Etiket arşivi: Mehmet Abidin Kartal

Tercih

Tercih, bir şeyi öbürüne göre daha iyi, üstün veya önemli sayma, yeğ tutma, yeğleme, birini öne geçirmek. Bir fikri, bir görüşü benimsemek, diğerlerine üstün tutmak,  şeklinde tanımlanmaktadır.

Hayatımız tercih kararlarıyla geçer. Bilhassa üniversite sınavlarına girerken yaptığımız okul ve meslek seçimi tercihimiz, hayatımızın ilerleyen dönemlerini şekillendirir, sosyal statümüzü belirler. Giyeceğimiz elbiseyi seçmemiz, yiyeceğimiz yemeği seçmemiz,  işimizi seçmemiz, eşimizi seçmemiz, arkadaşımızı seçmemiz, tuttuğumuz takımı seçmemiz, oy vereceğimiz partiyi seçmemiz…vs. tercihlerimizdir. Hayat bir tercihler manzumesidir. Tercih ettiklerimiz hayatımızda olanlardır, tercih etmediklerimiz hayatımızda olmayanlardır. Neyi tercih edeceğimiz, tercih ettiğiniz andan sonraki hayatımızla doğrudan ilişkilidir.  Tercihlerimizin sonuçlarını yaşarız. Tercih ettiğimiz mesleği yaparak rızkımızı kazanıyoruz. Tercih ettiğimiz eşimizle birlikte aile hayatımızı yaşıyoruz…Demokrasilerde milletin en çok tercihine mazhar olan partiler ülkeyi yönetmektedirler.

Milletin tercihi ülkenin kaderiyle yakından ilgilidir. Bu millete ilk defa 1950’de kendisini yönetecekleri seçme ve tercih etme hakkı verildi.. Bu millet kimi tercih etti? Adnan Menderes’i…Niçin? Çünkü,  millet Menderes’e güvenmişti, inanmıştı. Menderes bu güveni boş çıkarmadı..  Nasıl? Menderes’in gelmesiyle millet söz sahibiydi. Millet söz sahibi olduğu için de, yıllar yılı onun rağmına yapılan icraatlara son veriliyor, milletin istediği işler yapılmaya başlıyordu.  Yıllardan beri millete karşı yürütülen dinî baskılar, dine yönelik yasak ve engellemeler DP gelince son buluyordu. Menderes hükümeti daha ilk ayında 18 yıllık aslına uygun olarak okutulması yasaklanan ezana hürriyetini veriyor, ezan serbest bırakılıyordu. İktidarın iki ayı dolmadan da radyoda dinî program yasağı kaldırılmış ve haftada iki gün Kur’ân okunmasına başlanmıştı. Ezanın aslına çevrilmesine sebep olduğu için Menderes, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “İslâm kahramanıdır.” Menderes devri, demokrasi, hürriyet ve dini inkişaf devri olduğu kadar, fakirlikten kurtuluşun diğer bir adıydı…

1 Kasım 2015’te ülkemizde milletin tercihine müracaat edilecek. İnşallah milletimiz, Türkiye’ye terör olaylarıyla diz çöktürmek isteyen iç ve dış hainlere ‘söz de kararda milletindir’ diyerek, Menderes’in yolunda gidenleri tercih ederek gerekli cevabı verecektir.

                                                  *****************

Hayatımız boyunca yapacağımız tercihlerle, dünyayı kendinize zehir edebileceğimiz gibi, coşkuyla yaşadığınız cennete de çevirebiliriz. Bunun temeli olumlu düşünmek, olaylara pozitif pencereden bakmaktır. Tercihlerimizi pozitif pencereden bakarak yaparsak, huzuru ve mutluluğu yakalarız. Pozitif pencereden bakmanın ölçüsü Güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır.  

Şu bilinen bir gerçektir ki, hangi ırktan, hangi coğrafyada, hangi anne babadan dünyaya geleceğimizin tayin ve tespiti, bizim irademiz ve tercihimiz dışındadır. Milletimizi ve ailemizi tayin etme iradesi,  tercihi Allah’a (c.c) aittir. Çünkü kainatta bulunan her varlığın, hikmetle ve dengeyle meydana gelmesi gösteriyor ki, onlar sonsuz bir hikmet, adalet ve ilim ile vücuda gelir. Bu varoluş tesadüfe değil, İlahi programa tabidir. İnsanın gözü, kulağı, burnu, kafası v.s bütün azalarının hikmetli ve düzenli olması gibi, insanların millet millet, kabile kabile yaratılması da boşuna değildir. Bu tarz bir yaratılışın da, elbette çok hikmetleri vardır.

İnsana kıymet kazandıran mensup olduğu ırk değil, güzelliği, yakışıklılığı, boyu, posu değildir. Kendisine verilen akıl ile yaptığı tercihler sonucunda sahip olduğu faziletlerdir.

İslam dini, ırkları bir realite olarak kabul eder. Cenab-ı Hak Kur’an’da şöyle bildirir:
‘Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizi tanımanız için, sizi milletlere, kabilelere böldük.  Şüphesiz Allah katında en şerefliniz, en takva sahibi olanınızdır.’(Hucurat, 13. ayet)

İnsan tercihleri sonucu takva sahibi olur veya olamaz. İnsan aklı olduğu için tercihte bulunabilir. Bunun içinde yaptıklarından sorumludur. İnsan sorumlu olduğu için dünya imtihan meydanıdır. Dünya ya imtihan için gönderilen biz insanlar, yapacağımız tercihlerle ebedi hayattaki yerimizi kendi elimizle hazırlamaktayız..

Akıl, insanı diğer canlı varlıklardan ayıran en önemli özelliğidir. İnsanı, diğer canlılardan ayıran temel nitelik aklını kullanarak düşünme faaliyetinde bulunmasıdır. Gerçek­ten bizi diğer canlılardan ayıran en güçlü yapan şey, akıl ve bu aklın mahsulü bilgidir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran özelliklerden biride sahip olduğu duygulardır. Merhamet, şefkat, cömertlik, vicdan,  adalet, sabır, sevgi vb. bunları çoğaltmak mümkündür. İnsan yine bu duygular vasıtasıyla diğer varlıklardan ayrılır. Bu duyguları kendi hayatında geliştirdiği ve yansıttığı oranda diğer varlıklar arasındaki farklılıkları artar

İnsanın en güçlü özelliği duygularında görülebilir. Ruhun beden ülkesinde devam etmesi de soyut ya da somut olan duygu cihazlarını kullanması ile mümkün olmaktadır. Duyguların fonksiyonlarını tamamıyla yitirmesi, insanlığın sonu demektir. Duygularımız hayır ve şerre, hidayet ve dalâlete, hak ve batıla, güzel ve çirkine aynı mesafededir. Aklımızı, duygularımızı kullanmamız tercihlerimizin sonucudur. Allah’a iman etmek, hak dinin prensiplerini kabul ya da reddetmek, aklımızı, duygularımızı kullanırken tercihlerimizin biçimini yönlendirir. Öyle ki, sıradan bir kişi, duygularını hayır yönünde geliştirmesiyle, yapacağı tercihlerle melekleri gıpta ettirecek kadar yücelirken, bir kısım insanlar da hayvanların bile lânet okuyacağı şerli işlere bulaşabilir. İnsanlar arasında olduğu gibi bitkiler ve hayvanlar âleminde de fesat ve anarşiyi körükler… Fark, duyguların ifrat ve tefritte seyretmesidir. Meselâ, insan aklı ilâhi terbiyeden müstağni olursa, cerbeze ile hakkı batıl, batılı hak göstererek insanları şaşırttığı gibi duygular da sahiplerini zirve ya da zırvaya götürebilirler… İnsanların ve toplumların zaman zaman yaşadığı bunalım ve huzursuzlukların temelinde tercihlerin şer istikametinde kullanılması, daha doğrusu duygu, istidat ve kabiliyetlerin kullanılmasında ifrat sınırlarının zorlanması yatmaktadır. Yaşanan savaşlar, terör olayları, insanların mülteci durumuna düşmeleri, bu olaylara sebep olan ülkelerin şer istikametindeki tercihleridir.

Akıl, duygular insana neden verilmiştir? Bunların asıl hedefleri nedir?

İnsan sadece maddeden ibaret bir varlık olsaydı, elbise giydiğinde, midesi doyduğunda bütün meseleleri bitmiş olurdu. Ancak onda ruh, kalp, akıl, sır gibi bir kısım manevi duygu ve kabiliyetler vardır ki, havaya, suya, güneşe muhtaç olduğumuz kadar bunlar da gıdaya muhtaçtırlar. Bunun içindir ki, tercihleri sonucu refah, lüks ve konfora ulaşmış nice insan, ruh ve kalpleri aç olduğu için gerçek doyuma ulaşamamakta, huzursuzluktan kurtulamamaktadırlar.

İnsan dünyada bir misafirdir. Misafirliğin müddeti kısa, şartları sınırlıdır. Oysa bilhassa aklî, şehevî ve gadabî duygular ve diğer bazı istidat ve kabiliyetler o kadar zengindir ki, böyle bir misafirlikle yetinmek, tüm bu tasarımı abes saymayı sonuç verir. Yaratılış, dünya, insan ve hayat noktalarından geçerek şekillendirilen bu tasarımın hedefinde “ebediyet” olmalıdır. Bu bağlamda, insanı, dünya hayatında ebediyete, daha doğrusu ebedi saadete hazırlık yapma misyonu ile anmak, tercihlerini bu istikamette yapmak en mantıklı düşüncedir.

Hadsiz hikmet sahibi Allah, sınırlı hayatta sonsuz saadeti kazanabilmesi için insana çok değişik imkânlar ve fırsatlar ihsan etmiştir. Duygularımız bize bu imkânı sunmaktadır. Bu dünyanın hiçbir şeyi duyguları tatmin etmemektedir. Bunun yüzlerce delili vardır. Öyle ise, şiddetli duyguları kullanırken tercihlerimizi sadece fani hayata sarf etmek, kırılacak camlara kıymetli elmas fiyatını vermek gibi abestir.

