Etiket arşivi: Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

İşarat’ül-İ’caz’ı Resmen Basan Diyanet İşleri Başkanını Ve Bu Hükümeti Tarih Alkışlıyor

Bediüzzaman Hazretleri, Adnan Menderes’in zor günlerinde yani Halkçılarla Irkçıların birleşerek onu devirmeye çalıştığı bir zamanda, vatanın, milletin ve dinin aleyhinde kurulan bu planın sonuçsuz kalması için iki tavsiyede bulunmuştu.

Birincisi, Nurların resmen serbest kılınması ki, bunun yolu diyanet eliyle neşredilmesidir. İşte şu andaki Diyanet bu müjdeyi gerçekleştirmiştir. Bu konuda alim kardeşim Başkan Mehmed Görmez Beyi tebrik ediyorum. Bu sıkıntılı günlerde hemen Uhuvvet ve İhlas Risalelerinin de basılmasını istirham ediyorum.

İkincisi ise, Ayasofya’nın 550 yıllık eski vaziyetine iadesi yani Cami olarak açılmasıdır. Umarım Başbakanımız, bu müjdeyi de gerçekleştirerek, aleyhinde ittifak eden şer güçlerin planlarını akim bırakır.

“Nasıl Ezan-ı Muhammediye’nin (A.S.M.) neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de Ayasofya’yı da beşyüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir.

Ve âlem-i İslâmda çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslâmın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemeler bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkeme de beraetine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilân etmelidirler. Tâ, bu yaraya bir merhem vurmalı.

O vakit âlem-i İslâmın teveccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zalimane kabahatı da onlara yüklenmez fikrindeyim.” Emirdağ Lahikası-2 ( 164 )

“Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur’u tab’ederek resmen neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belaya karşı siper olsun…

Acaba bu yirmi sene zarfında iman-ı tahkikîyi pek kuvvetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olmasaydı; bu dehşetli asırda, acib inkılab ve infilâklarda bu mübarek vatan, Kur’anını ve imanını dehşetli sadmelerden tam muhafaza edebilir miydi?” Mektubat ( 482 )

“Üstad, Risale-i Nur’u te’lif ederken, Kur’anın i’cazî lem’aları olan bu eserlerin her taife-i insaniyede inkişaf edeceğini, dinsizliğin memleketimizi istilasına mani’ olacağını, memleket ve millet için bir sedd-i Kur’anî vazifesini göreceğini, Risale-i Nur hizmetinin umumiyet kesbedip Türk Milletinin yine İslâmiyetin kahraman bir ordusu ve fedakârı olacağını, Risale-i Nur’un neşri ve ileride resmen intişarı milletçe benimsenmesi ve maarif dairesinin hakikat-ı Kur’aniyeye yapışması neticesi maddeten ve manen milletin terakki edeceğini, İslâmiyetin büyük kuvvet bulacağını zikretmiştir.” Tarihçe-i Hayat ( 27 – 28 )

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

Molla Said’i Bilmeyenlere Takdim Olunur

sait.molla“HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?”

Said Molla (d. 1880, İstanbul – ö. 1930, Yunanistan), Osmanlı devlet adamı, Şûra-i Devlet üyesi, Adalet Bakanlığı Müsteşarıdır. Mütâreke Dönemi’nde (1918-1922) Türk Millî Mücadelesi’ne muhâlefeti ve İngiliz taraftarlığıyla öne çıkmış bir isimdir. Yüzellilikler arasında yer alır.

1880 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Anadolu Kazaskeri Mustafa Neşet Molla’nın oğlu, II. Abdülhamit devri şeyhülislâmı Cemalettin Efendi’nin yeğenidir. Ravza-i Terakki, Şems-ül Maarif ve Numûne-i Terakki okullarında eğitim gördü. 1892’den itibaren saray ve ilim adamlarına verilen “tarik maaşını” almaya başladı. Öğrenimine Medreset-ül Kuzat’ta (Kadı mektebi) devam etti. 1900 yılında Mektubî-i Meşihat-ı Ulya Kalemi Hulefalığı’na ve 1902 yılında da bu göreve ilaveten Bâb-ı Fetvâ Sicil Kalemi Müdür Muavinliği’ne tayin edildi. 1903 yılında Medreset-ül Kuzat’tan mezun olduktan sonra eğitimini Fatih Camii müderrisi Tokatlı Şakir Efendi’nin yanında sürdürdü ve icazetname almaya hak kazandı. 1904 yılında Küçük Çekmece Kadı Vekilliği’ne, aynı yıl içinde ayrıca Şura-yı Devlet Bidayet Mahkemesi Aza Mülâzımlığı’na atandı. 1908 yılında Şura-yı Devlet İstinaf Mahkemesi Azalığı’na terfi etti. 1909 yılında bu görevden ayrılarak Galata Kadı Müşavirliği’ne atandı. 1910 yılında Mahşer adlı bir gazete çıkarması ve beyânnâmeler yayımlaması üzerine Divân-ı Harb-i Örfî tarafından 2 ay hapse mahkum edildi ve görevden alındı. 1912 yılında Mahkeme-i Evkâf Kadı Muavinliği’ne, 1913 yılında da Anadolu Kazaskerliği Müşavirliği’ne tayin edildi. 1915 yılında Osmanlı Devleti’nin bütün mahkemelerinde avukatlık yapabilme hakkı kazanarak avukat oldu.

