Etiket arşivi: Muhiddin Yenigün

Kanlı Sofra!

UYARI: Bu yazı 14 yaşın altındakiler için uygun değildir.

Gözlerini kan bürümüştü. Ne kadar makyaj yaparsa yapsın kıpkırmızı gözleri ve o gözlerindeki bakışları ne kadar kana susamış olduğunu ele veriyordu.

Artık son hazırlıklar da tamamdı. Birazdan kendisi gibi kan ve çiğ et düşkünü hemcinsleriyle birlikte ziyafete oturacak ve kana susamışlığını, ete açlığını doyuracaktı.

Ve nihayet insanları parçalayıp birlikte yedikleri mekâna gelmişti. Herkesin uyması gereken kural gereği çantasında yan komşusunun bir kolunu da getirmişti. Evet, kural böyleydi, herkes yanında yiyecek bir şeyler getirecek, sonra bunlar hep birlikte yenilecekti.

Kapı açıldı, kendisi gibi gözleri kan çanağı olmuş zombilerin bulunduğu salona doğru yürüdü. Çok heyecanlıydı, bugünkü ziyafet harika olacaktı. Çünkü getirdiği kol mahallenin en lezzetli insanına aitti. Çantasından çıkarttığında herkesin ağzı sulanacak, böyle güzel bir yemek getirdiği için herkes onu takdir edecekti. Hele bir yesinlerdi, işte o zaman takdirden öte kıskanılan biri olacaktı.

Hiç vakit kaybetmeden yemeğe başladılar.

İlk önce sol baştaki zombi çıkarttı çantasından kumanyasını(!). İki sokak ileride oturan bir kadının kafasıydı bu. Taze kesilmiş olmalıydı zira henüz kanları damlamaktaydı. Ama umursamadılar. Ne kadar kanlı o kadar tatlıydı. Afiyetle yediler.  Çenelerinden kanlar damlıyordu. Ellerindeki kanlar kollarından süzülüp dirseklerinden akıyordu.

İşte sıra ona gelmişti. Komşusunun kolunu çantasından çıkarttığında hepsinin gözleri parlamıştı. Hepsi onun, böyle bir et bulduğu için ne kadar şanslı olduğunu düşünüyordu. Ağızlarındaki kanı kollarıyla şöyle bir sıyırdıktan sonra hep birlikte kola yumuldular.

Bu arada kendilerinden binlerce kilometre uzakta kendilerinden çok daha kan dökücü birilerinden haber geldi. Yeni toplu katliamlar için destek gerekiyordu. Onlara da yardım etmemek olmazdı. Ellerinden geldiği kadar bu kanlı katillere de yardımı esirgemediler.

Artık karınları doymuştu. Yavaş yavaş inlerine çekilme vakti gelmişti.

En önce ben kalkayım dedi komşusunun kolunu getiren ve fırladı yerinden, hızla kapıya seğirtti. Kalkarken ayağı takıldı ve sendeledi. O an ayağının arkasında bir acı hissetti. Arkadaşlarından biri bacağını ısırmış, galiba bir parça da kopartmıştı.

Bakamadı, dişlerini sıktı, hiçbir şey hissetmemiş gibi yaptı ve kapıdan çıkıp oradan uzaklaştı.

YA DA.

Gözlerinin içi gülüyordu. Ne kadar makyaj yaparsa yapsın dedikodu yapma özlemini gizleyemiyordu.

Artık son hazırlıklar da tamamdı. Birazdan kendisi gibi dedikodu düşkünü hemcinsleriyle birlikte sohbete oturacak ve dedikodu özlemini, gıybet hasretini giderecekti.

Ve nihayet insanları çekiştirip dedikodusunu yaptıkları eve gelmişti. Herkesin uyması gereken kural gereği komşusunun yeni aldığı bilezikler ile ilgili haberi nasıl vereceğini planlamıştı. Evet, kural böyleydi, herkes en az bir gıybetle gelmeli ve sonra bunlar ortada konuşulmalıydı.

Kapı açıldı, kendisi gibi dedikodu kumkumalarının bulunduğu salona doğru yürüdü. Çok heyecanlıydı, bugünkü muhabbet harika olacaktı. Çünkü getirdiği haber mahallenin en havalı insanına aitti. Anlattığında herkesin ağzı açık kalacak, böyle bir haber getirdiği için herkes onu takdir edecekti. Hele bir anlatsındı, işte o zaman takdirden öte kıskanılan biri olacaktı.

Hiç vakit kaybetmeden sohbete başladılar.

İlk önce sol baştaki hanım söz aldı. İki sokak ileride oturan bir kadının boyattığı saçları ve geçirdiği estetik operasyondu konu. Henüz çok yeni yaptırmış olmalıydı çünkü diğerleri daha birkaç gün önce gördüklerinde bir anormallik fark edememişlerdi. Ama umursamadılar. Haber ne kadar yeniyse o kadar heyecanlıydı. Hararetle çekiştirdiler. Bazen konuşurken çevreye tükürükler saçıyorlardı. Farkında olmadan ellerine hâkim olamıyor ikide bir de yanındakilerin kolunu dürtüyorlardı.

