Etiket arşivi: Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Kanuni Sultân Süleyman’ın, Oğlu Şehzâde Mustafa’yı Öldürttü Mü?

Kanuni Sultân Süleyman’ın, oğlu Şehzâde Mustafa’yı, Hürrem Sultân’ın tahrikiyle haksız olarak öldürdüğü ve bunun Osmanlı Devleti’nin tarihinde kötü bir dönüm noktası olduğu söylenmektedir. Bu meseleyi özetler misiniz?

Kader hükmünü icrâ edince, insanların basar ve basireti bağlanıyor” kaidesi burada da geçerlidir. Meseleyi hemen hükme bağlamak doğru değildir. Ancak bu olayın tasvip edilecek bir yönü de yoktur. Osmanlı tarihçilerinin beyanına göre, Şehzâde Mustafa hayatta iken onunla beraber hayatta olan üç şehzâde daha vardır: Şehzâde Bâyezid, Şehzâde Cihângir ve Şehzâde Selim. Sadrazam Rüstem Paşa ve Hürrem Sultân’ın ve hatta bazı tarihçilere göre Kanuni’nin meyli Şehzâde Bâyezid’e; Padişah, askerler, âlimler ve meşâyıhın meyli Şehzâde Mustafa’ya; harem halkının meyli ise babasıyla Saray’da beraber oturan ve sancağa çıkmayan Şehzâde Cihangir’e idi. Şehzâde Selim hiç kimsenin aklından bile geçmiyordu. Zira kendi sancağında, çevresine toplanan musâhiplerle eğlenceli bir hayat yaşıyordu. Taht işleri gündeme gelince de, “Bakalım Mevlâ neyler?” diye lakayt kalıyordu.

Ancak Kanuni’nin hanımı Hürrem Haseki’nin Şehzâde Bâyezid, Şehzâde Selim ve Şehzâde Cihangir’in annesi olması; Şehzâde Mustafa’nın ise Mah-i Devrân Haseki’nin oğlu olması fitneyi ateşlemeye yeterli bir sebepti. Hürrem Haseki’nin ve Kanuni’nin biricik kızı Mihrimah Sultân ile evlenen ve 1544 yılında Sadrazamlık makamına gelen Rüstem Paşa, fitne ateşini körüklemeye başladı. Asıl arzusu Şehzâde Bâyezid’in tahta çıkmasıydı. Bunun için Şehzâde Mustafa’nın tasfiyesi gerekiyordu. Bu gayeye ulaşmak üzere Damad, Kayınvalide ve kız bir plan hazırladılar. Osmanlı Devleti’ni en çok ürküten politik bir mevzu olan Anadolu’nun Şî’alaşmasını vesile ettiler.

Kanuni Sadrazam Rüstem Paşa’nın komutasında İran Seferine çıkmak üzere bir ordu çıkarmıştı. Bu olaydan sonrasını Solak-zâde’den özetleyelim:

“Şaşılacak iştir ki, askerin dilinde hiç hoş olmayan sözler dolaşıyordu. Bazı gayr-ı makul sözler ile çadırlar dolup gizli ve âşikâr söyleniyordu ki, ‘Padişah gâyet kocaldı, yaşlılık vücudunu yıprattı. Bu günden sonra sefere çıkamaz. Onun için yerine Rüstem Paşa’yı Anadolu’ya serdar tayin etti. İnsaf o ki, Şehzâde Mustafa yerlerine tahta geçmek istiyormuş; ancak Rüstem Paşa engel imiş’. Bu tür dedikodular tevâtür derecesine geldi. ‘Söz yalan olmaz; yanlış olur’ dedikleri gibi, aslında Şehzâde Mustafa yaşı kırkı geçmiş, ilim ve kahramanlık itibariyle şehzâdeler arasından biricik idi. Ayrıca asker ve halk onu seviyor ve istiyordu. Maalesef bazı ahmaklar iyi niyetle ve bazıları ise kötü niyetle Şehzâde Mustafa’ya bu sözleri ulaştırdılar ve onu isyan edecek merhaleye getirmeye çalıştılar”.

İşte bu dedikodular üzerine, fesad şebekeleri, Şehzâde Mustafa’nın İran Şah’ı Tahmasb ile gizlice ittifak yaptığına ve onun damadı olup babasını devireceğine Kanuni’yi ikna ettiler. Her ne kadar Kanuni, kendisine ilk olarak bu mevzu açıldığında, “Hâşâ Mustafa Hânım bu küstahlığa cür’et ede. Bazı müfsidler kendi arzularını mülk ve saltanat ona kalmasun deyü iftira ederler” diye sert cevap vermesine rağmen, sahte mektuplar ve benzeri desiselerle onun isyan edeceğine ve hıyanet ettiğine inandı. Hatta 3. İran Seferi için yaptığı hazırlığa, Şehzâde Mustafa’nın Konya Ereğlisi yakınlarında 30.000 kişilik bir orduyla katılmasını, ona isyan için geliyor zannetti. Rüstem Paşa’nın tahrikleri kötü amacına ulaşmış ve maalesef Şeyhülislâm Ebüssuud Efendi’den de devlete isyan ettiğinden dolayı idam fetvâsı kamufleli bir şekilde alınmıştı. Bu fetvâ bile usulüne uygun alınmamıştır. Böylece araya giren müfsidlerin tahriki ile, Osmanlı tarihinin en acı ve haksız bir idamı gerçekleştirilmiş ve 960/1553 yılının Şevval ayında Sultân Mustafa babası ile görüşmek üzere geldiği çadırda boğdurulmuştur. Katli, devlete isyan suçundan dolayıdır; ancak deliller yanlış ve şahitler yalancıdır.

Şehzâde Mustafa’nın idam edilmesi, her ne kadar kanununa uydurulmuş ve sahte delillerle insanlar kandırılmış dahi olsa, memleket içinde büyük sıkıntılar meydana getirmiştir. Hadiseye üzülen Şehzâde Cihangir, aynı yıl üzüntüsünden vefat etmiştir. Asker çok ciddi manada rahatsız olmuş ve ısrarla Sadrazam Rüstem Paşa’nın azli istenmiş ve mecburen azledilmiştir. En acısı da İran Seferinden vazgeçilmiştir; zira askerin önemli bir kısmı karşı tarafa meyletmeye başlamıştır. Halk arasında Şehzâde Mustafa destanlaşmış ve adına çok önemli mersiyeler yazılmıştır. Hatta Düzmece Mustafa adıyla ortaya çıkan birisi, binlerce insanı çevresine onun adıyla toplayabilmiştir.

Bu sefer de Lala Mustafa Paşa, bazı şahsî menfaatleri yüzünden iki öz kardeşin arasını açmaya başlamış ve Şehzâde Bâyezid ile Şehzâde Selim’in aralarına buz dağlarını sokmaya çalışmıştır. 1558 yılında Şehzâde Bâyezid Kütahya’dan Amasya’ya ve Şehzâde Selim ise Manisa’dan Konya’ya sancakbeyi olarak tayin edilmişlerdir. Maalesef Şehzâde Bâyezid, bazı tahriklere aldanarak gelen bu fermanı dinlememiştir. Padişah’ın emriyle üzerine gelen orduya Konya’da mağlup düşen Bâyezid, İran’ın başşehri Kazvin’e sığınmış ve âsi hale gelmiştir. Sonunda Şah, bazı dedikoduların da etkisiyle âsi oğlunu babası Kanuni’ye teslim edince, 4 oğlu ile birlikte Şehzâde Bâyezid 1562 yılında idam edilmişlerdir. İdam fetvâsını veren ise, Şeyhülislâm Ebüssuud Efendi’dir ve bu fetvâda bir aykırılık bulunmamaktadır. Yani Şehzâde Bâyezid’in katli tamamen devlete isyan suçundan dolayıdır ve bağy suçunun cezasıdır.

