyeti; “Meşrutiyet Dönemi”nde İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne karşı Meşrutiyet-i Meşrua’yı; “Cumhuriyet Dönemi”nde de Tekparti diktatörlüğü’ne karşı hukuk devletini savunan yegane muhalif belki de oydu. O, günübirlik gayeleri olan ufku ve hedefi sınırlı bir insan değildir. O, her şeyden önce eşya ve hadisenin açıklamasını iman mefhumunda aramış ve bunu yaşadığı asrın idrakine büyük bir başarı ile kazandırmıştır. İman ile aklın telif ve terkibini yapmak Bediüzzaman’ın çağımıza yönelik en belirgin misyonudur.

Said Nursî, bir mürşid olarak, önce yarayı ve hastalığı teşhis etmiş, sonra tedavi yollarını beyan etmiştir. Bunu şu ifadelerinde açık bir şekilde görmek mümkündür: “Eski zamanda dalalet cehâletten geliyordu. Bunun yok edilmesi kolaydır. Bu zamanda dalalet fen ve felsefe ve ilimden geliyor. Bunun izâlesi müşküldür.” “Dünya, büyük bir manevi buhran geçiriyor. Manevi temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felaketi, gittikçe yer yüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslam cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa, İslâm cemiyetinin ter ü taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.”

Bediüzzaman Said Nursî bir eserinde kendi hayat tarzını şöyle özetlemiştir: “Kur’ân-ı Hakîm mürşidimizdir, üstadımızdır, imamımızdır, her bir âdabda rehberimizdir.” Buna göre insan, Allah’ı tanımak ve Ona iman ve ibadet etmek için yaratılmıştır. İlim, meşruiyet, hürriyet, dürüstlük, ümit, çalışmak, sebat gibi faziletler ise, insanın hayatına anlam veren değerlerdir. Bunlar hem dünya, hem de ahiret saadeti açısından insanın olmazsa olmaz gerçekleridir. Bu sebeple 6000 sayfayı aşan eserlerini iman ve fazilet üzerinde yoğunlaştırmıştır. Risale-i Nur Külliyatı hem materyalist ve pozitivist felsefenin eleştirisini hem de Kur’an’ın imana müteallik hakikatlerinin aklî delillerle izah ve ispatını içeren eserlerden müteşekkildir.

Bediüzzaman, hizmetinin temellerini ihlâs sütunları üzerine bina eder. Risale-i Nur’un esasını; kusurunu bilmekle mahviyetkarane, yalnız Allah rızası için rekabetsiz hizmet etmek olarak tanımlar. İman hakikatlerine Nur Risaleleri ile hizmet etmenin kâinatta hiçbir şeye alet olamayacağını ve rıza-yı İlahiden başka bir gayesi olamayacağının altını çizer. Allah rızası uğruna her fedakârlığı göze alır. “Ben maddî ve mânevî her şeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim.” diyerek, bu çileli sürece göğüs germenin neticesinde iman hakikatlerinin her yere ulaştığını ifade eder.

Bediüzzaman, talebeleri ile yazışmalarında özellikle imanı kurtarmanın üzerinde çok durmaktadır. Her bir talebenin vazifesinin önce kendi imanını kurtarmak, sonra da başkasının imanını kurtarmaya çalışmak olduğunu söyler. Kendisi de hayatıyla talebelerine bu konuda örnek teşkil eder. Aşağıdaki ifadeler buna güzel bir örnektir:

“Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum…. Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum.”

Bediüzzaman “Bizim düşmanımız; cehalet, zaruret ve ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san’at, marifet ve ittifak silahıyla cihad edeceğiz” diyordu. Doğunun cehaleti, fakirliği ve ihtilaf hastalığı onu çok incitiyordu. Mutlaka İstanbul’a gidilmeli ve padişaha bu durum arz edilerek devletçe çözüm üretilmeliydi.

Birçok önemli şahsiyet gibi Bedîüzzaman da İstanbul’a ilk geldiğinde Şekerci Han’da kalmıştı. 1907 yılı sonlarında İstanbul’a gelince, yaklaşık 2 ay Ferik Ahmet Paşa’nın evinde kaldı. 2 ay sonra da Fatih’teki Şekerci Han’da kalmaya başladı. Şekerci Han’daki odasının kapısına da “Burada her soruya cevap verilir, kimseye soru sorulmaz” diye levha astı. Olacak şey değildi. Hiçbir sınır koymadan hem dinî hem fennî ilimlerde kim ne isterse sorsun demek akıl ve havsalanın olacağı bir şey olamazdı. Bu iddialı meydan okumaya, İstanbul’un en derin âlimleri tek başına veya gruplar halinde gelip istediği soruları soruyor, cevabını alıp çıkan “Böylesi şimdiye kadar görülmemiştir” diyorlardı. Bediüzzaman hem onların sorularını cevaplıyor, hem de Doğunun cehalet ve fakirliğini gidermek için mektep ve medreseler açılması noktasında görüşlerini söyleyip kamuoyu oluşturuyordu. En önemli ısrarı ise din ilimleriyle fen ilimlerinin birlikte okutulacağı Medresetü’z-Zehrâ projesiydi. Padişah ll. Abdulhamid’e ulaşmayı çok denedi, fakat muvaffak olamadı. Bu yüzden tımarhaneye kadar düştü. Doktor “Bediüzzaman deliyse, dünyada hiç akıllı adam kalmamıştır” diye rapor vererek taburcu etti.

Bediüzzaman’ın İstanbul Şekerci Han’a ilk geldiği zamanın üzerinden yüz seneden fazla  bir süre geçti. Şimdi, ahirzaman müceddidinin kahraman talebeleri yine Şekerci Han’da Şekerci Han Derneği çatısı altında,( http://sekercihan.org.tr/) iman ve Kuran hizmetine devam ediyorlar. Hanla bitişik nizam inşa edilen yeni bir binayı hizmet merkezi yaptılar. İman hakikatleri cihetinde her türlü suale cevap veren Nur Risaleleriyle, toplumun taklidi olan imanlarını kuvvetlendirmeye, tahkiki imanı umuma ders vermeye çalışıyorlar. Bediüzzaman’ın kaldığı handa, iman ve Kuran hizmetine devam ediliyor. Bu bir sevk-i İlâhidir.