İşte sıra ona gelmişti. Komşusunun yeni bileziklerinden bahsetmeye başlayınca hepsinin gözleri parlamıştı. Hepsi onun, böyle bir haberle gelmesine gıpta ediyordu. Şöyle bir yutkunduktan sonra hep birlikte komşunun bileziklerini, onca borca rağmen nasıl bunları alabildiklerini aralarında değerlendirmeye başladılar.

Bu arada ev sahibi elinde meşrubatlar ve tatlılarla çıkageldi. Bunlar binlerce kilometre ötede dindaşlarının kanını dökmekte olan ülkeyi açıkça destekleyen markaların ürünleriydi. Biri “Bizim bunlara verdiğimiz parayla çocuklar öldürülüyormuş duydunuz mu?” dedi. Hep birlikte gülüştüler ve devam ettiler.

Artık konular tükenmiş, yavaş yavaş evlerine çekilme vakti gelmişti.

“Herkes buradayken en önce ben kalkayım da dikkat çekeyim” dedi komşusunun bileziğini anlatan kadın ve fırladı yerinden, hızla kapıya seğirtti. Kalkarken ayağı takıldı ve sendeledi. O an ciğerinde bir sızı hissetti. Arkadaşlarından birinin yanındakine sessizce, “Bu kadar şişmanlarsa o bilekler taşımaz tabii.” dediğini duymuştu.

Bakamadı, dişlerini sıktı, hiçbir şey duymamış gibi yaptı ve kapıdan çıkıp oradan uzaklaştı.

Muhiddin Yenigün

http://yenigun.name.tr

Kadere Bak!

Cenneti tarif eden cümleler hep hoşumuza gitmiştir.

  • Canımız her hangi bir yiyecek istediği vakit şıp diye yaratılacak, meyve için ağaca ihtiyaç olmayacak.
  • İstediğimiz her şey, istediğimiz anda önümüze gelecek.
  • Herkesin bu dünyadan daha büyük yeri olacak.
  • İstediğimiz anda istediğimiz yerde olacağız.
  • Sonsuz bir hayatımız olacak.

Bunlara inanmakla kimsenin sorunu yok değil mi?

Çünkü Allah bunları yapacak kudrete sahiptir. Peki, o zaman bu dünyada neden yapmıyor?

Çünkü burası hikmet meydanı, orası kudret yurdu.

Buraya kadarki kısmı çok yerlerde okumuş, işitmişizdir.

Evet, burası hikmet beldesidir ama bu, burada kudretin işlemediği anlamına gelmez. Burada da aynı kudret işlemektedir ancak imtihan sırrı gereği sebep perdesi arkasına saklanmıştır.

Bunun sonucu olarak biz meyvenin ağaçtan geldiğini, koyunu bizim evcilleştirdiğimizi düşünür; Kalbimizin kendi kendine attığını, midemizin kendi kendine sindirdiğini, karaciğerimizin onca kimyasal işlemi kendi kendine yaptığını zannederiz. Hâlbuki bırakın kendi kendine olmayı, insan gibi yaratılmışların en üstünü olan türün kontrolünde bile mekanizma iflas ederdi. Düşünsenize, sadece kalbimizin her bir atışı için, fiilî bir şey değil sadece o atışı istememiz gerekseydi, hâlimiz nice olurdu? Haydi, kalbi geçtim, her bir nefesimizin kontrolünü “şimdi nefes alayım, şimdi nefes vereyim” şeklinde bize bıraksaydı yaratıcı, herhalde en uzun insan ömrü ilk uykuya kadar sürerdi. İnsan diye bir varlıktan bahsedebilirsek tabii.

Zaten hayatımız bizim kudretimizle devam edebiliyor olsaydı, kim ölürdü ki?

Görüldüğü gibi sadece ahirette değil bu dünyada da her bir hareket, iş bizzat Allah’ın (C.C.) kudreti ile meydana gelmekte, O’nun tarafından yapılmaktadır. “O istemeden yaprak düşmez, dal kıpırdamaz” sözü aslında bunu ifade eder.

Eğer bir dalın kıpırdaması, yaprağın düşmesi bile O’nun (C.C.) kudreti sayesinde, O’nun tarafından yapılıyorsa bizim “yapıyoruz” dediğimiz şeyler ne olacak peki? Okuyoruz, yazıyoruz, yiyip içiyoruz, düşünüyoruz, konuşuyoruz…

Evet, onlar da Allah’ın kudreti ile O’nun (C.C.) tarafından yapılan işlerdir. Ancak bize, biz yapıyormuşuz gibi gelir. Biz sadece o işin öyle yapılmasını isteriz. Sadece o yönde bir eğilimimiz ya da meyelânımız vardır. Tıpkı cennetteki gibi burada da Rabbimiz kudretiyle bu meyelânı harekete, işe dönüştürür. Tek farkla ki burada o işi kendimiz yapıyoruz zannederiz. Hatta ettiğimiz dualar bile bunun dışında değildir.