Günümüz insanının gündeminde maneviyata  gereken önem ve değer verilmediği içindir ki, problemler içinde problemler meydana gelmektedir. Bu problemlerden biri, hem de başta geleni, elması elmas bildiği halde kömürü ondan üstün tutmak, kırılacak camları  kıymetli elmaslara tercih etmektir.Yani,  şu kısacık dünya hayatını ebedi ahiret hayatına tercih etmektir. Hastalık derecesini alan bu büyük mesele, dünyayı esas kabul edip bütün duygu ve kabiliyetleri ona yöneltmek, adeta dünyada kaybolmaktır. O zaman insan ebedi hayatını tehlikeye atma pahasına, dünyanın zararlı, lüzumsuz ve fani işlerinde boğulmaktan kendini kurtaramaz. Bediüzzaman: “Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler.” (İbrahim Sûresi, 3.) “âyetinin işaretiyle, âhireti bildikleri ve iman ettikleri halde dünyayı âhirete severek tercih etmek  ve kırılacak şişeyi bâki bir elmasa bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve akıbeti görmeyen kör hissiyatın hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman sâfi lezzete tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı, bir musibetidir. O musibet sırrıyla, hakikî mü’minler dahi bazan ehl-i dalâlete taraftar olmak gibi dehşetli hatada bulunduklarını” (Kastamonu Lahikası) ikaz eder.

İnsan  sadece maddeyle ilgilenir, dünyayı bile bile ahirete tercih eder, fani dünyanın kırılacak şişeleri hükmündeki değersiz işlerini ebedi hayatın elmas hükmündeki işlerine tercih eder, geçici ve zehirli bala benzeyen gayr-ı meşru ve peşin bir kısım zevk ve lezzetler uğruna ahirette verilecek bitmez tükenmez lezzetleri elinin tersiyle iter, haram helal demeden bir hayat sürerse, böyle kimseler maddi ve manevi hayatlarını tehlikeye atıyorlar demektir.

İnsanın, hayatı boyunca karşılaşacağı problemlere yönelik çözüm önerileri sunan Kur’an-ı Kerim onun tercihleriyle alakalı tavsiye ve uyarılarda bulunmaktadır. Çünkü son ilahî vahyin nihai gayesi, insanın dünya ve ahiret mutluluğudur. İnsanın bu mutluluğu ise kendi inançlarının, davranışlarının sonuçlarına, davranışlarının sonuçları da kendi tercihlerine bağlıdır. İnsanın tercihlerini yaparken Kur’an ve Sünnetteki ölçülere göre hareket etmesi, onun dünya ve ahiret huzur ve mutluluğunu sağlayacaktır.

Dünya hayatını ebedi olan ahirete tercih eden insanların bu tercihi çok büyük bir aldanıştır, çünkü ebedî olanı bırakıp fani olana talip olmuşlardır. İnsanları bu aldanışın kendilerini uğratacağı acı akıbet konusunda uyaran Kur’an, insanların dünyaya olan ölçüsüz teveccühlerinin aksine ahiret yurdunun daha hayırlı olduğunu bildirmekte ve insanları düşünmeye, durumlarını gözden geçirmeye davet etmektedir:

“Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret hayatı daha hayırlı, daha devamlıdır.” (A’la suresi/16-17ayetler)

“Kim ahiret kazancını istiyorsa, onun kazancını arttırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz.” (Şura suresi/20. ayet)

“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah\’ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” (Hadid suresi/20. ayet)

Seven, sevdiğini memnun etmeyi, başkalarını memnun etmeye tercih eder. İmam Gazali

Yaşadığın dünyaya bak, Yüce Allah, hangi eserini sevginin kucağında büyütmemiş? Neden okşamak ve kucaklamakla  gidilecek yere, tekme tokatla erişmeyi tercih edersin?

Mevlana

 

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Darağacı – Demokrasi Kahramanı Menderes

 

Mehmet Abidin Kartal’ın “DARAĞACI/ Demokrasi Kahramanı Menderes” isimli kitabı Yayımlandı

Yaşanan bazı hayatlar, dramla başlar ve yine dramla biter; ama sadece dramdır. Bazı hayatlar da vardır ki yine dramdır, ama sonu zaferdir. En azından, sonu itibariyle dram gibi gözükse de sonuçları itibariyle başka hayatlara zafer müjdeleyen bir dram…

Adnan Menderes’in hayatı ve dönemi  işte aynen böyle…

Çarıktan medeniyete geçişin adıydı Menderes dönemi. Kimi “beyaz devrim” dedi ismine, kimi “altın yıllar”….Asırlardır hizmete susamış Anadolu insanı; baraja, yola, fabrikaya, okula, suya, elektriğe onunla kavuşmuştu.Anadolu insanı  Ezanına, Kur’an-ı Kerimine de onunla kavuşmuştu. Sevinç gözyaşları içinde duygularını yaşamıştı… Bunun için ona “İslam Kahramanı” denmişti. Artık millet huzurluydu, mutluydu..Mahsul para ediyor, elleri nasır tutan köylünün yüzü gülüyordu. Sefaletin, Anadolu’nun kaderi olmadığını anlıyordu artık insanlar. Halk horlanıp itilip kalkılmaz olmuştu. Devlet dairelerinin kapıları milletin girebilmesi için sonuna kadar açılmıştı. Sadece halkın değil, ülkenin itibarı da zirveye yükseliyordu. Türkiye için yeni dünya düzeninde öylesine bir ülke öngörenlerin hesaplarını şaşırtıyordu Menderes. Kendi halinde bir ülke gömleği dar gelmeye başlıyor, adeta geçmişteki şanlı yerine doğru başını yeniden doğrultuyordu Türkiye…

Türk siyasi hayatının on yılına Başvekil  olarak damgasını vuran Adnan Menderes… Türk demokrasisinin geleceğini, “fikir, inanç ve teşebbüs Özgürlükleri”nde görmüştür. Türkiye’nin ekonomik kalkınmasının ancak geniş bir özgürlükler ortamında mümkün olabileceğini vurgulamıştır.

l3 Nisan 1949’da yapılan DP Aydın İl Kongresi’nde “Üyelerden biri, ‘Sefaletin bulunduğu yerde hürriyet olamaz’ dedi. Ben, aksini söyleyeceğim. Hürriyetin olduğu yerde sefalet olamaz.” diyen Menderes, CHP iktidarlarında temel hak ve özgürlüklere getirilen kısıtlamalara da karşı çıkmıştır:

“Vatandaşın, söz, fikir ve vicdan hürriyeti, demokrasinin temelini teşkil eder. Bir memlekette demokrasi vardır diyebilmek için de bu hürriyetin her türlü tehditten masun olması şarttır. Bu hürriyetlerin tehdit altında bulunması veya bulunabileceği korkusunun kalplerde hakim olması, kanunlarda yazılı olanlar ne olursa olsun o memlekette demokrasinin yer bulmamış olmasının şaşmaz delilidir…”(Demokrasinin temelleri, Adnan Menderes, Vatan Gazetesi, 22 Haziran 1946.)

1923-1950 döneminde söz, fikir ve vicdan hürriyetinden bahsetmek, özel teşebbüste bulunmak mümkün değildi. Bunlardan bahsetmek ve yapmak yasaklar listesindeydi. Bırakınız üretim yapmayı, hele ihracat yapmayı, bir şehirden diğerine mal götürmek bile zordu. Jandarma her şeydi. Geliri olmayandan vergi toplanır, vermeyenlere ceza yağardı. İslâmiyet zümrüdü anka kuşuna dönmüştü, adı var kendisi yoktu. Kur’ân bile toplatılan kitaplar arasındaydı. Müslüman’ın dinini öğrenmesi, anlaması, yaşaması yasaktı….

1950’ye kadar, köylere fazla bir şeyler götürülmediği için, köylüler, çiftçiler kentlere gelmeye başladılar. Onların çocukları da okumaya, meslek sahibi olmaya ve siyasete girmeye başladılar.”Öküz Anadolulular” çiftçilik ve askerlik dışında da iş yapmaya başladılar. Milleti sürü sayan zihniyet bundan rahatsız olmaya başladı. Demokrat Parti iktidarı, ayrıcalıklı zümreye ve çocuklarına rezerve edilmiş mevki ve makamları `Hasolar`, `Memolar` veya `ağzı çorba kokanlar`la paylaştırmaya başladı. 1950’lerde halkın; CHP’lilerin DP’lileri kast ederek;” Ne yani ülkeyi Hasolar, Memolar mı yönetecek” sözünü affetmeyip DP yi büyük bir güçle iktidara getirmeleri buna bir misaldir. Halk kendine değer verenlere her zaman destek olmuş onları baş tacı yapmış ve yapmaya da devam etmektedir.

Cumhuriyet geçmişimize baktığımızda elit zümre her zaman kendini hissettirmiş, halkına hep tepeden bakan bu zümrenin, kendi dünya görüşü ve yaşam biçimine uymayan, demokratik yollarla iktidar olmuş hükümetleri darbelerle yıkmışlardır.

14 Mayıs 1950 ‘de ‘Yeter söz milletindir’ diyerek, milleti ile  bütünleşen,  Adnan Menderes’in  Demokrat Partisi 69’a karşı 408 milletvekili çıkararak,  CHP’ye tarihi bir ders verdi. Bu öyle bir dersti ki, milleti hor gören, ona “Öküz Anadolulular” gözüyle bakan CHP zihniyeti  bir daha tek başına iktidar yüzü görmedi.

Artık millet söz sahibiydi. Millet söz sahibi olduğu için de, yıllar yılı onun rağmına yapılan icraatlara son veriliyor, milletin istediği işler yapılmaya başlıyordu.

Yıllardan beri millete karşı yürütülen dinî baskılar, dine yönelik yasak ve engellemeler DP gelince son buluyordu. Menderes hükümeti daha ilk ayında 18 yıllık aslına uygun olarak okutulması yasaklanan ezana hürriyetini veriyor, ezan serbest bırakılıyordu. İktidarın iki ayı dolmadan da radyoda dinî program yasağı kaldırılmış ve haftada iki gün Kur’ân okunmasına başlanmıştı.