13 Mayıs 2019’da  can dostum Ali Arslan’la Şekerci Hana giderek iftar yapmak  nasip oldu. İftarın akabinde cemaatle akşam namazı, tesbihat, risale dersi kalplerimizi şenlendiriyordu. Hizmet erlerinden İsmail Kartal abimiz yapılan hizmetleri görüntülü olarak anlatırken Risale-i Nurları ilk tanıdığım günlerin heyecanını yaşıyordum. Başta Köprü dergisi editörü Mehmet Kaplan kardeşim olmak üzere, hizmet erleriyle kucaklaştık, muhabbet ettik. Hizmet erlerinin koşarak geldiği Şekerci Han, toprağa atılmış bir çekirdek olarak geleceğe dair büyük umutlar beslememize vesile oluyor. Şekerci Handaki hizmet erleri “İman ve insan merkezli hizmet anlayışı” düsturuyla çağımız insanının imansızlık ve iman zafiyeti hastalığına ilaçlar sunuyorlar.  Bu anlayış memleketin dört bir yanına yayılıyor.  Şekerci Han’ın hizmet erlerini yürekten kutluyor ve ihlâs dairesindeki hizmetlerini ayakta alkışlıyoruz. Allah onların hepsinden razı olsun.

Şekerci Han derneğinin hizmet esaslarını birlikte okuyarak iman ve Kuran hizmetinin özünü hatırlayalım.

  1. Bizler imanın cereyanındayız ve sahil-i selâmet olan dârüsselama ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeleriz. İman hakikatlerinin neşir ve ilanını en büyük vazife-i hayatımız biliyoruz.
  2. Bu zamanın en büyük farz vazifesini İttihad-ı İslam biliyoruz. Bu gayeye matuf olarak, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine taraftar olmayı ve ehl-i imanla maksatta ve esasta ittifakı hizmet anlayışımızın en mühim düsturu olarak kabul ediyoruz.
  3. Kur’an’ın mucize-i maneviyesi olan Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini, cihanşumül düsturlarını ve cadde-i kübra-i Kur’aniye olan mesleğini dar bir anlayışa hasretmek suretiyle -esma-i ilahiye adedince vahdet rabıtalarımız olan ehl-i iman kardeşlerimizi- ötekileştiren inhisarcı zihniyet ve uygulamaları, hak ve hakikate karşı büyük bir zulüm olarak değerlendiriyoruz.
  4. Harekâtımız ve hizmet anlayışımıza yön veren yalnız ve yalnız Kur’an ve sünnet-i seniyye’nin esaslarıdır. İman hakikatlerinin neşir ve ilan vazifesinde istimal edilen vasıtalar, müesseseler ve kaidelerin bizatihi maksat haline getirilmesine ve bu vasıtalara kudsiyet izafe edilmesine şiddetle karşıyız.
  5. Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi’nin ifadesiyle milliyetimiz bir vücuddur; ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve imandır. Bu çerçevede milliyetimizi yalnız İslamiyet olarak biliyor ve sebeb-i tefrika olan unsuriyetçiliğin ve tarafgirliğin her türlüsünden Allah’a sığınıyoruz.
  6. Ahirzamanın şerir eşhasının mahiyeti ve icraatının bilinmesi için binler adam hapse girse veya idam olsalar din-i İslam cihetinde ucuzdur. Bu hakikat iktizasınca en büyük vazifemizi, bid’alarla tahrip edilen şeair-i İslamiyeyi sünnet-i seniyyenin ihyası ile tamir etmek olarak görüyoruz.
  7. İstibdadın maddi ve manevi her türlüsünü, âlem-i İslam’ın ittihad ve terakkisinin önündeki en büyük mani olarak kabul ediyoruz. İstibdad hangi libası giyerse giysin rast geldiğimizde sille vuracağımızın bilinmesini istiyoruz.
  8. Her türlü teşkilatlanma (devlet, cemaat vs.) karşısında ferdin hukukunu kudsi biliyoruz. “Hak haktır küçüğüne büyüğüne bakılmaz, cemaat için fert feda edilmez” düsturundan hareketle hizmet anlayışımızda adalet-i mahza hakikatini şiar ediniyoruz.
  9. İman hakikatleri, dünyada her cereyanın fevkinde bulunması ve umumun malı olması cihetiyle, bir tarafa tâbi ve dâhil olmaz; muvafıkta ve muhalifte nurun müştakları çoktur. Bu düsturlara istinaden iktidar veya muhalefette yer alan herhangi bir siyasi parti ya da siyasetçi ile anılmayı ve bu suretle iman hakikatlerine perde olmayı dehşetli bir tehlike ve azim bir cinayet olarak kabul ediyoruz.
  10. Risale-i Nur’un asliyetinin muhafazası noktasında âzami dikkatliyiz ve bu asliyeti tahrife yönelik her türlü faaliyetin karşısındayız. Bu noktada bize düşen vazifenin ancak şerh, izah ve tanzim olması gerektiği prensibine göre hareket ediyoruz.
  11. İnsan merkezli müsbet iman hizmetimizin icrasında, Risale-i Nur’daki imanî ve içtimaî düsturlara göre hareket ediyoruz. Üstadımızın tarz-ı hareketinin muhafazası, Nur talebelerinin şahs-ı manevisinin teşkili ve inayet-i İlahiyenin celbi için meşveret-i şer’iye hakikatini en mühim düstur ve şart olarak kabul ediyoruz.

Mehmet Abidin Kartal

Sokak Çocukları Ve Sonrası….

Geleceğimizin teminatı olarak gördüğümüz çocuklarımızı, sadece savaş ve hastalıklar değil, ekolojik ve ekonomik dengesizlikler, açlık, sefalet, felaket vuruyor… Bugün, yeni bir sıkıntı ile de karşı karşıyayız.. O da sokak çocukları.

Açlığın, yokluğun, istismarın pençesinde yaşamaya çalışan körpecik insanlar. Onlara bir zamanlar “köprüaltı çocukları” deniliyordu, şimdi ise sokak çocukları diyoruz. Onlara işlek caddelerde mendil satarken ya da cam silerken, dilenirken, tiner ya da bali çekerken, özellikle akşamları gruplar halinde dolaşırken, bir bankamatikte, izbe bir yerde gruplar halinde yatarlarken, bir suç eylemine adı karışmışken rastlayabiliyoruz.

