Etiket arşivi: Mehmet Abidin Kartal

Darağacında Bir Demokrasi Kahramanı

17 Eylül 2015,  Demokrasi kahramanı Adnan Menderes’in 54. Ebedi aleme göç ettiği tarihtir.

Cumhuriyetin kuruluşundan 1950’ye kadar Türkiye’de çok şeyler yapıldığını söylerler. Sayısı çok olmamakla beraber fabrikalar ve demiryolları yapılmıştır.

1923-1950 döneminde Türkiye’yi Cumhuriyet Halk Partisi yönetmiştir. Bırakınız üretim yapmayı, hele ihracat yapmayı, bir şehirden diğerine mal götürmek bile zordu. Jandarma her şeydi. Geliri olmayandan vergi toplanır, vermeyenlere ceza yağardı. İslâmiyet zümrüdü anka kuşuna dönmüştü, adı var kendisi yoktu. Kur’ân bile toplatılan kitaplar arasındaydı. Avrupa’da fabrikalar, atölyeler, laboratuvarlar açılırken, bizde kahveler, meyhaneler ve barlar açılırdı. Bizde çağdaşlık, köy enstitülerinde kızlarla erkeklerin beraber okutulmasında ve bu okullara dinle ilgili herhangi bir şeyin girmemesinde aranmıştı. Müslüman’ın dinini öğrenmesi, anlaması, yaşaması yasaktı…

14 Mayıs 1950 bu yasaklara, bu yasakları yapanlara ‘hayır’ demekti. Adnan Menderes’in Demokrat Partisi 69’a karşı 408 milletvekili çıkararak, CHP’ye tarihî bir ders verdi. Bu öyle bir dersti ki, CHP zihniyeti bir daha tek başına iktidar yüzü görmedi.

Artık millet söz sahibiydi. Millet söz sahibi olduğu için de, yıllar yılı onun rağmına yapılan icraatlara son veriliyor, milletin istediği işler yapılmaya başlıyordu.

Yıllardan beri millete karşı yürütülen dinî baskılar, dine yönelik yasak ve engellemeler DP gelince son buluyordu. Menderes hükümeti daha ilk ayında 18 yıllık aslına uygun olarak okutulması yasaklanan ezana hürriyetini veriyor, ezan serbest bırakılıyordu. İktidarın iki ayı dolmadan da radyoda dinî program yasağı kaldırılmış ve haftada iki gün Kur’ân okunmasına başlanmıştı.

Vatandaşların, dinlerini gereği gibi yaşamaları artık büyük ölçüde mümkün oluyordu. Kur’ân derslerine kadar uzanan yasaklamalar kalkmış, kimse başörtüsü yüzünden sokak ortasında polis hücumuna uğramaz olmuş, okullarda din dersi okutulmaya başlanmıştı. Halk Partisinin sattığı 800 camiye karşı, DP iktidarının ilk yedi yılında 1500 cami inşa edilmiş, camilere ayrılan bütçe ödeneği arttırılmış, viran kalmış camilere tamir yardımı yapılmıştır. İmam Hatip Okulu sayısı 19’a çıkarılmış, cumhuriyet tarihinde ilk defa bir Yüksek İslâm Enstitüsü açılmıştı. Dinî yayıncılık serbest bırakılmıştı.

Başbakan Adnan Menderes’in dine ve dindarlara tavrı ise açık ve kesin idi. Daha 1951’de “irtica” iddiasıyla dindarlara baskı yapılmasının hesabını kuranlara karşı, “DP, vicdan hürriyetine riayet edeceğini beş yıl evvel programıyla millete vaad etmiştir” cevabını veriyordu. “Türk Milleti Müslüman dır ve Müslüman olarak kalacaktır. Evvela kendine ve gelecek nesillere dinini telkin, onun esasını ve kaidelerini öğrenmesi, ebediyen Müslüman kalmasının münakaşa götürmez bir şartıdır” diyen Menderes’ti. Bunun için, ezanın aslına çevrilmesine sebep olduğu için Menderes, “İslâm kahramanıdır”. Çünkü ezanın hikmeti sadece Müslümanları namaza çağırmak değildir. Onun yanında bütün insanlık namına, insanlığın ve kâinatın yaradılışının büyük neticesi olan tevhid ve rububiyete karşı, ubudiyetin izahına vesiledir. Bunun yerini de ezandaki mübarek ifadelerden başka hiçbir şey tutamaz.

Anadolu köylüsünün şartlarını, tarım ekonomisine dayanan Türkiye’de toprağın, toprakta çalışan insanın durumunu çok iyi bilen Menderes, bu ülkenin fakir tabakalarının, köylüsünün, şehirlisinin, kasketli, çarıklı, poturlu, ve şalvarlıların hayat şartlarını çok iyi bildiği için, çok kısa zamanda Türkiye gerçeğini, tepeden görüldüğü gibi değil, tabanda yaşandığı gibi çok iyi kavrayabilmiştir. Türkiye’de hürriyet içinde refah, demokrasi içinde medeniyet mücadelesini yapmanın imkân dahilinde olduğunu göstermiş bir iktidarın parlak başbakanıdır.

Menderes 13 Nisan 1949’da yapılan Aydın il kongresinde üyelerden biri “Sefaletin bulunduğu yerde hürriyet olmaz” derken, Menderes’in cevabı, “Ben aksini söyleyeceğim, Hürriyetin olduğu yerde sefalet olmaz” idi. Böylece CHP iktidarında temel hak ve hürriyetlere getirilen kısıtlamalara karşı çıkılmıştır.

Menderes devri, demokrasi, hürriyet ve dini inkişaf devri olduğu kadar, fakirlikten kurtuluşun diğer bir adıydı…

Menderes dönemi gerçeğinin rakamlardaki ifadesi ise gözler kamaştırıyordu. Cumhuriyetin ilk 27 yılında en fazla % 3’lerde ve genel ortalama % 2’lerde kalan büyüme hızı, DP ile birlikte % 12’lere fırlamıştı. Ülke, CHP’nin 20 senede getirdiği yere, DP’nin dört senesinde gelmişti. Bu devirde ülke çapında bir imar ihtilâli yaşanıyordu. Tarım ve sanayide, eğitimde, sağlıkta büyük yatırımlar, temel altyapı yatırımları yapılıyordu. Büyük hidroelektrik santralleri, liman inşaatları, sulama tesisleri, şehir içinde, şehirlerarasında, köylerde karayolu yapımına bu dönemde büyük önem verilmiştir. Köylü cebine para girince, yapılan yollarla şehre, kasabaya giderek sosyal ve ekonomik hayatında olumlu değişiklikler yaşamıştır.

Tek parti devrinin bir iki göstermelik barajına karşılık, Menderes Türkiye’ye 42 yeni baraj hediye etmiştir. (Geniş bilgi: Demokrat Partinin İktisat Politikası [1950-1954] Mehmet Abidin Kartal, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Master Tezi, İstanbul-2000)

DP Türk tarihinde, köylerdeki fakirlik ve cehalet fasit dairesini kırmayı başarmış ilk siyasî partidir. Uyguladığı ekonomi politikası sonucu kalkınma hamlesini köylere kadar götürebilmiş en başarılı ilk Türk hükümetidir.

Bu başarılı hükümet bazı çevrelerce hazmedilemedi. 27 Mayıs 1960’da Başkanlığını Orgeneral Cemal Gürsel’in yaptığı Millî Birlik Komitesi, Demokrat Parti iktidarını devirip yönetime el koydu.

İhtilâlden sonra ABD Cumhurbaşkanı Dwight Eisenhower’in, MBK başkanı, Devlet başkanı, Başbakan ve Millî Savunma Bakanı Cemal Gürsel’e hareketten duyduğu memnuniyeti bildiren bir dostluk ve kutlama mesajı göndermesi düşündürücüydü… Yine ABD’nin ihtilâlden kısa bir süre sonra, Türkiye’ye 400 milyon dolarlık yardımda bulunması da, ihtilâldeki CIA parmağı ise 21 Ocak 1972 tarihli The Daily Telegraph’ta açıklanacaktı. O günkü Türk hükümetinin bu iddiayı yalanlayacağı yerde, ilgili gazete nüshasının yurda girişini yasaklaması ise, bu açıklama karşısında tereddüde mahal bırakmıyordu…

Diğer taraftan, Sovyetler Birliği de Menderes yönetiminden memnun değildi. Sovyetlerin Türkiye üzerindeki emelleri 1940’ların ortalarında dile getirilmişti ve Türkiye’nin 1952’ de NATO’ya dahil olması bu emelleri suya düşürmüştü. Yurttaki komünist faaliyetlere set çekilmesi, Moskova’nın hoşuna gitmiyordu. 1957 seçimleri sırasında Moskova Radyosu Türk halkını CHP’ye oy vermeye çağırmıştı. Komünist Bizim Radyo da, ihtilâli “27 Mayıs hareketi Bayar-Menderes faşist diktatörlüğünü devirdi” diye haber veriyordu. (Köprü, Eylül, 1986)

27 Mayıs, istikrarlı ve sağlıklı bir siyasî bünyenin gelişmesine, güçlü, rasyonel ve çevik bir devlet cihazının kurumlaşmasına da engel olmuştur. Demokrasiyi tahrip etmiş, siyasî kimlikleri yok etmiş ve sivil siyasî aktörlere duyulan güveni mesnetsiz bırakmıştır. Sürekli düşmanlardan bahsetmek, topluma korku salmak geleneği de 27 Mayıs’ın bakiyesidir

Menderes’in infazının öğleden sonra saat 14:26’da tamamlanmasından sonra, bir fırtına koptu, gelen gök gürültüsünün ardından yağan şiddetli yağmur, herkese kendisini ülkesine adamış bir büyük devlet adamının tertemiz ruhunun rahmeti olduğunu düşündürdü.

