Etiket arşivi: Muhiddin Yenigün

Nefis Bir Diyet!

Bediüzzaman Hazretleri, Ramazan Risalesi’nde nefsin inatçılığıyla Allah’a itaatsizliğinin boyutundan ve orucun nefis üzerindeki etkisinden bahsederken, bir konuşmayı aktarır. Buna göre:

Rabbimiz (c.c.) nefse sorar:

  • Ben neyim, sen nesin?
  • Ben benim, sen de sensin.

Azab vermiş, Cehennem’e atmış, yine sormuş. Cevap aynı:

  • Ene ene, ente ente.

Hangi nevi azabı vermiş, enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azap vermiş, yani aç bırakmış. Yine sormuş: “Men ene vema ente?” Nefis demiş:

  • Sen benim Rabb-i Rahîm’imsin, ben senin âciz bir abdinim.

Demek ki nefsimizi kontrol altına almanın yolu onu aç bırakmaktan geçiyor.

Bu konuşma Ramazan Risalesi’nde geçtiği için, buradaki “aç bırakma” ifadesi sadece “mide açlığı” olarak algılanabiliyor. Elbette ki bu doğrudur ama acaba bakış açımızı biraz genişletsek neler görürüz?

Meselâ şu soruyu sorsak: Nefis nelerden beslenir?

Bu sorunun cevabı, “Nefis nelerden hoşlanır?” sorusunun cevabı ile aynıdır:

Oyun, eğlence, israf, isyan, kibir, gurur, inat, haset, dedikodu, gıybet, aldatma, yalan, laf taşıma; insanları kusurlu, hor, hakir görme; mal, mülk, makam, mevki, itibar, şöhret…

Bunlara kendimizi kaptırdığımız takdirde, nefsimizi besliyoruz demektir.

Yalnız burada bir parantez açmak icap eder. Mal, itibar, şöhret vb. sahipleri nefislerini besler demiyoruz. Zira Allah (c.c.) bunları istediği kuluna verebilir ve bunlarla imtihan edebilir. Ancak bu imtihana tabi olan kimselerin, her zaman, “Bu nimetler, Rabbimin ihsanı ve lütfudur.” demeleri gerekir. Bunları hedef alıp, asli vazife olan kulluğu ihmal edecek derecede bunların peşinde koşmak, nefsin hoşuna giden işlerdir.


Kabaca nefsin bazı özelliklerine de bakacak olursak, görürüz ki:

Nefis, fıtratı gereği, o andaki bir gram lezzeti gelecekteki bir ton lezzete, gelecekteki bir ton sıkıntıyı da o andaki bir gram sıkıntıya tercih etme eğilimindedir. Bu nedenle ahirette vaat edilen bir ödül veya karşılaşacağı bir ceza, onun için çok uzaktadır.

Nefis, başına buyruk hareket etme eğilimindedir. Emir almaktan hoşlanmaz. İbadetler de emir sınıfından olduğu için, onlar da lezzet aldıkları arasında değildir.

Nefis için önce kendisi vardır. Paylaşımcı değildir.

Nefis arzuları ile hareket eder. Aklı ile değil keyfi ile karar verir.

Bu özellikleri ile bakıldığı zaman nefsi insanlara değil, daha aşağı bir hayat mertebesinde bulunan hayvanlara benzetmek daha uygun olur.

Bir kediyi veya köpeği beslenirken hiç gördünüz mü?

Peki, beslenirken rahatsız edildiklerinde verdikleri tepkiyi hiç gördünüz mü?

Görmediyseniz uyaralım. Araya aşamayacakları bir engel koymadan bunu denemeyin.

Nefis de beslenirken aynı durumda olur. Dikkat ederseniz yukarıda saydıklarımızdan bir veya birkaçıyla beslenen bir nefis, rahatsız edildiğinde, aynı yemek yerken rahatsız edilmiş kedi, köpek gibi saldırganlaşır, asabileşir. Kendisini rahatsız eden neyse, ondan kurtulmaya çalışır.