Çocukların sokağa itilmelerinin birçok sebepleri vardır. En büyük sebep erozyona uğrayan değer yargılarımız ve buna bağlı olarak parçalanmış aile yapıları. Sefalet ve yabancılaşmanın anaforunda debelenen bir sosyal ortam. Ayrıca 50’li yıllardan itibaren sanayileşme ve şehirleşmeyle beraber ortaya çıkan hızlı göç dalgası ve bunun getirdiği toplumsal değişim. Çözülmeyi de beraberinde getiren bu değişim, en çok aile yapısını ve o yapının içinde yer alan çocukları da etkiledi. Bununla beraber   sosyo-ekonomik sebepler, gelir dağılımını bozucu çarpık ekonomik uygulamalar, hızlı ve düzensiz kentleşme, aile içi şiddet, psikolojik baskı, baskıcı disiplin metotları, kötü muamele görme, ihmal, sevgisizlik, yanlış eğitim sistemi, aile tarafından zorla kötü şartlarda çalıştırılma ve kanunlarla korunma altına alınmamaları, ailenin bakabileceğinden fazla çocuğa sahip olması, çocukların akranlarıyla birlikte eğitim kurumlarından faydalanmaması, eğitim kurumlarındaki çocukların okul başarısının yukarıda sayılan olumsuz etkenler dolayısıyla olumsuz etkilenmesi ve öğretmenlerle çocuklar arasındaki olumsuz iletişim sayılabilir. Bu problemlere genel bir bakış açısı getirildiğinde kaynağın büyük oranda yoksulluk ve yetişkinlerin olumsuz tutumlarından kaynaklandığı görülmektedir. Aile ortamında ve eğitim kurumlarında yaşadığı olumsuz iletişim, çocuğun korunma beklentisi duyduğu yetişkinlere ilişkin güvenini kaybetmesine ve tamamen arkadaşlarına yönelerek bir yetişkinin yol göstericiliğinden uzaklaşmasına neden olmaktadır. Bu tür istismar durumlarıyla karşı karşıya kalan çocuklar kolaylıkla akran gruplarının etkisinde kalmakta ve sokak ortamı tüm tehlikelerine rağmen cazip bir hal almaktadır.

Sağlıksız aile ortamında yetişen çocuğun eğitimine önem verilmemekte, aile bütçesine katkıda bulunması beklenmekte ve çocuk yaşına uygun olmayan ruhsal ve fiziksel sağlığını tehlikeye sokan işlerin yanı sıra bağımlılık kazanmasına neden olacak işlerde ( mobilya cilası, ayakkabı tamirciliğinde kullanılan madde, vs…) çalıştırılmaktadır.

Bu çocuklar para kazandığı için kendisini yetişkin gibi hissetmektedir. Çoğu zaman ailenin denetiminden uzaklaşan çocuk eğitimini yarıda bırakmakta, akran gruplardan soyutlandığı gibi yetişkinlerin dünyasına da girememekte, iş ortamında da uyum sağlayamayarak ayrılmakta, sokaktaki sınırsız ve sorumsuz özgürlüğü seçerek sosyal hayattan tamamen kopmakta ve bir süre sonra sokakta yaşamayı tercih eder hale gelmektedirler.

Toplumsal şartların bir sonucu olarak sokaklara düşen bu çocuklara önceleri Kemalettin Tuğcu’nun romanlarında rastlardık. Masum tiplerdi oradakiler. Ancak son yıllarda öyle bir noktaya geldi ki bu olgu, hem sokaklar kendilerini tehdit etmeye başladı, hem de kendileri toplumu tehdit etmeye başladı. Tehlikelerin başında cinsel istismar geliyor. Bu tür bir mağduriyete uğramayan yok gibi. Tecavüze uğruyorlar, kızlar fuhşa teşvik ediliyorlar. Suça itiliyorlar, gaspa yöneliyorlar, hırsızlık yaptırılıyorlar. Bıçaklanıyorlar, dövülüyorlar, mafya tarafından kurye olarak kullanılıyorlar, çocuk ticaretine ve organ nakline malzeme oluyorlar. Hatta organları alındıktan sonra öldürülme tehlikesi ile de karşı karşıyalar.Özellikle erkekler, mutlaka uyuşturucu ile tanışıyorlar. Gruplar halinde sokaklarda, sur diplerinde, terk edilmiş binalarda yaşıyorlar, tiner ve bali çekiyorlar. Bunla da kalmayıp, bali ve tinerden sonra gelsin yatıştırıcı haplar, daha sonra da esrar ve eroin. Ayrıca sağlık ve temizlik şartlarından yoksun kalıyorlar

Sokağın efendileri  artık sokak çocukları. Karanlık basıp caddeler ıssızlaşınca onlar sahipleniyorlar sokağı. Önceden sokağın sahipsizliğinden ürperirdik, şimdi sokağın efendilerinden korkuyoruz..

Sayıları arttıkça sokaklara sığmayan çocukların kendi aralarında çeteleşmeye başlaması ve şehirlerin sokaklarını “kurtarılmış bölge” olarak paylaşması ise gelecek açısından daha büyük ve organize bir tehlike oluşturuyor. Bu yolla yer altı dünyasına tetikçi yetiştiren tabii bir ortam meydana gelirken, kendi aralarındaki kıyasıya mücadele de acımasız sokak kavgalarına ve cinayetlere kadar varabiliyor

UNICEF Ankara Proje Koordinatörü Lila Pieters, Türkiye’nin sokakta yaşayan veya çalışan çocuklara yönelik probleme çözüm bulması gerektiğini söylüyordu

Pieters, çözüm bulunmaması halinde Brezilya’ya benzeme riski olduğuna dikkati çekerek, “Brezilya’da şu anda hiç kontrol yok ve şehri bu çeteler ele geçirmiş durumda.’’. Sokakta Yaşayan ve Çalışan Çocuklara Yönelik Antalya Hizmet Modeli Planlama ve Koordinasyon Çalıştayı’na katılan Lila Pieters, sokakta yaşayan ve çalışan çocuklarla ilgili  problem yaşayan ülkelerin ortak noktasının ‘yoksulluk’ olduğunu,  Türkiye’deki çocukların yüzde 34’ünün fakir olduğunu , ailelerin çocuklarına yeterli bakım sağlayamadığını, eğitim ve sevgi veremediğini söylüyordu. Türkiye’nin sokakta yaşayan veya çalışan çocuklara yönelik probleme  çözüm bulunmaması halinde Brezilya’ya benzeme riski olduğuna dikkati çeken Pieters, şöyle konuşuyordu “Brezilya’da her şey sokak çocukları problemi ile başladı. Önce şehirde sadece sokak çocukları boy gösteriyordu. Sonra kontrol edilememiş bir şekilde çeteleşmeler başladı. Brezilya’da şu anda hiç kontrol yok ve şehri bu çeteler ele geçirmiş durumda. Çeteler kontrol ediyor şehri.’’