Şehzâde Bâyezid ile babasının karşılıklı olarak birbirine yazdıkları şu şiir, meselenin künhünü anlatması açısından çok manidardır. Sadece birer dörtlüklerini alıyoruz:

Şehzâde Bâyezid (Şâhî):

Ey serâser âleme Sultân Süleyman’ım baba

Tende cânım cânımın içinde cânım baba

Bâyezid’ine kıyar mısın benim cânım baba

Bî günahım Hak bilir devletlü Sultânım baba.

Kanuni (Muhibbî):

Ey demâdem mazhar-ı tuğyân-ı isyânım oğul

Takmayayım boynuna herkiz tavk-ı fermanım oğul

Ben kıyar mıydım sana ey Bâyezid Hânım oğul

Bî günahım deme bârî tevbe kıl cânım oğul[1].

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

Bediüzzaman’ın Evlad-ı Resul Olduğunu Tasdik Ettikleri Şecere

1. Bilindiği gibi, BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ isimli eserimizin I. Cildinde Bediüzzaman’ın baba tarafından Hz. Hasan’ın neslinden Şerif ve anne tarafından Seyyid olduğunu belgelerle açıklamış ve gelen itirazlara cevaplar vermiştik.

2. Bügün de bu dediklerimizin tasdik mahiyetinde, Medine-i Münevvere’deki Tahkik’ül-Ensab kurumu, Irak’daki Sadat ve Eşraf Yüksek Meclisi, Ürdün’deki Sadat ve Eşraf Yüksek Meclisi ve bütün dünyadaki seyyid ve şerifleri bünyesinde barındıran Rabıtatu Alil-Beyt kurumu tarafından hazırlanan Neseb Şahadeti belgesiniz sizlerle paylaşıyoruz.

3. Ancak başta Hasani şeceresi olduğu açıklandığı halde, silsile sonunda Hz. Hasan yerine Hz. Hüseyin’in adının yazılması bir imla hatasıdır. Dikkatlerinize sunulur. Aslı bizdedir.

Hürmetlerimle

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

secere

Risale-i Nur’un Tahrif Edildiği İftirasına Cevaplar 3

Bediüzzaman Kendi Eserlerinde Bazı Tasarruf ve Tashihlerde Bulunmuş mudur? Bulunmuş ise Sebepleri Nelerdir?

Evvela, benzeri tasarruf ve tashih meselesi bütün müellif ve musanniflerde görülmüş ve görülmektedir ve bu yüzden birçok kitaplarda nüsha farkları düşülmüştür. Hatta en mutemet ve Kur’an’dan sonra en kudsi kitaplarda bile musannif veya müellifin sonradan yaptığı bazı tasarruf ve tashihlerinden dolayı nüsha farkları vücuda gelmiş ve bunlara sonradan işaretler konulmuştur. İmam-ı Şafi’i Hazretlerinin “Kavl-i Kadim=Kavl-i Cedid” yahut “Mezheb-i Kadim=Mezheb-i Cedid” diye eserlerinde büyük tasarruflar uyguladığı fıkıh alimleri nezdinde meşhur ve malumdur.

İşte, Bediüzzaman da, kendi te’lifi olan eserlerinde, hususiyle eski eserlerinin bazılarında bir takım tasarruf ve tashihleri vaki’ olmuştur. Ve bu durum kat’idir, şüphesizdir. Lakin buna rağmen, Bediüzzaman’ın mübarek eli ve kalemi ile yapılmış mezkur tasarrufların varlığı ortada iken, bazı insanları menfi yönden şüpheye sevk eden ve dedikodu içerisinde bırakan sebepler bizce üç noktadır.

Birincisi: Kendisinin bizzat gözüyle görmediği bir şeyi -ne olursa olsun, kimden gelirse gelsin- kabul etmeme ve hatta inkar etme cesaretini göstermedir. O ise, hakikatte vaki’ olan müsbet bir işi, bir mes’eleyi, menfice inkar etmek için, bütün dünyanın her tarafını, her mekanı ve herkesi delik delik arayıp keşfettikten sonra, görülmezse “yoktur” diyebilir. Müsbet şey ise, yani varlığı isbat ise, sadece o şeyin bir tekini, ya da o meselenin bir köşesini ibraz edip göstermekle, varlığı ispat edildiği için, davasını kolaylıkla ispat edebilir.

İşte bu esaslı kaide-i Şer’iye, bu tür mes’elelerde daima kıstas ve ölçüdür ve öyle de olmalıdır. Ve bu kaide ve kıstas son derece keskindir, yanıltmaz. Şu mukaddememizin Bediüzzaman’ın bizzat kendi mübarek elleriyle değiştirdiği mühim bazı şeylerin klişelerini derc etmişizdir ki, şimdi halen bazı şahısların dil ve hareketleriyle bu mevzuda menfi yönden yapılan yaygaralar ile bir çeşit vesvese ve şüpheler üreten bir ifsat mekanizmasının hüviyetini nasıl gösterdiklerini ispatlı şekilde ibraz etmektedirler.

Bir de, Şer’an ve dinen iki şahid-i adilin müşahedeye dayanan ifade ve şahitlikleridir. Yani: İki şahit deseler ki: “Biz, evet gördük ki; Hazret-i Üstad şunları şöyle yaptı.” İşte iki şahidin birleşerek ve müşahedeye dayandırarak verdikleri bu ifade ve hüküm, hiç bir vesvese, zan ve şüphe ile zedelenemez. Üstelik o şahitler Bediüzzaman gibi en keskin ve manevi radarlara malik bir maneviyat sultanının senelerce itimat edip, has hizmetinde bıraktığı ve manevi evlat kabul ettiği kimseler olsa!..

Evet, şu iki müsbet şer’i kaidelerden birisi, yapılmış bir şeyin vücudunu ispat eden en şeksiz vesikadır. İkincisi de, İki adil şahidin ifade ve beyanları meydanda olduktan sonra, bütün dünya menfi yönden itiraz da etse, hakikatte ve şeriatça onun hiçbir değerinin olmadığını ispat eden kat’i hükümdür.

Ama bütün bu şeksiz vesika ve kat’i hükümlere rağmen intikam duygusunu, düşmanlık, öfke ve tarafgirlik kinini tatmin etmek yönünde Şia mesleğini tercih edip de, bu mesleğin saliklerinin Kur’an’a ve sahabe-i Resulullah’a (A.S.M) dil uzattıkları gibi, şu her şeye itiraz eden ve bahanelerle şüpheler üreten mu’terizler yollarında devam ederlerse, hidayet ancak Allah’tandır, der ona bırakırız.