Oyun ve eğlencedeyken duyulan ezan,

tam ziynetler dişe dokunur miktara geldiğinde istenen, fakirlerin kırkta birlik payı,

tam da işimizi halledecek sözü söyleyecekken karşımıza çıkan “yalan haramdır” yasağı,

bir tanıdığımızın yeni aldığı ama kendisine hiç yakışmamış olan giysisini tam anlatacakken karşımıza çıkan “gıybet edilenin ölüsünün etini yeme” ikazı…

Bu gibi durumlar, nefsi beslenmekte iken rahatsız eden durumlardır ve nefis bu durumlardan hiç de hoşnut olmaz.

Şu örnek de beslenmiş bir nefsin ne kadar ileri gidebileceğini gösteren, yaşanmış muazzam bir olaydır:

Binlerce yıl melekler arasında bile itibar görmüştü İblis. Onlara hocalık yaptığı bile söylenir.

Gel gör ki, bir gün Rabbi ona, ondan daha üstün bir halife yaratacağını bildirip, yaratacağı bu halifeye secde etmesini emretti.

O noktada nefsi devreye girdi. O zamana kadar beslendiği gıdalar tehlikeye giriyordu. Artık en itibarlı o olmayacaktı. Belki eskisi gibi kendisine hürmet edilmeyecekti.

Böylece, yemekte rahatsız edilen bir köpek gibi saldırganlaştı. İşin sonunu isyana kadar da götürdü. Sonuçta, hem Rabbine asi hem de kıyamete kadar Halifesine düşman oldu.

Görüldüğü gibi, mal, şöhret, makam, itibar vb. nimetler, eğer gerçekten Allah’tan (c.c.) geldiklerine inanılmıyorsa, nefis için besin kaynağı oluyorlar. Bu nimetleri kendinden bilen bir nefis, zamanı geldiğinde bunlardan ayrılmayı reddediyor ve direniyor. Son örnekte görüldüğü gibi de, besili bir nefis için bu direncin bir sınırı yok.

Özetle:

Nefis ne kadar besiliyse, verdiği tepki de o derece büyük olmaktadır. Aza kanaat etmeye alıştırılmış bir nefis daha uysal olabilir, fakat obez bir nefis başa beladır.

Bu yüzden nefislerimizi obeziteden korumalı, -terbiye için beslenen vahşi hayvanlar gibi- sağlıklı beslenmesine dikkat etmeliyiz.

Muhiddin Yenigün

http://yenigun.name.tr/

Taklit

Hayatımız yoğun bir seçim, tercih, karar trafiği içinde sürmektedir. Bir gün içinde küçüklü büyüklü onlarca, belki de yüzlerce seçim ve tercih yapar, karar veririz. Bu seçimlerin bazılarında sonuç ya doğru olur ya da yanlış. Bazı seçimlerimiz kalan hayatımızın akışını değiştirecek kadar önemlidir. Eş seçimi gibi…

Bazı kararların da pek doğrusu yanlışı yoktur, tercih meselesidir. Aldığımız giysinin rengi, ekmeğin çiçek mi somun mu olduğu gibi…

Hayatımız boyu verdiğimiz kararlar ve bunların sonuçlarının hayatımıza olan etkileri hafızamızda depolanır ve benzer kararlar vermemiz gerektiği durumlarda sandıktan çıkarılıp değerlendirilir. Öncekinde sonuç olumlu olmuşsa yine aynı yönde, olumsuz olmuşsa farklı şekilde bir karar vermek akıllıca olur. Buna da tecrübe deriz.

Özellikle erken yaşlarda karşılaştığımız durumların pek çoğu henüz tecrübe dağarcığımızda olmadığı için, bu çağlarda başkalarının yaşadığı tecrübelerden yararlanmak da akıllıca bir davranış olurdu. Fakat maalesef olmamaktadır. Çünkü o dönem, insanın, tecrübelilerin tavsiyelerine en kapalı bir ruh haline sahip olduğu dönemidir. Yani başkalarının tecrübelerinden yararlanmak da tecrübe gerektirir.