Latin Amerika ülkeleriyle kıyaslandığında Türkiye’de bu mesele, o ülkelerdeki boyutta olmasa da büyümeye açık bir toplumsal yara olarak karşımızda duruyor. Eğer şimdiden el atmazsak, yarın altından zor kalkılır ciddi bir sosyal sıkıntı ile karşı karşıya kalabiliriz.

Çocuklar bir milletin geleceğinin güvencesidir. Onlara ne verilirse onun karşılığı da görülecektir. Olumlu çocuk yetiştirmenin ilk şartı, olumlu anne ve baba olmaktır. İyi eğitilmiş ve topluma kazandırılmış bir genç hem ailesi, hem de toplum için bir servettir

Çözüm,  sokaktaki çocuklarımızı bir servet haline getirmek. Ama nasıl?

Burada T.C. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı önemli işler düşmektedir.

Her şeyden önce “sokağın cazibesi ortadan kaldırılmalı” diyen uzmanların atılması gereken adımlara ilişkin görüşleri şöyle:

» İlkokul çağına gelmiş çocukların ilk öğretime başlamaları sağlanmalı, eğitimi yarıda bırakanlara tekrar imkân verilmeli

» Çocukların ailelerinin bulunduğu yerlere Toplum Merkezleri açılmalı

» Sokağı cazip hale getiren göç olgusu ortadan kaldırılmalı

» Sosyal güvenlik sistemi tekrar elden geçirilerek aileleri mağdur etmeyecek bir çatı oluşturulmalı.

» Ergen işsizliğini ortadan kaldıran imkanlar oluşturulmalı.

» Tiner, bally gibi uçucu maddelerin satışı kontrol altına alınmalı.

» Çalışan çocukları topluma kazandırmaya yönelik örneğin spor gibi faaliyetler desteklenmeli.

» Çocuklara tütün ve alkol satışı yasaklanmalı, bu alandaki denetim artırılmalı.

» Okul yakınlarındaki istihbarat çalışmalarına ağırlık verilmeli.

» Sokak çocuklarını tanımlayabilmek ve tanıtmak kadar onların tıbbi, sosyal ve mesleki rehabilitasyonu sağlanmalı.

» Mümkünse her ilde veya belli bölgelerde madde kullananlara yönelik bir hastane kurulmalı.

Bu adımlara ek olarak her belediye kendi sınırları içinde yaşayan çocuklara sahip çıkıp, onlara sevgi ve şefkatle yaklaşarak onları topluma kazandırabilir. Bunun için belediye gelirlerinin bir kısmını bu çocukların topluma kazandırılmasına ayırabilir. Buna İstanbul pilot bölge seçilerek başlanabilir. 23 Haziranda İstanbul’da Büyükşehir belediye başkanlığı seçimi yapılacak. Adayların programlarına sokak çocukları için yapacaklarını gündeme getirmelerini bekleriz.

Kalıcı çözüm, Sağlam aile yapısını öngören, toplumsal dayanışmadan uzak olmayan, gelir dağılımı uçurumuna yol açmayan, insan merkezli bir toplum meydana getirmek olmalıdır.

Kâinatın efendisi efendimizi dinleyelim(sav)

“Bir baba çocuğuna güzel ahlaktan daha üstün bir miras bırakamaz”

“İyilik etmeleri için çocuklarınıza yardımcı olun. Her anne ve baba çocuklarının itaatsizliğine engel olabilir.”

“Çocuklarının kendilerine itaatsizlik etmesine neden olan anne ve babaya Allah lânet etsin.”

“Çocuklarınızı iyi eğitin ki yüce Allah sizleri affetsin.”

“Çocukları sevin, onlara karşı şefkatli olun, onlara verdiğiniz sözü harfiyen yerine getirin; çünkü çocuklar, sizin onlara rızk verdiğinizi sanırlar.”

“Çocuklarınız ağladığında onları dövmeyin; çünkü ilk dört aydaki ağlamaları ‘lâ ilâhe illallah’ zikridir, ikinci dört aydaki ağlamaları Peygamber’e (sav) ‘salâvattır’, üçüncü dört aydaki ağlamaları ise anne ve baba hakkında duadır.”

Resul-i Ekrem (sav) bir gün şöyle buyurdu:
“Yazıklar olsun ahir zaman babalarına!”
Bunun üzerine ashap sordu: “Yoksa müşrik mi olacaklar?” Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdu:
“Hayır, Müslüman kalacaklar; ama çocuklarına dini öğretmeyecek ve hatta çocukları dini öğrenmek istediklerinde onlara engel olacak ve onları dünya malı kazanmaya sevk edeceklerdir. İşte ben böyle babalardan uzağım; onlar da benden uzaktırlar.”

Hazreti Ali efendimiz “Çocuğun kalbi ekilmemiş tarlaya benzer; ne eksen tutar.” Sözünü de unutmayalım. Tarlaya imanı, doğruyu, güzel ahlakı ekelim.

Mehmet Abidin Kartal

Dijital çağa hakikatin mührünü vurmalıyız

Mehmet Abidin Kartal

Dijital, Fransızca bir kelime olan digital kelimesinden dilimize girmiştir. “Digital” Türkçe’de; Sıfat olarak kullanıldığında; “dijital; sayısal; parmağa ait, parmakla yapılan”, İsim olarak kullanıldığında; “tuş” anlamına gelmektedir. Dijital,  aklınıza gelen her bir verinin, ekran üzerine parmakla dokunarak  elektronik olarak gösterilmesi olarak tanımlanmaktadır. Günümüzde bu kavram çok geniş bir anlamda kullanılmaktadır. İnternetin hayatımıza girmesiyle dijital, hayatımızın her alanında her şekilde duyabileceğiniz, kullanabileceğiniz bir anlam ifade etmektedir. Cep telefonlarından, bilgisayarlara, televizyona, radyoya,  kitaplara, ev aletlerine, kişisel programlardan, yazılım programlarına kadar her alanda bu kelimeyi duyuyoruz.

Şimdi, bütün  dünya gerçekten parmaklarınızın ucunda. Bilgisayarınızla, cep telefonunuzla adlandırabildiğiniz hatta hayal edebildiğiniz herhangi bir şey hakkında bilgi bulabilir dünyanın öbür ucundaki insanlarla iletişim kurabilirsiniz. Videolar seyredip, müzik dinleyebilir ve özel multimedya dergileri, kitapları okuyabilirsiniz. Bütün bunları dünyanın en büyük bilgisayar network’ ü olan, internete bağlanarak parmaklarınızla dokunarak yapabilirsiniz.