1918 yılı sonunda Yeni İstanbul (Türkçe İstanbul) gazetesini yayınladı. Gazetenin 9 Kasım 1918 tarihli ilk sayısında “İngiltere ve Biz” adlı bir yazı yayınlayan Said Molla, 1919 yılında İngiliz Muhipler Cemiyeti’ni kurarak cemiyetin başkanlığını yaptı. 1920 yılında bir süre Adliye Müsteşarlığı görevinde bulundu.

O yıllarda İngiliz Yüksek Komiserliği’nde üniforma ile dolanan Papaz Frew diye bir ajan vardı. Frew, Sait Molla’yı 300 lira maaşa bağlamış, zamanın Adalet Bakanlığına müsteşar tayin ettirmişti. Bir de Şuray-ı Devlet azası yapmıştı ki hayır kurumu kisvesi altında İngiliz himayesinin bayraktarlığını yürütebilsin.

26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruz sonucu Türkler tarafından kesin zafer elde edilmesi üzerine Kuvay-ı Milliye’ye başından beri muhalefet etmiş olan Said Molla, telaşa düşen diğer bazı muhalifler gibi İngiliz elçiliğine sığındı. Kendisine İngiliz General Harrington tarafından özel bir pasaport verildi. Bu pasaportla Mudanya Mütârekesi öncesinde ülkeyi terk etti. Ülkeden çıktıktan sonra sırasıyla şu ülkelerde bulundu: Romanya, Fransa, İtalya, Mısır, Kıbrıs, Yunanistan.

Romanya’da bir yıl kadar kaldı. 1923 yılı Ekim ayı başında bu ülkeden sınırdışı edildi. Kendisi gibi kaçarak Romanya’ya gelmiş olan eski İçişleri Bakanı Mehmed Ali Bey ile anlaşmazlık yaşayan Said Molla’nın Mehmed Ali Bey hakkında yaptığı aşağılayıcı yayınlar Bakanlar Kurulu kararı ile Romanya’dan çıkarılmasına neden oldu. Romanya’dan ayrıldıktan sonra kısa bir süre Fransa’da kaldı. 3 Aralık 1923 tarihli “Muhaliflere Hitabım” başlıklı risalesini İtalya’da kaleme aldı. Bu risalenin içeriği zararlı görülerek Türkiye’ye girişi yasaklandı. 1924 yılında TBMM’nin çıkardığı yüzellilikler listesinde yer aldı. TBMM, hazırladığı 150 kişilik liste dışında kalan İngiliz işbirlikçilerini afetti; “Türkçe İstanbul Gazetesi sahibi Said Molla”, listede 98. Sırada yer alan isimdi. Mısır ve ardından Kıbrıs’a gitti. Kıbrıs’ta 5 yıl (1925-1930) bulundu. Burada Kıbrıs Türklerinin Mustafa Kemal devrimlerini takip etme ve uygulamaya koyma girişimlerini baltalamaya çalıştı[3]. Ancak çalışmalarında başarılı olamadı. Kıbrıs’tan sonra gittiği Yunanistan’da 14 Temmuz 1930’da hayatını kaybetti.

Bkz. Yrd. Doç Dr. Mehmed Demiryürek, Kıbrıs’ta Bir 150’lik: Said Molla (1925-1930), Mustafa Kemal Araş-tırma Merkezi Dergisi, Sayı 57, Cilt: XIX, Kasım 2003.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

 www.NurNet.org

Bediüzzaman ve Molla Said Aynı Kişi Midir?

BEDİÜZZAMAN İLE MOLLA SAİD HEM DIŞ MİHRAKLAR VE HEM DE CUMHURİYET HÜKÜMETİ TARAFINDAN BİRBİRİNE KASDEN KARIŞTIRILMAKTADIR

150’liklerden Molla Said ile Bediüzzaman Said’i ayıramayacak kadar cahil olanlara ne diyelim?

Maalesef bir internet sitesinde yine sapla saman birbirine karıştırılmakta ve bu yolla Bediüzzaman’a ve Nur Talebelerine karşı hücumlar yapılmaktadır. Gerçi bu tür hezeyanlara ARŞİV BELGELERİ IŞIĞINDA BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ adlı eserimizin II. Cildinde belgeleriyle susturucu cevaplar verdik. Ancak belgeleri alıp yazıyı uzatmadan bu hezeyanın yalan olduğunu kamuoyuna açıklamak istiyoruz.