Geldiğimiz noktaya şöyle bir bakarsak:

Biz sadece, bir yönde eğilime sahibiz, bunun hayata geçirilmesi için gereken ilim, irade, kudret gibi tüm şartlar Allah’a ait ve onun tarafından sağlanıyor.

Bu durumda, o işten ortaya çıkan sonuçtan kim sorumlu olur? O işin öyle olmasını talep eden biz mi, o işi talebimiz doğrultusunda hayata geçiren Rabbimiz mi?

Elbette ki biz, değil mi?

İşte bizim bugünkü dille “eğilim” dediğimiz, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin ise Kader Risalesinde “meyelân” kelimesi ile tarif ettiği şey aslında cüz’i iradedir.

Üstad Hazretleri bugün olduğu gibi geçmişte de insanların kafasını karıştıran kader konusunu muhteşem bir yaklaşımla cüz’i irade ile birlikte ele almış ve daha konunun başında aşağıdaki manayı nazara vermiştir:

Rabbimiz kader vasıtasıyla, “ben yapıyorum” diyen insana, “Haddini bil yapan sen değilsin!” derken; cüz’i irade ile de “Her şeyi Allah yapıyor, benim ne suçum var” diyen insana sorumluluktan kaçamayacağını bildirmektedir.

Bu tespitten sonra “…seydi – …cekti” konusunu ele alır. “Ateş etmeseydi de ölecek miydi?” sorusunu inceler. Ve aslında verilebilecek tek doğru cevabı sunar.

  • Bilmiyoruz.

Evet, bilmiyoruz. Çünkü ilmimiz de kudretimiz gibi çok kısıtlı. Bunu ancak kudreti gibi ilmi de sonsuz olan zat bilebilir. Sonsuz ilmiyle tüm zamanlarda olan her şeyi bilen ve bildiğini kaydedip yazan zat.

Yazılanı da, oynanmak zorunda olunan senaryo gibi değil, tüm zamanları aynı anda gören zatın yazdığı bir tarih kitabı gibi düşünmek gerekir.

Kader meselesi elbette ki böyle iki sayfada halledilecek bir konu değil, daha pek çok yönleri var. Kader Risalesinde bunlar teker teker ele alınıp işlenmiş ve tatmin edici sonuçlara ulaşılmış. Ancak bir defa okumakla tamamını anlamak mümkün olmayabilir. O yüzden birkaç defa okumakta fayda var. Her okuduğunuzda yeni şeyler öğrendiğinizi fark edeceksiniz.

Bu yazıda kader konusuna, ısındırma bâbında, biraz da ters açı kamerasından baktırmaya çalıştık. İsteyen asıl esere müracaat edebilir.

Muhiddin Yenigün

http://yenigun.name.tr

Cevherden Mücevhere..

Bir kuyumcu vitrinini süsleyen altın takıların nasıl yapıldığını, o güzel şekillere nasıl kavuştuklarını hiç düşündük mü?

En başta sadece kuyumcu ve cevher vardır. Sonra kuyumcu cevhere vereceği şekli belirler. Modele göre kullanılacak yöntem de farklılık gösterir. Bazı modeller için maden sıvı hale gelene kadar ateşle muamele edilip, yani eritilip kalıplara dökülür, bazı modeller için tabaka kesilip çekiç ve testere gibi aletlerle şekil verilir. Bazı modeller içinse altın haddeden geçirilip tel haline getirilir.

Bütün bu yöntemler cevhere zulümmüş gibi görünse de, neticede vitrinin önünden geçerken insanların (özellikle hanım kısmının) dönüp bakacağı bir mücevher olur.

Rabbimizin de bizim için belirlediği bir model var. Elimizdeki cevheri dönüştürmemizi istediği bir mücevher var.

Eninde sonunda da o şekle geleceğiz. Ya bu dünyada ya da öbüründe…

Önce, kendimizi biz şekillendirelim diye bizi bu dünyaya göndermiş. Nasıl bir şekil istediğini de 1400 yıl önce indirdiği kitapta tarif etmiş. Yetmemiş, örnek modelleri ve son mükemmel modeli de önümüze koymuş “buna benzeyeceksiniz” demiş.

Kuyumcuların altın cevherini şekillendirmekte kullandığı araçlar gibi araçları da ihmal etmemiş elbette.

Acaba içimizdeki cevheri bir mücevhere dönüştürmemizi sağlayacak bu araçlar neler olabilir?

Bu araçlar, başta nefsimiz ve tabi tutulduğumuz imtihanlardır.

Nefsimizle mücadelemizde başarılı olup imtihanları da geçebilir, sonunda kendimizi kuyumcuya beğendirebilirsek güzel ve değerli modellerin bulunduğu vitrin ve tezgâhlarda kendimize bir yer bulabileceğiz. Yalnız burada birinci şart kuyumcunun beğenmesi.

Ya model eğri, yamuk ve bozuk olursa?

O zaman, hurdaların arasında yeniden işleme tabi tutulmaya…

Ama bu defa kendini düzeltme şansı yok, o fırsat gitti. Düzeltme kuyumcunun yöntemleriyle…

Kâh potada erimeye kâh çekiçle ezilmeye kâh haddeden geçmeye. Ama sonuçta o şekle gelinecek. Cennete girecek olgunluğa ulaşmadan cennete giriş yok.