Her yıl 17 Eylülde, Adnan Menderes ve iki arkadaşının darağacına çıktıkları hatırlıyoruz. Bu idamların açık bir hukuksuzluğun eseri olduğunu bugün artık herkes kabul ediyor. Merhum Adnan Menderes ve arkadaşlarının itibarı, anıt mezara nakilleri ile fiilen iade edildi ve tarihî bir haksızlığın maşeri vicdanda mahkûmiyeti tescil edilmiş oldu; idam edenleri suçlu olarak kayda geçirmiş olduk. Ama aktüel gelişmeler 27 Mayıs ile hesaplaşmanın hâlâ devam ettiğini gösteriyor.

Neydi Menderes’in suçu? Menderes geldi, “Yeter! Söz milletin!” dedi. Ezanı aslına çevirdi. Milleti sürü olmaktan kurtardı. Milletle devleti barıştırdı. Sen misin millete gücünü ve asaletini hatırlatan! Sen misin sözün millette olduğunu söyleyen! Sen misin ezanı aslına çeviren! Haydi darağacına! Senin asıl suçun, bu ülkede millete millet olduğunu hatırlatmak ve ona özgüven aşılamaktır. Onun sevgisini kazanmaktır. Bebek-Köpek davası mı? Bunlar prosedür gereği. Hani, “Siz asın, gerekçesi arkadan gelir” misali. Aslında asılan Adnan Menderes değildi. Asılan milletin gücüydü. Asılan milletin değerleriydi. Asılan milletin ta kendisiydi. Ülkemizde zaman zaman perde arkasında aynı senaryo uygulanmaya çalışılıyor. Gezi olayları ve sonrasında yapılan, yapılmaya devam eden olayların hedefi aynıdır.

Siyasi tarihimizdeki acı olayların yaşanmaması için, yeni mendereslerin önünün kesilmemesi için, halkın demokrasiyi kararlı ve şuurlu bir şekilde savunması, müdahalelere, teröre, her türlü vesayete de teslim olmaması gerekiyor. Demokrasinin temeli, sözde, kararda milletindir. Millet seçtiklerine sahip çıkmalıdır. İdareciler milletin hizmetkarıdır. Devlet millete hizmet için vardır. Millet ilk defa Cumhurbaşkanını kendisi seçmiştir. Bu milli iradenin zaferidir. Bunun kıymetini ve değerini bilelim.

Müdahalelere, her türlü vesayete de teslim olunmaması ülkenin istikrarı için birinci şarttır diyebiliriz. İstikrar geminin denizde rotası istikametinde ilerlemesi demektir. Gemidekiler geminin rotası ile oynamamalıdırlar, geminin dibini delmemelidirler. Gemi batarsa herkes boğulur. Gemiyi batırmaya çalışanlara fırsat verilmemelidir.  İstikrarın devamı için toplumun her kesimine görevler düşmektedir. Muhalefet yapıcı, yol gösterici, hükümet ise şeffaf ve hesap verme iradesini ön plana çıkarmalıdır.

Maalesef elde silah ile siyaset yapanlar, ülkenin huzurunu ve istikrarını bozmaktadırlar. Silahlar mutlaka bırakılarak, betona gömülmelidir. Toplumun bütün kesimleri ve siyasi partilerin hepsinin bu konuda mutabık olduğu gün silahlar betona gömülmüş olacaktır.

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Beklemek…

 

İnsan hayatta hep bir şeyler bekler.

Dünya ya geliriz büyümeyi, severken sevilmeyi, mutlu olmayı,

Bekleriz.

Hayal kurarız bunun gerçekleşmesini,

Bekleriz.

Ev sahibi, araba sahibi, çalıştığımız işte başarılı olmayı,

Bekleriz.

Çocuklarımızın büyümesini, başarılı olmalarını, meslek sahibi olmalarını,

Bekleriz.

Hayatımız beklemekle geçer.

Beklemek, sabretmektir,

Beklemek, ümit etmektir,

Beklemek, özlemektir.

Beklemek.

Duraktakiler için,

Otobüs beklemek.

Gurbettekiler için,

Memleketine gideceği günü beklemek..

Tarlaya  tohumunu atan çiftçiler için,

Sabırla ürününü alacağı günü beklemek.

Hastanedeki hastalar için,

Umudunu yitirmeden taburcu olacağı günü beklemek.

Askerlik yapanlar için,

Sevinçle terhis olacağı günü beklemek.

Nişanlılar için,

Heyecanla evlenecekleri günü beklemek.

Evliler için,

Umutla çocukları olacağı günü beklemek.

Öğrenciler için,

Dört gözle mezun olacağı günü beklemek.

Bütün dostları İstanbul’a giden için ,

İstanbul’a gideceği günü beklemek.

Hasret çekenler için,

Kavuşacakları günü beklemek.

İnananlar için,

On bir ayın sultanı Ramazan ayını beklemek.

İman hakikatlerine gönül verenler için,

Fecr-i Sadıkı beklemek.

Hayat ve beklemek iç içe iki mefhum, hayat sanki beklemek için verilmiş,

Bu dünya bekleme salonu olsa gerek.

İmtihana gönderilenlerin sorulara cevap vermek için bekledikleri salon.

Madem çiçekleri görmek için kıştan sonra baharı beklemek gerekiyor.

Dünya ebedi bahardaki çiçekleri görmek için bekleme salonudur…

Dünya bir misafirhanedir.

İnsanların az beklediği bir misafirhane.

Misafirhanedeki beklemeler zincirleme devam ederken,

Sonuçta, herkes için geçerli olanı beklemek.

Ölümü beklemek.

Ölümde beklenir mi demeyin.

Asker terhis olacağı günü,

Hasta taburcu olacağı günü,

Beklemiyor mu?

Her tohum kışın yer altında çürüyüp, baharda dirildiğine göre,

Ölüm yok olmayı, idam olmayı değil,

Tekrar dirilmeyi,

Dünya hayatındaki görevimizden terhisi,

Mekanımızın değişmesini,

İnşallah ebedi mutluluğa,

Ebedi aleme göç etmiş, başta Kainatın Efendisi Efendimize (sav),annemize, babamıza, yakınlarımıza, dostlarımıza, ahbaplarımıza kavuşmayı,

Beklemektir.

Peygamberimizin (sav) ifadesiyle, öldükten sonraki mekanımız,

Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçedir ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.

Ölüm, imtihanı kazanan için cennet bahçelerini beklemektir.

Ölüm, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bâkiyeye bir davettir, bir mebde’dir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir. Zindan-ı dünyadan, bostan-ı cinana (cennet bahçelerine)davettir ”

Dolayısıyla ölüm ebedi hayatın  başlangıçtır.

Cennet bahçesi davetiyle,

Gerçek hayatın başlayacağını beklemektir.

Şarkıda beklemeye razıyım, ümidim olsun yeter deniliyor.

İsteklerimize kavuşmanın şartı,

Ümitle, sabırla beklemektir.

Gönüllerimizin beklediklerine bir an önce kavuşması dileğiyle,

Beklemek içinde olmak ne güzel değil mi?