Kürd Te’âlî Cemiyeti’nin kurucuları arasında değil, üyelerinin içinde Molla Said diye birinin bulunduğu doğrudur. Ancak bu Molla Said, Bediüzzaman Said değildir; belki 150’likler  arasında Cumhuriyet hükümeti tarafından yurtdışına sürülen Molla Said’dir.  Cumhuriyet İdarecileri de Aslında Bu farkı Biliyordu; ama hedef Bediüzzaman’ı suçlamaktı; fakat muvaffak olamadılar (Bkz. Said Molla’nın Çuvalı, Vakit Gazetesi, 15 Nisan 1923).

Maalesef hakikat böyle iken hem yerli ve hem de yabancı Bediüzzaman muhalifleri, meseleyi çarpıtarak Said Molla’yı Bediüzzman Sadi-i Kürdî olarak takdim etmek istemişlerdir. Bunu kısmen görelim:

1. Öncelikle Cumhuriyet Hükümeti Kürdistan Te’âlî Cemiyetini kapatma kararı alınca ve Bediüzzaman’ı da gayelerine engel görünce, Said Molla yerine hemen Bediüzzaman’ın koymuşlar ve onu bu cemiyetin kurucu ve destekçisi olarak göstermişlerdir. Devletin istihbarat raporlarına yansıyan bu durum, meseleyi araştırmama hastalığına tutulan Cumhuriyet yazar ve aydınlarının eline altın bir fırsat olarak geçmiştir. İşte çarpıtılan listeleriden iki sayfa. Eğer dikkatle bakılırsa, hiç bir alakası yokken ve 3. Sırada önce Molla Said Efendi diye yazılmış ve daha sonra da Bediüzzaman diye tahrifte bulunulmuştur.

Ellerinde bulunan ve bizim İKİNCİ CİLDDE YAYINLAYACAĞIMIZ resmi belgelere dayanan İstiklal Mahkemeleri Müddeiumumisi de Bediüzzaman’ı yargılama ihtiyacı duymamasına rağmen, tahrif edilmiş belgedeki bilgilere dayanarak, yargıladığı kişilere sahte listenin 3. sırasında yer alan Bediüzzaman Said Nursi’yi sormuştur.

Soru ve verilen cevap manidardır:

19 Mayıs 1925 tarihinde İstiklâl Mahkemesi Müdeeiumumisi Ali Saib Beyin soruların Kürdistan Te’âlî Cemiyeti olduğu iddia edilen Mehmed arasındaki soruşturma tutanaklarından Bediüzzaman ile alakalı kısmı aynen alıyoruz:

Bu listede isimleri yazılı olup azalarından hangisi istiklal, hangisi muhtâriyet tarafdarıdır?.

Bu sual üzerine Ali Saib Beyin sorduğu şahıslar hakkında yanındaki cevap verdi.

–             Mevlanzâde ma’lumdur.

–             3 numaralı a’zanız (yukarıda zikrettiğimiz belgeye dayanarak söylüyor) Bediüzzaman ne meslekte idi?

–             Mütedeyyindir, ulemadandır. Onun için istiklâl tarafdarı değildir.

Bediüzzaman, “Mütedeyyindir, ulemadandır. Onun için istiklâl tarafdarı değildir”

2. Bağımsız bir Kürdistan’ı kendilerine daha yakın bulan İngilizler de boş durmamışlar ve Kürd Te’âlî Cemiyeti kurulur kurulmaz Nizâmnâmesini ve kurucuları İngilizceye tercüme ederek kendi Dışişleri Bakanlığına iletmişlerdir.

Kitapta yayınlayacağımız bu belgedeki, Bediüzzaman’ın adı bu listede de yoktur. Hatta Said Molla da sonradan aza olmuştur.

3) Kaldı ki, İngiliz muhipler Cemiyeti kurucusu olan Said Molla, Milli Mücadeleye karşıdır ve Kuvay-ı Milliyeyi bir çete hareketi olarak görmektedir. Buna karşılık Bediüzzaman;

“Başka kâfirlere dost olduğunuz gibi bana da dost ve taraftar olunuz. Neden çekiniyorsunuz?”

Şu vesveseye karşı deriz:

Muavenet elini kabul etmek ayrıdır. Adâvet elini öpmek de ayrıdır. Bir kâfirin herbir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş’et etmek lâzım olmadığından, İslâmın eski ve mütecaviz bir düşmanını def’ için, bir kâfir muavenet elini uzatsa, kabul etmek İslâmiyete hizmettir.

Senin ise, ey kâfir-i mel’un, senin küfründen neş’et eden teskin kabul etmez husumet elini öpmek değil, temas etmek de İslâmiyete adâvet etmek demektir.