Başbakan Adnan Menderes’in dine ve dindarlara tavrı ise açık ve kesin idi. Daha 1951’de “irtica” iddiasıyla dindarlara baskı yapılmasının hesabını kuranlara karşı, “DP, vicdan hürriyetine riayet edeceğini beş yıl evvel programıyla millete vaad etmiştir” cevabını veriyordu. “Türk Milleti Müslüman dır ve Müslüman olarak kalacaktır. Evvela kendine ve gelecek nesillere dinini telkin, onun esasını ve kaidelerini öğrenmesi, ebediyen Müslüman kalmasının münakaşa götürmez bir şartıdır” diyen Menderes’ti. Bunun için, ezanın aslına çevrilmesine sebep olduğu için Menderes, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “İslâm kahramanıdır.”

Menderes devri, demokrasi, hürriyet ve dini inkişaf devri olduğu kadar, fakirlikten kurtuluşun diğer bir adıydı…

Anadolu köylüsünün şartlarını, tarım ekonomisine dayanan Türkiye’de toprağın, toprakta çalışan insanın durumunu çok iyi bilen Menderes, bu ülkenin fakir tabakalarının, köylüsünün, şehirlisinin, kasketli, çarıklı, poturlu, ve şalvarlıların hayat şartlarını çok iyi bildiği için, çok kısa zamanda Türkiye gerçeğini, tepeden görüldüğü gibi değil, tabanda yaşandığı gibi çok iyi kavrayabilmiştir. Türkiye’de hürriyet içinde refah, demokrasi içinde medeniyet mücadelesini yapmanın imkân dahilinde olduğunu göstermiş bir iktidarın parlak başbakanıdır.

Adnan Menderes’in, DP’si Türk tarihinde, köylerdeki fakirlik ve cehalet fasit dairesini kırmayı başarmış ilk siyasî partidir. Uyguladığı ekonomi politikası sonucu kalkınma hamlesini köylere kadar götürebilmiş en başarılı ilk Türk hükümetidir.

1946 devalüasyonu ve ikinci dünya savaşı bunalımında “yön arayışı” ile iyice bunalan Türkiye, dışarıdaki yerleşik yapının içeride türetmeye başladığı “burjuva sınıfına” ve onların uzantısı olan siyaset adamlarına teslim oluyordu… 1950-1960 arasında “kendini bu yapıdan” kurtarmayı deneyen Menderes ve ekibi, Türkiye’yi bu kalıptan çıkarmayı denese de “içerideki taşeronların tahrikleri” ve dış odakların “tezgahı” ile başarılı on altın yıl sonunda askeri darbe ile darağacında  linç edildiler… Aynı durum 1960’tan 1977’lere kadar devam etti. Ekonominin kanını emen imtiyazlı yapı palazlandı, halkın varlıkları transfer edildi. 1977-1980 arasında “Türkiye’de başlayan fikri ve maddi” kıpırdanmaya izin verilemezdi, 1980’de yine aynı çark çalıştı ve 1960’da Türkiye’yi “asker süngüsüyle” tuzağa yeniden çeken düzen , bu sefer yine aynı yola başvurdu. 1980-2003 arası yöntemin “sadeleştiğini” fakat 28 Şubat ve elektronik darbe denemeleri dahil yapının aynen çalıştığını gördük. Sistemin özü hep aynıydı; “dışarıdaki düzen-içerideki taşeronlar-medya ile meydana getirilen sanal kamuoyu” gibi unsurlar el ele vererek, askeri de kullanarak, bu devletin asıl sahiplerinin önünü kesmek, Türkiye’ye diz çökertmek…

2003 bu yapının yıkılmaya başladığı, Türkiye’nin bu tuzaktan çıkmaya başladığı sürecin başlangıcı. Çıkış bir günde olmadı hatta 2008’de IMF ile bağ kopana kadar eski ağırlık ve “askeri darbe dahil birçok deneme hayata geçmese de, yaşandı”! eski model  ve uzantıları kanımızı emmeye devam etti!

Bütün bu süreçte özellikle 1946-2003 arasında Türkiye ekonomisi asla Yiğit Bulut’un ifadesiyle “üretim-bilgi-vizyon temelli” olmadı. Montaj endüstrisine dayanan sanal üretim ve arkasında “dağ gibi faiz ile” halkın varlıklarını emen bir yapı sürekli çalıştı.

Ülkemizde  zaman zaman meydana gelen müdahalelerin, kanlı terör olaylarının, her türlü vesayetin arka plandaki amacı “dağ gibi faiz ile” halkın varlıklarını emmeye  devam eden yapının devamlılığını sağlamaktır. 1 Kasım 2015 seçilerine yaklaşırken meydana gelen terör olaylarının hedefi de aynıdır. İnşallah başaramayacaklardır. Türkiye İslam dünyasının, mazlumların, masumların, muhacirlerin umudu olmaya devam edecektir.

1950-1960 arasında ekonomide neler yapıldığın  ‘DARAĞACI – Demokrasi Kahramanı Menderes’ kitabımda  geniş bir şekilde yazdım… Menderes “ekonomiyi” ayağa kaldırmış, milletin cebine para girmesine, refahtan pay almasına, insanca yaşamasına sebep olmuştur. 1946 sonrası “teslim alınan” dinamikleri “özgürleştirme-millileştirme” yolunu seçmiş bundan dolayı küresel güçler ve onların içerdeki taşeronları tarafından“istenmeyen adam” ilan edilmişti! 1958’de ilk küresel darbeyi yedi ve Menderes hükümeti, IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmasını kabul ederek 4 Ağustos tarihinde istikrar önlemlerini açıklayarak doları 2.80 TL’den 9 TL’ye çıkardı… 4 sene boyunca Dünya Bankası dayatmalarına direnen Menderes 1958’de teslim olmak zorunda kaldı ve 1960’ın da yolu açılmış oldu. Ülkeyi sömüren küresel güçler ve içerdeki taşeronlar milletin zenginleşmesini, ülkenin kalkınmasını istemiyorlardı. Fikir, inanç ve teşebbüs özgürlükleri ortamında, milletinin zenginleşmesi  ve kalkınma yolunda aldığı kararlarda ısrarı, Menderes’in  hayatının Darağacında sona ermesine sebep oluyordu.

Yazdığım ‘DARAĞACI – Demokrasi Kahramanı Menderes’ kitabımda Adnan Menderes’in hayatını ve yaşananları son arşiv bilgileri, belgeleri  ve aktüel gelişmeler ışığında yazmaya çalıştım. Başbakanlık Yassıada belgelerini tek tek tasnif edilerek kamunun hizmetine 2006 yılında sundu. Bu belgeler bilhassa 27 Mayıs darbesinin öncesi ve sonrasını aydınlatıyor. Bu belgeler dikkate alınmadan yazılan Adnan Menderes hakkındaki araştırmalar geçerliliğini kaybetmektedir. Çalışmamız bu belgeler ışığında yapılmıştır.

2000 yılında İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türkiye Cumhuriyeti Ana Bilim Dalında ‘Demokrat Partinin İktisat Politikası (1950-1954) ‘ konulu tezi hazırlayarak Yüksek lisans yaptım. Bu tezi hazırlarken Adnan Menderes ve Demokrat Parti hakkında geniş bir arşiv, kitap, gazete araştırması çalışması içinde bulundum. Kitabın şekillenmesinde bu çalışmaların çok faydası oldu.

İdamından önce merhum Menderes şunları söylemişti: “İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok. Ölüme kadar metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan efendilerinize söyleyebilecek misiniz? Adnan Menderes’in ölüsü sizi ebediyete kadar takip edecek ve sizi silip süpürecek.”

1960’dan bu yana bu milletin değerlerini yok sayanları, onları sürü sayanları, onları sömürenleri, Menderes’in yolunda olanlar takip etmektedirler. Takip edenlerin zaman zaman yolları kesildi ve kesilmeye çalışılıyor. Bugün de yaşadığımız olaylar bunu bütün açıklığıyla gösteriyor.  Menderes ne demişti, “Yeter! Söz milletin!” dedi. Ezanı aslına çevirdi. Milleti sürü olmaktan kurtardı. Milletle devleti barıştırdı. Sen misin millete gücünü ve asaletini hatırlatan! Sen misin sözün millette olduğunu söyleyen! Sen misin ezanı aslına çeviren! Haydi darağacına! Senin asıl suçun, bu ülkede millete millet olduğunu hatırlatmak ve ona özgüven aşılamaktır. Onun sevgisini kazanmaktır. Aslında asılan Adnan Menderes değildi. Asılan milletin gücüydü. Asılan milletin değerleriydi. Asılan milletin ta kendisiydi. Ülkemizde zaman zaman perde arkasında aynı senaryo uygulanmaya çalışılıyor. Gezi olayları ve sonrasında yapılan, yapılmaya devam eden, bugünkü terör olaylarının hedefi aynıdır. Milletin iradesinin önünü kesmek.Milli iradenin tecelli etmesini engellemek. Millet olarak bu oyunları bozmamız gerekiyor. Bu oyunları bozmak için Darağacında bir Başbakanı şehit verdiğimizi unutmamalıyız….

Siyasi tarihimizdeki acı olayların yaşanmaması için, yeni Mendereslerin önünün kesilmemesi için, halkın demokrasiyi kararlı ve şuurlu bir şekilde savunması, müdahalelere, teröre, her türlü vesayete de teslim olmaması gerekiyor. Demokrasinin temeli, sözde, kararda milletindir. Millet seçtiklerine sahip çıkmalıdır. İdareciler milletin hizmetkarıdır. Devlet millete hizmet için vardır. Millet ilk defa Cumhurbaşkanını kendisi seçmiştir. Bu milli iradenin zaferidir. Bu ileri demokrasiye adım atışımızdır. Bunun kıymetini ve değerini bilelim. Yapılacak seçimlerde millet olarak ferasetli olmamız gerekiyor. Bu millete maddi ve manevi alanda hizmet etmek için kefen giyenleri görmemiz, onlara sahip çıkmamız gerekiyor.