Bu dönemde şöyle bir tutarsızlık daha vardır ki: Tecrübelilerin tavsiyelerine kulak asmayan gençler, tecrübesiz akranlarının tercihlerini tereddütsüz benimseyip uygularlar. Tecrübesizlik işte…

Sonraki dönemlerde de tecrübesinden yararlanılacak kimselerin yanlış seçildiğini sıkça gözlemliyoruz. Bir insanın bir veya birkaç konuda bizden daha tecrübeli ya da bilgili olduğunu gördüğümüzde, bilgi ve tecrübesinin bizden daha fazla olmadığı konularda bile onun tavsiyeleri doğrultusunda karar verme eğilimine girebiliyoruz.

Bu durum çoğu zaman bizim hatalı değerlendirmemiz, bazen de o kişinin kendini olduğundan farklı tanıtması neticesinde ortaya çıkıyor.

Mesela, 15 yıldan daha fazla zaman önce, bir süre bilgisayar sektöründe olan bir dostuma, bilgisayar alacak tanıdıkları halâ fikir sormaktadır. Oysa 15 yıl önceki bilgiler, bilgisayar gibi çok hızlı gelişen bir mecrada tarih öncesine ait bilgiler gibi kalmıştır.

Para, yatırım, sağlık, alışveriş, eğitim gibi daha pek çok konuda örnekler arttırılabilir.

Başta da söylediğimiz gibi verdiğimiz kararların bazıları kalan hayatımızı derinden etkilemektedir.

Bazı karar, seçim ve tercihlerimizin sonuçları ise bundan çok daha büyük etkiye sahip olur. Sonsuz hayatımızı etkiler.

Maalesef yanlış model seçimine bu alanda da çok rast gelinmektedir.

Her insan kendi imtihanını yaşar. Ancak imtihan soruları sadece ona özel değildir. İman ile ilgili temel sorular zaten genellikle aynıdır. İbadet ve hayatı düzenlemeyle ilgili olan emir ve yasaklar da keza öyledir. Günümüz şartları için konuşursak; bu emir ve yasaklar 1400 yıl önce bize bildirilmiştir. Fakat çoğumuz okumayı sevmediğimizden, bunları kaynağından öğrenmek yerine bir tür ergen psikolojisiyle çevremizden öğrenmeyi tercih ederiz. Aslında dinî literatürde bu da bir iman çeşidi olarak tanımlanmış ve “taklidî iman” olarak isimlendirilmiştir. Fakat taklit edilen doğru bir örnek olmak kaydıyla…

Rabbim yanlış örneklerden muhafaza edip doğru örnekleri karşımıza çıkarsın.

Gördüğümüz şudur ki taklit edileni seçmede her zaman başarılı olamıyoruz. Cami cemaatinden tanıdığımız birinin yaptığı bir hareketi “vardır bir hikmeti” deyip taklit ediyoruz. O insanın ne derecede ilim, hikmet, irfan sahibi olduğuna bakmadan, yaptığını alıyoruz.

İyi insan olduğunu düşünerek peşine takıldığı kişiler inanç bakımından zayıf olduğu için, onların izinden gidip namazı bırakan, inancı zayıflayan pek çok insan var çevremizde. Hiç kimseye sadece iyi insan olduğu için apandisit ameliyatımızı yaptırmayız, doktorluk hatta cerrahlık eğitimi almış olmasını ister, imkânımız varsa tecrübeli olanını tercih ederiz. Aynen bunun gibi ahiretimize, sonsuz hayatımıza yönelik konularda da desteğe ihtiyacımız olduğunda yeterli bilgi ve tecrübeye sahip kişileri arayıp onlara danışmamız gerekir. Bir kişinin iyi bir asker olması, bizim dini hayatımızı doğru yönlendirebileceği anlamına gelmez. İyi bir cerrah diye ibadetlerimizi onun söylediği şekilde yapamayız. Devleti iyi yönetiyor diye namazımızı ona benzetemeyiz.

Peki, bunun böyle olduğunu bildiğimiz halde neden çevremizdeki yanlış örnekleri model alıyoruz?