İkinci suret: Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla ruh ve kalbimiz sağ kalır, ceset de şehit olur. Akide faziletimiz tahkir edilmez; İslâmiyetin izzetiyle istihza edilmez.

Elhasıl: İslâmiyet muhabbeti, senin husumetini istilzam eder. Cebrail, şeytan ile barışamaz.

Siyasetimizde en acınacak, en ebleh bir akıl varsa, o da öylelerin aklıdır ki, milletinin ihtiras ve menfaatini, İslâmiyetin menfaat ve izzetiyle kabil-i tevfik görüyor. Burada en sefil ve en ahmak kalb, öylelerin kalbidir ki, hayatı onun himayeti altında kabul eder. Hayatımızı onun himayeti altında kàbil görüyor. Çünkü, öyle bir şarta hayatımızı tâlik ediyor ki, muhal ender muhaldir.

Der: “Yaşayınız. Fakat bir tek adam bana hıyânet etse yakarım, yıkarım!”

Bu izahlardan sonra, 150’liklerden Molla Said ile Bediüzzaman Said’i ayıramayacak kadar cahil olanlara ne diyelim.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

Hak Yolunda Münakaşa İle Alakalı Bediüzzaman’ın Neşredilmeyen Mektubu

Hak Yolunda Münakaşa İle Alakalı Bediüzzaman’ın Altın Tavsiyeleri

Muhterem Kardeşlerim

Son aylarda meydana gelen ehl-i iman arasındaki gerginlik, maddi ve manevi zararlara sebep oluyor. Geceleri, “Yarab bu fitneleri bertaraf eyle, ehl-i iman arasında sulh nasip eyle, bizi düşmanlara rezil eyleme” diye dua ediyorum. Bediüzzaman’ın bu neşredilmeyen mektubunu okuyunca dayanamadım ve paylaşayım dedim.

1. Maalesef şu anda hem Türkiye’de ve hem de İslam aleminde Cemel Vak’asına benzeyen olaylar meydana geliyor ve bütün ehl-i imanı yaralıyor. Bir tarafta Hz. Ali’nin manasının temsil edenler ve diğer tarafta Hz. Zübeyr ve Hz. Aişe’nin manasını temsil edenler. Allah bu fitneyi başımızdan bertaraf eylesin demekle olmaz. Bizlerin çok dikkatli olması ve fitneyi çıkaranlara nazarları çevirerek ehl-i iman hakkında ifrat ve tefritlerden kaçınmamız gerekir.

“İstanbul siyaseti, İspanyol gibi bir hastalıktır. Fikri hezeyanlaştırır.” Sünuhat-Tuluat-İşarat ( 52 )

2. Maalesef bir taraftan mütedeyyin insanlara Yezid benzetmeleri yapılırken, diğer taraftan umumu temsil eden bir siyasetçi diliyle, bütün dünyaya Kur’anı anlatan nesillere haşhaşi ithamı yapılıyor.

İnadın gözü, meleği şeytan görür: İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine “melek” der, rahmeti de okutur.

Muhalif tarafında eğer meleği görse; libasını değişmiş, onu şeytan zanneder, adavet lanet eder. Sözler ( 718 )

3. Bir tarafdan beytülmala göz dikenlere ve yolsuzluk yapanlara bütün ehl-i iman olumsuz gözle baktığı gibi, karanlık güçler ve dış mihraklara alet olarak fitne çıkaran ve ülkemizi kaosa sürükleyelenlere de ehl-i iman haklı bir suizan içindedir. Ancak BİZLERİN GENELLEMELEREDEN ŞİDDETLE KAÇINMAMIZ GEREKMEKTEDİR.

Zira bir tarafta on yılda ülkeyi Avrupa’nın ikinci güçlü devleti haline getiren kadrolar; diğer tarafta 160 küsur ülkede aylık 100 dolar maaşla İslamın güzelliklerini insanlara anlatan kahramanlar var.

Her ikisine de dil uzatmak, Allah’ın gazabını celbeder. Kuraklık bu umumi cinayetin neticesidir diye düşünüyorum.

GELİN HAKK YOLUNDA MÜNAKAŞANIN DÜSTURLARINI BEDİÜZZAMAN’DAN DİNLEYELİM:

Ehli Hak, yalnız hak için bahse girişmeli. Hak için bahse girişen izhar-ı fazl etmez. Yalnız Hakkı arar. Hak hangi tarafta olursa olsun, kemâl-ı şevk ile alır. Hatta hak, hasım tarafında olsa, hâlis bir hakperest daha ziyâde sever. Çünkü, istifade eder. Eğer hak onun sözünde olsa, bir istifadesi olmaz. Gurura girmek de ihtimali var. Fakat hasmın elinden çıksa, hem istifade eder. Hem teslimiyyetle hakka inkiyadını gösterir. Bir fazilet dahi kazanır.