İkinci Nokta: Risale-i Nurun iman ve Kur’an hakikatlarını fevkalade izah eden mesleğini bilmeyen ve Bediüzzaman’ın manevi şahsiyetini tam idrak edemeyen bazı kimseler, basit zihinlerine göre hariçte, orada burada bazı malumat ve mes’eleleri toplar, getirir ve kendi zihninin bulanık ayinesinden bakarak, onları en doğru ve hakikatli şeyler olarak telakki eder, sonra da gelir; Risale-i Nurun o meseledeki kafacığına uymayan hükmünü yanlış görür ve kendi kendine karar vererek der: “Risale-i Nur’un burası tahriflidir.. Çünkü benim bulduğuma uymuyor.” der. Evet, ben şahsen böylesi biçare insanlara çok rastlamışımdır.

Bu meseleye bir misal olarak, Bediüzzaman’ın “İki mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi” eseri ilk matbu’ nüshasında “Biz ki Kürdüz, aldanırız. Fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz.” cümlesi sonradan Bediüzzaman tarafından şöyle bir tasarrufla tashih edilmiştir: “Biz ki hakiki Müslümanız ilaahir…” İşte bazı insanlar buna itiraz ediyor ve Üstadın tashihi değildir diyor. Çünki, hadis var: “Bir mü’min iki defa parmağını aynı deliğe sokmaz” hükmüne aykırı düşmektedir. Bu hadisin hükmüne göre, bir müslüman iki defa aldanmaz. Öyle ise bu tasarruf Üstadın olamaz diye hüküm basıyor.

Bunlar düşünemiyorlar ki; Kürd aldanırsa, -onun bu görüşüne göre- Müslüman sayılmaması lazım gelir. Çünkü asıl matbu’ nüshada “Biz ki Kürdüz, aldanırız. Fakat aldatmayız.” dır. Sonraki tasarruf görmüş nüshada ise, “Biz ki hakiki Müslümanız…” ifadesiyledir. Manası da, “Biz Kürdler ki hakiki müslümanız” olur. Başka bir ma’na değildir. Ortada meselenin bir kamuflaj durumu vardır.

İşte, tahrif teranesini kendilerine meslek edinenler iyi bilsinler ki; yaptıkları iş, masum Müslüman evlatlarının kalblerini Risale-i Nur’a karşı teşviş edip bulandırmaktan başka bir-şey değildir. Hatta belki o körpe ve masum dimağların Nur’a müştak duygularını haktan çevirmektir. Bunlar eğer Şia’nın müfteri kısmının mesleğini şiar edinmemiş iseler; Risale-i Nur’un ailesi içerisinde bu mesele samimice ve hususi olarak ele alınır, hakperestlik ve kavaid-i şeriata iltizamkarlık duyguları içerisinde tartışılır ve halledilir.. Ki zaten ortada halledilecek bir mes’ele de yoktur.

Abdülkadir Badıllı, bu meseleyi “Risale-i Nur’un Te’lif ve Neşir Tarihçesi” eserimizde ve “Mufassal Tarihçe-i Hayat” kitabımızın son cildinin ahirinde ele almış ve tahlil ederek mahiyetini ortaya koymuştur. İsteyenler bu eserlere bakabilir. Zaten biz de onun tesbitlerini hülasa eyledik.

Üçüncü Nokta: Bediüzzaman tarafından bazı risalelerde yapılmış olan tasarruf ve tashihlerin yapılması, mahiyeti ve onun bu husustaki izni hakkında bir nebze izahat vermek gerekmektedir. Bediüzzaman’ın gerek eski eserlerinde, gerekse yeni eserlerinde bazı tasarruf ve tashihleri kat’iyyen vaki olmuştur. Bu tasarrufların en çoğu da eski eserlerinden olan “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi” eseri üzerinde görülmektedir. Zaten bu esere, onu ilk neşreden muharrir ve gazetecilerin kelimeleri çokça karıştığı meselesi de vardır. Mesela, Arapça El-Hutbet-üş Şamiye’nin bir zeyli olan “Teşhis-ül İllet” adlı eserin son kısmında, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi kitabından bahsederken, dipnotta: “Maalesef heyecan o eseri teşviş ettiği gibi, matbaacı da onu tahrif etmiştir” demektedir. Yine eski eserlerinden birisinin arka kapağında eserlerinin isim listesi verilirken, bu kitap için “Gazetecilerin sözleri karışmasıyla bir derece müşevveş kalmıştır” demektedir.

Bu hale göre, İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi eserine, o zamanlar onu neşreden muharrirlerin edibane bazı tasvirleri karışmıştır diyebiliriz. Bundan dolayı olsa gerektir ki, Bediüzzaman, 1950′lerden sonra, onu yeniden neşrettirmeye başladığında, ayrı ayrı zamanlarda bir kaç defa tashih ve tasarruflardan geçirdi. Tasarruf görmüş nüshaların tamamı biz-de mahfuzdur. Eğer bir eserin orijinal nüshaları elde mevcut ise, asla tahriften bahsedilemeyeceğini ehli olan anlar.

Dördüncü Nokta: Bediüzzaman’ın müellif olarak kendi eserleri üzerinde yaptığı tasarruf ve tashihlerinin mahiyeti ise, umumileştirme, küllileştirme ve benzeri olan durumların hikmetleri şeklinde özetlenebilir. Bunun yanında o eserlerin ilk asıllarında orijinal hali elimizde bulunmaktadır ki, bu eski ve yeni nüshalar arasında, gerçek manada, -evham, vesvese ve su-i zanlar müdahale etmemek şartıyla- fazla bir fark ve ayrılık yoktur.

Küllileştirme veya umumileştirme dışında, bir de o eski eserlerin yönlerini Risale-i Nur mesleğine çevirme ve ona tabi’ kılma hususu unutulmamalıdır. Zira Eski Said ile Yeni Said arasında küçük de olsa bazı farklılıkların olduğu aşikardır. Bu hususa Bediüzzaman bazı mektuplarında işaret buyurmuşlardır. Yani, Bediüzzaman’ın Eski Said tabir ettiği kendi gençliği yıllarında gerçekleştirilmesine çalıştığı sosyal ve milli mes’eleleri, Yeni Said döneminde başlayıp açtığı iman ve Kur’an hizmeti mesleği, umum Alem-i İslamın müşterek malı olan iman esaslarını ispat etme ve yayma; uhuvvet-i İslamiye ve Ittihad-ı İslamı hedef alan mes’eleleri perçinleştirme gibi büyük ve geniş ve birinci derecede gelen mes’eleleri engelsiz yürütmesi bakımından, eski hizmetleri üçüncü ve dördüncü plana bırakması durumudur. Bu çok önemli bir noktadır.

Hakaik-i imaniye, her şeyden evvel bu zamanda en birinci maksad olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve Risale-i Nur’la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medar-ı merak ve maksud-u bizzat olmak lazım iken; şimdiki hal-i alem hayat-ı dünyeviyeyi hususan hayat-ı içtimaiyeyi ve bilhassa hayat-ı siyasiyeyi ve bilhassa medeniyetin sefahat ve dalaletine ceza olarak gelen gazab-ı İlahinin bir cilvesi olan harb-i umuminin tarafgirane, damarları ve a’sabları tehyiç edip batın-ı kalbe kadar, hatta hakaik-i imaniyenin elmasları derecesine o zararlı, fani arzuları yerleştirecek derecesinde bu meş’um asır öyle şırınga etmiş ve ediyor ve öyle aşılamış ve aşılıyor ki; Risale-i Nur dairesi haricinde bulunan ulemalar, belki de veliler; o siyasi ve içtimai hayatın rabıtaları sebebiyle, hakaik-i imaniyenin hükmünü ikinci, üçüncü derecede bırakıp, o cereyanların hükmüne tabi’ olarak hemfikri olan münafıkları sever, kendine muhalif olan ehl-i hakikatı belki ehl-i velayeti tenkid ve adavet eder, hatta hissiyat-ı diniyeyi o cereyanlara tabi’ yaparlar.