***************

Beklemesini bilenin her şey ayağına gelir. Balzac

Çalışmayı ve beklemeyi öğrenin. L.Fellow

Değerli insanlar, çok kaldıkları yerde daima düşkünlüğe uğrarlar. Nasıl ki, su, havuzda fazla beklerse durgunluktan dolayı kokar. Dakiki

Gene de bir iştir beklemek. Bekleyecek bir şeyi olmamaktır korkunç olan. Cesare Pavese

İnsan beklemeyi, umumiyetle, artık bekleyecek bir şeyi kalmadığı zaman öğrenir. Voltaire

Ne hasta bekler sabahı
Ne taze ölüyü mezar
Ne de şeytan bir günahı
Seni beklediğim kadar
Geçti istemem gelmeni
Yokluğunda buldum seni
Bırak vehmimde gölgeni
Gelme artık neye yarar
Necip Fazıl Kısakürek

 

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Şehvet

Sözlükler şehveti şöyle tanımlar: Bir şeye karşı hissedilen şiddetli arzu, ihtiras… Karşı cinse duyulan cinsel arzu… Nefsin azgınlığı…Şehvet halkın zihninde, kişisel cinsel ihtiyaçlara yönelik istekler olarak algılanmaktadır.

Şehvet duygusu, insanın en önemli yönünü meydana getirir. İnsan vücudunun maddi organlar ve uzuvları dışında bir de duygusal yönü vardır. İnsanın cismi ve cirmi küçüktür. Fakat ruh dünyası, duygu zenginlikleriyle dünyadan ve kainattan da büyüktür. İnsanın en güçlü özelliği duygularında görülebilir. Ruhun beden ülkesinde devam etmesi de soyut ya da somut olan duygu cihazlarını kullanması ile mümkün olmaktadır. Duyguların fonksiyonlarını tamamıyla yitirmesi, insanlığın sonu demektir. Duygularımız hayır ve şerre, hidayet ve dalâlete, hak ve batıla, güzel ve çirkine, haram ve helale aynı mesafededir. Hayvan ile insanın en bariz farkı duygularının çeşitliliği ve genişliğinde görülür. Duygular, insanın maddi ve manevi yükseliş ve alçalışının sebebidir. Çünkü insanlık âleminde yükselme ve alçalma mertebeleri sonsuzdur. Duygular, insanın dışarıdaki hayat ile içerideki hayat arasındaki bağlarını kurar. Onların tümü insanın ruhuyla iletişim kuran birer kanaldır.

İnsana verilen her duygu bir nimettir. Ancak her nimeti, meşru dairede kullanmak bir şükür olduğu gibi, o nimeti şerde, haramda, günahta kullanmak da bir nankörlüktür, emanete bir hıyanettir. İnsanı alçaltır. İslam şehveti disiplinine tabi tutuyor… Kontrollü bir şehveti öneriyor.. Şehevi gücü ne yok sayıyor ne de “yok edin” diyor, sadece meşruiyet zeminine çekiyor. Şehvet duygusu vahşi bir ata benzer, özgür bırakıp her istediğini yapması yanlış olduğu gibi, zincire vurup gezmesini engellemek de başka bir yanlıştır.

Ateşin ne kadar büyük bir nimet olduğu malumdur. Ancak ateşi yanlış kullanarak yangınlar meydana gelirse, evler, ormanlar yanarsa, ateşin yaratılmasının rahmet olmadığını iddia edemeyiz. Cinsellik, şehvet de bir nimettir. Haramda kullananlar var diye bunun nimet olmadığını iddia edemeyiz.

İnsanlar, nikah ile evlenirler ve cinselliği meşru daire içinde yaşarlar. İnsanların hayvanlardan bir önemli farkı da budur.  Evlilikte cinsellik yaşanmasına rağmen, bunun başka gayeleri de vardır. Şehvet insanlarda başka duygularla birlikte yaşanır. Evlilikte cinsellik yaşanırken en önemli hedef  neslin çoğalmasıdır. Dünyaya gelecek çocukların sevgi ve şefkat ile yetiştirmesidir. Eşlerin birbirine karşı sevgi, saygı, şefkat ve fedakarlık bağları ile bağlanmaları ve ebedi bir arkadaşlığa adım atmak duyguları evlilikte yaşanmalıdır. Evlilik içinde yaşanan cinsellik duygusu, insanların hayvanlardan çok farklı olduğunu ve en üst derecede nasıl yaşanabileceğini gösterir. Bugünkü modern evliliklerde şehvet, maddi menfaatler, güzellik, yakışıklılık ölçü olduğu için, diğer duygular dumura uğramaktadırlar. Evliliğin en önemli hedefi olan neslin devamı için çocuk sahibi olmak bile ertelenmektedir. Şehveti  yalnız zevk ve haz almak için düşünmek, çocuk sahibi olma sorumluluğu altına girmemek, evlilik dışı gayri meşru beraberlikleri artırmaktadır. Bu da maalesef modern çağın en belirgin özelliğidir. Sınırsız özgürlük insana sınırsız şehvetin kapılarını açıyor. Bu kapıdan girenlerde sınırsız günah çukurlarına düşüyorlar.

Allah insan neslini bir kadın ve bir erkek olmak suretiyle iki cins olarak yaratıyor. Bu iki cins varlığa birbirlerini cezb edecek ilgisini çekecek duygular ve cihazlar veriyor. Fakat bu cihazlar ve duygular Kuran-ı Kerim terbiyesinden geçmediğinde, sınırsız kullanıldığında o duyguların sahibi olan insanlara belaya dönüşüyor, dünyasını ve ebedi hayatını mahvettiriyor.

Bediüzzaman’ın anlattığına göre ruhun yaşayabilmesi için insan bedeninde üç adet duygu yüklü merkez yaratılmıştır. Birincisi, “menfaatleri celb ve cezbetmek için kuvve-i şeheviyye-i behimiyye”dir. Bu duygu bütün hayvanlarda müşterek olarak bulunur. İkincisi, “menfaat ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden ayırmak için kuvve-i akliyye-i melekiyye”dir. Meleklere has bir özellik olan akıl nimeti insanlara ve cinlere de verilmiştir. Üçüncüsü, “zararlı şeyleri defetmek için kuvve-i sebu’iyye-i gadabiye”dir.( İşaratü’l-İcaz ) Bu özellik, insanlarda bulunmakla beraber daha kamil manada yırtıcı hayvanlarda bulunan bir özelliktir.

Bediüzzaman, ahlakın etkili kaynağı olarak gösterdiği bu melekelerden “kuvve-i şeheviyye” özetle şöyle tanımlamaktadır:

Kuvve-i şeheviyye cinsel arzu, yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi faydalı şeyleri alma ve elde etme gücüdür. Ancak bu gücün üç derecesi vardır. Tefrit derecesi ‘humud’ denilen şehevi konulara karşı isteksizliktir. Böyle bir kişi, harama karşı şehveti olmadığı gibi helallere karşı da iştahlı değildir. Tefritin zıttı olan ifrat derecesi ise, helal-haram demeden aşırı şekilde şehvetine düşkün olmaktır. Böyle bir kimse namusları ayaklar altına alma istidadındadır. Orta mertebe olan vasat derecesi ise iffetliliktir. Kişinin helaline karşı şehveti varken, harama karşı iştahsız olur. (İşaratü’l-İcaz)

Bunun anlamı şudur: Eğer insan ifrat derecede şehvetine düşkün olursa, kötülüğün en ileri seviyesi olan fuhşa düşeceği ve birçok masum insanın namuslarını kirleteceği açıktır. Bu da kötü ahlakın veya ahlaksızlığın en belirgin şeklidir. Eğer tefritte kalırsa nimetlerden ve meşru lezzetlerden mahrum olur. Oysa Kur’an’da tavsiye edilen “sırat-ı müstakim” ve “vasat ümmet” kıstası, insanı bu aşırı durumlara düşmekten kurtarır. İnsan kendisine verilen duyguları meşru dairede kullanması huzura atılan ilk adımdır. Sadece nikahlına yakınlık duyacaksın, bu yakınlık ibadettir. Kainatın Efendisini (sav) dinleyelim.

Ebu Zer (ra) rivayet ediyor. Diyor ki: “Bir grup sahabe  Resûlullah (sav)geldiler.

“Ya Resûlullah, zenginler aldı gitti, biz burada kaldık ya Resûlullah” dediler. “Nasıl aldı gitti?” demiş. “Ya Resûlullah! Namazımız aynı namaz, orucumuz aynı oruç. Fakat bu olmadı ki. Onlar sadaka veriyorlar bizi geçiyorlar, infak ediyorlar bizi geçiyorlar, paraları var adamların.” Ebubekir bunların başında. Abdurrahman ibn Avf bunlardan biri. Böyle zengin zengin adamlar. “İbadette aynıyız, zikirde aynıyız. Oruçta aynıyız. Adam tutuyor, yetimi yediriyor ben yediremiyorum, ordunun ihtiyacını karşılıyor ben karşılayamıyorum, burada bir adaletsizlik var ya Resûlullah” demişler. Yani bu din zenginlerin dini mi, demeye getirmişler sözü. Böyle demiyorlar ama bir tür şikâyet ediyorlar.