Gönüllerde, omuzlarda, milletin bağrındaki Menderes kimdir. Onu yoğurup yetiştiren nedenleri bilmeden,  Adnan Menderesi tanımak mümkün değildir. Milletle devleti barıştıran, milleti sürü olmaktan kurtararak devletin kapılarını onlara sonuna kadar açan, ona gerçek değeri veren ve  onun ayağına  maddi manevi her türlü hizmeti  götüren‘DARAĞACI – Demokrasi Kahramanı Menderes’ adlı kitabımda,  Adnan Menderes’le sizleri baş başa bırakıyorum… Adım adım Menderesi tanıyalım…Çocuklarımıza, gençlerimize tanıtalım.

Kitaptan bazı başlıklar…

Yetim Adnan, Milli Mücadeleye Katkısı, Atatürk’le Tanışma, Başvekil Adnan Menderes, Adnan Menderes’in Kişiliği, Ezanın Aslına Çevrilmesi, Bağdat Paktı, Menderes İmamı Azamın Türbesinde Neler Düşündü, 6-7 Eylül olayları kimin işi?, Menderes dönemi ekonomi politikaları,  İstanbul’un imarı, Menderes’in Acısına dayanamayan imam, Dokuz subay olayı, Ankara’ya Mabetsiz Şehir denirdi, Adnan Menderes’in Kahraman Milletvekili, Gıyaseddin Emre, Londra’da Yaşanan Uçak Kazası, Menderes’in üç aşkı, Adnan Menderes ve Bediüzzaman,  Menderes Neden  Demokrasi ve İslam kahramanı, Prof. Dr. Cevat Akşit Hocanın Menderes’i Ziyareti, 27 Mayıs’ta  C.H.P Öğrencileri Kullandı, Cemal Gürsel’in Sansürlenen Mektubu, Yassıada Gerçeği….

Mehmet Abidin Kartal

KİTAP ADI: DARAĞACI: DEMOKRASİ KAHRAMANI MENDERES

YAZAR ADI: MEHMET ABİDİN KARTAL

TÜR: TARİH

BASKI: 1

EBAT: 13,5X21

TARİH: EYLÜL 2015

SAYFA SAYISI: 400

iskenderiyekitap.com

Toprak

Dost dost diye nicelerine sarıldım
Benim sadık yârim kara topraktır
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sadık yârim kara topraktır

Hakikat ararsan açık bir nokta
Allah kula yakın kul Allaha
Hak’kın hazinesi gizli toprakta
Benim sadık yârim kara topraktır

Bütün kusurlarım toprak gizliyor
Merhem çalıp yaralarım düzlüyor
Kolun açmış yollarımı gözlüyor
Benim sadık yârim kara topraktır

Herkim olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel’i bağrına basar
Benim sadık yârim kara topraktır

Aşık Veysel’in  sözleriyle yaratılış hamurumuzu anlatmaya başladık İlk insan, ilk peygamber, insanlığın babası, babamız, Hz. Adem (as)’ı Cenab-ı Hak  topraktan yarattı. İnsan, maddî yanı, itibariyle topraktan yaratılmış bir varlıktır. Nasıl ki ilk insan, kara topraktan yaratılmışsa, her insanın biyolojik tohumu olan spermlerin de asıl vatanı topraktır; çünkü insan, toprağa bağımlı ve topraktan beslenen bir varlık olduğu gibi, onun maddî yapısında bütünüyle topraktan gelen elementler vardır.

Toprak, yeryüzünü gökyüzüne bağlayan sihirli bir düğümdür. Güneşten gelen ışıklar, bulutlardan dökülen yağmur damlaları, kar tanecikleri, rüzgarların önünde savrulup duran hava zerreleri, toprağın kucağında buluşur, onun beslediği irili ufaklı yapraklar arasında kaynaşıp birbirinden  tatlı meyvelere dönüşür, hayata karışırlar. Böylece toprağın kucağında nice baharlar yaşanır…

Güz de onun kucağına düşer. Sıcacık bir meyvenin kalbinden dökülen birer dua gibi, tohumlar, onun bağrında yeni hayatlarına hazırlanırlar. Solgun yapraklar, sanki son bir ümitle onun kucağına atarlar kendilerini… Ölen her şey ona, bitkiler, hayvanlar, insanlar ona döner. Cesetler orda hücrelerine, atomlarına kadar ayrılırlar. Ayrışan zerreler baharda tekrar dirilmek için hazırlanırlar. Sonunda, yeryüzüne bahar mevsiminde başını uzatan bir filiz, daha önce ölmüş bir canlının zerrelerini giyinip, öylece tebessüm eder insanlara,  gün ışığına, bulutlara, yıldızlara…Her bahar yeniden dirilişi haykırır biz şuur sahiplerine..

Her sene kış mevsiminin gelişiyle yeryüzü ölüyor, baharın gelişiyle tekrar diriltiliyor. Kışın ölmüş olan yeryüzünü dirilten elbette Allah’tır. Başka hiçbir şey veya tesadüf bunu yapamaz. Baharın yeryüzünü diriltmeye gücü yeten Allah, elbette haşrin baharında  insanları, kıyametle ölmüş olan kainatı da diriltir.

Bediüzzaman’nın Haşir Risalesini yazmasına sebep olan ayetlerden birisinde Allah, dünyada öldükten sonra diriltilmenin değişik boyutlarına dikkat çekiyor ve öldükten sonra diriltilmeyi insan aklına yaklaştırmaya çalışıyor: “Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak: Arzı, ölümün ardından nasıl diriltiyor? Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O her şeye kadirdir.” (Rum: 30/50.) Bakara suresinde ise bu ayetin biraz daha açıldığını ve somutlaştırıldığını görüyoruz. Burada Allah’ın gökten indirdiği bir su ile, ölmüş olan toprağı diriltmesinde düşünen bir topluluk için pek çok hikmetler olduğuna dikkat çekiliyor. (Bakara: 2/164.)

Cenab-ı Allah cansız elementler halinde iken hayat verip dirilttiği, bütün bitkileri ve bazı hayvanları kış mevsiminde öldürüp baharda toprağın altında tohumlar çürürken tekrar dirilttiği gibi insanı da öldükten sonra tekrar diriltecektir. Bediüzzaman, bu gerçeğe bir de şu şekilde işaret ediyor: “Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulunmasını kıyas edemeyip, istib’ad ediyorsunuz. (Akıldan uzak görüyorsunuz.) Hem semavat ve arzı halk eden, semavat ve arzın meyvesi olan insanın hayat ve mematından aciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın neticesini terk etmekle, bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat şeceresini abes ve beyhude yapar mı, zannedersiniz?” (Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 10. Söz)

Bu anlatımda güçlü bir mantık görüyoruz. Bu ifadelerde kainat bir ağaca, insan ise meyvesine benzetiliyor. Ağaca önem veren bir zat, onun meyvesini daha çok önemseyecektir. O meyveyi de öldükten sonra, yani toprağa düşüp maddi varlığı çürüdükten sonra tekrar diriltecektir. Çünkü, gözümüzle görüyoruz bütün dirilmeler, çürüdükten sonra oluyor. Her bahar mevsimi haşr-i cismaninin binlerce delillerini biz şuur sahibi insanlara okutuyor.

Evet, sihirli bir aynadır toprak. Ölümün rengi ona vurulduğunda, hayatın canlı renklerine dönüşür. Kışların ölü sessizliği, ilkbaharın neşesine döner. Cansız renksiz zerreler, canlı, renkli, çiçeklere, meyvelere dönüşür toprak aynasında… Hiçbir şey bu sihirli yansımadan  kendini alıkoyamaz. Her şey eninde sonunda toprağa girer ve yine her şey topraktan gelir. Dünya bu yansımalarla aydınlanır.

Toprağa  ‘kara toprak’ der geçeriz. Görmüyorlar mı onun bütün dünyaya renk verdiğini? Her şey zıddına ayna olurmuş derler ya, işte toprak da,  o karalığı ile ışığa öyle bir ayna olur ki, nice parlak şey onun aydınlığına yetişemez. Mesela,  suya güneşin hangi rengi düşerse, sadece o rengi geriye yansıtır. Cam aynalarda öyledir. Ama toprağa düşen gün ışıkları yedi rengin bütün tonlarına dönüşüp öyle geriye yansır. İşte renk renk çiçekler, işte renk renk yapraklar, otlar, meyveler, sebzeler…

 Toprağın bu aydınlığı sayesindedir ki, açan her çiçekle dağlar, ovalar, vadiler renklenir, dünyamız güneşin bütün renklerini giyinir. Bunun için mi, dersiniz hepimiz küçük bir saksı içine koyduğumuz toprakla, odamızın bir köşesine güneşin renklerini taşımak isteriz.

“Toprağın, suyun, havanın her bir cüz’ünde nebatat adedince mânevî gizli matbaalar lâzımdır ki, mahiyetleri ve cihazları mütehalif sayısız meyve ve çiçeklerin teşkilâtını yapabilsinler. Veyahut o nebatatı o kadar zînet ve intizamlarıyla beraber yeşillendirmek için, o üç unsurun her bir cüz’ünde bütün ağaçların, meyvelerin ve çiçeklerin hâssalarını, cihazlarını ve mîzanlarını bilip yapabilecek bir kudret, bir ilim lâzımdır. Çünki bu üç unsurun her bir cüz’ü, her bir nebatın teşkiline medar ve menşe olabilir. Evet bir saksıdaki toprak, cihazları ve şekilleri ve sair sıfatları muhalif olan herhangi bir nebatın tohumunu yeşillendirmeye kabiliyeti vardır. Binaenaleyh ikinci yola zehab edenlerce o küçük saksı içerisinde sayısız gizli makine ve fabrikaların vücudu lâzım gelir ki, hurafeciler dahi bundan utanıyorlar. ”  (Mesnev-i Nuriye, Dördüncü Lem’a)

“Toprakta her baharda rengarenk, farklı türlerde yüzlerce bitki boy verir. Sanki atılan tohumun özelliklerini bilip ona göre tavır sergiler bir hal vardır. Tohumdaki genetik şifreler adeta toprak ROM’unda çalışan CD’ler gibidirler. Ancak, ürünler üç boyutlu, elle tutulup, gözle görülen, hatta bunun gibi diğer duyu organlarına da hitap eden şekilde olduğundan tohumları otomasyon sistemi ile çalışan ve çok geniş bir spektrumda farklı hallere uyum sağlayan bir fabrikanın bilgisayar sisteminin CD’si olarak düşünmek gereklidir. Sanki, bütün çiçeklerin, bitkilerin gerisinde mükemmel bir sistem, bir program işlemektedir. Ancak bu işleyiş bir otomasyon tarzında da değildir. Çünkü ürünler tıpa tıp birbirinin aynı bir fabrikadan çıkmış gibi de değildir. Her birinin kendine mahsus ayırt edici özellikleri olduğundan, her bir unsurun tek tek ele alındığı izlenimi doğmaktadır. Bu durumda ya toprak her tohumu ayrı ayrı tanıyacaktır yada her birindeki programa uygun işleyişleri sergileyecek sistemlere sahip olacaktır.