İşte bu asrın bu acib tehlikesine karşı, Risale-i Nur’un hizmet ve meşgalesi, şimdiki siyaseti ve cereyanlarını o derece nazarımdan iskat etmiş ki; bu harb-i umumiyi bu dört ayda merak etmedim, sormadım.

Bediüzzaman’ın konuyla alakalı talimatı aynen şöyledir: Hususan eski Divan-ı Harb-i Örfideki müdafaatım, Risale-i Nur mesleğine uymayan bazı cümleleri tayyedilsin.

Beşinci Nokta: Bediüzzaman’ın gerek eski eserlerinin, gerekse Risale-i Nur olan yeni eserlerinin bazı yerlerinin tayy, ıslah ve tashih etme yetkisini talebelerine çokça verdiği hususudur ki, Risale-i Nur’da ve özellikle lahika mektuplarında bu izin numunelerinin mevcudiyeti, bu eserlere aşina olan kimselerin malumudur. Lakin burada çok mühim ve kritik bir nokta vardır ki; herhangi bir maslahat, icab veya zaruret karşısında Nur talebelerinden yüksek seviyeli ve aşina sınıfının bazı tasarrufları olmuşsa da, bunların hepsini mutlaka Bediüzzaman görmüş ve bakmış, ya tasdik veya tashih ederek neşrettirmiş olduğu yerlerdir. Bunların haricinde yoktur ve olamaz.

Demek ki, Bediüzzaman’ın o gibi izinleri -yukarıda geçen bir mektubundan verilen pasajının numunesinde görüldüğü gibi- onun hayatta olduğu zamana ve mutlaka nazarından geçtiği şeylere aittir.

Ama Bediüzzaman’ın vefatından sonra – ki Nurlar tamamen kemalini bulmuş, tashih ve tasarruf meselesi bütünüyle sona ermiştir. herhangi bir kimse; bilmem edebiyat adına Nurların bir tek cümlesini, hatta bir noktasını tashih veya ıslah gayesiyle tebdil edemez. Zira ki Bediüzzaman hayatta değildir ki görsün, kontrol etsin, tashih veya tasvip etsin.

Bediüzzaman’ın kendi sağlığında, bazı durumlarda bir kısım eski eserleri için talebelerine verdiği tasarruf iznini sarihan gösteren birçok mektuplarından sadece birini takdim edelim: Fakat on iki adet parçalarda, (Tarihçe-i Hayat için hazırlanan Nur’un parçaları) onlar münasip görmedikleri cümleleri kaldırmasına onlara izin veriyorum ve ıslahı da onlara havale ediyorum.

Netice

1- Bediüzzaman kendi eserleri üstünde istediği kadar tasarruf ve tashih etme selahiyetine şer’an ve aklen ve örfen sahip olduğu için, özellikle eski eserlerinin bir kısmının bazı yerlerini tasarrufla tashih etmiş olduğunda asla şüphe bulunmamaktadır.

2- Bu cilde ek olarak vereceğimiz üç temel eserin aslını mütalaa edenler anlayacaklardır, tahrif iddiaları tamamen asılsız, siyasi yahut ırkçılık virüsüyle ortaya atılan iddialardır. Bediüzzamanın kendi kalemiyle olan tasarruf ve tashihlerini gösteren bu orijinal nüshalar ortaya koymaktadır ki, ilk asıllarıyla farklılıkları göze çarpan diğer nüshaların tamamın müellifi tarafından tashih görmüş olduklarını gösterir. Ya da hiç olmazsa, hayatında onun emri ve izni dahilinde bazı yerlerde ufak tefek tadilat yapan talebelerinin yaptıklarını görmüş olan Bediüzzaman’ın tasdikini ifade eder.

Zira o gibi yerler, Bediüzzaman’ın sağlığından beri neşredilip gelen yerlerdir. Bediüzzaman’ın bu tashih ve tasarruflarının zahir ve ayan beyan numunelerini gösterdikten sonra, müsbet meseledeki şer’i ispat hakikati ortaya konmuş oluyor. Ama menfiliğini ispat için -az üstte arz olunduğu veçhiyle bütün dünyayı ve bütün herkesin kütüphanelerini arayıp taradıktan sonra, görülmediği zaman belki diyebilir ki: “bu yoktur”. Aksi takdirde iddiaları hezeyanvari şeylerle bir boşboğazlıkta kalmayıp, fesat ve ifsat hududuna dahil olmuş olur.

3- Bediüzzaman’ın kendi elleriyle üstünde bazı tashih ve tasarruflar icra ettiği aynı eserlerinin ilk asıllarını tamamen yok etmeye, yok saymaya veya ortadan kaldırmaya dair herhangi bir hareketi, emri, işareti ve ifadesi mevcut değildir. Öyle ise, bizim de o eski asılları yok etmeye veya yok saymaya haddimiz ve hakkımız değildir. Her iki tarzını da -eğer Bediüzzaman’a sadık talebe isek- kabul etmeye mecbur ve mükellefiz.

4- Bediüzzaman kendi eski eserlerinden bazılarını alıp tashih ederek ve Risale-i Nurlarla birleştirerek, beraber neşrettiği halde, bir kısmına da hiç dokunmadan ilk asılları ile bırakmıştır. Mesela: Türkçe olan “Lemaat, Münazarat, İki Mekteb-i Musibet ve Muhakemat”ı ve bunlarla beraber eski olan bazı nutuk ve makalelerini ele alıp, gözden geçirip neşrettirdiği halde, “Tuluat, Rumuz, İşarat ve Şuaat” gibi diğer eserlerine ve bunlarla birlikte bir kaç nutuk ve makalesine dokunmadan öyle bırakmış, neşrettirmemiştir. Ama Arapça eserlerinden El-Mesneviy-ül-Arabi Mecmuasına dahil ettiği parçaları -bir iki zeyl müstesna- ve fakat hepsini önemle ele almış, okumuş ve bazı tashihlerden geçirdikten sonra, Türkçe olan “Nokta” risalesinin baş kısmıyla birlikte neşrettirmiştir.

Aynı şekilde, eski eserlerinden Arapça “El-Hutbet-üş Şamiye”yi fazla ehemmiyetine binaen, önemle ele almış ve bizzat Hazret-i Müellif kendisi onu Türkçe ’ye tercüme etmiş ve neşrettirmiştir. Bir müddet sonra da, kendisinin Türkçe ‘ye çevirmiş olduğu Hutbe-i Şamiye’sini küçük kardeşi molla Abdülmecid’e tekrar Arapça ’ya çevirttirmiştir. İşarat-ül İ’caz eserini zaten hem Arabi aslını hem de Molla Abdülmecid’e tercüme ettirdiği Türkçe’sini ve ayrıca Mesnevi-i Nuriye’yi ve onun Türkçe tercümesini neşrettirmişlerdir.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Risale Ajans

Risale-i Nur’un Tahrif Edildiği İftirasına Cevaplar 2

Nüsha Farkları; Risale-i Nur’un Tashihine Ait İzin ve Ruhsat Belgeleri

Nüsha farkı, Kur’an müstesna olarak hemen hemen her kitabda mevcuddur. Hatta Kur’an’ın lafız ve kelimeler cihetinde nüsha farkı yoksa da, kıraat tarzında çeşitli telaffuz şekli vardır. Hem, Ehl-i Sünnet Ve-l Cemaatın yanında Kur’an’dan sonra en makbul ve muteber sayılan Buhari-i Şerif’de dahi bazı nüsha farkları bulunmaktadır. Buhari’nin İstanbul baskılı Osmanlı nüshasının kenarında bu nüsha farklarına işaretler konulmuştur. Bu böyle olunca, elbette Risale-i Nurlarda da nüsha farkları olacaktır. Bu farklar sadece kelimelerde değil, cümlelerde hatta satırlarda da olması gayet tabiidir. Sair kitablardaki de öyledir.