Efendimiz, buyurmuş ki çok dikkat edelim: “Eğer onlara Allah, fazladan sizde olmayıp onlara fazladan mal verdiyse o malı da onlar sadaka olarak harcayıp sizi geçiyorlarsa size de Allah alternatifler vermedi mi?” “Ne verdi ya Resûlullah?” demişler. Şimdi sayıyoruz: “Siz de bir kere Subhanallah deyin, onun sadakası gibi sadaka kazanın. Siz de bir kere Allahu Ekber deyin! Siz de bir kere Elhamdülillah deyin. Siz de bir kere la ilahe illallah deyin. Siz de hanımızla cima edin, size de Allah sadakalar versin.” buyurmuş.

Ashabı kiram tereddüt etmişler, herhalde espri yapıyor, bizim ahlakımızı ölçüyor düşünmüşler. “Ya Resûlullah!” demişler bu hadisi şerifin devamını okuyorum: “yani biz, karımızla yatağa gireceğiz, keyif süreceğiz, sonra da Allah, o mallarını infak ettiği için dağlar gibi sevap kazanan o zengin müminlere verdiği sevap gibi bize sevap verecek karı koca zevklendiğimiz için öyle mi ya Resûlullah” demiş: “öyle mi ya Resûlullah” demiş. Yani yanlış mı anladık bu bir espri miydi? Çünkü saydığın liste çok büyük. Subhanallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber, la ilahe illallah Muhammedun Resûlullah deyin diyorsun. Ee bunlar büyük sözler zaten.

Versin Ebubekir bir çuval sadaka, beş çanta dolusu sadaka versin, bir la ilahe illallah kâinatı satın alır, buna bir diyecek yok zaten ama hanımınla cima et diyorsun ya Resûlullah. Buyurmuş ki: “Evet, öyle, öyle. O ateşi şehveti nikâhlı hanımında değil de, nikâhlı kocasında değil de nikâhlısı olmadığı bir haramda tatmin edecek olsaydı cehennemlik olmayacak mıydı?” buyurmuş. “Tabi olacaktı ya Resûlullah”. “Peki, nikâhlı karısında, nikâhlı kocasında yapınca cehennemden kurtulmuş olmuyor mu?” “Oluyor ya Resûlullah”. “Var mı cehennemden kurtulmak, daha büyüğü var mı?” buyurmuş. Cenneti kazanmaktan büyük var mı? Şehvet ateşinin yemeği nasıl pişirdiğini buz gibi dünyada nasıl ısıtacağını tarif ediyor Resûlullah (sav) Efendimiz. Bu ateş, ormanlar tutuştursun diye değil, enerjin olsun diye. Nesil yetiştirme sevdan olsun diye. Nikâhlı eşini Allah’ın en güzel emaneti bil diye Allah’ın içimize koyduğu bir ateş bu.

İşte Müslümanlık. İşte Allah’ın şehveti niçin yarattığı. İşte ateşle elini ateşe yaktırmadan yemek pişirme ve ısınma taktiği. Sen sobayı tutuşturmayı bilmediğin için hep is oldun, yandın, hep yara bere oldun. Sen soba yakmayı bilmiyorsun. Ateş düşman ama seni ısıtır. Yemeğini pişirir. Sen nerede ne tutuşturacağını bilmiyorsun demek ki.. Şehvet ateştir. Onu kullanmasını bilmeyeni yakar. Milyarlarca genci yaktığı gibi. Yaşlıyı, ihtiyarı yaktığı gibi. Ateşi evin ortasında, halının üstünde mi tutuşturuyorsun. Ev yanar o zaman. Ateşi sobanın içinde tutuşturursan ısınırsın, yemeğini de pişirirsin. Şehveti ulu orta, internetin içinde tatmin etmeye çalışırsan yakar elbette. Allah’ın helali, helal olan neyse, onunla beraber olduğunda ise şehvet nimettir. Şehvet bizim ibadet kavramımızı ayakta tutar…

( Nureddin Yıldız ‘hocanın  10.11.2013 tarihli (217.) Hayat Rehberi dersinden)

Allah Hakimdir, asla abes iş yapmaz. Erkek ve kadının karşılıklı her türlü istek ve arzularını helal yönden tatmin edecek bir eşe ihtiyacı vardır. “ İnsanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine mukabil bir kalbin mevcut bulunmasıdır ki, her iki taraf sevgilerini, aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezaizde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar.

Evet, bir işte mütehayyir kalan veya bir şeye dalarak tefekkür eden adam, velev zihnen olsun, ister ki, birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın. Kalplerin en lâtifi, en şefiki, “kısm-ı sâni” ile tâbir edilen kadın kalbidir. Fakat kadın ile ruhî imtizacı (geçimi) ikmal eden, kalbî ünsiyet ve ülfeti itmam eden, sûrî ve zahiri olan arkadaşlığı samimileştiren, kadının iffetiyle, ahlâk-ı seyyieden temiz ve pak bulunması ve çirkin arızalardan hâli olmasıdır. (İşaratü’l-İcaz)

“Helal dairesi keyfe kâfidir harama girmeye lüzum yoktur”

Yaşamakta olduğunuz çağda hayasızlık, haram, şehvet tavan yapmışsa ve iffet yerlerde sürünüyorsa, o zaman önceliğimiz  kadını ve erkeğiyle “hayayı kuşanmak” olmalıdır.

İffet ve haya sözcükleriyle süslü “Kıssaların en güzeli= Ecmelü’l-kısas” denildiğinde hemen hepimizin aklına Hz. Yusuf’un kıssası gelir. O gün odada Züleyha ile ikisi baş başa kalmışlardı. Züleyha ondan arzuladığı ve aklına koyduğu şehveti şiddetli arzu ile elde etmek istiyordu. Zamanını denk getirmiş ve arkadan kapıları üzerlerine kilitlemişti Yusuf kaçmasın diye… Dışarıya karşı da tedbir almıştı böylece… İsteğini Yusuf’a iletti, O ise; Derken, evinde bulunduğu kadın onun nefsinden muradını almak istedi, kapıları kapatıp ‘Haydi gelsene’ dedi. Yusuf ‘Allah sığınırım’ dedi. ‘Kocan benim efendimdir; o bana çok iyi bakıyor. Zalimler ise iflâh olmazlar.(Yusuf suresi 23. ayet) diyerek gayr-i meşru’ teklifi reddetti.

Nefsin arzularıyla çepeçevre kuşatılmış durumdaki insanların kendilerini koruyabilmesi, yani Yusuf olabilmeleri ancak Allah’a sığınıp, iffeti, hayayı kalkan haline getirmek suretiyle mümkündür. Edepleriyle, iffetleriyle yaşamak isteyen müminler, özellikle mümin gençler Hz. Yusuf (asm)’ın iffet ve ihlas sembolü tutumunu kuşanarak haramlardan kaçınmalı, helal dairesinde yaşamalı ve böylece peygamber ahlakını bir model olarak insanlığa sunabilmelidirler. Çünkü, ahir zamanda Yusuf olmak çok zor…Yusuf olanlara müjdeler var:

Efendimiz (sav) “Allah, gençliğini Hakk’a itaat yoluna bağlayan ve gayr-i meşru şehvet peşinde olmayan genci pek beğenir.” buyurmuştur. Ardından da bahtiyar bu gence şu müjdeyi vermiştir: “Dünyanın lezzetini ve eğlencesini terk eden, gençliğini Allah’a itaat ile karşılayan hiçbir genç yoktur ki, Allah o gence yetmiş iki sıddîkın sevabını vermemiş olsun. Allah Teâlâ, kendisine has münezzehiyet ve mukaddesiyetiyle o genç ile iftihar eder ve ona şöyle der: ‘Ey şehvetini Benim için bırakan genç! Ey gençliğini Bana adayan yiğit! Sen Benim nezdimde meleklerimin bazısı gibisin.’” (Hilyetü’l-Evliya, 4/ 139.)”

İffet ve edepten yoksun Züleyhaların kol gezdiği, her köşe başından, sanal ve gerçek dünyanın ekranlarından göz kırptığı, tuzaklar kurduğu bu zamanda…Çok zor Yusuf  (as)’in  iffet ve haya elbisesini giymek, hele hele Züleyhalar karşısında dayanabilmek…İmtihanı kazanabilmek… Ama imkansız değil… Yusuf baştan aşağı iffet olduktan sonra, Züleyha baştan aşağı afet olsa ne yazar.. Şehvetini Allah için bırakan, meşru dairede kullanan, baştan aşağı iffet olan Yusuflara, Züleyhalara  selam olsun…

“Muhabbet ve merhamet, insanlığın; Hiddet ve şehvet de hayvanların sıfatlarıdır” Mevlana

Bir insanda kibir, hırs ve şehvet varsa, bunlar o konuşurken soğan yemiş gibi kokar. Mevlana

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Sultan Muhammed Alparslan

Anadolu’nun Kapılarını Müslüman-Türklere Açan Hakan, Sultan Muhammed Alparslan

Halk arasında “Geçmiş zaman olur ki, hayali cihan değer” denir. Bir an o şanlı tarihimizi düşününce; Tuğrul Beyleri, Alparslanları, Fatihleri ve Yavuzları hatırlayınca, o günlere bir de bugünlere bakıyoruz ve gözlerimiz doluyor.