Hakîkat böyle iken, maatteessüf ehl-i hakda ve ulemâda hakperestlik nâmı altında, nefis perestlik işe çok karışıyor.

En mühim ve kudsî bir mes’eleyi, satranç oyunu gibi izhar-ı fazl yolunda ve müzakere-i ilmiyeyi, münakaşa derecesine çıkarılıp, onunla oynuyorlar. Her iki taraf kendini haklı zanneder. Her iki taraf, mâdem münakaşa sûretini alıyor, haksızdırlar.

Zaten kemmiyeten az olan ehl-i dalâlet, kesretli olan ehl-i hakkın şu hâlinden istifade ederek, mağlup edip, perîşan ediyorlar.

Hem münakaşacı iki kısım, o mes’elede hakkı göremezler. Çünkü: Nazar-ı insaf ile bakılmadığı için, tenkid nazarı hasmının yalnız çürük taraflarını ve taraftarlık cihetiyle kendi nefsinin yalnız iyilik tarafını görür, iyiliklerini onun çürükleriyle müvazene eder. Elbette bu nazar hakkı göremez, görsede tanımaz.

Said Nursî – Barla Lahikası, Neşredilmeyen Bir Mektup

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

Mülâ’ane, Mübâhele, La’netin İslam Hukukundaki Yeri Ve Bediüzzaman’ın Tesbitleri

Son zamanlarda lanetleşme, mülâ’ane ve mübâhele kelimeleri sadece İslam hukukçularını değil, siyasetçileri ve sosyal medyacıları da meşgul etmeye başladı. Bazı ilim adamları çok az sayıdaki yazıları dışında, bu konuda da sapla saman birbirine karışır oldu. İslamın yüce hakikatleri, siyaset malzemesi haline geldi. Bu sebeple birbirinden tamamen farklı olan bu kelimeleri açıklamak ve sonra da lanetleşmenin İslam hukukundaki yerini açıklamak istedik.

1.1        Liân = Mülâ’ane = Karşılıklı Lanetleşme

Birinci kavram tamamen İslam aile hukuku ile alakalı bir kavramdır. Günümüz siyaseti ile alakası mevcut değildir. Mahkeme kararıyla boşanma sonucunu doğuran hallerden biri de liân = mülâ’ane halidir. Kur’an-ı kerim bunun hükümlerini beyân eylemektedir. Kelime anlamı itibariyle lanetleşmek ve uzaklaşmak gibi manalar ifade eder. Hukukî terim olarak ise, karısına zinâ isnat eden yahut çocuğunun nesebini reddetmek isteyen ve bu iddialarını dört şahitle ispat edemiyen kocanın, hâkim huzurunda karısıyla hususi bir şekilde yemînleşmelerine denir ki mülâ’ane de denildiği vakidir. Liânın asıl gayesi, karının zinâsını tespit etmek ve zinâ mahsulü çocuğun kocaya nisbet edilmesini önlemektir. Evlenmenin sona ermesi, bu gayenin zarurî bir sonucudur.( Damad, I/463; Molla Hüsrev, I/396; Cin, Boşanma, 79-80).

Liânın iki önemli şartı vardır:

Birincisi, karı-kocada aranan ehliyet şartıdır. Liânın gerçekleşebilmesi için karı-kocanın ikisinin de hür, âkıl, bâliğ yani tam ehliyetli, daha önce iffete iftira suçundan (kazf) ceza görmemiş ve kadının da iffetli (muhsan) olması gerekir.

İkincisi, şekil şartıdır. Liânda yemîn şekli şöyledir: Yemîne önce erkek başlar, sonra kadın yemîn eder. Erkek, karısına zinâ isnadında doğru söylediğine dâir dört defa Allah adına yemîn eder. Beşinci yemînde, yalan söylüyorsa Allah’ın lanetinin kendi üzerinde olmasını diler. Kadın da, önce dört defa kocasının yalan söylediğine dâir Allah adına yemîn eder. Beşinci yemînde, kocasının doğru söylemesi halinde Allah’ın gazabının kendi üzerine olmasını diler. Koca yemînden kaçınırsa, yemîn edinceye yahut yalan söylediğini kabul edinceye kadar hapsedilir. Aynı şey kadın için de söz koşudur. Kadın yaptığı isnatlarda kocasını tasdik ederse, artık yemîne gerek kalmaz ve tefrîk de söz konusu olmaz. (Molla Hüsrev I/396 vd. Damad, I/463 vd.; Cin, Boşanma, 80-81; Akgündüz, Külliyât, 201; Kur’an, Nûr, 6-8).