Çünkü insan hata yapar ama hata bile olsa yaptığının onaylanması insanda psikolojik bir rahatlamaya sebep olur. Bu nedenle çevresinde aynı hatayı yapan insanlar arar. Bazen yanlış bir işi yapmadan önce, o yanlışı yapmış insanları bulur. Bu onun âleminde yapacağı işi bir nevi onaylatmak gibidir. Oysa hareketlerimizde onay mercii çevremiz olmamalıdır.

İman ve ibadetlerde model bellidir. Kendisi 571 ile 632 yılları arasında yaşamış ve bizim için ne kadar önemli bir model olduğunu “Eğer Allah’ı (c.c.) seviyorsanız bana uyun ki, Allah (c.c.) da sizi sevsin.” mesajı ile hepimize ifade etmiştir.

Çevresinden örnek alan değil çevresine örnek olan bir hayat yaşamak duasıyla.

Muhiddin Yenigün

http://yenigun.name.tr/

Maske

Alarmın sesiyle gözlerini açtı.

Kolunu yan tarafa doğru uzatıp kocasını kontrol etti. Yerinde yoktu. Demek ondan önce kalkmıştı.

Düşündü. Acaba çayı demlemiş miydi?

Hemen maske çantasını açtı, yanına “mutlu” ve “hırçın” maskelerini aldı. Mutfağa gittiğinde çayın hazır olduğunu görünce mutlu maskesini takıp kahvaltı hazırlığına girişti.

Kahvaltıyı hazırlarken bir ara küçük oğlunu uyandırmaya gitti. Odaya girerken “sevecen” maskesini taktı. Çocuğu uyandırıp kreş için hazırlarken, içindeki bezginlik ve şefkat duygularının savaşını çocuktan gizliyordu yüzündeki maske.

Kahvaltıdan sonra hazırlanıp işe gitmek üzere yola çıkarken “boyalı” maskesini taktı. Asansörde komşusuyla karşılaşınca hemen “ilgili” maskesini suratına geçirip sordu.

  • Geçen gün sizin kız biraz öksürüyor gibiydi. Nasıl, iyi oldu mu?

Asansör inene kadar süren ve sokağa çıkana kadar da devam eden bu sohbet vedalaşma faslıyla bittikten sonra tekrar bir önceki maskesine dönmüştü.

İş yerine geldiğinde ilk önce güvenlikçi ile karşılaştı. Konumunun da etkisiyle biraz yukardan bir selam verirken “kibirli” maskesini suratına geçirmişti bile.

İşi gereği akşam oluncaya kadar muhatap olduğu türlü insanlar için türlü türlü maskeler taktı çıkardı suratına.

Kimine tatlı dilli, kimine ciddi, kimine sert, kimine kibar, kimine samimi, kimine de soğuk maskelerini gösterdi.

İşten çıkıp eve dönerken yine yüzünde olan boyalı maskesi, yüzündeki yorgun ve bitkin ifadeyi zorlukla örtebiliyordu.

Her akşam olduğu gibi yine caminin önünden geçecekti. Yılın bu günleri genellikle caminin önünden geçişi hep namaz çıkışına rast gelirdi. Of! Yine kalabalığın arasında kalacaktı.

Tahmin ettiği gibi tam camiye yaklaştığında cemaat akşam namazından dağılıyordu. Önde çocuklar ve gençler, peşinde orta yaş kuşağı, en arkada da amca ve teyzeler camiden dağılıyorlardı.

O kadar yorgundu ki, kimseye dokunmadan o kalabalıktan geçmek istiyordu. Sanki birine dokunsa oracığa yığılıp kalacaktı.

Bir an kendini nehirden karşıya geçmeye çalışan ama ayaklarının ıslanmasını istemeyen bir yolcu gibi hissetti.

Gözünü karartıp kalabalığa daldı. Kalabalığın arasından geçerken çok tuhaf bir şey dikkatini çekmişti. Namazdan çıkanların neredeyse hepsinin yüzünde aynı maske vardı. Çok fazla bilmediği bu maske çok hoşuna gitmişti.