Gerçekten de internet Allah`ın insanlığa lütfettiği eşsiz nimetlerden biridir. Fevkalade faydalı ve etkili bir hizmet aracıdır. Dünya artık bu sistemle kendini yönlendirmekte, her türlü faaliyetini bununla organize etmektedir. Bununla beraber böylesine faydalı nimeti zararlı şekilde kullananlar da olabilmektedir. Tıpkı silah gibidir bunlar. Kullanmasını bilirsen kendini korursun, kullanmasını bilmezsen kendini vurursun. Ateşle  en leziz yemekleri pişirebilirsiniz. Yanlış kullanırsanız evinizi yakabilirsiniz. Bıçakla elma soyabilirsiniz, bir insanı da öldürebilirsiniz. İnternette böyle bir nimettir. Allah’ın kainata koyduğu kanunun insanlar tarafından bulunarak uygulanmasıdır. Yanlış kullanılmasının çocuklar, gençler ve yetişkinler üzerinde olumsuz yönde önemli derecede tahrip etkileri görülmektedir. Bunun özellikle çocuklar üzerindeki  ciddi etkileri daha fazladır.

Öyle  bir dönemde yaşıyor, öyle teknolojik gelişimlere şahit oluyoruz ki, adeta baş döndürmekte Gaz lambalarının kullanımını da gördük, teknolojinin  özellikle bilgisayar ve internet alanındaki  gelinen son noktasını da gördük Bilmiyorum bu denli hızlı teknolojik gelişmelere şahit olacak başka bir nesil gelir mi? “Bilgi çağı” ya da “dijital çağ” olarak adlandırılan 21. yüzyıl, bugüne kadar meydana gelmemiş teknolojik yenilikleri insanlığın hizmetine sunmaktadır.[1] 
“Bilgi  otobanı” olarak da adlandırılan internet, bilgi, dijital çağın en anlamlı teknik ve toplumsal kazanımlarından biridir Tüm dünyada milyonlarca ana bilgisayarı birbirine bağlayarak olağanüstü büyük bir ağ oluşturmaktadır

Artık evlerimizdeki her eşya da internetle etkileşimli olacak Yani internetin kullanım alanları her geçen gün genişleyecek Belki de gelecekte hava ve su insanlık için neyse internet de öyle olacaktır
Ancak teknolojik  gelişmeler insana her zaman arzu ettiği huzuru vermeyebilir Vaktiyle bir köye çok geç de olsa elektrik bağlanır Bütün köylü bunun sevinciyle köy meydanında toplanarak ellerindeki tüm gaz lambalarını kırarlar Ancak köyde elektrik kesintisi başlar Tüm gaz lambalarını da kırmış olan köylünün durumu daha da kötüdür artık Olayın bu yönüde unutulmamalı. Teknolojik gelişmeler geçmişle irtbatımızı kesmemeli.

Her kategorideki insanın, bilhassa çocuk ve gençlerimizin adeta internetin kucağına, bilhassa cep telefonlarıyla dijital ortama itilmesi, bilinçsiz kullanım sonucu doğabilecek zararların en büyüğü olacaktır Çünkü internet, faydalarının yanı sıra pek çok tuzaklarla da doludur Bu tuzaklar maddî zararlara sevk eden tuzaklar olabileceği gibi, manevî zararlara sevk eden tuzaklar da olabilmektedir Tamamen ahlaksızlığı çağrıştıran kimi reklâm sayfalarının ve linklerin  peşine düşen insan kendisini büyük bir rezilliğin içerisinde bulabilir

Çevremizle olan ilişkimizi düzenleyen, belirleyen ve bu anlamda da sınırlayan, günümüz için vazgeçilmez bir önemi olan, sahip olduğu boyutlarıyla şimdiye kadar hiç şahit olmadığımız bir dünyanın kapılarını açan ve bir  ‘vazgeçilmez’ olarak hayatımıza giren yeni bir aygıt olan internetin sunduğu imkânlardan yararlanmak hakkına sahip olan çağımız insanı, millî ve manevî değerlerimizden asla taviz vermeden  onunla yaşamasını da öğrenmesi gerekmektedir
Şu hususu asla akıldan çıkarmayalım ki; “Bir bıçak cerrahın elinde olursa can kurtarır, caninin elinde olursa da can alır”İnternet, dijital dünya böyle bir alettir. ”

Dijital dünya canilerin elinde

İnsanoğlunun bitmek bilmeyen hırsı ve doymak bilmeyen nefsi arzuları günümüze kadar hiç değişmedi. Bunun sonucu olarak zalim ve mazlum, hak ve batıl mücadelesi hep devam etti, kıyamete kadarda devam edecek. İnsanın bugününden yeryüzüne adım attığı ilk gününe doğru geri dönüp baktığımızda utanılacak, yanlış, kendine ve bütün canlılara zarar veren, hayatı yaşanmaz hale getiren çok kötü şeyleri yaptığını görürüz. Bugün bunlar biri de dijital dünyada yapılanların çoğunun canilerin elinde olmasıdır.

Caniler, sinema filmlerinde, haberlerde, bilgisayar oyunlarında, çizgi filmlerde, müzik videolarında ve reklamlarda propaganda ve bilinçaltı teknikleriyle yoğun bir şekilde gerçekleştirilen İslamofobi ile dijital dünyada da yoğun bir şekilde karşımıza çıkıyorlar.

Son yıllarda Avrupa ülkelerinde giderek artan İslam inanç, kültür ve medeniyet değerlerine yapılan saldırılar artık dijital dünyada da yoğun bir şekilde karşımıza çıkıyor. Sinema filmlerinde, haberlerde, çizgi filmlerde, bilgisayar oyunlarında, müzik videolarında ve reklamlarda propaganda ve bilinçaltı teknikleriyle yoğun bir şekilde gerçekleştirilen bu saldırılar, temelde İslam dinine ait değerlere karşı önyargı, olumsuz algı ve düşmanlık oluşturmak ve bunu dünyaya empoze etmek amacıyla yapılıyor. Kısaca “İslamofobi” olarak tanımlanan bu durum Müslümanlara ve İslam dinine önyargı ve negatif ayrımcılıktan kaynaklanmaktadır.