Kimin dolmaz ki? Üç kıta’da at koşturan ve belli bir süre dünya tarihine yön veren, gittikleri yerlerde adaletle hükmeden, gönülleri fetheden o şanlı tarihimizden kalanlar ortada. Böylece bu sözün zaman ve mekân aşan doğruluğu bir kez daha ortaya çıkıyor.

Bunun sebebini öğrenmek için, işe ilk olarak onları tanımaya ve anlamaya çalışmakla başlamalıyız,

Peki ama, onları yüzyıllarca bir kıta’dan diğerine koşturan, canlarını dahi göz kırpmadan feda ettiren neydi? Tabii ki belli idealleri, ülküleri bir başka deyişle inançları ve mefkureleri vardı. Neydi mefkureleri,  Allah’ın adını yüceltmek için Allah’ı inkar edenlere karşı cihad etmek, “i’lây-ı kelimetullah”dır. İşte onların inançlarını ve mefkurelerini gösteren misallerden biri Anadolu’nun  Kapılarını  Müslüman-Türklere Açan Hakan, Sultan Muhammed Alparslan’dır.

Büyük  Selçuklu Devleti’nin ikinci hükümdarı olan büyük devlet adamı. Alparslan, Müslüman Türklerin Orta Asya’dan Anadolu’ya gelişlerini ve mücadelesini yöneten askerî komutan ve hükümdardır. Gerçek adı Muhammed olup, daha çok unvanı olan Alparslan adıyla tanınmaktadır.

Üzerinde yaşadığımız bu cennet vatanı bizlere armağan eden ecdadımızdan birisi de Sultan Alparslan’dır. İslâm’ın bu bahadır evlâdı Malazgirt’te kalabalık Bizans ordusunu perişan ederek Anadolu’nun kapısını Müslümanlara açmıştır. Fetih ordusu da açılan bu kapılardan tekbirlerle girmiştir ve her karışını kanlarıyla sulayarak kendilerine yurt edinmişlerdir…

Selçuklu Devletinin ikinci büyük hükümdarı olarak tahta geçen Sultan Alparslan 20 Ocak 1029’da doğmuştur. Küçük yaşlardan itibaren babası Çağrı beyin yanında muharebelere iştirak etti. Cenk meydanlarında kılıç sallayarak yetişti. Babasının sağlığında iken mert ve mahir bir kumandan olarak tanındı. Bizzat kumanda ettiği orduyla birlikte pek çok savaşlara katıldı ve zaferler kazandı. Çağrı Bey, henüz sağlığında oğlu Alparslan’ı Horasan tahtına veliaht tayin etmişti. Çağrı Bey 1060’ta vefat edince Alparslan Horasan valisi oldu.

Alparslan, amcası Tuğrul Beyin 7 Eylül 1063’te evlat bırakmadan vefat etmesi üzerine, 7 Aralık 1063’te Selçuklu Beyleri tarafından tahta çıkarıldı ve kendisine biat edildi. Kısa zamanda bütün Selçuklu beyleri ve Tuğrul Beyin veziri El-Kunduri de Alparslan’a biat etti (bağlılığını bildirdi). 27 Nisan 1064 günü Halife Kaim bi Amrillah’ın da hazır bulunduğu bir mecliste cülus merasimi yapıldı ve Alparslan sultan ilan edildi.

Alparslan ilk icraat olarak, asayişi temin etti. İsyanları bastırdı. Devlet teşkilatına ve orduya çeki düzen verdi. Akabinde de fetih harekâtına başladı. 1064’te bir Hıristiyan krallığı olan Gürcistan’ı fethetti. Kars’ı ve Ani’yi aldı.

Devleti için Bizanslıları devamlı bir tehdit unsuru olarak gören Alparslan, düşman üzerlerine gelmeden önce düşmanın üzerine gidilmesi yolunu seçti ve namlı kumandanlarını Anadolu’ya akınlara gönderdi. Bunlardan, Gümüş Tekin, Afşin ve Ahmed Şah Anadolu içlerine daldılar ve Bizans ordularını bozguna uğrattılar.

Afşin Bey 1067’de Malatya civarında çok kalabalık Bizans ordusunu bozguna uğratmış, Kayseri’yi fethederek Orta Anadolu’ya kadar ilerlemişti.

Afşin Bey 1069 senesinde de Anadolu’da Bizans ordusunu bozguna uğratarak akınlara devam etmiş ve Ege sahillerine kadar ilerlemiştir.

Alparslan, Kutalmışoğlu Süleyman Şah’a da Anadolu’nun fethini emretmişti. Bu namlı kumandan aldığı emir üzerine süratle Anadolu’ya dalmış ve fetih harekatına başlamıştı.

Selçukluların Anadolu’da üst üste kazandıkları zaferlerden ürken Bizanslılar, kesin netice almak için büyük bu ordu hazırlamışlardı. İki yüz bin kişilik bir büyük ordunun başına imparator Romanos Diogenes geçmişti. Niyetleri Müslüman Türkleri Anadolu’dan çıkarmak, hatta bütün Selçuklu topraklarını ele geçirerek bu devleti ortadan kaldırmaktı. Bu niyetle yola çıkmışlardı ve kendilerinden de son derece eminlerdi. Böyle kalabalık bir orduya kimsenin karşı koyamayacağını zannediyorlardı.

Bizans ordusu şarka doğru ilerlediği esnada Alparslan Halep civarında bulunmaktaydı. Niyeti, bütün Suriye’yi fethetmekti. Bizanslıların Anadolu’nun doğusundaki yerleri ele geçirip Azerbaycan’a girmek maksadıyla ilerlediklerini haber alınca ordusunun bir bölümünü Suriye’nin fethi için bırakıp kalan 54 bin kişilik kuvvetle süratle yola çıktı. Fırat’ı geçip, Diyarbakır yoluyla Ahlat’a doğru hareket etti. Bu esnada Bizans ordusu Malazgirt’e gelerek kaleyi ele geçirmişti.

Sultan Alparslan, Buharalı İmam Muhammed Bin Abdülmelik’in tavsiyesi üzerine muharebeyi Cuma gününe denk getirmişti. 26 Ağustos 1071 Cuma günü bütün İslam beldelerinde ve Malazgirt ovasında kılınan Cuma namazında halifenin gönderdiği şu hutbe ve dua okunmuştur:

“Allah’ım! İslâm’ın sancaklarını yükselt ve hayatlarını Sana kulluk için esirgemeyen mücahidlerini yalnız bırakma! Ya Rabbi! Alparslan’ı düşmanlarına karşı muzaffer kıl ve onun askerlerini meleklerin ile kuvvetlendir! Zira O, Senin rızanı kazanmak için varlığını, canını ve her şeyini fedadan sakınmıyor. O Senin yolunda ve dininin üstünlüğü için nasıl cihat yapıyorsa Sen de onu öylece koru ve düşmanlarını kahret!”

Malazgirt ovasında kılınan Cuma namazından sonra bütün erler bir birleriyle helalleşmişti. Alparslan beyaz bir elbise giymişti.

Toplanan askerlerin yanına gelen Alparslan, atından inerek secdeye varmış ve Âlemlerin Rabbine şöyle niyazda bulunmuştu:

‘Ya Rabbi! Seni kendime vekil yapıyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda cihad ediyorum. Ey Allah’ım! Niyetim halistir, bana yardım et, sözlerimde hilaf varsa beni kahret!”

Sultan Alparslan daha sonra askerlerine dönerek şöyle demiştir:

“Burada Allah’tan başka bir sultan yoktur; emir ve kader tamamıyla O’nun elindedir. Bu sebepten benimle birlikte savaşmakta veya savaşmamak için uzaklaşmakta serbestsiniz.”