Toprakta, bu özelliklerin hiçbiri ve bu sistemlerin içinde olduğuna dair en ufak emare yoktur.

Sanki, havanın, suyun, toprağın gerisinde gizli bir el, bir kalem-i kudret işlemektedir. Evindeki saksıda yetişen atlas ve kadife gibi kumaşlar benzeri yaprakları saksıdaki toprağa hamletmek ya da toprakta gizli bir fabrikanın ürünleri olduğunu düşünmek akıl ve mantık denen özelliklerle ne derece bağdaşır?

O zaman her şeyin aslı, bir kudret kaleminin çizdiği resimler gibidir. Bir Kadir-i Mutlak, bir Alim-i Külli-i Şeyin elindeki bu kalem, kudret mürekkebi ile yazarken ucu bazen ince ve zerreler, atomlar şeklinde, bazen da daha kalın hava, toprak, su şeklinde yazıyormuş gibi gözükür. Her şey O’nu ifade eder. Bazen bir kıpırdanış, bazen tatlı bir tebessüm, bazen nesim-i sonbahar, bazen zemini süsleyen cennet bahçeleri, bazen semayı tezyin eden mücevherat misali yıldızlara dönüşür Bazen da beşeri tatlı nağmelere dönüşür bu ifadeler. ”  (http://www.risaleinurenstitusu.org/index.asp?Section=Enstitu&SubSection=EnstituSayfasi&Date=11/23/2001&TextID=321)

Toprağı anlamak isteyen, Bediüzzaman’ın sözlerine kulak verebilir. ”Evet, baharda toprağın hadsiz latif çiçeklerle ve nihayet derecede güzel ve cemil hayvanat ile süslenip bezenmesi vaziyetiyle, o Şems-i Ezel’in kemâli rubûbiyetini nida edip ilan ettiği göz ile görünmektedir.”

Toprağın maharetlerini saymakla bitiremeyiz. Ama o kendini gizler. Toprak kadar tevazu sahibi bir varlığı gösteremeyiz. Tevazu ya açılan kapı topraktan geçer….Toprak mahviyet ve tevazu simgesi olarak ayaklar altına serilmiş. Gelen basıyor, giden basıyor. Gelen tükürüyor, giden tükürüyor. Toprak ayaklar altında…

Ama bakın bütün bağlar, bahçeleri, semereler, meyveler kimin göğsünden fışkırıp çıkıyor?

Hz. Mevlana toprak gibi olmaya teşvik babında derki;

“Bahar mevsiminde bir taş yeşerir mi? Toprak ol ki, senden renk renk güller ve çiçekler yetişsin.”

Hepimiz kara toprağa gireceği bir gün vardır. Esasında  hepimiz o günü, öleceğimiz günü bekliyoruz. Dünya imtihanını kazanan ebedi mutluluğu elde edecek. Bunun için, sağlam yaşamak, imanlı yaşamak, imanı ibadetle süslemek gerekiyor. Çünkü, “Mevt (ölüm) idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî (ebedî ayrılık) değil, adem (yokluk) değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam (mahvoluş) değil, belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm (her işi rahmet ve hikmetle yapan Allah) tarafından bir terhistir; bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı (toplanma yeri) olan âlem-i berzaha (kabir âlemine) bir visal (kavuşma) kapısıdır.” (Asay-ı Musa)

Ülkemizde son aylarda yaşanan  terör olaylarından dolayı  askerlerimiz, polislerimiz şehit olmaktadır. Masum ve mazlum vatandaşlarımız ölmektedir. Türkiye’ye diz  çökertmek için içteki ve dıştaki hainler Ankara’da 95 vatandaşımızı katlettiler. Ölümü her gün yaşamaya başladık. Bu hainleri lanetliyoruz. İnşallah bu şerlerin  ardında hayırlar bizi beklemektedir.

“… Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.” 
(Bakara Suresi, 216)

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

Yavuz’un Torunları Yayladağılılar

Haber, Gezi notları… 

Suriye’de 2011 yılı Mart ayında başlayan meşru hak talepleri, Esed rejimince kanlı bir şekilde bastırılmaya çalışılmış, barışçıl protestolara silahlı ve ölümcül müdahaleler yapılmıştır. Esed rejiminin, gösterileri şiddet yoluyla bastırmaya çalışması, göstericilere doğrudan ateşli silahlar kullanması, Suriye’de bugün önü alınamaz bir iç savaşın başlamasına sebep olmuştur. Bu yaşananların en ağır sonuçlarından biri de Esed rejiminin katliamları ile birlikte Suriyelilerin komşu ülkelere sığınmaya başlamaları olmuştur. 2011 yılı Mart ayında Suriye’de başlayan olaylarla birlikte Türkiye’ye, Türkiye’yi aşarak Avrupa devletlerine ciddi mülteci hareketleri başlamıştır ve devam etmektedir. Suriyeli mültecilerin ülkemize ilk adım attıkları noktalardan biride Hatay’ın Yayladağı ilçesidir. 2011 yılından itibaren Yayladağı ismini haberlerde sık sık duymaya başladık. 10 Eylül- 30 Eylül 2015 zaman dilimini memleketim Yayladağı’nda geçirdim. Tanıyalım Yayladağı’nı…

Yayladağı, Türkiye’nin ve Hatay ilinin en güneyinde yer almakta olup, doğusunda Suriye, Antakya ve Altınözü ilçesi, batısında Akdeniz ve Suriye, kuzeyinde Samandağ ilçesi ve güneyinde de Suriye bulunmaktadır. Yayladağı, Hatay’a bağlı ilçedir ve Türkiye’nin coğrafi olarak en güneydeki stratejik bakımdan çok önemli bir noktasıdır.. 36°- 42° paralelleri arasındaki Türkiye’nin 36’ncı paraleline yakındır. Yayladağı sınır kapısı ve gümrüğü Türkiye’nin Suriye’ye açılan kara kapılarındandır.

Yayladağı ilçesi, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Yavuz Sultan Selim Mısır seferi, Mercidabık zaferi dönüşünde ordusu ile birlikte burada konaklamış ve bu yüzden de buraya “Ordu ” ismi verilmiştir. Yayladağı’nın bölgedeki stratejik ve jeopolitik önemini gören Yavuz Sultan Selim Ordusunun bir kısım askerlerini de bu bölgeye yerleştirmiştir.Yavuz’un ordusu ile Türkmen dağ köyleri arasında sosyal ve ticari ilişkiler meydana gelmiş. Hatta Yavuzun odasının temizliğini bir Türkmen kızının yaptığı rivayet edilir Köylülere nereye gidiyorsunuz denildiğinde ‘Ordu’ya gidiyoruz derlermiş.. Bu ifadeden dolayı da bu bölgeye Ordu adı verildiği söylenir. 1918’de İngilizler, daha sonra Fransızlar tarafından işgal edilen Hatay ve Yayladağı, 1938’de Bağımsız Hatay Cumhuriyeti’ne kavuştu. 23 Temmuz1939 da referandum sonrası Türkiye’ye bağlandı. Hatay’ın kurtuluş günü olan 23 Temmuz’u Yayladağı’nda kurtuluş günü olarak kutlar Cumhuriyetin ilânından sonra, 1940 yılında Karadeniz’deki ordu ile ismi karıştığından Yayladağı olarak değiştirilmiştir. Bu ismi de bölgedeki Yayladağı’ndan almıştır. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde buradan, Trablus Şam’a bağlı Ordu köyü olarak söz etmektedir.

Bölgedeki ilk yerleşim Hititler döneminde olmuştur. Nitekim Keldağı (Cebeliakra yöre dilinde Cobaraklı) üzerinde 1316 m. yükseklikteki küçük bir teras üzerinde Hititlerden kalma bir mabet olduğu sanılmaktadır. Seleukos I Nicator zamanında burada Zeus adına bir mabet yapılmıştır. Bu mabet ilk defa 1832 yılında fark edilmiş, 1928 yılında küçük çapta bir araştırmadan sonra 1963 yılında W. Djobadze burada kazı yaparak 55.50×60 m. genişliğinde avlunun güneydoğusundaki mabedi ortaya çıkarmıştır. Bu mabet, MS. V. ve VI. yüzyıllarda kullanılmış XIII. yüzyılda da kilise olmuştur.

Yayladağı’na Persler, Makedonyalılar, Roma ve Bizanslılar egemen olmuşlar. Hz. Ömer zamanında başlayan Arap akınları sırasında onların eline geçen bölge, 300 yıl kadar Arapların elinde kaldıktan sonra Bizanslılar tarafından geri alınmıştır. O dönemde Abbasiler Türk boy ve aşiretlerini buraya yerleştirerek Savcılar aşireti reisi Kasım Bey`i buraya Bey olarak atamıştır. Nitekim Kasım Bey`in Bizanslılardan alıp, camiye dönüştürdüğü Kasım Bey Camisi günümüze kadar ulaşmıştır. Kasım Bey yaptırdığı bu eserlerin idaresi için, Kesap, Kozluk, Helgin ve Şakşak gibi yerleri vakfetmiştir.