Liânın hükümlerini ise şöylece özetleyebiliriz: Kadın zinâ ve koca da zinâ iftirasından dolayı cezalandırılmaz. Liân tamamlanınca hâkim, karı-kocayı ayırır. Evlilik sona erer. Hâkimin tefrîk kararına kadar evlilik devam eder. Bu şekilde ayrılma, Ebu Hanife’ye göre bir bâin talâkdır; diğer İslâm hukukçuları ise bunu, ebedî bir ayrılık olarak kabul ederler. Liân mu’amelesi, zinâ mahsulü olduğu iddia edilen çocuğun nesebinin reddi sonucunu doğurur. (Damad, I/466 vd.; Cin, Boşanma, 81-83; Karaman, I/322).

1.2        Mübâhele = İbtihâl = Karşılıklı Lanetleşme

Mübahele Ayeti (آية المباهلة), Âl-i İmrân Suresi’nin 61. ayetidir. Mübahele, kelime anlamı olarak “karşılıklı beddua etme” demektir. Ayet şöyledir: “Artık sana gelen bunca ilimden sonra, onun hakkında seninle çekişip tartışmalara girişirlerse de ki: Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım; sonra karşılıklı lanetleşelim de Allah’ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne kılalım.” (Kur’an, Âl-i İmran, 61).

Peygamber efendimize Necrân’dan bir hıristiyan hey’eti gelmişti. İçlerinden ileri gelen üç kişi Peygamber efendimiz ile konuşmaya başladı. Söz arasında Îsâ aleyhisselâm için bâzan “Allah”, bâzan “Allah’ın oğlu” bâzan da; “Üç tanrıdan biridir” diyorlardı. Peygamber efendimiz bunları İslâm dînine dâvet etti. Birkaç âyet-i kerîme okudu; îmâna gelmediler. “Biz senden önce îmân ettik” dediler. Resûlullah efendimiz; “Yalan söylüyorsunuz! Allah’ın oğlu var diyenin îmânı olmaz” buyurdu. Bir müddet daha konuştular ise de, Müslüman olmayıp inâd ettiler.

Bunun üzerine Allahü teâlâ Peygamber efendimize onları mübâheleye çağırmasını emretti. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de onlara; “Bana inanmıyorsanız, gelin sizinle mübâhele edelim” buyurdu. Necrân’dan gelen hıristiyan hey’eti içerisinde Şerhabîl adında biri; “Bunun peygamber olduğu her şeyden anlaşılıyor. Bununla mübâhele edersek, ne biz kurtulur, ne de bizden sonra gelenlerimiz kurtulur. Muhakkak bir belâya uğrarız” dedi. Mübâhele etmekten kaçındılar ve; “Yâ Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)! Biz senden râzıyız. Ne istersen sana verelim. Eshâbından bir emîn kimseyi bizimle berâber gönder, vergimizi ona verelim” dediler ve gittiler. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Eğer onlar mübâhele etselerdi, maymuna ve hınzıra dönerlerdi. Vâdileri ateş içinde kalırdı. Allahü teâlâ Necrân’ı, ahâlisini, hattâ ağaçlar üzerindeki kuşlarını da helâk ederdi” (Muhammed bin Hamzâ, Senâullah Dehlevî).

İslam âlimleri mübâhelenin, aslında eski ümmetlerde bir adet olduğunu aktarmışladır. Ancak çok ağır şartlarda ümmet-i Muhammed için de caiz olduğunu, ancak dinî meselelerde olmak şartının arandığını ve muhatapların ehl-i dalalet ve yüzde yüz bâtıl itikad üzerinde ısrarcı olmalarının gerektiğini belirtmişlerdir. (İbn-i Hacer el-Askalani, Fethul-Kadir, c. VIII, sh. 95).

1.3        İslam Hukukunda Lanet Etmenin Hükümleri

Müstahak olmadığı takdirde başkalarına lanette bulunmak, hakaret etmek ve kendilerini tekfir etmek, İslam hukuku açısından yasaklanmış ve bunun için uhrevi bir azap göz önünde bulundurulmuştur. Bu mesele, hükümleri hikmet ve maslahat üzere olan İslam’ın hükümleri açısından yasaklanmakla birlikte, hiçbir beşeri ve gayr-i ilahi kanun da böyle bir fiili caiz görmemiş, insana vatandaşların şahsiyetine saygısızlık etmesine izin vermemiş ve bu fiili işleyenleri yasal takibe tabi tutmuştur.

2. İslam’ın hükümleri bize imanlı insanların günah olan şeyleri ağızlarına almayacağını ve hiçbir kimsenin hakkını zayi etmeyeceğini öğretmekle kalmamış, hatta literatürde boş söz olarak adlandırılan günah olmayan ve menfi bir mana ifade etmeyen söz ve kelimeleri dahi söylemeyeceğini bildirmiştir. Kur’an-ı Kerim bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz müminler kurtuluşa ermişlerdir… Onlar boş ve faydasız işlerden yüz çevirirler.” (Müminun, 3, “Gerçekte bazı müfessirlerin de belirttiği gibi “lağv” elle tutulur bir faydası olmayan her söz ve amele denir.) Bu ayete göre, gerçekte müminler yanlış düşünce, temelsiz sözler ve beyhude işlerle uğraşmaz ve Kur’an’ın tabiriyle bunlardan yüz çevirir bir karaktere sahiptir ve haksız yere başkalarına lanet etmek ve onları tekfir etmek ise onlar hakkında tasavvur edilemez.