  • Bu maskeden istiyorum.

dedi kendi kendine. “Baksana, kim takmışsa yakışmış.” Ve başladı bu maskeyi aramaya. İnternete girdi, arkadaşlarına sordu, kitapları karıştırdı ama bir türü bu maskeyi bulamadı.

Acaba bu maskeyi camide mi dağıtıyorlardı?

Öyle olmalıydı. Bu konu artık meraktan öte bir takıntı haline gelmişti. Ne yapıp edip öğrenmeliydi.

Günlerin biraz daha uzamasıyla artık iş çıkışında caminin önünden geçişi, cemaatin namazdan çıkışına değil namaza giriş vaktine kadar gelmişti. O gün merakı onu cemaatle birlikte camiye soktu. Arkalarda bir yerlerde oturup izlemeye başladı. Erken geldiği için cemaat yeni yeni camiye giriyordu. Gelenlerin yüzlerine baktı. Pek çoğunda o maske yoktu. Demek içerde dağıtılıyordu bu maskeler.

Ezan ve kametin ardından insanlar imama uyup namaza durdular. O da arkadan onları izliyor ve maskelerin dağıtılmasını bekliyordu.

Acaba bu maskeler için para isterler miydi? İsterlerse ne kadardı? Selam verince mi dağıtacaklardı yoksa çıkışta mı?

Namaz kılanları arkadan izlerken bu düşüncelere dalmış gitmişti. Bu arada da cemaat farzın sonuna geldi. İmamın ardından cemaat selam verince yüzleri gördü ve şaşırıp kaldı. Herkes maskesini takmıştı bile.

İyi ama ne zaman dağıttılar bunları? Acaba ben başka şeyler düşünürken gözümden mi kaçtı?” diye düşündü. Fakat biliyordu ki namaz sırasında başka şeyle ilgilenilmez, maske de değiştirilmez.

Kafasında camiye girerken mi çıkarken mi daha fazla soru olduğunu düşünerek camiden çıktı. Eve gittiğinde de hala düşünmeye devam ediyordu. En sonunda bu işin namazla bir bağlantısı olabileceğine karar verdi. Çocukluğunda ona da nasıl namaz kılınacağı öğretilmişti ama aradan o kadar zaman geçmişti ki…

Oğlunu yatırdıktan sonra internetin başına geçti. Namazla ilgili unuttuklarını hatırlamaya çalıştı. Kısa bir çalışmayla dualar geri gelmişti bile.

Duaları hatırlamıştı ama namazın mahiyetini, neden namaz kılındığını hatırlamamıştı. Çünkü çocukluğunda namazın nasıl kılınacağı ve okunacak sure ve dualar ezberletilmişti ama neden kılındığı ile ilgili bir bilgi verilmemişti.

Kısa bir araştırmayla namazın bir Müslüman için olmazsa olmazlardan olduğunu öğrendi. İnsanın günde beş defa, kendisini yaratan, başta hayat, akıl, iman, sağlık ve rızık gibi sayısız nimetleri veren rabbinin huzuruna çıkıp, şükran ve bağlılığını bizzat ifade etmesiydi namaz.

Abdestini aldı seccadesini serdi. Alıştığı üzere hangi maskeyi takacağına karar vermeye çalıştı.

Bir tanesini aldı taktı ama olmadı. Çünkü Rabbi onun doğru olmadığını biliyordu. Sonra başkası, bir başkası… Sonuç hep aynıydı. Hepsini aynı sebeple çıkardı. Rabbi maskenin altını biliyordu.

Sonunda maskesiz olarak namaza durdu. Namaz boyunca da Rabbini düşündü.

Namazın sonuna gelmişti. Rabbena’ları okuyup selam verince yanında namaz kıldığı dolabın kapısındaki boy aynasında kendisi ile göz göze geldi.

  • Ama bu maske!..

Hayır. O yüzünde gördüğü şey maske değildi.

Ona HUZUR deniyordu.