Malazgirt Zaferi’nden sonra (1071) Anadolu’yu Türkleştirme çalışmaları içerisinde Selçuklular zamanında Ordu adıyla anılan Yayladağı, Osmanlılar zamanında da Ordu Muradiye adıyla anılmıştır. Yavuz Sultan Selim, Mercidabık zaferinden sonra Yayladağı’nda konaklar, buraya bir okul yaptırır. Yavuz Selim İlkokulu olarak adlandırılan bu okul günümüze kadar, bir bölümü restore edilerek, bir bölümü yenilenerek ayakta kalmıştır.

(http://www.hatay.gov.tr/IcerikDetay.aspx?IcerikId=187)

Yavuz Sultan Selim, Mercidabık zaferinden sonra Şam’da ve Yayladağı’nda konaklar. Rivayete göre Şam veya Yayladağı’nda Padişahın odasının temizliğini yapan bir hizmetli, Türkmen kızı, padişaha aşık olur. Gel gör ki cihan padişahına bir hizmetlinin aşık olması duyulmuş, görülmüş şey değildir. Kızcağız bir sabah padişahın yastığına yaklaşır ve kılıfa bir yazı yazar:
“Aşık olan neylesin?”
Akşam odasına gelen hünkar yatacağı sırada yastıktaki yazıyı görür, okur, gülümser ve altına şöyle yazar:
“Derdi ne ise söylesin”
Ertesi gün odaya gelen hizmetli kız yarı korku, yarı ümitle yaklaşır yastığa ve padişahın yazısını görünce eli ayağına dolaşır. Neden sonra kendine gelir ve hemen yazar yastıktaki dizelerin altına:
“Ya korkuyorsa neylesin?”
Akşam gelen padişah dizeyi görünce altına yazıvermiş hemen:
“Hiç korkmasın, söylesin.”

Bir aşkın, karmaşık ve bulanık duyguları şöyle dizilmiş direğin üzerine:

” Seven insan neylesin, Hemen derdin söylesin, Ya korkarsa neylesin ,Hiç korkmasın söylesin”

Sabahın olmasını sabırla beklemiş padişah. Seher vakti sırdaşı Hasancan’ı çağırtmış, derhâl bir emir vererek:

” Biz dahi merak edip onu görmek isteriz tîz elden bu kızı huzura getirin.”

Emir derhâl yerine getirilmiş ki Ahu gözlü, endamı hoş, alımlı, nazenin, ceylân gibi bir Türkmen güzeli? Hünkârın emriyle derhâl bir düğün alayı tertip edilmiş. Eğlenceler, yemeler içmeler? Düğünün son gecesi, sırlarla dolu bu aşkın bilmecesi kader-i ilâhî tarafından çözülmüş, Çözülen bu kara baht çıkınından yayılan acı haber, şaşkına çevirmiş herkesi, yer gök âdeta üzüntüye, mateme boğulmuş. Ahu gözlü Türkmen dilberinin  “Selim” diye çarpan saf ve küçük yüreği, bu büyük cihan sultanın aşkındaki sırrı kaldıramamış ve birden duruvermiş. O çadırın direği, bu olayın canlı fakat ketum şahidi olmuş asırlardır. Bu dünya hayatında vuslat nasip olmadığı gibi o gencecik yüreğe, buna fani alemde bir çare de bulunamamış. Bu hazin gönül çarpılmasının ve gönül yangınının sonunda derler ki:

” Koca hünkâr, ağlamış” ve Türkmen kızına yaptırdığı mezarın mermer taşına, şu dörtlüğü kazdırarak, dünyaya, aşkın gücünün karşısındaki çaresizliğini en güçlü orduları yenen koca hünkâr söyle haykırmış:

Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etti felek

Giryemi kildi hûn eksimi füzûn etti felek

Sîrler pençe-i kahrimdan olurken lerzân

Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek.”

Bilmem ki gözlerime felek nasıl bir büyü yapti ki

Gözümü kan içinde bıraktı, aşkımı artırdı

Benim pençemin( gücümün) korkusundan arslanlar(bile) titrerken

Felek beni bir ahu gözlüye esir etti..

Memleketim Yayladağı hakkında genel bilgiler vererek yazıma başladım.  Hemen söyleyeyim ben Yavuz Sultan Selim’in yaptırdığı, Yavuz Selim İlkokulunda öğrenim hayatına başladım.Yayladağı’nın belediye başkanı Mehmet Kalkan kardeşimle bu okuldan beraber mezun olduk. Kendisiyle görüşmemizde eski günleri yad ettik. Yayladağı için düşüncelerini dinledim.

Rahmetli babamın hacı benim ilkokul arkadaşım olan Mehmet Kalkan kardeşim, sohbetimizde, “Yavuz’un bölgeye yerleştirdiği sınırların parasız bekçileriyiz. Bölgenin denge unsuruyuz. Bu insanlar bugüne kadar hizmetlerden çok daha fazlasını hak ediyor. Bu nedenle Yayladağı’na 200 trilyon gibi büyük bir rakam yatırım için ayrıldı. Bu rakamla Yayladağı’nın kaderini değiştirecek çeşitli projelerimiz hazır. İlçeden göçü önleyip, köye dönüşü sağlayacağız.”diyordu.

Yayladağı’nın ilçe dışında binlerce insanının olduğunu hatırlatan Kalkan, “Maalesef Yayladağı yıllardır göç veriyor. Köylerimize gittiğimizde bunu çok net görüyor üzülüyoruz. Birkaç yaşlı insanımız kalmış, çoğu ev boş. İnsanlar asgari ücret veya daha düşük ücret için köyünü, toprağını terk etmiş. İşte bütün çabamız bu ilçeyi yeniden canlandırmak olacak. 10 yılda yaklaşık 100 bin nüfus rakamını laf olsun diye söylemiyoruz. Gerçekten Yayladağı’ndan göçü önleyecek, köye dönüşü sağlayacak, tarımsal, turizm, spor, eğitim ve diğer alanlarda yapılacak onlarca projemiz var. Bunlar inşallah Yayladağı’nın kaderini değiştirecek. Ben buraya memleketim Yayladağı’na bu önemli hizmetleri vermek için belediye başkanlığına aday oldum ve Allaha şükür kazandım. İnşallah Projelerimizi hayata geçirerek, yaşanan son Suriye olayları ile stratejik ve jeopolitik önemi daha da artan güneyin şirin serhat şehri ilçemizi kalkındırmak tek gayem olacaktır”. Belediye başkanımızın projelerini hayata geçirmesi için, devletimizin, hükümetimizin Yayladağı’na destek vermeleri, biz Yavuzun torunları olarak Yayladağılıların isteğidir.

Yayladağı’nda ensar muhacir kardeşliği yaşanıyor. Kurban kesen Yavuzun torunları önce muhacir kardeşlerini gözetiyordu. Bayram namazını Suriye’den gelen kardeşlerimizle omuz omuza kıldık. İstanbul’da Suriyeli kardeşlerimizin dilendiklerini görüyor üzülüyorum. Yayladağı’nda  bir dilenen Suriyeliye rastlamadım. Demek devlet, Yavuzun torunları kardeşliği müşahhas olarak yaşıyordu. Evlenenler, iş kuranlar tam bir ensar muhacir kardeşliği. Sıkıntılar yok mu var tabii. Hem biz hem Suriyeli kardeşlerimiz bir imtihandan geçiyoruz. Sabredenler, şükredenler bu imtihanı kazanacak. İnşallah savaşlar, zulümler bir gün bitecek O zaman Suriye Türkiye ilişkileri çok daha iyi olacak. Çünkü Türkiye kardeşlerine sahip çıkıyor ekmeğini kardeşiyle paylaşıyor. Yayladağı kardeşini kucaklıyor.

Yayladağı’nda akraba, eş, dost ziyaretlerinde bulundum.Yalaz (Lobas) köyünde şehitler için okutulan, Hayırsever hemşehrimiz Hacı Yusuf Önal camiinin açılışı için okutulan, değerli kardeşim Nurettin Okay’ın  oğlu için okuttuğu mevlit merasimlerinde bulunarak, özlediğim mevlit aşlarından yedim.

Değerli kardeşim Yayladağı Anadolu Lisesi Müdürü Necat Güleç kardeşimi makamında ziyaret ettim. İlçemizdeki İman  ve Kuran hizmetinin öncülerinden olan  kardeşimi daveti üzerine evinde de ailece ziyaret ettik. Gösterdikleri yakın, samimi ilgiden dolayı teşekkür ederim.

Ortaokul arkadaşım Şemsettin Aktaş ile görüşmemizde, kardeşliğimizi bozmak isteyenlere, müslümanı, müslümana düşürmek isteyenlere  karşı akıllı olmamız, ferasetli olmamız, üst seviyede gündeme gelen anlaşmazlıkların  tabana mal edilmemesi üzerinde mutabık kalıyorduk. Bir yapı içinde yapılan bir hata, yanlışlık, ihanet varsa yapanlar cezalandırılmalıdır. Genele teşmil edilmemelidir.

Yayladağı’nda kayın pederim ve kayın validemin yanında ailecek kaldık. Bu vesileyle kendilerine hürmetlerimi takdim eder, ellerinden öperim.

Yayladağı’nda okuma oranı bilhassa 1980 sonrası büyük artış göstermiştir.Üniversitede okuyanlar yıllar itibariyle artış göstermiştir. Bilindiği üzere her yerleşim merkezinin sosyo-ekonomik şartları yaşayanlarının geleceğe yönelik planlarına yön verir. Yayladağı gerek ticari yapısı gerek arazi yapısı yetersiz olduğu için gençlerinin çoğunluğu yegane alternatif olarak okumayı, yüksek eğitimi seçmektedir. Her ne sebeple olursa olsun gençlerin eğitime verdikleri önem son derece gurur vericidir. Zaten ülke bürokrasimize göz attığımızda Yayladağı’nda doğmuş büyümüş üst düzeyde bir çok insanı görmek mümkündür. Yayladağılılar  her devir ve her şartta  devletinin yanında olan insanlardır.