İslamofobi, İslami değer, kültür, inanç ve sembollerine karşı yürütülen sistematik düşmanlığı ifade ediyor. Bu düşmanlık, kimi zaman camileri ve mescitleri hedef alırken, kimi zaman da Kur’an-ı Kerim’in yakılması, evlere ve Müslüman kimliğiyle bilinen kişilere fiili saldırılar, sözlü hakaretler ve benzeri şekillerde gerçekleşiyor.

Gençlik ve Spor Bakanlığı tarafından geçtiğimiz yıllarda “Dijital Oyunlar” üzerine yapılan çalışmada, pek çok oyunda İslamofobik öğenin bulunduğu tespit edilmişti. Yapılan çalışmalar sonucunda bu oyunlarda, Müslümanların cinayet işlemekte, adam öldürmekte, araba çalmakta, hırsızlık ve kadın tüccarlığı gibi ahlaksızca işler yapmakta olduğu görülmüş, bu yolla Müslümanlar ve İslam dini hakkında olumsuz bir algı oluşturulmaya çalışıldığı gün yüzüne çıkarılmıştı.

Kimi oyunlarda Müslümanların kutsalı olan Kâbe’nin kapısı, kötülüğün ve şeytanın sembolü-kapısı olarak lanse edilirken, kimi oyunlarda ise uçakların, camilere ve minarelere saldırıp yıktığı tespit edilmişti. Sadece görüntülerle değil, işitsel öğelerle de bu düşmanlığın pekiştirilmekte olduğu görülmüştür. 

Hepimiz sıkça duymuşuzdur “Subliminal Mesaj”“25. Kare Tekniği” gibi kavramları. Bilinçaltını etkilemeyi hedefleyen gizli mesajlara subliminal mesaj deniliyor. 25. Kare Tekniği ise gözün neredeyse göremeyeceği kadar anlık (hızlı) ve fakat bilinçaltımıza biz farkında olmadan yerleşen ve orada kalan görüntülü mesajlar olarak tanımlanıyor.

Yani gözümüzün bilinçli bir şekilde göremediği veya kulağımızın bilinçli bir şekilde işitmediğini bilinçaltı otomatik olarak algılıyor ve biz farkında olmadan, izlediğimiz bir sinema filminden, videodan, haberden, çizgi filmden, oynadığımız bir oyundan, dinlediğimiz bir müzik videosundan veya gördüğümüz bir reklamdan, düşündüğümüzden de öte etkilenebiliyor ve zarar görebiliyoruz. Bu yöntemler bir inancın, ideolojinin, bir görüşün propagandasını yapmak için kullanıldığı gibi; bir ürünün satışını artırmak gibi çok geniş bir yelpazede ve farklı amaçlar için kullanılıyor. Subliminal mesaj yönteminin Hollywood sineması tarafından 1950’li yıllardan beri kullanıldığı biliniyor. Ayıca bu yöntemler MP3 formatındaki ses dosyaları aracılığıyla da internet sitelerinde de kullanılıyor.

İslam’a sinema filmleriyle saldırı 

Dijital dünyanın en önemli malzemesi filmlerdir. Artık film seyretmek için sinemaya gitmeye, televizyon seyretmeye gerek yok. Bilgisayardan veya cep telefonundan internete girip istediğiniz filmleri izleyebilirsiniz.

Sinema, son yüzyılımızın en büyük icadıdır. Kapitalist sistemin devam etmesi için sinema vazgeçilmez bir araçtır.

Sinema bize model alarak yaşamayı öğretir; sizi izlediğiniz kişinin yerine koyar. Sinema insanın nefsine hizmet için kullanılırsa, tecavüzleri, savaşları, haksızlıkları, kötülükleri güzelleştirir, güzellikleri kötüleştirebilir. Sinema büyük ordulardan daha kuvvetlidir, insanın beynini uyuşturarak yaşayan ölüler meydana getirebilir

Dünyayı kan gölüne çeviren, güçlüyüm  o zaman haklıyım diyen, küresel cani ABD, imajını düzeltmek için sinemayı bir propaganda aracı olarak kullanıyor. Osmanlı’ya hakaret üstüne hakaret savuran Amerika’nın film endüstrisi Hollywood filmlerinde, dinimizi ve ecdadımızı aşağılayan sahnelere sıkça yer verilmesi ve Osmanlı’dan bahsedilirken “zalim bir toplum” portresi çizilmesi dikkat çekiyor.

ABD medyası ve özellikle sinema sektörü, yıllardır televizyon ekranlarına taşıdıkları figürlerle algı operasyonunda başı çekiyor. Hollywood-Pentagon işbirliği ile servis edilen filmler, ABD’nin savaş propaganda aracı olarak hizmet veriyor. Uzun yıllar boyunca dünyanın süper gücü olarak doğudan batıya, kuzeyden güneye adaletle hükmeden Osmanlı’dan intikam almak isteyen ABD, beyaz perde üzerinden küstahça mesajlar veriyor. Dünyayı kan gölüne çeviren ABD’nin kendi film ve dizilerinde, Osmanlı Devleti’nden bahsedilirken; “zalim bir toplum” portresi çizilmesi dikkat çekiyor.

Haçlı ruhu filmlere yansıyor

ABD’nin küresel film endüstrisinin en güçlü temsilcisi konumunda bulunan Hollywood filmlerinde, tarihi zaferlerle ve seferlerle dolu ecdadımız, âdete “zevk düşkünü” olarak tanıtılıyor. Kendi oluşturduğu gerçeklerle İslam’ı ötekileştirmeye çalışan ABD’nin en büyük silahı olan Hollywood film endüstrisinde, İslam Birliği’nin son kalesi Osmanlı Devleti’ni İslam’dan uzak bir devlet olarak yansıtmaları; kadim haçlı ruhunu ortaya koyuyor.

Hükümdarı öldürdüler!

ABD menşeli ‘Dracula: Başlangıç’ filminde, Dracula’nın ‘acımasız sultan’ olarak yansıtılan Fatih Sultan Mehmet’e karşı savaşması dikkat çekiyor. “Bazen dünyanın başka bir kahramana ihtiyacı yoktur, bazen ihtiyacı olan şey bir canavardır” cümlesi ile başlayan filmde, Kont Dracula, vahşi, acımasız, kadın ve çocuk katili bir millet olarak gösterilen Osmanlılara karşı savaşıyor. Son sahnesinde; Fatih Sultan Mehmet, Dracula tarafından ısırılarak öldürülüyor.