Muhiddin Yenigün

http://yenigun.name.tr

Kazan

Nasreddin Hoca bir gün bir komşusundan ödünç kazan ister. İşini gördükten sonra kazanın içine bir tencere koyarak komşusuna iade eder.

– Hoca bu ne?

– Gözün aydın komşum, senin kazan doğurdu.

Komşusu şaşırır ama sesini çıkarmaz. Kazanı ve tencereyi alır.

Bir zaman sonra Hoca yine komşusunun kapısındadır ve yine kazanı istemektedir. Geçen seferi hatırlayan komşusu seve seve kazanı verir hocaya. Fakat günler geçmesine rağmen Hoca kazanı geri getirmez. Sabrı taşan komşusu en sonunda soluğu Hoca’nın kapısında alır. Kapıyı açan Nasreddin Hoca ağlamaklıdır.

– Hoş geldin komşum.

– Hiç de hoş gelmedim Hoca. Benden kazan almıştın ama ne kadar zaman geçti, hiç getiresin yok.

– Sorma başımıza geleni komşum. Ben de sana gelip durumu anlatmak istiyordum ama nasıl anlatacağımı bilemiyordum. Senin kazan sizlere ömür.

– Nasıl sizlere ömür, Hoca? Hiç kazan ölür mü?

– A komşum, doğurduğuna inandın da öldüğüne neden inanmıyorsun?

Bu fıkra Nasreddin Hoca’nın en bilinen fıkralarındandır ve birçok sosyal mesajlar içermektedir.

Zaten şimdiye kadar tanıdığımız Nasreddin Hoca insanlara sosyal mesajlar veren komik bir adamdır.

Bu girişten sonra Nasreddin Hoca’yı yazının sonuna doğru tekrar rahatsız etmek kaydıyla biraz rahat bırakalım ve bambaşka bir konuya geçelim.

Allah’ın (C.C.) insanlık tarihi boyunca peygamberler ve kitaplar aracılığıyla gönderdiği emir ve yasaklar arasında en çok önem verdiği hiç şüphesiz tevhid inancıdır. Tekliği, her şeyi kendi yaptığı ve her varlığın vücudu ve varlığı ona bağlı bulunduğu hakkında en küçük bir istisnası yoktur. Kabul etmeyenleri çok şiddetli tehdit eder ve bunu kesinlikle affetmeyeceğini açıkça ifade eder.

Bununla birlikte insanlık tarihi boyunca şeytan ve aveneleri de şirk tohumlarını insanlar arasına saçmışlardır. Çoğu zaman başarılı da olmuşlar pek çok insanın dünyadan imansız ayrılmasına sebep olmuşlardır.

Şirk denince genellikle aklımıza putlar gelir ancak bu günkü konumuz başka bir şirk çeşidi. Bu şirk çeşidi Resûlullah’ın (S.A.V.) görevi başına geçtiği dönemde de çok yaygın olan bir şirk çeşididir. Bu şirk çeşidi, o zaman en yaygın üç inanışın mensuplarında üç farklı şekilde ortaya çıkmaktaydı.

  • Birinci grup olan Yahudiler “Üzeyir Allah’ın (C.C.) oğludur.” diyorlardı.
  • İkinci grup olan Hristiyanlar da “Mesih (A.S.) Allah’ın (C.C.) oğludur.” diyorlardı.
  • Üçüncü en yaygın grup olan putperestler ise “Melekler Allah’ın (C.C.) kızlarıdır.” diyorlardı.

Bunların hepsine Allah (C.C.) İhlâs suresinde cevap veriyor ve onları yalanlıyordu.

Görülüyor ki, tüm din ve inanışlarda Allah’a zürriyet isnat etmek şeytan ve avenesi için vazgeçilmez bir görev olmuş, bu konuda özel çaba sarf etmişlerdir. Peki, acaba şeytan ve avenesi neden bu konuyu bu kadar ciddiye almış, bu kadar önem vermiş olabilir?

Bunun cevabı için yaratılmışlara, yaratılmışlar arasından da canlılara bakmamız gerekir.

Bu âlemde yaratılmış olan her canlının üç ortak özelliği vardır. Doğar, ürer ve ölürler.