Evet, Risale-i Nur kitablarının nüsha farkları vardır, fakat aynı manada ve aynı teradüfte ayrı ayrı kelimelerden ibarettir. Çünki, Müellif-i Muhterem uzun zaman tashih vazifesinde yüzlerce, binlerce risaleyi tashih ederek bu kelimeleri ilave etmiştir.

Böylece Üstaddan musahhah elyazma me’haz eserlerde de bazı nüsha farkları bulunmaktadır. Bu me’haz eserler, naşirlerce muhafaza edilmektedir.

İşte şimdi biz bu gerçeğin delil ve belgelerini arzetmeye çalışacağız. Daha sonra da nüsha farklarının keyfiyeti hakkında ve nasıl ve nerelerde vaki’ olduğunun şekli üzerinde isbatlı bir araştırma yapacağız. Bu izin ve ruhsatlar, Risale-i Nur’un te’lifi ve neşriyatıyla beraber uzun müddet devam etmiştir. Bütün bunları sıralayacak değiliz. Birkaç örnek vermekle iktifa edeceğiz.

Hem bu izinler, rastgele herkese verilmiş değildir. Belki merhum Hulusi Bey gibi, Hüsrev Altunbaşak gibi bazı zatlara ve ayrıca Medreset’üz-Zehra erkanlarının müşterek meşveretlerine verilmiştir. Bunun yanında, Hz. Üstad’ın hayatının son senelerinde o izinleri kaldırdığına dair bazı davranışlarının emareleri ve bazı ifadelerinin varid olduğunu da tekrar hatırlatırız.

Bundan evvel dört suale cevab ve muğayyebat-ı hamseye dair Sabri Efendi ve Hafız Ali’nin suallerine dair kısa cevabı Hüsrev ile beraber okuyunuz. Münasib görürseniz üçü birden ya Onaltıncı Lem’a veya yazılmayan Ondördüncü Mektub makamına kaim edilsin. Hem yanlış var ise tashih edersiniz. Çünki cevabların aslı sünuhat olmakla beraber, tafsilatında fikrim karışarak yanlış edebilir.

Keşki şair olsaydım, bunu tekmil etseydim, dedim. Halbuki şiir ve nazma istidadım yokken yine başladım, fakat nazm ve şiir yapamadım. Nasıl hutur etti ise öyle yazdım. Benim varisim olan sen, istersen nazma çevir, tanzim et.

Verilen izin ve ruhsatlar karşısında Albay H. Hulusi Bey’in bir beyanı: Sabri Efendi kardeşimiz ne güzel takdir etmiş, maşaallah, maşaallah. Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. Evet bazı ibareler belki edebiyat denilen şeye tam muvafık düşmüyormuş. Bunda da isabet var. Çünki edebiyat satılmıyor, Kur’an’dan nurlar gösteriliyor. Bu fakir kardeşiniz bu Sözleri okuduğum zaman Üstadımı temsil eder bir hal alıyorum. Tabiratınızla, şivenizle okumak bana o kadar zevkli, lezzetli geliyor ki, tarif edemem. Onun için bir harfe dokunmayı, azim bir günah, işliyorum telakki ediyorum. Bazan verdiğiniz selahiyetin manevi kuvvetiyle namınıza olarak bir harfin yerini değiştiriyor veya kaldırabiliyorum. İşte bendeki telakki ve tesir bu mahiyettedir.

Salisen: Şeytanla münazara namındaki Birinci Mebhasdaki şeytanın mesleğine ait bazı tabirat çok galiz düşmüş. Haşa, haşa kelimesiyle ve farz-ı muhal suretindeki kayıdlarla ta’dil edildiği halde, yine beni titretiyor. Sonra size gönderilen parçada bazı ufak ta’dilat vardı; nüshanızı onunla tashih edebildiniz mi? Fikrinizi tevkil ediyorum; o tabirattan lüzumsuz gördüklerinizi tayyedebilirsiniz.

Bediüzzaman, Hazretleri, Kastamonu hayatında da yine bu konuda daha geniş izin ve ruhsatlar vermiştir. Bilhassa Taşköprülü Sadık Bey’le Tarihçe-i Hayat’ının muhtevası konusunda yaptığı muhaberelerde daha çok ve geniş tasarruf izinleri vermişlerdir. Bunlar yazmakta olduğum Tarihçe-i Hayat kitabının baş taraflarına kısmen kaydedildiği için, onların dışında kalan bir iki nümune arz ediyorum:

Zannederim ki, hakaik-ı aliye-i imaniyeyi Risale-i Nur ihata etmiş. Başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşaallah vazifeniz, şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşir ve ta’lim ile, belki Yirmibeşinci ve Otuzikinci Mektubları te’lif ile ve Dokuzuncu Şua’nın dokuz makamını tekmil ile ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertib ve tashih ile devam edecek.

Yirmi sene evvelki Türkçe ile şimdiki Türkçenin farkı olduğundan, yeni Türkçe için bazı kelimat-ı Arabiyede tasarruf edildi. Siz de öyle yapabilirsiniz. Risale-i Nur yirmi sene evvelki Türkçe ile konuşur. O zamanı görmeyen gençlere teshilat olmak için bazı ta’biratı değiştirseniz iyi olur.

1944-1949 yıllarında Üstad, Emirdağ’ında iken bu konuda verdiği izinler vardır. İki, üç nümune arz ediyoruz:

Çok faal ve imanı ve ihlası çok kuvvetli Ahmed Nazif evvelce yazmıştı ki, Zülfikar ve Asa-yı Musa’daki manası anlaşılmayan müşkil bazı Arabi kelimeleri tercüme etmek gibi hizmeti benden isterdi. Benim şimdiki halim ve devam eden hastalığım ve maddi sıkıntılarım müsaade etmiyor. Sizler iki veya üç zatı bu vazife ile benim bedelime meşgul ediniz. Fakat çok inceden inceye gitmesinler. Hatta manayı bozmayan yanlışlara çok ehemmiyet verilmesin.

Bundan sonraki kısmı, bütün ömrümde görmediğim dehşetli ve semli bir hastalık içinde yazılmış. Kusuratıma nazar-ı müsamaha ile bakılsın. Hüsrev münasib görmediği kısmı ta’dil, tebdil ıslah edebilir. Zülfikar Mecmuasının tashihini tamam yapamıyorum. Bir tek nüsha mukabelesiz tashihi ise; yirmi sene evvelki te’lif zamanına gayet kuvvetli bir kuvve-i hafıza ile girmek lazım geliyor ki, tam tashih edilsin. Halbuki bu hastalıkta kuvve-i hafızam sönmüş hükmündedir. Fakat ben şimdi baktım ki, hadsiz şükür olsun, manayı bozacak ehemmiyetli yanlışlar pek az gördüm. Onun için mühim yanlışlar görsem, bir listecik size gönderilecek. Said Nursi.