Cennetle ilgili düşünüp hayal kurarken çoğumuzun gözden kaçırdığımız bir nokta vardır. Bu dünyada yasak olan şeyleri orada serbestçe yapabileceğimizi düşünürüz. Hatta buradaki bazı hesaplarımızı, kinlerimizi oraya taşıyacağımızı zannederiz.

Düşünmeyiz ki bu dünyaya o kinleri, o kötü düşünceleri budamak için gelmişiz.

Düşünmeyiz ki o özellikler cennete lâyık özellikler değil ve cennete giremez.

Düşünmeyiz ki cennetin yolu onlardan kurtulmaktan geçiyor.

Düşünmeyiz ki o eğrilikler ya burada düzelecek ya da orada düzeltilip öyle gidilecek cennete.

Nasıl düzeltileceği de malûm. Ateşle, çekiçle, haddeyle.

Evet, çeşit çeşit azaplar var cehennemde. Hani herkes ateşini dünyadan kendisi getirir denir ya! Bazen dünyada düzeltilmeyen eğrilikler, orada bizatihi azap olur insana.

Meselâ, sadece cennetin varlığı bile cehennemdeki insan için azaptır. Cennet olmasa cehennem azap vermez (*)

Nasıl mı?

Bilir ki, kendisinin içinde bulunduğu sıkıntılı hâle karşılık bazıları cennette sefa sürmektedir. Bu dayanılacak bir şey değildir onun için. Hâlbuki bu haset düşünce cennette bulunamayacağı için belki sahibinin orada olma sebebidir. Dünyadayken kendinde olmayan şeylere sahip kimselere karşı sabır ve tevekkül yerine kin güttüğü için ve bu vasfını dünyada bırakmayıp ahirete taşıdığı için oraya atıldığını anlayana ve bundan vaz geçene kadar azap devam edecektir.

Ayrıca başka suçlardan orada olan için de cennetin varlığı azaptır. Orada olmasına sebep olan suçu neyse, eğer zamanında o suçu işlemese veya tövbe etse belki cennette olacağını bilmek ve bunun yol açtığı pişmanlık, insan için hafife alınamayacak bir azap olsa gerektir.

Yukarıda bahsettiklerimizden, eğrilikleri düzeltilen, suçlarının cezasını çeken insanın eninde sonunda cennete gideceği gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Bu sonuca şöyle bir düzeltme gerekir ki: Bu bahsettiğimiz durum dünyada iken doğru şekilde iman edenler için geçerlidir.

İmanı olmayanlar için maalesef cevherden bahsedemiyoruz. Dünyada oldukça gösterişli bir takıya dönüşseler bile kuyumcu vitrininde yer alamazlar. Çünkü orada ancak altın takılar sergilenir. Onların yeri seyyar tezgâhlar ve ucuz mal satan dükkânlar olabilir ancak. Yani bu güzel vasıflarından dolayı mutlaka bir karşılık elde etseler bile dünyada iken Allah’ı inkâr eden için dünya hayatı bittikten sonra hiçbir şekilde cennete giden bir yol yoktur.

Rabbimiz bizi ve sevdiklerimizi doğru ve kâmil imandan ayırmasın.

(*) Hutbe-i Şâmiye Hikmet Pırıltıları #78

Muhiddin Yenigün

http://yenigun.name.tr/

Helâl Olsun!

Yediğimize, içtiğimize çok dikkat ederiz. Hele çocuklarımız varsa, onlara yedirdiklerimize ayrı bir özen gösteririz.

Aman katkı olmasın, aman GDO olmasın, aman organik olsun vs.

Bunun gibi giysi, eşya, araba, ev ne alıyorsak alalım hep bir takım kıstaslarımız vardır.

Meselâ bazı insanlar ayakkabı seçiminde görüntüye önem verirken, bazı insanlar için rahatlık önceliklidir.

Kimi alacağı arabanın hızına ve çevikliğine dikkat eder kimi ise az yakıtla çok yol kat etmesine.

İnsanlarla ilişkilerde de benzer durumla karşılaşırız.

Sadece annesinin sevebileceği insanları bir kenara bırakırsak; herkes arkadaş sahibi olduğuna göre, herkesle arkadaşlıktan hoşlanan birileri var demektir. Yani her fıtratta insan kendine uygun arkadaş bulabilmektedir. Kimi hoş sohbet arkadaş sever kimi boş sohbet etmekten hoşlanır. Bazısı sırtında yaşayacağı bir konakçı arar, bazısı ağzından çıkacak her kelimeden istifade edebileceği bir âlim.

Bu tercihlerin bir kısmı fıtrîdir yani yaratılışta kendisine verilen karakteri ile ilgilidir, bir kısmında ise sonradan öğrenilen bilgiler ve tecrübeler etkilidir.

Bazılarının tercihlerinde ise karar mekanizması inançtır. İnanan insan tercihini yaparken “bunu yapmam helâl mi?” süzgecinden de geçirir.

Yediğim içtiğim helâl mi?