Bu üç özelliğin tüm yaratılmışlarda ortak olmasının yanında başka bir ortak yönleri de hiç birinin Allah’a (C.C.) ait bir vasıf olmamasıdır.

Allah’a (C.C.) ölümlü demek şeytan ve avenesinin insanları ikna edemeyeceği bir şeydir. Hiç kimse âlemleri yaratan yaratıcının öleceğini kabul etmez. Aynı şekilde, zamandan bağımsız olacağından âlemlerin Rabbi için bir başlangıç noktasını inananlara kabul ettirmek, şeytan ve avenesi için oldukça zor bir uğraş olacaktır.

Gel gelelim çocuk sahibi olma konusu iyi süslenirse istismarın daha kolay olabileceği bir alandır. Yukarıda saydığımız gruplarda da görüldüğü gibi işe yaradığı da sıkça görülmektedir.

İşte bu şekilde insanların zihnine Allah (C.C.) için çocuk isnadı fikrini yerleştirdiklerinde yaratılmışlara ait bir vasfı yüce yaratıcıya yapıştırmış olacak, onun da yaratılmışlar gibi düşünülmesine yol açmış olacaklardı. Bir kez bunun yolu açılırsa da o yoldan artık istediklerini yapabilecekler, evlendirecekler, savaştıracaklar ve her canlı gibi öldürebileceklerdi. Tıpkı Olympos’takiler gibi…

“Akşehir’de büyük din adamı ve değerli zat “El-Mevla Hazret Şeyh Hoca Nasreddin”‘in kabri vardır.” der Evliya Çelebi. “Büyük din adamı” tarifi bizim alıştığımız sokakta stand-up yapan Nasreddin Hoca tarifine pek uymasa da ismin sonundaki “Hoca” sıfatı Evliya Çelebi’yi doğrulamaktadır.

Şimdi kazan meselesini tekrar bir düşünelim. Belki de Nasreddin Hoca böyle bir hadiseyi hiç yaşamamış, öğrencilerine yukarıdaki konuyu anlattığı bir derste konuyu pekiştirmek için anlatmıştır kazan hikâyesini…

Belki de faiz konusunun sonunda…

Belki “göle maya çalma” hikâyesini tebliğ konusunun sonunda anlatmıştır.

Parayı veren düdüğü çalar” hikâyesini cenneti anlatırken.

Kim bilir?..

Muhiddin Yenigun

Kaynak: http://yenigun.name.tr/kazan/

Kulaktan kulağa

Genç kız okula gitmek için evden çıktı. Sınav haftası olduğundan uykusuzluğu gözlerinden okunuyordu. O gün de çok önemli bir sınavı vardı.

Otobüs durağına geldiğinde kendisi ile aynı bölümde okuyan bir arkadaşı ile karşılaştı. O da aynı sınava girecekti.

  • Günaydın! Çalıştın mı?

Arkadaşı kafasıyla selâmını alıp gülümsedi fakat konuşmadı. Buna rağmen ağzı hareket ediyor, sanki sessizce bir şeyler söylüyordu. Biraz sonra arkadaşının elindeki dijital tesbihi fark etti. Sessizce arkadaşının zikrinin bitmesini bekledi. Fakat sessizlik sadece dışındaydı. İçinde ise fırtınalar kopuyordu.

  • Şuna bak! Bir karış etek giymiş; kafa, kollar açık elinde de tesbih. Oh valla be! Canının istediği gibi her bir haltı işle, sonra sınava giderken çık-çık-çık tesbih. Oldu canım! Başka bir arzun?..

Bu durum okula gidene kadar devam etti. Hiç konuşamadan sınava gittiler.

Akşam eve döndüğünde gördüklerini ailesiyle paylaştı. Onların da kendisi gibi düşüneceğinden emindi. Zîrâ manzara açıktı.

Babası da kızıyla aynı fikirdeydi. Böyle saçmalık olmazdı.

Ertesi gün babası iş yerinde dini bilgisi kendinden daha fazla olan birine anlattı mevzuyu. Tepkisini dile getirdi.