Askerler heyecanla, hep bir ağızdan; “Asla emrinden ayrılmayacağız!” diye haykırmışlardı. Alparslan konuşmasına şöyle devam etmiştir:

“Ey askerlerim! Eğer şehid olursam bu beyaz elbise kefenim olsun, Zaferi kazanırsak önümüzde çok hayırlı günler olacaktır. Ey askerlerim ve kumandanlarım! Daha ne zamana dek biz azınlıkta düşman çoğunlukta olmak üzere, böyle bekleyeceğiz. Düşmanı yenersek arzu ettiğimiz netice hasıl olacaktır. Yoksa şehit olarak Cennete gideceğiz. Beni izlemek isteyenler gelsinler. Geri dönmek isteyenler serbestçe dönsünler. Onlara hiçbir ceza verilmeyecektir. Bugün burada ne emreden bir sultan, ne de emir alan bir asker vardır. Ben de sizlerden biriyim ve sizinle birlikte savaşacağım.”

Bu konuşmasından sonra oku, yayı atarak kılıcını sıyıran Alparslan, “Bismillah!” diyerek en ön safta düşmana doğru at sürmüştür. Kumandanlarının arkasından şimşek gibi Bizans ordusu üzerine atılan 54 bin er, düşman ordusunu perişan etmişti. Gün boyu devam eden savaş neticesinde Müslümanlar kesin zaferi kazanmış, kılıç artığı Bizans askerleri yüz geri kaçmağa başlamışlardı. İmparator Diogenes esir alınmıştı. İmparator, Sultan Alparslan’ın  huzuruna getirildi. Muzaffer padişah esir imparatorun ellerini çözdürdü ve yanına oturttu. Esir imparatora misafiriymiş gibi davranıyordu. Sohbet esnasında İmparator’a sordu:

“Ey Rum Kayzeri, ben senin eline esir düşmüş olsaydım, bana nasıl muamele ederdin? Diogenes:

“Kamçılattırırdım” diye cevap verdi. Alparslan:

“Şimdi, benim size nasıl bir muamelede bulunacağım tahmin ediyorsunuz?”

“Ya öldüreceksiniz, yahut da bir harp esiri sıfatıyla bütün Selçuk ülkesini dolaştıracaksınız. Çok zayıf bir ihtimale göre de, benden bir kurtuluş akçesi ve rehineler aldıktan sonra serbest bırakacaksınız.”

Alparslan bu cevap karşısında tebessüm etmiş ve Diogenes’e: “Bilemediniz. Düşündüğünüzün hiçbirisini yapmayacağım. Sizi karşılık beklemeden serbest bırakacağım” demiştir.

Alparslan, Diogenes’e bol miktarda altın para verdi ve yanına muhafızlar katarak İstanbul’a kadar emniyetle gitmesini temin etti. (Köymen, Mehmet Altay, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi. Cilt 3. Alparslan ve Zamanı, Ankara:2001,Türk Tarih Kurumu Yayınları)

Malazgirt zaferi üzerine Anadolu’nun kapısı Müslümanlara açılmıştı. Bu cennet belde kısa zamanda tevhid ehli ile dolacak, tekbirlerle nurlanacaktı.

Mahir bir kumandan ve müdebbir bir idareci olan Alparslan İslâmiyet’i harfiyen yaşamaya gayret etmiş ve İslamiyet’in kazandırdığı güzel ahlakla milletine örnek olmuştur. Düşmanlarını bile affetmesiyle, üstün ahlakını göstermiştir.

Alparslan, veziri Nizamülmülke geniş selahiyetler vererek memleketin baştan  başa ilim ve irfan güneşiyle aydınlanmasına çalışmıştır. Hakkı tebliğ etmek ve yaymak için bütün imkanları seferber etmiş, Müslümanlara yönelen tehlikeleri bertaraf etmek için hayatını ortaya koymuş, cihaddan cihada koşmuştur.

Malazgirt’in büyük kahramanı, halkın içinde Hak’la beraber bir hakikat eridir. Mutfağında her gün elli koyun kesilir, fakirler ve yoksullar hep onun mutfağından yerlerdi. Divanında yoksul kimselerin isimleri kayıtlı idi. Bunlar muntazaman gelir ve kendileri için tayin edilmiş maaş ve geçim masraflarını alırlardı. Bazen hasta veya yoksul bir kimseyi gördüğü zaman son derece hislenir, teessüründen ağlar ve derhal yardım ederdi, Zira bu insanlar ona, Allah’ın birer emanetiydiler ve bu emanetten dolayı da Allah’a hesap verecekti .

Tarihçi Râvendi “Alparslan bütün cihâna at sürdü”, İbnül’Adim “hükümdarlar arasında onun kadar dine ve cihada bağlı kimse yoktur” derken, onun hayatının gayesi olan yüce ideal ve mefkûrelerin tahakkuku için her şeyini vakfettiğini belirtmektedirler.

Sultan Alparslan Maverâünnehir seferi esnasında esir edilen bir kale kumandanı tarafından hançerlendi.

Suikasta uğradığı zaman söylediği şu cümle, hem dindarlığını hem de cihan hâkimiyeti şuurunu güzel belirtir. “Bir tepe üzerine çıktığım vakit, ordumun azametinden ve askerlerimin çokluğundan altımda yerin titrediğini hissediyor ve kendi kendime “Ben dünyanın hükümdarıyım. Bu ordu ile Çin’i fethederim” diyordum, Bu gurur yüzünden bu duruma düştüm. Halbuki her sefere çıkışta daima Allah’tan yardım dilerdim…”

Aldığı yaranın tesiriyle 25 Kasım 1072 de vefat eden Alparslan İslâm inancı ve mefkûresinin en mümtaz şahsiyetlerinden biri olarak tarihe intikal etti. Mezarı Merv’de olup, türbesini ziyaret eden Şair Senâi, şu kasideyi yazmıştır

Alparslan’ın göklere yükselen başını gördüm,

Merv’e gel ve onun toprak olmuş vücuduna bak;

Ne kemeri üstündeki yıldız, ne ay gibi parlak yüzü,

Ne altındaki at, ne de elindeki dizgin kalmıştır…

Ne ay gibi parlak yüzü, ne atı, ne de dizgini kalmıştır, ama arkasında kıyamete kadar en büyük hakikate gönül veren neferlere örnek hayatını ve mefkuresini bırakmıştır.

Selçuklu medeniyetinde, Tuğrul Bey, Alparslan ve Melik şah gibi ferasetli ve basiretli devlet adamları ve Nizamülmük gibi ilim aşığı vezirler sayesinde ilmin yayılmasını gerçekleştirmek ve İslâm anlayışını tahkim etmek maksadıyla plânlı ve programlı müesseseler ve özellikle hadis ilmine tahsis edilmiş hadîs medreseleri (daru’l-hadîsler) inşa edilmiştir. Selçuklular devrinde kurulan bu medreseler sayesinde genelde müspet ve mânevî ilimler, özelde ise hadîs ilmi intişar etmiş ve hadîs sahasında mümtaz hadîs âlimleri yetişmiştir. Bu alimlerden bazıları şunlardır.  Beyhakî, Ebû Bekir Ahmed b.Hüseyn el-Hüsrevcirdî ; Hatîb Bağdâdî, Ebû Bekr Ahmed b. Alî; Beğâvî, Ebû Muhammed Hüseyn b.Mesud;  İbn Asâkir, Ebü’l-Kâsım Alî b.Hasen ed-Dımaşkî; Ebu’l-Ferec İbnu’l-Cevzî, Cemâlüddîn Abdurrahmân b.Alî el Bağdâdî’dir ( http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/selcuklu-devri-muhaddisleri-101) Bu dönemin alimleri arasında eserleri günümüze kadar ulaşmış olan muhaddislerin telif ettikleri o muhteşem eserler, bu medeniyetin ne kadar büyük olduğunu ve ilme-alime ne ölçüde ehemmiyet verip baş tacı ettiğini gösteren önemli işaret taşlarıdır. Bu gün kendi kronik problemleriyle, bir birine silah çeken,  fitneyle uğraşan günümüz İslâm dünyasının, Selçuklu medeniyetinin ortaya koyduğu bu ilmî ve kültürel tecrübeden. istifade ederek, bütün fitneleri aşarak, ‘Müminler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Ve Allah’a karşı takva sahibi olun. Umulur ki, böylece siz rahmet olunursunuz.’(Hucurat suresi, 10. ayet) ilahi mesajına kulak vererek, Kur’an’a ve Sünnete sarılarak ayağa kalkması elzemdir.

 

Ecdadımızın ideali olan ‘ilay-ı kelimetullah’ her bir müslümanın gündeminde olmalıdır.