3. İslam hukukunda böyle fillerde bulunmanın yasaklanmasının yanı sıra, İslam âlimlerinden nakledilen rivayetler bir şahsın bir başkasına lanet etmesi ve o şahsın lanete müstahak olmaması durumunda, lanetin lanet ediciye döneceğini bildirilmiştir. “وَ عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ قَالَ لَعَنَ رَجُلٌ الرِّيحَ عِنْدَ رَسُولِ اللَّهِ (ص) فَقَالَ لَا تَلْعَنِ الرِّيحَ فَإِنَّهَا مَأْمُورَةٌ وَ إِنَّهُ مَنْ لَعَنَ شَيْئاً لَيْسَ لَهُ بِأَهْلٍ رَجَعَتِ اللَّعْنَةُ عَلَيْهِ”; “Bir şahıs Allah Resulü’nün (s.a.a) yanında rüzgara lanet etti, Allah Resulü (s.a.a) kendisine şöyle buyurdu: Rüzgara lanet etme; zira o Allah tarafından memur kılınmıştır. Eğer bir şahıs bir şeye lanet eder ve o şey lanete müstahak olmazsa, o lanet, lanet eden şahsa döner.” Bu rivayette belirgin olduğu üzere, lanet ve hakarete maruz kalan, saygısı ve hürmeti Kâbe kadar olan insan değil, rüzgârdır. Bu, insanın davranış ve sözlerine dikkat etmesi, şer’î bir delil olmaksızın bir işe girişmemesi ve başkaları hakkında yargıda bulunmaması gerekliliğini ortaya koymaktadır.

4. Elbette şu noktanın hatırlatılması gerekir: Allah’ın velilerini üzen ve onlara eziyet eden kimselere lanet etmek caiz olmakla kalmayıp hatta rüçhana sahiptir. Ama açıklanan hususlar, belirtilen soruya binaen haksız yere başkalarına lanette bulunan ve onları tekfir eden ve şahısların gerçek ve hukuki şahsiyetlerine hakaret eden kimseler hakkındadır, ilahi elçi ve velileri üzen ve onlara eziyet eden kimselerle ilgili değildir. Böyle kimseler Allah’ın ve lanet edicilerin lanetine müstahaktır. “İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayeti Kitap’ta açıklamamızdan sonra onları gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet etme konumunda olanlar lânet eder.” (Bakara, 159).

 Kur’an-ı Kerim’de “Allah’ın laneti zâlimlerin yahut kâfirlerin yahut fâsıkların üzerine olsun” mealinde ayetler olduğu gibi, Resulüllah’ın hadislerinde de “Allah, boşanmış kadını eski kocasına helâl kılmak için muvâzaalı evlenme yapan erkeğe ve eski kocasına lânet etsin” şeklinde ifadeleri de mevcuttur.

Özetle Hz. Peygamber (s.a.s)`de lânet kelimesini beddua, buğz, hakaret gibi anlamlarda kullanmıştır. Rivayetlerde Hz. Peygamber (s.a.s)`in Bi`r-i Maûne olayında şehid edilen Müslümanlar nedeniyle Rıl, Zekvan, Lıhyan ve Usayya oğulları aleyhinde kırk sabah lânet okuyarak beddua ettiği bildirilir (Buhari, Cihad 17). Buna karşılık Hz. Peygamber (s.a.s), müslümanları rastgele lânet etmekten menetmiş, özellikle ashabının birbirine ve tabiat kuvvetlerine lânet etmelerini yasaklamıştır (Ebu Davud Edeb, 4908; Müslim, Birr, 80-87).

İslam âlimleri arasında kimlere lânet edilip kimlere edilmeyeceği konusunda görüş ayrılığı vardır. Âlimlerin bir bölümü Müslümanlara hiç bir şekilde lânet edilemeyeceği görüşündedir. Âlimlerin diğer bir bölümü ise fasık olan Müslümanlara lânet edilebileceğini kabul ederler. Kâfirlere lânet edip edilemeyeceği de tartışma konusu olmuştur. Bazı âlimler, kâfirlere kayıtsız şartsız lânet edilebileceğini kabul ederken bazıları da bunun vacib olmadığını, onlara lânet edilebilmekle birlikte lânet etmemenin daha güzel ve yararlı olacağını savunmuşlardır (Fahruddin er-Razı, Tefsir-i Kebir Ter. III,188; Ibn Mace, Tercüme ve Şerh, X, 148).