Bu gelecek yazıda tasarruf için ruhsat izni bulunduğu halde, o tip izin ve ruhsatların kaldırıldığını da iş’ar ediyor:

Saniyen: Nur’un metni, izaha ihtiyacı olsa, ya satırın üstünde, ya kenarda haşiyecikler yazılsa daha münasibdir. Çünki metin içine girse, teksir edilen nüshalar ayrı ayrı olur, tashih lazım gelir. Hem su-i isti’male kapı açılır, muarızlar istifade ederler. Hem herkes senin gibi muhakkik müdakkik olmaz, yanlış bir mana verir, bir kelime ilave eder, ehemmiyetli bir hakikati kaybetmeye sebeb olur. Ben tashihatımda böyle zararlı ilaveleri çok gördüm. Hem benim tarz-ı ifadem, bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor. Bir parça dikkat ve teenni ister. Belki bunun da bir faydası, bir hikmeti var.

Bediüzzaman’ın bunlar ve benzeri bir çok izin ve ruhsatlarını havi söz ve beyanları karşısında, Nur Talebelerinin naşirler kısmının ileri gelenlerinden mutlak çoğunluğu, Hz. Üstad’ın o tarz beyanlarını bir iltifat, bir taltif ve belki de bir sadakat imtihanı olarak telakki etmişler. Yahut da H. Hulusi Bey gibi, Risale-i Nur’un üslupları, edep ve edebiyatın klasik bazı kaidelerine uygun gelmese de, Risale-i Nur müellifinin şive ve ifade fıtriliğini Kur’an’ın Nurlarını aksettirmede en muvafık, en münasip ve en layık bir üslup görerek, ona ilişmenin en büyük bir cinayet olacağını kabul etmişler.

Lakin Nur Talebeleri naşir ve katiplerinden (Hüsrev Altunbaşak gibi) bazı zatlar, Hz. Üstadın o izin ve ruhsatlarını ciddi telakki ederek kendilerini o işte salahiyettar görmüşler ve ilk başlarda ufak-tefek «ve», «hem», «dır» gibi ekleri, ilave etmede, kendilerinde cesaret görmüşler. Daha sonraları, merhum Hüsrev Ağabey biraz daha cesurca hareket ederek, bazı kelimeleri tercüme şeklinde sadeleştirmesine, hatta bazı kelimelerin ve küçük bazı cümleciklerin kalıp ve yerlerini değiştirerek aynı mana ve mefhumda dizilmesine kendisinde selahiyet gördü.

Lakin yukarıda belirttiğimiz gibi, Nur’un diğer sahip ve varisleri olan, Nur fabrikasının sahibi merhum şehit Hafız Ali ve heyeti ve Bedre’li merhum Hoca Sabri gibi zatlar ve yetkili şahsiyetler, o tarz bir cesarete sureti kat’iyyede yanaşmamışlar ve Risale-i Nur’un bir tek noktasını bile değiştirmekten veya tek bir harf ilave etmekten çekinmiş ve korkmuşlardır, İşte bu noktada, Hüsrev Ağabey’in yazdığı nüshalarla, Hafız Ali ve Bedre’li Hoca Sabri ve Kuleönlü Mübarekler Heyetinin yazdıkları nüshalar arasında böyle ufak tefek nüsha farkları meydana gelmiştir. Bilahare hemen hemen onlar da yeni yazı neşriyatta izale edilmiş gibidir.

Çünkü, elde mevcut asıl nüsha, musahhah me’hazlarla defalarca okunmuş ve Hz. Üstad’ın telifteki asliyeti muhafaza edilmiştir. Az yukarıda arz ettiğim veçhile, elle yazılan ve bilahare Isparta ve İnebolu’nun teksir makinalarıyla çoğaltılan Risale-i Nur nüshalarını Hz. Üstad dikkatle takip ediyor ve bizzat görüyor, okuyor ve tashih ediyordu. Cüz’i bazı nüsha farklılıklarına ziyade ehemmiyet vermiyor, manayı bozmayan kelime ve cümlelere ilişmiyordu. Böylece her iki tarz nüshalar da çoğaldı. Hatta İnebolu’nun teksir ettiği nüshalar ekseriyetle İslamköyü ve Kuleönü veya Bedre’li Hoca Sabri’nin yazdıkları nüshalara göre yazıldığından, Hüsrev Ağabey’in teksir ettiği nüshalarla bazı farklar gösterir şekilde olmuştur.

Bundandır ki; bugün mesela İnebolu’nun bir Asa-yı Musa’sı ile, Isparta’nın teksir ettiği bir Asa-yı Musa’yı her ikisi de Hz. Üstad’ın kontrolünden geçtiği halde karşılaştırsak, bazı kelime ve cümlelerde manaca bir, fakat suretçe bazı cüz’i değişiklikler görülür. Ama buna herhangi bir kimsenin bir şey demeye haddi ve hakkı yoktur.

Çünkü onun müellifi onları görmüş, kontrol etmiş ve düzeltmelerde bulunmuştur. Lakin Risale-i Nur’un nüshalarını tek tarz yapmak hususunda Hz. Üstad’ın herhangi bir talebi veya emri sadır olmamıştır. Fakat tashihat hususunda talebelerine çok mükerrer ve pek ciddi emirleri olmuştur. Bunun için Hz. Üstadın vefatından sonra birçok defalar Nur mecmuaları musannan nüshalarla karşılaştırılıp son derece titizlik içinde tashihleri yapıldığı halde, tek tarz nüsha yapmak teşebbüssüne tevessül edilmemiştir. Nüsha farklarının menşei budur.

Bu da iki noktadan gelmiştir:

Birincisi: Yukarıda tafsili geçtiği üzere Bediüzzaman’ın has bazı talebelerine birçok defalar gayet samimi olarak verdiği tashih ruhsatı ve tanzim izni…

İkincisi: İlk başlarda elle çoğaltılan risalelerin katipleri içinde bazılarının ya okuyamadığı veya manasını bilemediği bazı kelimelerin imlasında ve yazılış şeklinde yanlışlar düştüğünde veya yine katiplerin yazarken sehven bir iki kelimeyi veya cümleyi veya satırı noksan yazdıklarında, Hz. Üstad, bunları tashih ederken o anda ve o yerde, o makamın manasını ifade edecek olan bazı kelime veya cümleleri tashihen ilave ettiği gibi, başka bir nüshayı da nadiren, aynı manada başka kelimelerle tashih ederdi.

Bediüzzaman risaleleri tashih ederken herhangi bir asılla karşılaştırmadan düzeltmelerde bulunur. «Ben tashihatta hayalen te’lif zamanına gidiyorum, öyle tashih ediyorum» mealindeki ifadesi; her halde ve mutlaka, meselenin manası cihetiyle olmak lazımdır. Çünkü tashihatta harf harf, kelime kelime üzerinde durmayıp yalnız manasını düşündüğünü ve ona göre düzeltmeler yaptığını görmekteyiz.