ABD dizisi Da Vinci’nin Şeytanları’nda ise Osmanlı’ya fethedilen şehirdeki kadınlara tecavüz ettiği ve erkeklerin köleleştirildiği ithamlarında bulunuluyor. “Da Vinci’nin Şeytanları” (Da Vinci’s Demons) isimli dizide aynı zamanda Sultan Bayezid üzerinden bir ‘Barbar Osmanlı’ profili çiziliyor. Papa’nın yerine geçmiş olan sahte bir Papa’nın huzuruna çıkan Şehzade Bayezid, hırsızlıkla suçlanıyor.

İngilizce konuşan subayımız

Amerikan yapımı ‘The Promise’, ilk duyurulduğundan beri Türkiye’de tepki çekmeye başlamıştı. Sözde Ermeni soykırımını konu alan ilk Hollywood filmi olarak dikkat çeken yapım Charlotte Le Bon, Christian Bale ve Oscar Isaac gibi isimleri barındırıyor. Film, “gerçeklere dayalı” şeklinde duyurularak, Türklerin Ermenileri katlettiğini yalanını savunuyor. Amerikalı bir hemşire ile bir Osmanlı subayı olan İsmail arasındaki ilişkiyi konu edinen ‘The Ottoman Lieutenant’ filmi de büyük tepki çekmişti. Hollywood yapımı filmde, Osmanlı subayının İngilizce emir vermesi ve Türkçeyi zar zor konuşması açıkça göze çarpıyor.[2]

Hollywood-Washington stratejik ortaklığı

 

1942 yılında ABD Başkanı Franklin Roosewelt’in John Ford ve Frank Capra gibi yönetmenlere film siparişi vermesi ile başlayan Hollywood-Washington stratejik ortaklığı sıkı bir ilişki olarak günümüzde de devam etmektedir. Hollywood filmleri, düşmanlar üreterek (Koreli, Vietnamlı, Rus, Müslüman) Amerikan dış siyasetine meşru zemin hazırlamaktadır. Ayrıca yapılan zulümler (Irak, Filistin, Afganistan) ve yenilgiler (Vietnam) bu filmler vasıtasıyla yeniden üretilerek ortadan kaldırılmakta, tarihi gerçekler tahrif edilmektedir.

Hollywood filmlerinde birçok millet kötü  sıfatlarla etiketlenmiştir. Çinliler sinsi, zenciler kronik suçlu, Kolombiyalılar uyuşturucu satıcısı vb. Ama bunlar içerisinde en çok haksızlığa uğrayanlar Müslümanlar olmuştur.

Müslüman dendiğinde (daha çok Araplarla temsil edilen) uçak kaçıran, bombalama yapan, adam öldüren, terörist gibi belli tiplemeler karşımıza çıkmaktadır. Bu kalıp daha ziyade orta sınıf erkekler için çizilmiş bir kalıptır. Kadınlar ise kocası tarafından daima ezilen, göbek dansı yapmakta mahir, sindirilmiş, aşktan, sevgiden mahrum varlıklar olarak resmedilmektedir. Zengin Müslümanlar ise milyon dolarlarını harcayacak yer bulamayan şehvet düşkünü, göbekli, muhteris tiplerdir.

 

Bu filmlerden örnek verecek olursak

“The Delta Force” (Delta Harekatı-1986), “True Lies” (Gerçek Yalanlar-1994), “Executive Decision” (Kritik Karar-1996), “Collateral Damage” (Ölümüne Takip-2002), “World Trade Center” (Dünya Ticaret Merkezi-2006) gibi filmler, terörist Müslüman kimliğini gündeme getirmektedir. “Delta Harekatı”, teröristlerin peşine düşen Amerikalı askerleri konu edinmekte, “Gerçek Yalanlar” adlı film, hükümetin Ortadoğulu teröristlerin dağılan SSCB’den nükleer bomba aldığını öğrenmesi üzerine hazırlanan gizli operasyonu anlatmaktadır. “Kritik Karar” filmi, Amerikan ordusundan bir grubun hava korsanlarının ele geçirdiği bir uçağa fark edilmeden girip bombalı teröristleri yakalayarak yolcuları kurtarmalarını hikaye etmektedir.

“Dünya Ticaret Merkezi” adlı film ise, teröristlerin ülkeye verdiği zararla birlikte bireylerde oluşturduğu hayal kırıklığı, korku, kaygı, psikolojik rahatsızlıklar gibi unsurları gündeme getirmekte, Müslüman terörist imajı da pekiştirilmektedir. Böylece önceleri hakim olan mistik, gizemli, egzotik doğu algılayışı yerini terörist, korkulan, istenmeyen düşman algılayışına bırakmaktadır. Son dönem hollywood filmleri ile doğuyu tanımlayan oryantalist söylemler de değişikliğe uğramaktadır.

Dr. Jack G. Shaheen’in 2001 yılında ortaya koyduğu araştırma sonuçlarına göre Müslüman karakterler içeren 900 Hollywood filminde sadece 12 olumlu tipleme yer almakta, 50 filmde ise iyi-kötü karışımı karakterlere yer verilmektedir. Bunların dışındaki 800’den fazla filmde Müslüman karakterler halk düşmanı, gaddar, kalpsiz, barbar ve terörist tiplerdir.

Hollywood animasyon filmlerde bile bu olumsuz tavrını sürdürmektedir. Masalsı Arap ülkesinde geçen Alaaddin filminde bütün kötü karakterler sakallı ve esmerdirler. Ayrıca Arap aksanıyla konuşmaktadırlar. Filmin kahramanı Alaeddin ve sevgilisi Jasmine ise açık tenlidirler ve Amerikan aksanıyla konuşmaktadırlar. Aslan Kral gibi kahramanları hayvanlardan oluşan animasyon filmlerde ise kötüyü temsil eden hayvanlar yabancı aksanı ile konuşurken (günün politik ortamına göre İngiliz, Koreli, Arap vb.) iyi olan hayvanlar hep Amerikan aksanını kullanmaktadırlar.[3]

Yusuf Kaplan’ın tespiti:

“Hollywood, karakterle izleyiciyi özdeşleştirip düşünme melekelerini yok ediyor. Amerika, dünya üzerindeki hakimiyetini sinemaya borçludur. Batı dünyası, sahip oldukları sermayeyi özgün ve küresel bir film diline nasıl aktarabileceği üzerine çalışmakta ve bunun gücünü bilerek hareket etmektedir.”