1.4        Lanet Konusunda Bediüzzaman’ın Tesbitleri

“Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere İlm-i Kelâm’ın en büyük allâmesi olan Sa’deddin-i Taftazanî, “Yezid’e lanet caizdir” demiş; fakat “Lanet vâcibdir” dememiş. “Hayırdır ve sevabı vardır” dememiş. Çünki hem Kur’anı, hem peygamberi, hem bütün sahabelerin kudsî sohbetlerini inkâr eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer’an bir adam, hiç mel’unları hatıra getirmeyip lanet etmese, hiçbir zararı yok. Çünki zemm ve lanet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar amel-i sâlihte dâhil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena…” Tarihçe-i Hayat ( 501 )

“Sahabelerin bir kısmı, o harblerde adalet-i izafiye ve nisbiye ve ruhsat-ı şer’iyeyi düşünüp tâbi’ olarak, Hazret-i Ali’nin (R.A.) takib ettiği adalet-i hakikiye ve azimet-i şer’iye ile beraber zâhidane, müstağniyane, muktesidane mesleğini terkedip muhalif tarafa bu içtihad neticesinde girdiklerini, hattâ İmam-ı Ali’nin (R.A.) kardeşi Ukayl ve “Habr-ül Ümme” ünvanını alan Abdullah İbn-i Abbas dahi bir vakit muhalif tarafında bulunduklarından, hakikî Ehl-i Sünnet Velcemaat, مِنْ مَحَاسِنِ الشَّرِيعَةِ سَدُّ اَبْوَابِ الْفِتَنِ bir düstur-u esasiye-i şer’iyeye binaen طَهَّرَ اللّٰهُ اَيْدِيَنَا فَنُطَهِّرُ اَلْسِنَتَنَا diyerek o fitnelerin kapısını açmayı ve bahsetmeyi caiz görmüyorlar. Çünki itiraza müstehak birkaç tane varsa, tarafgirlik damarıyla büyük sahabelere, hattâ muhalif tarafında bulunan Âl-i Beyt’in bir kısmına ve Talha (R.A.) ve Zübeyr (R.A.) gibi Aşere-i Mübeşşere’den büyük zâtlara itiraza başlar, zemm ve adavet meyli uyanır diye, Ehl-i Sünnet o kapıyı kapamak tarafdarıdır. Hattâ Ehl-i Sünnet’in ve İlm-i Kelâm’ın azîm imamlarından meşhur Sa’deddin-i Taftazanî, Yezid ve Velid hakkında tel’in ü tadliline cevaz vermesine mukabil, Seyyid-i Şerif-i Cürcanî gibi Ehl-i Sünnet Velcemaat’in allâmeleri demişler: “Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve fâcirdirler; fakat sekeratta imansız gittikleri gaybîdir. Ve kat’î bir derecede bilinmediği için, şahısların hakkında nass-ı kat’î ve delil-i kat’î bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tövbe etmek ihtimaliyle, öyle hususî şahsa lanet edilmez. Belki لَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الظَّالِمِينَ وَ الْمُنَافِقِينَ gibi umumî bir ünvan ile lanet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur.” diye Sa’deddin-i Taftazanî’ye mukabele etmişler. Senin müdakkikane ve âlimane mektubuna karşı uzun cevab yazmadığımın sebebi; hem ehemmiyetli hastalığım ve ehemmiyetli meşgalelerim içinde acele bu kadar yazabildim.” Tarihçe-i Hayat ( 504 )

“İslâmiyet’in hayat-ı içtimaiyeye dair bir kanun-u esasîsi dahi bu hadîs-i şerifin اَلْمُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِ كَالْبُنْيَانِ الْمَرْصُوصِ يَشُدُّ بَعْضُهُ بَعْضًا hakikatıdır. Yani, hariçteki düşmanların tecavüzlerine karşı dâhildeki adaveti unutmak ve tam tesanüd etmektir. Hattâ en bedevi taifeler dahi bu kanun-u esasînin menfaatini anlamışlar ki, hariçte bir düşman çıktığı vakit, o taife birbirinin babasını, kardeşini öldürdükleri halde, o dâhildeki düşmanlığı unutup, hariçteki düşman def’ oluncaya kadar tesanüd ettikleri halde; binler teessüflerle deriz ki, benlikten, hodfüruşluktan, gururdan ve gaddar siyasetten gelen dâhildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lanet edecek gibi hâdisatlar görünüyor. Hattâ bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve tarafdar olduğu için hararetle sena ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi otuzbeş seneden beri siyaseti terkettim.” Tarihçe-i Hayat ( 622 )

“Bir sâlih âlim kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafığı hararetle sena etti ve siyasetine muhalif bir sâlih hocayı tenkid ve tefsik etti. Eski Said ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa, lanet edeceksin.” Bunun için Eski Said “Euzü billahi mineşşeytani vessiyase” dedi ve otuzbeş seneden beri siyaseti terk etti.” Hutbe-i Şamiye ( 46 )

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org