Kazancıma haram karıştı mı?

Bu düşünceler içerisinde, yılandan kaçar gibi haramdan kaçar.

Bazılarına göre bu tip insanlar hayattan hiç bir zevk alamaz.

Evet, yazının konusu bu cümle etrafında olacak.

Haramlardan kaçarak yaşanan bir hayattan lezzet alınır mı?

Öncelikle lezzeti tanımlamakta yarar var.

Türk Dil Kurumu diyor ki:

Lezzet: 1. isim Ağız yoluyla alınan tat 2. Herhangi bir şey karşısında duyulan zevk, haz.

Lezzet, hoşlanmak, zevk almak, keyif duymak anlamlarına gelir. Bu bir yiyecekten de olabilir bir fiilden de bir insandan da.

Hayatımızın tüm alanlarını düzenleyen dinimiz, bazı şeyleri yasaklamış bazı şeyleri ise serbest bırakmıştır. Basitçe, serbest bıraktıklarına helâl, yasakladıklarına haram diyoruz.

Cevap arayacağımız soru: Acaba hayatımıza bazı sınırlamalar getiren inancımız, bu sınırlamalarla hayattan keyif almamıza mani olmakta mıdır?

Buna cevap verebilmek için dinimizin neyi yasakladığını bilmemiz gereklidir.

İslâm’ın, toplumu tahrip ettiği için şiddetle yasakladığı 7 davranışa 7 kebair(büyük günah) denir.Bunları sıralayacak olursak:

  • Allah’a şirk koşmak,
  • Sihir yapmak,
  • Haksız yere adam öldürmek,
  • Yetim malı yemek,
  • Faiz yemek,
  • Harpten kaçmak,
  • Namuslu kadınlara zina iftirasında bulunmak.

Hem kişiye hem topluma zararlı olan bu yedi günahla beraber diğer büyük günahlardan da sakınanlara Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle mesaj gönderiyor:

Eğer size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi ağırlanacağınız bir yere sokarız.” (Nisâ Suresi, 4:31)

Şimdi teker teker bu maddeleri inceleyelim, bakalım hayattan lezzet almaya maniler mi?

Allah’a şirk koşmak: Allah’a şirk koşmaktan zevk alabilmek için ya kendini tanrı ilân etmek ya da putperest olmak icap eder ki, her iki durumda da kişi zaten İslâm hudutları dışına çıkacağı için konumuzun da haricinde kalacaktır.

Sihir yapmak: Böyle bir davranış sadece İslâm tarafından değil, her tür toplumda hoş karşılanmayan bir davranıştır. Komşusunun sihirle, büyüyle uğraştığını bilen bir insan gece rahat uyuyabilir mi? Dolayısı ile sihir yapmayı yasaklamak, sihir yapan kişi hayattan daha az lezzet alsın diye değil, toplum huzur ve güven içinde olsun diyedir.

Haksız yere adam öldürmek: Bu madde de bir önceki madde gibi sadece İslâm tarafından yasaklanmış bir madde değildir. Toplumun huzur ve güveni için, tüm toplumlarda haksız yere adam öldürmek cezayı gerektirir.

Yetim malı yemek: “İslâm dini, yetim malı yememi yasaklayarak, hayattan zevk almamı engelliyor.” dediğini işittiğiniz bir kimseye nasıl bir tepki verirsiniz? Peki, inançsız bir kişi nasıl tepki verir? Aynı tepkiyi verir değil mi? Bu da İslâmlığın değil insanlığın gereğidir.

Faiz yemek: İşte bu yedi madde arasında itiraz gelebilecek tek madde budur. Faiz günümüzde o kadar yaygın olarak hayatımıza nüfuz etmiştir ki, çoğu kimse bunun büyük günahlardan olduğunu kabul etmek istemez. Bazıları da kendilerince çeşitli tevillerle kendilerine bir kapı açma gayretine düşerler. Hâlbuki faiz yemek hayatî bir durum değildir. Faizi yemese de hayatını devam ettirebilir insanlar. Fakat faiz paraya haram karıştırmak olduğundan, beklediklerinin aksine, paralarındaki bereketin kaybolmasına sebebiyet verir.

Harpten kaçmak: Vatana ihanettir.

Namuslu kadınlara zina iftirasında bulunmak: Bunu yapmaktan keyif alan bir insan var mıdır? Bunu yapmaktan keyif alan biri insan mıdır?

Görüldüğü gibi bu 7 büyük günahı işlemek, “hayattan lezzet almak” kavramıyla bir arada düşünülemeyecek davranışlardır.

Ancak İslâm’ın yasakladıkları bu yedi madde ile sınırlı değildir tabii ki. Zaten hayattan zevk alma konusunda itiraz gelen maddeler de bu gelecek kısımda bulunmaktadır.

İşte İslâm’ın yasak ettiği bazı davranışlar.