Hollywood sineması iki oğlanın beraberliklerini normalmiş gibi gösteren film yapıyor. Sonra da bu filme Oscar ödülü veriyor.. Dünyanın en büyük sinema ödülü homoseksüellere verilerek sanat icra edilmiş oluyor. Filmlerde oyuncuların çok insani olduğu, bu insaniliklerinin sapkınlık davranışlarını hoş görmeyi pompalıyor. Kötü olan ise onları “öteki” gören düşünceler ve toplum olarak gösteriliyor. Hedef fıtrata uygun yaşamayı, aile kurumunu yok etmek. Batıl görevini yapıyor. Sinemayı kullanarak her türlü kötülüğü yapıyorlar.  Hakkın, imanın  yanında olanlar ne yapıyor? Hollywood sineması filmlerinin yalanlarına, iftiralarına, sapıklıklarına, ahlaksızlıklarına, subliminal mesajlarına sinema filmlerine hakikatin mührü vurularak yapılmalıdır.

Dijital çağa hakikatin mührünü vuracak filmler yapılmalıdır

Günümüzde bir toplumun kültür ve medeniyetini anlatmasının en tesirli yolu sinemadır. Sinema bir kültür yatırımıdır. Kültür yatırımını israf gören bir toplum, başka toplumların kültürel kölesi haline gelecek, sonra da egemen kültürün siyasi uzantısı olmaktan kurtulamayacaktır. Toplumlar bugün sosyal medya, dijital dünya ile köleleştirilmektedir.

Sinema filmleri değişik din ve kültürler tarafından  tebliğ ve irşad amacıyla da kullanılan bir metottur. Tebliğ ve irşad özellikle İslam’da kullanılan kavramlar olmakla birlikte Müslümanlar bu alanda sinemaya uzun zaman mesafeli olmuştur. Hakkın, imanın  yanında olanlar  dijital çağa hakikatin mührünü vuracak filmler yapmalıdırlar. Bunun başka yolu yok. Düşmanın silahına aynı silahla karşılık vermemiz gerekiyor. Mesela nasıl ki Hollywood’da bir film sanayi var, biz de buna karşı bir film sanayi meydana getirmeliyiz. Onlar, Hollywood aracılığıyla nasıl propagandalarını yapıyorlarsa biz de oluşturacağımız film sanayi ile imanın, güzel ahlakın tebliğini yapmalıyız. Müslümanların sinemada söyleyecek sözlerinin olması lazım. Sahip olduğumuz medeniyet ve müktesebat buna çok müsaittir. Bu da dijital çağa hakikatin mührünü vuracak medeniyetimizden ve inancımızdan esinlenilen  filmlerin yapılmasıyla olacaktır. 

Dijital çağa hakikatin mührünü vuracak sinema filmleri yapılabilmesi için, sinema diliyle de dünyayı görebilmemiz için, iman odaklı, bizim dilimizi bilen, hassasiyetlerimizi ve ölçülerimizi tanıyan bizden sinemacılara ihtiyacımız vardır.  Sinema filmlerinde maksat insanlara, toplumlara imanın, doğrunun, güzelin, iyinin, hakikatin tebliği olmalıdır.   

İnsanın bu dünyada kendi yaptığının, ürettiğinin esiri olması, onu karanlık zindanlara hapsediyor, insanlık karanlıklardan çıkış yolları arıyor. İnsan ürettiğinin ve yaptığının esiri olduğu için, yardımlaşmayı, paylaşmayı, vermeyi, merhameti, şefkati, adaleti unutmuştur. Bu yüzden de huzursuzdur, mutsuzdur. Günümüz dünyasında, insanlığın yanlış bilgilendirme, yalanların, sapıklıkların, ahlaksızlıkların, subliminal mesajların dijital ortamda film ve benzeri uygulamalarla yayınlanması ile geri dönülmez bir biçimde, bir uçuruma gittiği görülmektedir. Küreselleşip artık küçük bir köy halini alan günümüz dünyasında sinema, kitle iletişim araçlarının içerisinde en etkilisi olması hasebiyle, artık Müslümanlarca daha dikkatli ve doğru kullanılmalıdır. Sadece İslami kesimin hislerine tercüman olabilmek için değil, tüm dünya toplumlarının huzuru, uçuruma düşmekten kurtulması için  hakikatin mührünün vurulduğu filmler yapmalıdırlar. Her şeyden önce istikbalimiz için, bekamız için bu çok önemlidir. Bu konuda devletin, Kültür ve Turizm bakanlığının desteğiyle  istikbalimize, bekamıza hizmet edecek, medeniyetimizi dünyaya tanıtacak film ve projeler hayata geçirilmelidir. Dünyada ses getirecek, Hollywood sineması filmlerinin yalanlarına, iftiralarına, sapıklıklarına, ahlaksızlıklarına, subliminal mesajlarına; cevap verecek, doğru mesajlar verecek filmler mutlaka yapılmalıdır. Bu ülkemiz için, İslam alemi için, insanlık için acil bir konudur.

Bir konu hakkında bir bildiri veya bir kitap yazımı düşünülüp tartışılırken, o konu hakkında dijital dünyanın malzemesi olan, bir film, bir belgesel veya bir oyun hazırlanması da düşünülmeli ve yapılan tartışmaların arasında gündemin birinci maddesi olmalıdır. Çünkü en tesirli tebliğ metodu sinema filmleriyle mesaj verilmesidir. Herkesin elinde cep telefonu var. İstanbul’da metrobüste yolculuk yaparken bakıyorum herkes cep telefonuna bakıyor. İnsanlar dijitalleşmiş. İnsanlar cep telefonu ekranına elleriyle dokunup istediği filmi izliyorlar. İnsanlara hakikatin mührünün vurulduğu filmlerin takdim edilmesi bugün en birinci tesirli tebliğ metodudur. Devlet milli ve manevi değerlerimizi konu alan filmlere, projelere destek olmalıdır.  Amerika’nın, dünya üzerindeki hakimiyetini sinemaya borçlu olduğu gerçeğini unutmayalım.

Sinema, imana, hakka, sevgiye, adalete, yardımlaşmaya hizmet ederse, insanlar ve toplumlar huzur ikliminde yaşamaya başlarlar. Bunun için, sinema artık, imanı, hakikat yolunu gösterici, dünyayı ve dünyada meydana gelen olayları ‘manay-ı harfi’ bakış açısıyla analiz eden bir şekle bürünmelidir.

[1] – Sanal Dünyada Yaşananlar, Mehmet Abidin Kartal, Nev Yayınları, İstanbul 2013, s.7-8

[2] – Yeni Akit, 28 Ocak 2019, Muhammed Uzun

[3] –  https://www.sarrafoglu.com/filmlerde-neden-en-cok-muslumanlara-hakaret-ediliyor/