  • Benim kızın arkadaşıymış. Üstünde diz üstü etek, kısa kollu kıyafet, elinde tesbih… Sınav zamanı ya! Sıkıya gelince hatırlıyorlar Allah’ı. Kabul olur mu o dualar? Peh!

Arkadaşı başını öne eğip biraz düşündü. Sonra kafasını kaldırıp:

  • Kabul olup olmayacağını biz bilemeyiz. O iş, kendisiyle yaratıcısı arasındaki bir meseledir. Rabbi ona hayat vermiş, her an rızık vermeye devam ediyor. Eğer fiili duasını da iyi yaptıysa sınavda başarı vermemesi için bir sebep yok. Onun rahmeti sonsuzdur. Yargılayan da yarlıgayan da odur. Sadece bizim affa lâyık gördüklerimizi affedecek de değildir elbette. Bizim bu şekilde, onun yerine hüküm vermeye kalkmamız da son derece yanlış olur. Bununla birlikte şu söylenebilir. İnsan muhatabına göre tavır takınır. İlkokuldan beri samimi olduğu arkadaşıyla başka konuşur, amiriyle başka konuşur, çocuğuyla başka konuşur. Bunun gibi kendisini ve tüm âlemi yaratan Rabbi ile irtibata geçecekse (ki Rabbi her zaman zaten onunla irtibatlıdır.), ondan hususi bir isteği olacaksa, bir sıkıntısını arz edecekse, iç ve dış âleminde ona uygun bir hal sergilemek edebe daha uygundur.

Kızın babası arkadaşını dinledikten sonra düşünceye daldı. Demek insanları bir görüşle yargılamamak lâzımdı. Bununla birlikte o kızın tavrı da doğru değildi.

Akşam eve geldiğinde arkadaşından duyduklarını, sonradan kendi düşündükleriyle de harmanlayıp kızına konuyu açtı.

  • Aslında bizim, arkadaşının duasının kabul olmayacağını söylememiz pek de doğru bir davranış olmaz. Neticede Allah’la kul arasına girilmez. Lâkin o kılıkla sokakta tesbih çekmek de edepsizlik bir yerde. Her şeyin bir yeri var.

Kız ertesi gün okul yolunda yine arkadaşı ile birlikteydi. Babasının söylediklerini, öncesinde ve sonrasında kendi düşündüklerini kafasında birleştirmiş, ölçmüş, tartmış bir neticeye varmıştı.

  • Geçen gün okula giderken tesbih çekiyordun herhalde. Allah kabul etsin… De! Eder inşallah. Bütün sene Allah’ı aklına getirmeyip de, böyle yumurta kapıya gelince baldır bacak, kol kafa açık ondan yardım istemek biraz edepsizlik olmuyor mu?

    Haklısın arkadaşım, hem de büyük edepsizlik oluyor. Gel gör ki bu benim tercihim değil. Ailem başka türlü bir hayat tarzına çok sert tepki gösteriyor. Biraz kapalı kıyafetler alsam parçalayıp atıyorlar. Çevremizde inanan insanların artıyor olmasından son derece rahatsızlar ve onlara bir tepki olarak bu şekilde davranmamız gerektiğini düşünüyorlar. Ben ise Allah’a inanıyorum. Onların göremeyeceği her fırsatta namazımı kılmaya gayret ediyorum. Biliyorum ki Rabbimin her şeye gücü yeter. Duydum ki, bazı şeyleri Rabbimizden isterken bazı zikirleri belli sayıda yapmak faydalıymış. Seninle karşılaştığımızda ben de anneme ve babama hidayet vermesi için Rabbime dua ediyor ve o zikrin sayısını tamamlamaya çalışıyordum. Anlayacağın, o tesbih sınav için değildi ve evde yapmama imkân yoktu.

Arkadaşı önüne baktı. Hayat boyu unutamayacağı bir ders almıştı.

Akşam eve gelince bunu babasına da anlatmak istedi.

Sonra düşündü ve vazgeçti…

Muhiddin Yenigün

http://yenigun.name.tr/