Yalan söylemek: Çok sık başvuruluyorsa hastalık olarak değerlendirilir. Yalan söyleyen belki anlık bir lezzet alabilir ancak sonrasında gördüğü zarar o lezzeti zehir eder. Ayrıca sonradan ortaya çıkabilecek çatışmaları önlemek için kime hangi yalanı söylediğini hatırda tutmak da ayrı bir hafıza çalışması gerektirir. Oysa yalan söylemeyen kişi hem bu hafıza yükünden kurtulur, hem de yalanının yakalanması gerginliğini hiçbir zaman yaşamaz.

Domuz eti yemek: Son zamanlarda sofralarımıza sokulmaya çalışılsa da toplumumuzda pek yer edinmiş bir et türü değildir domuz eti. Yaşadığı ortam ve yedikleri itibarı ile zaten herkesin midesinin kaldırmayacağı bir hayvan olan domuzun etini yemenin nasıl bir zevk olabileceğini bilemiyoruz. Ancak yemesi helâl olan dana, koyun, keçi ve benzeri hayvanların etini tercih etmek, pek de fazla bir lezzet kaybına sebep olmasa gerektir. Domuz eti ile ilgili diğer sağlık problemlerine girmiyoruz.

İçki içmek: İşte bu konunun can alıcı kısımlarından bir tanesi.

İçki içen insan bundan nasıl bir keyif alır?

Zannediyorum ki içkiden vazgeçmek istemeyen insanlar bundan iki türlü keyif alıyorlar.

Birincisi lezzetli bir içecek olarak keyif alıyorlar ki bu açıdan bakıldığında, helâl ve lezzetli pek çok alternatif bulunduğundan, çok fazla bir keyif kaybı yaşanmasa gerektir.

İkinci sebep ise bu içkilerin verdiği sarhoşluk halidir. İşte vazgeçilemeyen de budur. Bunun da aşırısı her tür toplumda hastalık olarak kabul edilir.

Allah insanı diğer mahlûklardan üstün yaratmıştır. Üstünlük ise akıl ve irade bakımındandır. Bu akıl ve irade, Allah’ı (C.C.) diğer yaratılmışlardan farklı şekilde bilebilmesi için insana verilmiştir.

Yani Allah C.C. arzda bir halife olarak insanı yaratmış, bu makamın gereği olarak akıl, irade vermiş ve kendisiyle bunlar aracılığıyla muhatap olmasını istemiştir. Sarhoşluk ise bu iki vasfı bir nevi reddetme ya da askıya almak gibidir. Bu açıdan bakıldığında sarhoşluğun, bir gram lezzetinin yanında ne kadar büyük bir zarar olduğu görülebilir.

Zina: Bırakılması en zor haramlardan bir tanesi de zinadır. Ancak evlilik ve sadakat, zina haramının kapısını kapatabilir. İslâm bu fiili haram ederken aynı anda helâl dairesinde alternatifini de sunmuştur. Dolayısı ile bu alanda da hayattan lezzet almayı ortadan kaldırmamaktadır.

Elbette yasaklar bunlarla sınırlı değil, insan ve toplum hayatına bir disiplin getiren daha pek çok yasaklar var. Ancak yukarıda yaptığımız gibi bu yasakları incelediğimizde hayattan lezzet almaya mani olmadıklarını görebiliriz.

Anlaşılıyor ki, haram davranışlar ya kişisel ya da toplumsal zararlara sebebiyet vermektedirler. İslâm ise bunları disipline etmekte, mümkün olanlara zararı ortadan kaldıracak şekilde izin vermektedir.

Bütün bu söylediklerimizi Bediüzzaman Said Nursi tek bir veciz cümle ile çok güzel özetlemiştir:

Helâl dairesi keyfe kâfidir, harama girmeye gerek yoktur.

Son söz olarak bu ifade üzerinden bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Diyor ki Bediüzzaman:

Helâl dairesi “keyfe” kâfidir.

Yani helâl dairesinde kalmak hayattan keyif almayı engellemez.

Hayatî ihtiyaçlar ise zaten Rahmânî taahhüt altındadır. Hiçbir hayatî ihtiyaç insanı harama sevk etmez. Kaldı ki, hayatî tehlike söz konusu olduğunda, bu tehlike ortadan kalkana kadar bazı haramların haramlıkları da ortadan kalkmaktadır.

Helâlden kazanmanın, helâlden yemenin, helâlden giymenin, helâl dairede yaşamanın huzuru, keyfi, mutluluğu ve zevkinden ise hiç söz etmedik. Bir de bunları hesaba katarsanız, haram akıl işi değildir.

Muhiddin Yenigün

http://yenigun.name.tr/

Zerre

Hayal edin ki, üniversiteyi bitirdiniz ve genç bir anaokulu öğretmeni sıfatını kazandınız. Kısa bir süre sonra da yeni işinize başlıyorsunuz.

Eğitim döneminin ilk gününde, sizin gibi öğrencileriniz de ilk kez okulla tanışacaklar.

O gün akşama kadar onlara ne öğretebilirsiniz?

Meselâ, askerler gibi kusursuz bir tören yürüyüşü yapmalarını ne kadar zamanda sağlayabilirsiniz?

Yılsonuna kadar uğraşsanız bile askerler gibi olmaz değil mi? Çünkü o yaştaki çocuk bunu yapacak zihinsel ve bedensel altyapıya henüz hazır değildir.