Bediüzzaman, bu zamanda İ’la-i Kelimetullah’ın ancak “maddeten terakki ve hakiki medeniyete girmekle mümkün olabileceğini”( Münazarat, s. 77.) ileri sürer. Aynı şekilde: “Fen ve sanat silâhıyla İ’la-i Kelimetullah’ın en müthiş düşmanı olan cehil, fakr ve ihtilaf-ı efkâra karşı cihad edeceğiz” ( Divan-ı Harb-i Örfi, s. 64.) diyerek İ’la-i Kelimetullah safhasının temel dinamiklerinden olan bilim ve teknolojiye işaret eder. Hatta daha ileri giderek “İ’la-i Kelimetullah’a mani olan (şeyin) şeriata da mani olacağını savu­nur.( Hutbe-i Şamiye, s. 102.) İlim ve tekniğin hızla ilerlediği, iletişim araçlarıyla dünyanın bir köy haline geldiği günümüz şartlarında, Müslümanlar her yönden kalkınmalı, en ileri teknolojiye sahip olmalı ve bu imkanları Allah’ın dinini yaymakta kullanmalıdır.

 

Ümit var olunuz, şu istikbal inkılabatı içinde en yüksek ve gür seda İslam’ın sedası olacaktır.”İnşallah…

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Kitap

Kitap kelimesi Arapça bir kelimedir. Aslı ketebe (yazmak) ‘tan kitap (yazılı olan, yazılan)’ dır. Hepimizin bildiği gibi kitap, yazılı veya basılı kağıt yapraklarının bir araya getirilmesiyle ve insanların duygularını, fikirlerini, başkalarına, uzaktakilere bildirmek, kendilerinden sonra gelenlere ulaştırabilmek için kağıtlara yazmak suretiyle meydana getirilen eserdir.
Ülkemizde, İstanbul’da Cağaloğlu (eski adıyla Babıali) ve Sahaflar Çarşısı Türkiye’nin kitapçılık merkezidir. Sahaflarda her türlü kitabın yanında, daha ziyade antika, zor bulunur, değerli kitaplarda  satılır.

Kitap bizi ömür boyunca yalnız bırakmayan gerçek dostumuzdur. İnsanın gerçek dostu kitaptır. Okuruna dostça hizmet eder, hayatı daha çekilir kılar, insanı insana yaklaştırır. İyi bir kitap, hiç bir yan etkisi olmayan tek ilaçtır. İnsan beyni okuyarak beslenir ve bilgiler güçlenir. Okuyan insanların farklı bakış açıları vardır. Kelime dağarcıkları yüksektir. Bilgi edinme istekleri vardır. Kitap okumak, düşünceleri besler ve güçlendirir. Tıpkı bir pusula gibi insana yol gösterir

Kitap sevgisi ve okuma alışkanlığının çocukluk döneminde kazanılması gerekir. Burada anne ve babalar yanında okulların rolü çok büyüktür. Okumanın faydasını saymakla bitiremeyiz. Çocukluk sonrası gençlik döneminde de okumanın sayısız faydaları vardır. Gencin kendini tanıması, yeteneklerini keşfetmesi ve dünyaya doğru ve sağlıklı bir göz ile bakması kitaplar sayesinde çok daha kolay olacaktır. Başarılı olan gençlere bakın merak eden, okuyan ve araştıran kişilerdir.

Yapılan araştırmalar, herhangi bir konuyu, mesleği öğrenmenin, ve edinilen bilgilerin kitap okuma ile sağlandığını ispatlamıştır. İlimlerin gelişmesi bir sonraki devirlere aktarılması kitaplarla olmuştur.İlk okuldan, üniversiteye hatta hayatımızın sonuna kadar kitaplar okuyarak kendimizi geliştiriyoruz, belli konularda, mesleklerde uzmanlaşıyoruz. Tıp ve Hukuk alanında eğitim görenlerin, uzmanlaşanların en fazla kitap okuduklarını söyleyebiliriz.Tıp ilminin bugünkü seviyelere gelmesinde, İbn-i Sina’nın, Biruni’nin yazdığı tıp alanındaki kitapların önemi inkar edilemez. Ortaçağ’da İbn-i Sina demek, tıp demektir. Onun “Tıp Kanunu” kitabı batıda altı yüz yıl, hekimlik alanının baş kitabı sayılmıştır. Tıp Kanunu batıda  en çok basılan kitap olmuştur. İbn-i Sina, bu kitabında kendinden önce gelenlerin buluşlarını toplamakla kalmamış, kendi gözlemleri ve bulgularıyla tıbbı zenginleştirmiştir.

Biruni, ömrü boyunca incelediği bitkileri Kitâbü’s-Saydele isimli kitabında listeledi ve doğal ilaçların hangi hastalıklara iyi geldiğini kapsamlı bir şekilde anlatarak, tıp ilminin bugünkü seviyeye gelmesine büyük katkıda bulundu. Bu vesileyle değerli dostumun kızların dan  Diş Hekimliği Fakültesinde okuyana başarılar dilerken,  Biruni Üniversitesi Tıp Fakültesini kazananı da tebrik ederim. 21. yüzyılın hekim Biruni’lerinden olması duamızdır.

Kitap, aynı masada oturup sözünü, düşüncesini, ekmeğini bile paylaşmayacak insanları buluşturur. Kişiler ve toplumlar arasında gözle görülmeyen köprüler kurar. Okuyana, bir başkasının dünyasını anlama, paylaşma ve empati yapma gücü verir.

Doğruyu öğreten kitaplar, insanlığın geleceğine ışık tutan birer güneştirler. Bilmediklerimizi öğretirler, doğruyu, iyiyi, güzeli bulmamıza yardım ederler. Kitap okumak, ilmin göstergesidir. Kitap okumak, azmin, sabrın ve öğrenme isteğinin göstergesidir.

İnsana sunulan değerler arasında en önemlilerinden biri şüphesiz kitaptır.Aklımızın dili olan düşüncelerimize en anlamlı cevapları ve yorumları kitaplarda buluruz. Kitap okunmak içindir .Okunmayan kitap süstür.

Okuma, okuyucunun okuduğunu anlamaya uğraştığı, anladıklarını ve bilgilerini birleştirerek yeni manalar ortaya koymaya çalıştığı, okuyucuyla yazar arasındaki bir görüş alış-verişidir. Okuma safhasında yazılar zihinsel kavramlara çevrildiği, anlamlandırıldığı için okuma zihnin gelişimine en büyük katkıyı sağlayan öğrenme alanı olarak görülmektedir Okuma insanların yeni kelimeler öğrenmesini, yeni düşünceler kazanmasını, yeni hayaller  kurmasını, geliştirerek ufkunu genişletmesini ve derinleştirmesini sağlar. Öğrenme, büyük oranda, okumayla gerçekleşir. Okuma alışkanlığı olmayan ve okuduğunu anlayamayan öğrencilerin derslerinde başarılı olması, yeni deneyimler kazanması beklenemez. Okuma becerisinin bu öneminden dolayı toplumdaki iyi eğitim almış olan bireyler için “İyi okumuştur.”, iyi eğitim almamış olan bireyler için ise “Okumamış.” ifadesi kullanılır olmuştur.

İnsan olmanın birinci şartı okumaktır. Okumamanın mazereti yoktur. Çünkü Rabbimiz “Oku!” emrini, okuma bilmeyen bir kuluna verdi. O kul ki kullar içinde en seçkini, en üstünü ve en güzeliydi. Ama “Oku!” emrine muhatap olduğu zaman, okuma-yazma bilmiyordu. Bilmemek mazeret değildi. Çünkü insan okumak üzere yaratıldı. Okumak için akıl yeterdi ve okumak şarttı. Okumadan olmazdı. Demek ki okumak tek manaya gelmiyordu.

İnsanların bildiklerini, öğrendiklerini kitaplara yazması ilk insanın yaratılmasına dayanır.. İlk insan Hz. Adem’e Allah tarafından Cebrail gönderilerek iman bilgileri, dini bilgiler emredildi. Kendisine kitap gelip, lüzumlu bütün ilimler dahil, fizik, kimya, tıp, eczacılık, matematik bilgileri de öğretildi. Allah tarafından  gönderilen son kitap Kur’an-ı Kerim de kainatın yaratılmasına sebep olan, ferid-i kevnü zaman olan Efendimiz Hz. Muhammed (sav)’e gönderilmiştir. Kur’an-ı Kerim hiçbir harfi değiştirilmeden günümüze kadar ulaşmış ve kıyamete kadar da devam edecektir.

Allah’ın vahiyleri asırlara, insanların seviyelerine, ortadaki sosyal, kültürel ihtiyaçlara göre farklılık arz eder. Bu sebepledir ki, 100 sayfa, dört büyük kitap ve 124.000 peygamber gönderilmiştir.  Eğer bu farklı ihtiyaçlardan olmasaydı, Hz. Adem (as)’e gönderilen sahifeler kıyamete kadar devam edecekti. İnsanlık camiasının gelişmesine ve ihtiyaçlarına paralel olarak, farklı sahife ve kitaplar gönderilmiştir.