Bu meseleye şunu da ilave etmek gerekir ki: Yukarıda bir nebze temas edildiği üzere, Bediüzzaman’ın mezkur izin ve ruhsatlarıyla kendini ziyadesiyle salahiyettar gören bazı zatların tanzim işlerini çoğalttığını gören Bediüzzaman, 1949 yılından başlayarak 1953′lerde tamamen durdurma cihetine gitmiş ve o izin ve ruhsatları kaldırmıştır.

Prof.Dr. Ahmed Akgündüz

Risale Ajans

Risale-i Nur’un Tahrif Edildiği İftirasına Cevaplar 1

Akit gazetesi “Risale-i Nur’da büyük tahrifat” başlığı ile okuyucularına anlamsız ve kof bir iddada bulundu..

Biraz araştırsalar ve bunu Bediüzzaman Hz.’nin hayatta olan talebelerine danışsalar anlamsız bir idda olduğunu kendileride göreceklerdi. Bu iddialar geçmiştede gündeme getirilmek istenmişti fakat Bediüzzaman Hz’nin talebelerinden Abdülkadir Badıllı ağabey o zamanda belgelerle bu iddaları yalanlanmıştı.

Bu konu tekrar güdeme getirilince Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Badıllı ağabeyin çalışmasını tekrar hatırlattı.

Aynı cevabı “Arşiv Belgeleri Işığında Bediüzzaman Said Nursi” adlı eserinde belgeleriyle cevap verdiğini ifade eden Akgündüz, “tahrifat iddiacılarının yüzüne çarpıyorum” dedi.

BEDİÜZZAMAN’A AİT BAZI ESKİ ESERLERİNİN TAHRİFİ İDDİASI VE BU İDDİALARIN ASILSIZLIĞI

Bu konuda Abdülkadir Badıllı’nın kaleme aldığı eser ve makaleler, başkalarının kalem oynatmasına ihtiyaç bırakmamıştır. Bilindiği gibi, Bediüzzaman’ın daha ziyade Münazarat, Divan-ı Harb-i Örfi ve Nutuk isimli eserleri tahrif iddialarına konu edildiğinden ve bu mezkur eserlerin tamamı, 1918 yılına kadar neşredilen eserler arasında yer aldığından, konuyu Badıllı’nın kitaplarından ve makalelerinden özetleyerek alacağız.

Bediüzzaman ahir ömründe külliyatta bizzat tashihat yaparak son şeklini vermiştir ve Latin harfleriyle tamamını bastırmıştır.

Ancak bazı ağabeylere, kendi zamanında bastırmadığı bazı risale ve eserlerin sonradan neşredilmesine dair müsaadeleri olmuştur. Bediüzzaman’ın tarzına, tavsiye ve vasiyetine uygun olarak neşredilen eserler tahrif edilmiş anlamına gelmez. Tahrif, ortadan kaldırma, asıllarının yerine başka fikir ve düşünceleri ikame etme anlamına gelir.

Bediüzzaman’ın kendilerine vasiyet ettiği ve eserleri neşretme müsaadesi verdiği talebelerinin meşveretle yaptıkları neşir ve basma meselesi yukarıda izah edilen tahrif mana ve muhtevasına girmez. Bilakis, neşir, basım, yayım, tavzih anlamınadır.

Ancak Bediüzzaman’ın meslek ve meşrebine muhalif bazı cereyanlar var ki, onlar bazı cümle ve kelimeleri tahrif ederek külliyatı ve üstadı alet edebilirler. Bunlar maalesef her zaman mevcuttur. Bizlerin bu cereyanlara ve fraksiyonlara karşı dikkat ve itinalı olmamız icab eder. Bunlar ise, malum ve azınlık teşkil eden gruplardır. Ancak, külliyat artık dünya insanlarının malı olmuştur.

Klasik ve orijinal hale gelmiş olan eserler adeta her tarafta bulunmaktadır. Bu sebebe binaen, ne kadar menfi düşünceler, faaliyetler ve tahrifler olsa da, aslına zarar vermez. Çünkü bu eser, artık klasik hale gelmiş ve orijinal olarak dünyaya tamim edilmiştir. Artık iyileri kötülerden, faydalıları, tahrifat ve zararlılarından ayıracak olan, insanların muhakemesi, ciddiyeti, itinası ve hassasiyetidir.

Ortada Risale-i Nur’lar tahrif olmuştur diye bir iddia var ve yıllardır devam ediyor. Bu iddiayı ortaya atan iddiacılar, gazetelere ve TV’lere konuşuyor. Delillerin tümü rivayet ve rivayet edenler de kendileridir. Bediüzzaman’ın, Muhammed Sıddık Bey ile ilgili iddia edilen rivayeti başta olmak üzere hiç bir rivayet için kaynak ve delil göstermemiz mümkün değildir. Baştan sona delil ve ispat mesleğini takip eden risalelerin, gizli bir şekilde bir çuvala konup ve üstadın birinci derecede bir talebesi olmayan birisine gizli vermesi ile delilsizliğe mahkum edilmesini kabul etmek elbette kolay değildir.

Böyle bir iddia, muhtelif lahikalardan aldığımız aşağıdaki ifadelerle tamamen tezat teşkil etmektedir. Risale-i nur hizmetini ilgilendiren en ufak bir meseleyi dahi abilerin meşveretine havale eden bir üstadın, hizmetin esası olan nur külliyatıyla ilgili en önemli bir meseleyi diğer bütün abilerden gizli bir şekilde halletmesini beklemek, üstadımızı çelişkili davranmakla ittiham etmek demektir ki; bundan da Allaha sığınırız.

Bediüzzaman’ın Bazı Eski Eserlerinden Kürd ve Kürdistan Kelimeleri Çıkarıldı mı?

“Kürdi” ifadesi yerine, “Nursi”; “Kürdistan” yerine, “Şark” yahut “Vilayat-ı Şarkıye” kelimelerini bizzat Bediüzzaman koymuştur. Bunun örnekleri ekte neşredeceğimiz üç Risalenin aslında görülebilir. Mahkemelerde, hakimler bilerek ve kasti olarak “Said-i Kürdi” diyerek hitap ediyorlar.

Zira onlar, bunu kürtçülük şekline yorumlamak suretiyle insanları Bediüzzaman’dan uzaklaştırmayı hedefliyorlardı. Bediüzzaman ise, her seferinde bunu izah ediyor. Risalelerde tahrifat diye ifade edilen hususlar, bizzat Bediüzzaman’ın tasarrufundan geçen ve Bediüzzaman’ın değiştirdiği ifadelerdir. Bunun hikmeti ise birilerinin oyununa gelmemek için tedbir almaktır. Yoksa hiç bir nur talebesinin, başka bir etnik kimliği ne inkar etmesi ve ne de ön yargılı davranması mümkün değildir.

Bediüzzaman’ın eski eserleri de, yeni eserleri de baştanbaşa nur ve huzur vermektedirler. Çünkü kaynakları İslam’ın asli pınarıdır. Taşkın hissiyat karışmadığı için, daima sırat-ı müstakim rehberliğinde neşv ü nema bulmuşlardır. Nitekim Bediüzzaman, “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi” eserinde, yani 31 Mart 1325 hadisesi münasebetiyle dehşetli olan Divan-ı Harb-i Örfi Mahkemesi paşalarına karşı son derece merdane savunması içerisinde bu husus için şöyle demiştir:

Ey paşalar zabitler! Cemi’-i kuvvetimle derim ki, ceridelerde neşrettiğim umum makalatımdakı umum hakaika nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi canibinden asr-ı saadet mahkemesinden adaletname-i şeriatle davet olunsam; neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaatın modasına göre bir libas giydireceğim.