Bediüzzaman,  huzur ve mutluluğu   sağlayacak reçeteyi “Kur’an’ın Eczahanesi”nde hazırlayarak insanlığa sunmuştur. Bu reçete,  Kur’anı anlamak için Risale-i Nur eserleridir. Yayladağı’ndan, Üniversitede okumuş veya okuyanların çoğu Risale-i Nur eserleriyle tanışmış, hayatlarını bu hakikatlerle şekillendirmişlerdir. Bu yazıyı okuyan, Profesöründen, valisine,  doktoruna, hakimine, savcısına, avukatına, mühendisine, öğretmenine, mali müşavirine her meslekten   Yayladağılı bana hak verecektir.

Yayladağı halkı,  okumuş Yayladağılılardan fikir ve proje üretmelerini, zenginlerinden de imkanlarını Yayladağı’nda değerlendirmelerini bekliyor. Yayladağı belediyesi fikir ve projelerinizi bekliyor. 2015 yılı Kurban bayramında sohbetlerimin özeti buydu. Yavuzun torunlarına duyurulur…

Yayladağı halkı birbirlerine karşı hoşgörülü devletine milletine bağlı, samimi, içten insanlardır. 12 Eylül 1980 öncesi Hatay’da Kahramanmaraş’ta meydana gelen kardeş kavgasını meydana getirmek istediler başaramadılar. Bunda Yayladağı halkının rolü büyüktür. Gezi olaylarında da Hatay’ı karıştırmak istediler, yine başaramadılar. Çünkü Hatay’da Yavuz’un torunları Yayladağılılar var. Suriyeli kardeşlerimizle beraber yaşıyoruz. Yine karıştırmak istiyorlar. Başaramayacaklar. Yayladağı’nda ensar muhacir kardeşliği yaşanıyor.

Yavuz Sultan Selim, Mekke ve Medine’nin Hizmetkârıydı, dokuzuncu Padişah, ilk Halife’ydi..Yavuzun torunları Yayladağılılara,  milli ve manevi değerlere bağlılık yakışır. İmana ve Kur’an’a hizmet etmek yakışır. Vatana ve millete birlik ve beraberlik içinde  hizmet etmek yakışır. Düşene, muhacire yardım etmek yakışır. Kardeşi,  milleti birbirine düşürmek isteyenlere karşı ‘Yavuz’  olmak yakışır.

Yayladağılıca

Yayladağılıyı dilinden tanırım ben
Sonra mertliğinden.
Yarım Arap ağzıyla kelimeleri ezişi, büzüşü..
Şivesinin tatlılığından.
Ben Yayladağılıyı konuşmasından tanırım…
Bir büyücü gibi oynar kelimelerle
Dili ne kadar tatlıysa, yüreği o kadar büyüktür.
Her Türkçe kelimenin yerine söylenecek
Bir Yayladağılıca vardır.

Sen bilirsin yerine ıstıfıl ol ya da albili
Zavallıya maatter, mantar’a mayasıl…
Kumaya nöker, baklaya pahala! . Diyorsa;
Yayladağılıdır.
Hemde Sürütmeli…

Siyah zeytine attun, çamaşıra asbab
Taş söken demire mürdüm,
Tembel e allek, galibaya allehem…
Çocuk hem yaramaz hem sevimliyse akkürüt diyorsa;
Yayladağılıdır…
Hemde Yenice köylü…

Şerbet e akıt, tütün kirine akir,
Salyangoz a bezzeke, patlıcan’ a balcan,
Ağıza avırt, incir tatlısına belben,
Cinsel gücü arttırıcı ot’ a çakşır diyorsa;
Yayladağılıdır…
Hemde Bezgeli…

Varile bermil, tohuma bider,
Geçen seneye bıldır, serte berk,
Maydonoza bakdeniz, teke bes,
Tarla arasına yapılan duvara bağlama diyorsa;
Yayladağılıdır.
Hemde Yercili…

Cam parçasına cıncık, bezelyeye cılban
Civcive cücük, kavgaya çekiş,
Sopaya dehnek, teyzeye diyaza,
Ortada tek başına kalmaya dasdingil diyorsa
Yayladağılıdır…
Hemde Karaköseli..

Gir yerine dıkıl, yengeçe ellengeç
Neneye eci, boş araziye felhan

Şımarık kıza firtik, mantara göbelek
Dağın eteğine gedik, kaba sabaya göbüt,
Selvi ağacının yuvarlak bitkisine haneke diyorsa;
Yayladağılıdır…
Hem de Körfeli…

Kötü kıza höşşük, döküntüye hışva
Avluya höfkere, tahtaravelli’ ye höngülhöç.
Halaya halti veya amti… ayran aşına siresil
Başı sarı olan musluğa hanifiye,
Şaşırmışsa şayet haşşeler ola! … Diyorsa;
Yayladağılıdır…
Hem de Çahsınalı…

Kovaya helke, doğurmamış ineğe havli
Sinirlenmeye hoklanmak, teneye habbe
Ufaka haytik, boğaza hırtlak
Tamam mıya helimi, gömleğe işlik,
Çok konuşana çenen çekile diyorsa;
Yayladağılıdır.
Hemde Kurpücüklü..

Çökeleğe kesnik, uzun don a könçek
Büyük pınara kastal, kemere kayış
Kavanoza katrembiz, bukalemuna kehkehi
Allah belanı versin yerine kahbendırı… diyorsa;
Yayladağılıdır.
Hem de Kösrelikli…

Kediye pissik, bademe payam.
Merdivene süllüm, mantıya şişperek
Emekli olmaya tekavüte ayrılmak
Eşek yavrusuna kürrüş, uzun saça küşşe
Yastığa kırlent, susama küncü,
Batıdan esen rüzgâra karbi diyorsa;
Yayladağılıdır.
Hem de Öküz damlı…

Cevize koz, keneye kırşak
Kantara kabben, sincapa kalli,
Bazene keeskere, biçimsize meymenetsiz
Kırmızı mercimeke mahılta, yolçatına mafrak
Evlerde karşıdan karşıya uzatılan direğe
Mürebbeee diyorsa;
Yayladağılıdır.
Hemde Surmacıklı…

Daha yığınladır benzer kelime,
Hoşça gelir ağır aksak dilime.
Gurbette bir acı gelir sol yerime,
Elim böğrümde düşünürüm hep…
Yayladağı aah! ..Yayladağı,
Kaybettiğim sevgili!..

(http://www.siirevim.com/siir/siir-32109-yayladagilica&sira=22Abdurrahman Kara)

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org

İman ve Namaz

“Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, sonsuz derecede bir düzen içinde bulunan şu memleket sahipsiz, idarecisiz olur?”
Siz hiç muhtarsız köy, kaymakamsız ilçe, valisiz il gördünüz mü, duydunuz mu?
Görmemişsiniz, duymamışsınızdır.
Neden görmediniz, duymadınız?
Olmaması mümkün değil de ondan. Çünkü böyle bir yerde düzenden, güvenden ve huzurdan söz edilemez.
Bir yerleşim bölgesinde düzenli bir hayat, güvenli bir ortam varsa, orada mutlaka bir idareci vardır.
En basitinden bir iğne, mutlaka bir usta elinden çıkmış, rast gele, kendi kendine olmamıştır.
Neden?
Çünkü o iğne bir işlemden geçmiştir. Ucu sivriltilmiş, delik açılmış, kolayca kullanılır hale getirilmiştir. İsterseniz iğne paketinin üzerine bakınız, mutlaka bir marka bulacaksınız.
Sabahleyin sınıfa girdiniz, yazı tahtasının üzerinde boydan boya kocaman bir “A” harfi gördünüz, hemen aklınıza ne gelir?
Sınıftan bir arkadaşınızın yazdığı gelir, değil mi? Yoksa siz de içinde olmak üzere, hiçbir arkadaşınız “Bu harf kendi kendini yazdı” veya “Tahtanın önündeki tebeşir sabaha karşı hareketlendi, gitti o harfi yazdı” diyemez.
Dese, alacağı cevap bellidir: “Sen aklını mı kaybettin?”
Demek ki, bir harf bile kendi kendine yazılamıyor.
Bir de dönüp şu dünyaya, kâinata bakalım.
O engin denizleri, o güzelim kuşları, o canım kelebeği, renk renk bahçeleri, çiçekleri, böcekleri, uçsuz bucaksız uzayı, bütün alemleri kim yaptı dersiniz?
Koskoca dağları, bulutları, Ayı, Güneşi, sayıya gelmez yıldızları kim yarattı, dersiniz?
Milyonlarca yıldır güneş doğuyor, batıyor. Dünyamız uzay boşluğunda belli bir yörünge etrafında dönüyor. Gece gündüz, yaz kış gelip geçiyor. İnsan doğuyor, büyüyor, ölüyor.
Binlerce kuş gökyüzünde birbirine çarpmadan uçuyor. Milyarlarca yıldız yörüngesini şaşırmadan, çarpışmadan göz kırpıp duruyor.
Elimize bir şişe mürekkep alsak ve boş bir kâğıdın üze­rine döksek, asla manalı bir sayfa vücuda gelmez. O hâlde diyebiliriz ki: Sayfadaki mana, mürekkebi kâtiplik ve faillik makamından tart eder ve kovar. Çünkü sayfadaki mana, kâtibinin ve failinin irade sahibi, kudret sahibi ve ilim sahibi olduğunu gösterir. Bu sıfatlar ise mürekkepte yoktur, öyleyse sayfaya kâtip olamaz. Bütün dünya toplansa, sayfadaki mana ifade eden kelime ve cümlelerin mürekkebin tesadüfen dökülmesi sonucunda oluştuğuna bizi ikna edemez.

Kâinat dahi böyle manalı bir kitap değil midir? Bu manalı kitabın mürekkep hükmündeki iradesiz, kudretsiz ve ilimsiz se­beplerden tesadüfen meydana geldiğine tabiatın yaptığına  nasıl itikat edilebilir?