Kur’an, en son kitap olarak ve bütün vahiylerin temel esaslarını içine alan kapsamlı bir vahiydir. Kur’an’ın hiçbir değişikliğe uğramaması onun  mucizevi yönüdür. Çünkü Allah, “Hiç şüphe yok ki, Kur’ân’ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız. ”  (Hicr suresi 9. ayet) buyurmaktadır.

Kur’ân’ın inmeye başladığı anda gelen ayetlerde ‘Oku’ emri iki kere tekrarlanmıştır. Elbette her iki emir de tekrarın ötesinde manalar içermektedir Şöyle ki, bizler iki büyük kitapla karşı karşıya bulunmaktayız ve iki kitabı okuyup anlamakla yükümlüyüz. Onlardan ilki Kâinat Kitabı ve ikincisi ise İlâhî Kitap Kur’ân’dır. Her iki kitap da, insanı Yüce Allah’ı tanımaya götüren açık delil ve belgelerle doludur. “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alakdan/aşılanmış bir yumurtadan yarattı. Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem sahibidir.” (Alak suresi 1-5 ayetler)

Bediuzzaman Said Nursi, Rabbimizi bize tarif eden 3 külli muarrif var, bunlar “Kainat, Kuran ve Rasulullah (sav) olarak belirtiyor. Tevhid’in üç temel değeri olan kâinat, Kur’an ve Hz. Peygamber arasında önemli bir bağlantı vardır.

En başta, Allah’ın bir sanatı, eseri ve kâinatın tefsiri olarak Kur’an vardır. Kur’an’ın bir tasviri ve tefsiri ise Hz. Muhammed’dir (sav). Kâinat kitabı ise varlık âleminin kendisidir. Bu büyük kitabı insan en iyi şekilde Kur’an-ı Hakim’in ve Hz. Peygamberin kılavuzluğunda anlayabilir. Kur’an varlık âleminin gerçeğini anlatırken, Peygamberimiz (sav) ise en güzel bir öğretmen olarak karşımıza çıkar.

Kur’an Kainat kitabını okuyor.

“Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor, onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim(sürekli okuyalım). Evet, söz odur ve ona derler…”

Güneş ışığı ile dünyamızı aydınlatıyor, ısısı ile dünyamızı ısıtıyor ise, Kur’an da manevi bir güneş olup gönül dünyamızı aydınlatıp, fikir bahçemizi ışıklandırıyor. Bize hem dünyada hem ahrette şaşmaz ve şaşırtmaz rehberlik yapıyor.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle Kâinat büyük bir mesciddir. Yedi gök, yer ve bunların içindekiler Allah’ı tespih eder; O’nu övgü ile tespih etmeyen hiçbir şey yoktur. Bu mescidi anlaşılır kılan ise Kur’an’dır.

Kur’an, insanı ve kainatı anlamayı kolaylaştırır. Her okumada, insana ve Kâinata dair daha önceki okumadan farklı sırlar önümüzde açılır. O’nu okuyan, Allah’ın hikmetle yarattığı sayısız güzelliği, fark eder ve şuur kapısından içeriye girer.

Bütün bilimler, kâinattaki düzenin şahididir ve onu anlamaya çalışır. Bu açıdan kâinattaki bütün gerçekler Esma-i Hüsna’nın, Allah’ın isimlerinin bir yansımasıdır. Bediüzzaman Said Nursi, kâinattan bahsederken birçok benzetmeler kullanır, “bir sergi,” “bir tarla,” “bir misafirhane” , “bir saray” ve “bir kitap” gibi… Risale-i Nur’da “sıfat-ı Kelam’ın kitabı” olan Kur’ân ile “sıfat-ı İrade’nin Kudret kitabı” olan kâinat arasındaki ilişkinin önemli olduğuna dikkat çekilir. Kâinat kitabı ve onun tefekkür ile okunması örneklerle anlatılır.

Esma-i Hüsnâ’nın, kainat üzerindeki  varlıklar üzerindeki muhteşem tecellilerini okumaya başladığımız zaman, bu dünyaya gönderiliş sırrımızı anlamış ve bu dünya üzerinden kâinat kitabının sayfalarını okuyan bir misafir olarak Rabbimizi tanımaya, marifetullah ve muhabbetullah deryalarında gezinmeye başlamışız demektir.

Allah’ın yarattığı tabiat bir kitaptır. Bu sıradan bir kitap değildir; “tabiat dedikleri şey olsa olsa bir sanattır, Sani’ olamaz. Bir nakıştır, Nakkaş olamaz.” O halde bu harika sanat eserine bakarak, okuyarak onun yaratıcısı hakkında bir fikir sahibi olabiliriz.

“Nasıl ki bir kitap-bahusus öyle bir kitap ki, her kelimesi içinde küçük kalemle bir kitap yazılmış; her harfi içinde ince kalemle muntazam bir kaside yazılmış-kâtipsiz olmak son derece muhaldir. Öyle de, şu kâinat, nakkaşsız olmak, son derece muhal ender muhaldir. Zira bu kâinat öyle bir kitaptır ki, her sayfası çok kitapları tazammun eder. Hatta, her kelimesi içinde bir kitap vardır. Her bir harfi içinde bir kaside vardır.

Yeryüzü bir sayfadır; ne kadar kitap içinde var. Bir ağaç bir kelimedir; ne kadar sayfası vardır. Bir meyve bir harf, bir çekirdek bir noktadır. O noktada koca bir ağacın programı, fihristesi var.

İşte, böyle bir kitap, evsaf-ı celâl ve cemâle, nihayetsiz kudret ve hikmete mâlik bir Zât-ı Zülcelâlin nakş-ı kalem-i kudreti olabilir. ” (Onuncu Söz)

İnsan sadece kitapları değil, başta kendisi olmak üzere, her varlığı okumalı… Kaliteli insan, kâinatı bütünüyle bir kitap gibi okuyabilir. Onun gözünde her varlık, taşı, toprağı, ayı, yıldızı, güneşi, ineği, sineğiyle muhteşem bir kitaptır. Kitap okuyan kainat kitabını da okuyabilir.

Kur’an ayetleri, gözleri Kâinat kitabına yönlendirir.

“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun? Sonra tekrar tekrar bak; bakışların (aradığı çatlak ve düzensizliği bulamayıp) aciz ve bitkin halde sana dönecektir. ” (Mülk Suresi, 3-4)

Kainat kitabının üzerinde Katibini anlatan, gösteren ve öğreten sayısız ayetler vardır. Bu ayetleri okumak, okuyabilmek gerekir. Bunun için bir öğretmen, bir muallime ihtiyaç vardır.

Peygamberlik ve nübüvvet zincirinin son halkası ve en son mührü olan Efendimiz Hz. Muhammed (sav) büyük kainat kitabının en büyük ayetidir ve muallimidir. Bütün kainat, içinde bulunan bütün varlıklarıyla Allah’ın varlığını, birliğini, sahip olduğu sonsuz sıfat ve isimlerini gösterir ve ispat eder. Kainattaki bütün varlıklar içinde en fazla, en geniş kapsamlı ve en açık bir şekilde gösteren ve ispatlayan en büyük ayet Hz. Muhammed’dir (sav.).

Huzurlu ve mutlu olmak isteyen insan, görevlerini yerine getirebilmek için, en büyük öğretmen, Kainatın Efendisi Hz. Muhammed’e (sav) tabi olmak, onu okumak, onun okuduklarını dinlemek ve öğrenmekle görevlendirilmiştir.

Bütün kitaplar, tek bir kitabı daha iyi anlamak için okunur…. Bu cümleyi hayatımıza rehber yapıp, kitabımız Kur’an’ı anlayarak okursak ve yaşarsak huzuru yakalarız. Bediüzzaman,  huzur ve mutluluğu   sağlayacak reçeteyi “Kur’an’ın Eczahanesi”nde hazırlayarak insanlığa sunmuştur. Bu reçete,  Kur’anı anlamak için Risale-i Nur eserleridir. O zaman Kur’an’ı anlamak için, kainat kitabını okuyarak tefekkür etmek  için reçeteyi okuyalım. Bugün sıkıntımız, insanlığın sıkıntısı Kur’an’ın anlaşılmamasıdır. Kainat kitabının okunmamasıdır. Anlaşılsaydı, okunsaydı günümüz dünyasında, insanlar hayattan zevk ve lezzet alamayacak duruma gelmezdi. İntiharlar, savaşlar, terör ve benzeri hadiseler olmazdı…Dünya, sevgi, yardımlaşma, huzur ve  mutluluğun hakim olmasıyla cennete dönüşürdü.

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org