Ya ilkokulda?

Peki, ortaokul, lise?

Lise öğrencileri bile çok yaklaşmalarına rağmen asker gibi yürüyemezler.

Ancak asker ocağına gelindiğinde işler değişir. Zihinsel ve bedensel olarak bu işi yapmaya yetecek kadar gelişimi tamamlamış olan gençler, oradaki disiplinin de yardımıyla tek vücut gibi hareket edebilir hale gelirler.

Yani bunun olabilmesi için HER BİRİNİN:

– yapması gerekeni anlayabilecek kadar akıl sahibi olması,
– bir plan dâhilinde hareket edebilecek kadar şuur sahibi olması,
– yaptığı işi doğru yapmaya gayret edecek kadar irade sahibi olması,
– ne yaptığını bilecek kadar bilgi sahibi olması,
– bir takımın parçası olabilecek kadar iletişim kabiliyetine sahip olması,
– başına buyruk davranmaktan kaçınacak kadar disiplin sahibi olması
ve bunlar gibi daha pek çok özelliğe sahip olması gerekmektedir.

Görkemli bir geçit töreni için yukarıda sıralanan şartlar gereklidir ancak yeterli değildir. Bunlara ilâve olarak:

  • O gençleri orada o işi yapmaya zorlayacak bir güç, bir kudret gereklidir ki örneğimizde bu güç ordu, dolayısıyla devlettir.
  • O gençlerin yapacağı şeyi birilerinin daha önceden planlaması gereklidir. Plan olmazsa sonuç elde edilemeyecektir.
  • Bu planı yapan kişinin bir hedefi olmalı, plan bu hedefe yönelik yapılmış olmalıdır.
  • Bu planı birileri o gençlere (her birine planın kendisi ile ilgili bölümünü) aktarıp, uygulama sorunsuz hale gelene kadar eğitim ve denetimi sürdürmelidir.

Basit gibi görünen bir geçit töreni için gerek törende yürüyenler gerekse de onları yürütenlerin sahip olmaları gereken özelliklerden bazılarını sıralardık.

Benzer sıralama hayatın pek çok sahnesinde karşımıza çıkmaktadır. Bir futbol takımı, bir orkestra, bir pazarlama ekibi, bir proje grubu ya da namaz kılan bir cemaat… Birden fazla bireyin bir amaç doğrultusunda belli bir plan dâhilinde ortak ve uyumlu hareket ettiği daha binlerce sahne sayabiliriz.

Bazen de yukarıdaki sitemin bir tarafı akılsız, şuursuz, bilgisiz, iradesiz kısaca cansız ve ruhsuz maddelerden oluşur. Makineler gibi…

Böyle durumlarda sistemin diğer tarafına daha fazla iş düşer. Öyle bir tasarım yapmaları gerekir ki; sistemdeki parçalar, hayat ve ruh sahibi olmadıkları için yoksun oldukları bu özelliklere sanki sahipmişler gibi hareket etsinler.

Doğru bir tasarımda her bir dişli, her bir mil başka bir parçanın yardımına koşar ve sonuçta bir bütün olarak belli bir amaç doğrultusunda hareket ederler. Ama bu hareketteki bilgi, şuur, irade, güç hep tasarımcıya aittir. Bazen hatalı olarak “ne akıllı makine” ifadesi kullanılsa da, hiç kimse “ne akıllı dişli” demez. En önemlisi, o dişli tasarımcısının kendisine verdiği görevi kusursuzca yerine getirdiği ölçüde verimli olur. Sistemdeki bir dişli görevini yerine getiremez hale geldiğinde tüm makine de iş göremez hale gelir.

Bilim ve teknolojideki gelişmelerle artık insanoğlu, mikroişlemciler üzerindeki minicik bir alana böyle işlevsel parçalardan milyonlarcasını yerleştirebilmektedir. Ancak bu parçaların hepsi birer transistör olup işlevleri sadece “seçici küçük bir elektrik akımının durumuna göre daha büyük bir elektrik akımının yönünü belirlemekten” ibarettir ve binlerce yıllık insan bilgi ve deneyiminin sonucunda, ancak devasa tesislerde üretilebilmektedir.

Şimdi de bir karbon atomunu göz önüne alalım.

Bu arkadaşımız toprakta kömür olarak karşımıza çıkmaktadır. Sonra bir de bakmışız zengin bir hanımefendinin yüzüğünde elmas olarak karşılaşırız aynı karbon atomuyla.

Vücudumuzun da büyük bir kısmı karbondur. Bu element hangi organımıza giderse onun şeklini alır, orada ne vazife yapması gerekiyorsa onu yapar. Kömürken dokunduğu yeri kapkara yapan bu element, bazen iki oksijen atomunu iki koluna takarak nefes borumuz yoluyla vücudumuzu terk edip, havaya karışırken kendisini görmeyiz bile.

Karbon örneğinde olduğu gibi diğer elementler de içinde bulundukları hal ve duruma göre değişik görevler yerine getirip değişik şekillere girebilirler.