Bir eczane düşünelim ki içinde 108 tane kavanoz ve kavanozların her birinde farklı birer madde bulunuyor. Ayrıca görüyoruz ki bu eczanede çeşitli ilaçlar var. Bu ilaçları tetkik ediyor ve anlıyoruz ki hepsi çok hassas ölçülerle yapılmış ve bahsi geçen 108 maddeden miligramlık ölçülerle alınarak ve çeşitli işlemlere tabi tutularak meydana gelmişler. Bunlar öyle hassas ölçüler ki bir ilaçta bir madde bir mg fazla veya eksik olsa formül bozulur ve o ilaç özelliğini kaybeder. Şimdi, hiç mümkün müdür ki ve hiç ihtimal var mı ki aniden bir fırtına çıkması ve rüzgarın çarpmasıyla o kavanozlar devrilsin, her birisinden ince hesap ve ölçüleri gerektiren yalnız o gerekli miktarlar kadar aksın, beraber gitsinler toplanıp o ilaçlardan birini meydana getirsinler.

İşte aynen bu misaldeki gibi her canlı hayat sahibi bir ilaç gibidir. Periyodik cetveldeki bilinen 108 elementten çok hassas ölçülerle meydana gelmiştir. Bu canlılar o eczanedeki ilaçlardan ne kadar daha mükemmel ve kompleksse, bir canlının sebepler tarafından meydana getirilmesi de eczanedeki o ilacın kavanozların devrilmesiyle meydana gelmesinden o kadar daha zor ve imkansızdır.

Risale-i Nur’un değişik  yerlerinde kat’î burhanlarla ispat edilmiş ki, tabiat bir san’at-ı İlâhiyedir, sâni olmaz. Bir kitab-ı Rabbânîdir, kâtip olmaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz .Bir defterdir, defterdar olmaz. Bir kanundur, kudret olmaz.Bir mistardır, masdar olmaz.Bir kabildir, münfail olur, fâil olmaz. Bir nizamdır, nâzım olamaz.Bir şeriat-ı fıtriyedir, şâri’ (kanun koyucu ) olamaz.(Otuzuncu Lema)

Bunlar bir iki örnek. Siz de aklınıza gelen örnekleri bunlara ekleyebilirsiniz.
Acaba gördüğümüz bu olaylar kendi kendine mi oluyor? Bunların bir sahibi, bir idarecisi, bir yapanı yok mu?
Vardır.
Olmaması mümkün mü?
Mutlaka vardır, değil mi?
Aksini iddia etmek ne kadar doğru?
Tabiî ki doğru değil.
Öyleyse:
Bir köyün muhtarı varsa, bu kâinatın da bir İdarecisi vardır.
Bir iğnenin ustası varsa, balarısına iğneyi takan bir Yaratıcı da vardır.
Bir harfi yazan varsa, bir kitap gibi okuduğumuz bu kâinatı da bir yazan, bir yaratan, bir yapan vardır.
O da bir, tek, ortağı ve benzeri olmayan Yüce Allah tır.

Göklerin ve yerin hâkimiyeti Allah’ındır ve Allah her şeye kadirdir.

Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde düşünen insanlar için elbette birçok dersler vardır.”

[Al-i İmran Suresi 3,189,190]

Hz. Peygamberimiz (sav) bu ayet hakkında şöyle buyurmuştur: “Yazıklar olsun bunu çeneleri arasında çiğneyip de bunun hakkında düşünmeyenlere!”

Şöyle gözümüzü bir dakika kapatalım, bakalım ne göreceğiz? Hiçbir şey, değil mi? Evet, gözümüzü açtığımızda ise, kâinatı görebildiğiniz bu, ruhun harika penceresini bizlere kim vermiştir? Allah değil mi? Birçok fabrika tarafından yapılabilen gözlüklere bir fiyat verip alıyoruz. Ki, onları yapan birçok kimse var. Ama gözümüzü yapan bir tek usta var! O da, kâinatı yoktan var eden Rabbimizdir. Peki gözlüğü yapana bir fiyat veriyoruz, gözü yapana bir fiyat vermeden olur mu? Evet, gözü insana veren Basir-i Hakikî, insandan mühim bir fiyat istiyor. Bizler, yapımız icabı, bize bir şey hediye edildiğinde, ihsan edildiğinde ona bir karşılık vermeğe çalışırız. İşte burada da Rabbimizin bizden istediği tek şey var. O da, göz dâhil, verdiği birçok nimete karşı, sadece kendisine ibadet etmemizi istiyor Rabbimiz. İbadetin en kapsamlısı, en genişi, bütün ibadetleri de içine alabileni ise namazdır.

İman, bir insanın dünyada mazhar olabileceği en büyük nimettir. Hayatı, gayesine uygun yaşamanın en birinci ve olmazsa olmaz vesilesidir.

İman insanın yaratılış amacı ve ibadetin kapısıdır. İman olmazsa Allah bilinmez, Allah bilinmeyince Allah’a itaat ve ibadet olmaz. Bediüzzaman “Kâinatta en yüksek hakikat imandır; imandan sonra namazdır” buyurur.  Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Ey iman edenler! Allah’a ve Resulüne iman ediniz…” (Nisa, 4:136) ferman eder. Yüce Allah’ın iman edenlere “İman edin” ferman etmesi, imanın bir defa “İnandım” demekle tamam olan bir ibadet olmadığını, devamlı olarak imanı yenileme ve imanı takviye etme ve imanı artırma gereğine işarettir.

“Ben cinleri ve insanları beni tanısınlar, bana iman ve ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyat, 51:56) buyuran yüce Allah ibadetin öncelikli olarak imanla başlayacağını ifade etmiştir. Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Ayetü’l-Kübra” isimli risalenin başında bu ayeti izah ederken “İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi kâinatın yaratıcısını tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve fariza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır. Ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir” demektedir.

Salih amel deyince insanın gerek şahsi gerekse toplumsal hayatında hayır adına yaptığı bütün işleri anlamak mümkün. Salih amel kavramının içini en yoğun olarak dolduran olgu ise ibadetler. Bu ibadetlerin içinde en değerlisi ve “direkt” konumunda olan namazdır. Kur’an ve hadis-i şeriflerde ibadetlerden bahsedilen hemen her yerde namaza ayrı bir vurgu yapıldığı görülür.
Bediüzzaman Hazretleri’nin “Hayatta en büyük hakikat imandır, imandan sonra namaz gelir…” sözü namazın hayatımızdaki yerini ne güzel hatırlatıyor.

Vicdani kabul imanın ilk şartıdır. Ancak o kabulün tezahürü, insan hayatında kendini gösteren salih amellerdir. O salih amellerin merkezinde namaz vardır. Namaz bütün ibadetlerin özü ve dinin direğidir.

Namaz, Allah’ın kudretini idrak eden ve büyüklüğü karşısında hayranlık duyan insanın, bu hürmet ve hayranlığını Kur’an ayetleriyle ve manalı hareketlerle dile getirmesidir. Namaz, müminim miracıdır. Çünkü bizleri gönül âleminde manevi yolculuğa çıkartıp Rabbimizin huzurunda olmanın şuuruna, daima O’nun murakebe ve inayeti altında yaşadığımızın idrakine ulaştırır. Namaz, dost doğru ve şuurlu bir biçimde kılındığında iç dünyamızdaki manevi yükselişi ve arınmamızı sağlar ve böylece bizi kötülüklerden alıkoyar. Hz.Peygamber (sav)’de; dinin direği, müminin miracı, gözümün nuru ve cennetin anahtarı diyerek, namazın önemine dikkat çekmektedir.

Rabbimiz de kâinatı bu kadar sonsuz güzellikle donatmış, gayesi kendini bize sevdirmek. Sevginin karşılığını alabilmek.Bizde kâinat sofrasını ve içindeki tüm güzellikleri ile kendini tanıttırmak ve sevdirmek isteyen Rabbimize namaz ile cevap veririz..Rabbimiz ile aramızdaki sevgi köprüsünü kuran en büyük yardımcı namaz’dır. Rabbim senin varlığına inandım, Peygamberine inandım. Şimdi sevgimi eyleme dökmek istiyorum. Rabbimize olan sevginin eyleme dökülmüş hali namazdır. Bir dostumuzu sevdiğimizi iddia etsek, fakat eyleme geçme noktasında belirgin bir duruşumuz tavrımız olmasa, dostumuz için hiç bir fedakârlıkta bulunmasak onu sevmiş olur muyuz? Hayır. Seven sevdiğini belli eder. İnsanın Rabbini sevmesini belli eden ilk adımı namazdır. Namaz ile ruhi kirlerden arınıyoruz. Kalp yaratanı ile buluştuğu zaman gerçek mutluluğu tadıyor. Nefis insana sınav amaçlı verilmiş bir duygudur. Onu yenmek ile insan insan-ı kamil sıfatına erebilir. Nefsimiz hazır lezzetçi, peşin ücretlere taliptir. Terbiyeden geçmek istemez. Disipline olmak istemez. Disiplin, inanmanın sözden öze indiğinde, eyleme döküldüğünde anlam kazanır. Namaz inancı pekiştiren, eyleme dönüştüren en büyük unsurdur. İman bahçemizdeki çiçek gibidir. Çiçeklerin solmaması için bakımının devamlı olması gerekir. Rabbimiz ile aramızdaki sevgi köprüsü namazı devamlı eda etmemiz gerekir. Namazsız adamın iman bahçesindeki çiçekleri solmuştur. İman bahçemiz sulanmadığında çölleşmeye mahkumdur. Namaz insanları tanımada, olaylara anlam vermede üç boyutlu bir gözlük takar gözümüze. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu gösteren şaşmaz, şaşırmaz bir pusuladır. Hayatımızı pusulasız geçirmeyelim…Bu pusula bizi,  fânilere tenezzül ve minnet zilletinden kurtarıp Bâki’ye müteveccih olmamızı sağlayacaktır.

Mehmet Abidin Kartal

www.NurNet.org