Şayet müstakbel tarafına, üçyüz sene sonra tenkidatı ukala mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam; yine bu hakikatleri tevessü’ ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber taze olarak orada da göstereceğim. Demek, hakikat tahavvül etmez, hakikat haktır.

İşte Bediüzzaman’ın şu kat’i ifadesi, bizce mes’eleyi kökünden halletmiştir. Çünkü o, sırrınca, Peygamber mirasçısı olduğu için, havadan konuşmamak, hissiyatın taşkın tesirleri altında ifadede bulunmamak hakikatından nasibini almıştır.

Öyle ise Bediüzzaman, 1908′lerde neyi konuşmuş, neyi yazmışsa, aynısıyla hak ve hakikat olduğu ve el’an da ve hatta kıyamete kadar da o hakikat, lüzum-u kat’isinin bütün cihetleri ve çıplaklığıyla ortada olduğu gibi; o tarihten otuz üç yıl sonra, yani 1951′lerde aynı o hakikatleri, tevessü’ ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamak, ya da has ve hususi iken, umumileştirmek ve bir nevi cüz’iyyetten külliyete çıkarmak gayesiyle ufak tefek bazı tasarruflarla yeniden tashih ederek neşrettiği şekliyle de elbetteki haktır, hakikattir ve yerindedir.

Mesela diyelim; eskiden yazılmış bir eserinde has olarak “Kürd” kavmine hitap ettiğinde, İslami milliyet çerçevesi içerisinde milliyetçilik hislerini tahrik edip intibaha getirmek niyetiyle, Rüstem-i Zal ve Selahaddin-i Eyyubi’lerin isimlerini yad etmiş iken, şimdi aynı o eserini yeniden neşrettiğinde, Türk kavmini de aynı hislerden uyandırmak için Barbaros Hayreddin Paşa ve Celaleddin-i Harzemşah vesairenin isimlerini de beraber zikretmesiyle, meselemizin özünü ortaya koyduğunu görüyoruz.

Yoksa, bazılarının zannı gibi, Bediüzzaman’ın eskideki nutuk, makale ve kitaplarının ihtiva eyledikleri büyük, derin ve zaruri olan o hakikatler, bilahere az üstte izahı yapılmış tarzı ile- onun bazı tasarruflarına uğramış olmasıyla, arzı felata (yani çorak arazi) atılmış demek değildir. Bil’akis o eski eserlerinin dile getirdikleri aynı o hakikatler, bugün daha çok kuvvetlenmiş, şiddetlenmiş ve behemehal icabların yapılması zaruri hale gelmişlerdir.

Demek ki onlar, bugünkü halleri ile bir tevessü’ ve inbisat kaziyesi mucibince bir yamalamaya tabi tutulması söz konusudur ve hususilikten umumiliğe, cüz’ilikten külliliğe terakki etme ve ettirme durumu vardır. Bu durumların icabına göre de, bir tasarrufu gerektirecektir. Nitekim de öyle olmuştur.

Hal böyle iken, Hazret-i Bediüzzaman’ın o eski eserleri birçok yerlerde ve kütüphanelerde ilk vaziyetleriyle ve çokça bulunmaları karşısında, yine de tahrifden bahsetmek, tamamen kötü niyete dayanmaktadır. Nitekim Hazreti Üstad, “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi” eserini tashih ve tasarruflardan sonra, son şekliyle tab’ettirmek için Ankara’ya gönderdiği zaman, onun başına şu yazıyı ilave etmiştir.

Aziz Sıddık Kardeşim, bu tashihli tarzı has dostlar meşveretiyle teksir edebilirsiniz. Bu nushalarn bir suretini İnebolu’ya gönderip, eski harflerle kabil ise teksir edilebilir. Madem eski zamanda iki defa tab’ edilmiş, kimse itiraz etmemiş… Hem ilişmek ihtimali bulunan bazı kelimeler de değiştirilmiş aynı hakikat bir risaleciktir. Has dostların tensibiyle, fakat sıhhatine tam dikkat etmek şartıyla neşredebilirsiniz. Eski zamandan ziyade bu zamanın tam bir dersi olabilir. Said-i Nursi.

Bu mevzuda pek mühim ve son derece ciddi bir husus daha vardır, o da şudur: 1908′lerden 1914′e kadarki geçen zaman akışı içerisinde gelişen ibretamiz hadiselerle ve Birinci Harb-i Umumi’nin ihtar ettiği derslerle, Hazret-i Üstadın o zamanlarda birinci derecede yürütmek istediği ve pek çok ehemmiyetle üstünde durduğu husus, Osmanlı camiasında İslam milletlerinin ve Alem-i İslamın içtimai ve büyük hizmetleri merhalesini bir derece askıya almış ve ona, o günden itibaren artık üçüncü, dördüncü derecede bakarak, tali hizmetler sırasında bırakmış desek, yanlış etmiş olmayız tahmin ediyorum. Zira o zat, mezkur zamanlar şeridine takılı olan hadisatı ve içindeki esrarengiz ve desiseli inkılapları gördü, ibret ve ikaz derslerini aldı..

Ve bütün kuvvetiyle ve tamam kanaatiyle müslümanların iman ve akidelerinin takviye ve tahkim hizmetinin her şeyden önce elzemiyetini anladı ve bütün himmet ve gayretiyle ona el attı. Hem İslam milletlerinin tek ve yegane kuvvet kaynaklarının iman ve din kardeşliği içindeki tevhid ve ittihad olduğunu tamamıyla anladı. Bunun da, iman ve akideyi tahkim hizmetinden sonra, her şeyden önceki elzemiyetini gördü. Bu yüzden o koskoca Hazret-i Bediüzzaman, mezkur iman ve İslam hizmeti ve uhuvveti hizmetlerine çekirdeğinden başlamak üzere, bütün himmetiyle iman, akide, uhuvvet ve tevhid hizmetlerinin unvanı olan Nur Risalelerini te’lif ve neşretme vazifesine koyuldu. Bu hizmetin dağdağasız ve selamet ile yürütülebilmesi için de, siyasi ve içtimai mes’elelerden tamamen elini çekti. Onun yerine iman ve Kur’an hizmetinin çerçevelediği hareketler yörüngesine girdi.

İşte, bu zaviyeden Bediüzzaman’a bakıldığı zaman, elbette denilebilir ki; Onun o eski tasavvurundaki hizmetleri daima kendi makamında ve zemininde hak, lazım ve yerinde olan şeyler olmakla birlikte, bunları bir kaç derece geri iten işler vardı ki; umum alem-i İslamı alakadar eden ve müşterek malı olan iman ve akideyi takviye hizmetlerinin dağdağasız yürütülebilmesi hatırına binaen, eskideki içtimai hizmetleri askıya aldı. Yani bilfiil onları takibten bir derece geri kaldı. Hatta o eski hizmetlerinin yeniden derhatır olup da, otuz-kırk sene sonra arasıra müteveccih olduğunda da, yine iman hizmetinin meslek ve meşrebine göre bir renk ve bir ayar verdi ve ona göre tanzim etti. Evet, bize göre şu birinci maddenin asli izahının kısacası böyledir ve bu kadardır.

Risale Ajans