Topraktaki aynı bir element, toprağa atılan bir çekirdeğin türüne göre karpuz da olabilir, elma da, buğday da.

Yukarıda adını zikrettiğimiz karbon gibi yüz küsur daha element var dünyada ve bunlar hep duruma göre vazifesi olan elementlerdir.

Size daha da ilgincini söyleyeyim mi?

İşte bu elementlerin hepsi, proton, nötron ve elektronlardan ortaya çıkmaktadır ve bu üç yapıtaşının sayılarındaki farklar, elementlerin belirleyici özellikleridir. Yani bir protonu ve bir elektronu varsa Hidrojen denilen madde ikişer tane proton, nötron ve elektrondan meydana gelirse Helyum oluverir. Her birinden altışar tane varsa bu kez karbon olarak çıkar karşımıza. Sekizer tanesi bir araya gelince de oksijen…

Yani çevremizde gördüğümüz ne varsa, bir araya gelmiş proton, nötron ve elektronlardır. Aslında daha da derine indiğimizde daha enteresan sonuçlarla karşılaşmaktayız ama bu yazı için bu kadarı yeterli.

Şimdi desem ki:

  • 1945 yılında bir Uranyum atomu Japonlara kızıp kendi kendine Japonya’yı alt üst etmeye karar verdi. Yolda karşılaştığı bir arkadaşını da ikna edip, biri Hiroşima’yı biri de Nagazaki’yi yerle bir etmek üzere plan yaptılar ve bunu uyguladılar.
  • Bir kuyumcudaki bütün altın atomları anlaşıp plan yaptılar, kasanın çelik atomlarını da kandırdılar ve gece kasanın kapağını açan çelik atomlarının yardımıyla kasadan çıkıp bizim eve geldiler. (Kaç yıl hüküm giyerim?)
  • Kalsiyum, silisyum, alüminyum, demir ve oksijenden oluşan konsorsiyum İstanbul’a üçüncü köprü inşaatında yarıya yaklaştı.
  • Oksijen atomları, milyonlarca yıl önce kendi aralarında yaptıkları toplantı neticesi, milyonlarca yıl sonra ortaya çıkacak radyasyona duyarlı canlıların, güneşin zararlı ışınlarından korunma ihtiyaçlarını karşılamak için, bir kısım arkadaşlarının Ozona dönüşüp dünyayı çepeçevre sarmasına karar verdi. Varsın oksijen milletinin bundan bir istifadesi bulunmasın.
  • Milyonlara yıl önce hidrojen atomlarıyla oksijen atomları arasında uzun süren görüşmeler sonucu, milyonlarca yıl sonra ortaya çıkacak olan, kendilerinde olmadığı için mahiyetini tam olarak bilmedikleri hayat denen bir şeye uygun ortam sağlamak üzere, iki hidrojen atomunun aralarına bir tane de oksijen atomu alarak su denen bir nesneye dönüşmelerine karar verildi. Oksijen, yapısı itibarıyla yanıcı olduğunu, ortaya çıkacak nesnenin fıtratına tamamen zıt olduğunu söyleyerek karara şerh koydu.
  • Daha önce suyu oluşturan hidrojen ve oksijen atomlarının ileri gelenleri, daha büyük bir proje için azot ve karbon temsilcilerini alarak geniş katılımlı bir toplantı düzenledi. Toplantı sırasında gerilim had safhadaydı. Bir ara dört element birbirine girmişti ki, o anda kafalarına yıldırım düştü ve hayatın kaynağı olan ilk aminoasitler ortaya çıktı.

Yukarıda altı tane senaryo sıraladım. Bunlardan her hangi birini mantıklı buldunuz mu?

İster inanın ister inanmayın ama sırf Allah yarattı dememek için bu saydıklarımın son üç tanesine inanan hatta buna bilim diyen milyonlarca insan var dünyada.

Burada şunu da belirtmek gerekir. Bu saydıklarımda saçma olan bu olayların olması değil, bütün bunların kendi kendine olduğunun iddia edilmesi. Yani gerçekten Hiroşima ve Nagazaki’de Uranyum atomları patladı; gerçekten üçüncü köprü inşaatında kalsiyum, silisyum, alüminyum, demir ve oksijen elementlerinden oluşan malzemeler kullanılıyor; bir tarafından delsek de gerçekten Dünya’nın etrafında ozondan bir tabaka var ve ilk aminoasit de o şekilde oluşmuş olabilir ama bunların hiç biri kendi kendine olmadı, bir plan dahilinde büyük bir kudret tarafından öyle olması uygun görüldü. Daha önce örneklediğimiz şuursuz ve cansız nesnelerin, şuurlu, akıllı, güçlü vb. pek çok sıfata sahip bir tasarımcı tarafından bir sisteme dâhil edildikleri gibi…

Dişli çark ne kadar bilinçliyse, karbon atomu da o kadar bilinçli. İkisi de emir çerçevesinde hareket ediyor, kendilerine verilen görevleri yerine getiriyorlar. Var olma sebepleri bu.

Kuyumcu örneğininse gerçekle uzaktan yakından ilgisi yok

Muhiddin Yenidün

http://yenigun.name.tr