Etiket arşivi: Prof. Dr. Alaaddin Başar

Hukuklar Birleşiyor

Günümüzde insan haklarından çokça söz edilir. Ama bu sözler her nedense uygulamaya bir türlü konulamaz. Sadece beyannamelerde, bildirilerde, makalelerde mahpus kalır.

“İnsan hakları” tabiri aslında caydırıcı bir ifade değil. Hak ve hukukun korunması sadece insanoğlunun insafına ve vicdanına bırakılmış. Belli bir müeyyidesi yok. En kötü ihtimalle bir “kınama” cezası alıyorsunuz ve yaptığınız yanınıza kâr kalıyor.

Ama, “kul hakkı” ifadesi böyle değil. Bu ifadeyle insanın başıboş bir varlık olmadığı, Allah’ın kulu, O’nun mülkü, O’nun mahlûku olduğu zihinlerde iyice tesbit edilir ve nefisler, ‘kul hakkına tecavüzün kesinlikle cezasız kalmayacağı’ tehdidiyle karşı karşıya kalır.

Gel gör ki, bugünün madde, menfaat ve gaflet karışımı kavga ikliminde, kul olduğunu unutanlar, hâliyle kul hakkını da hatırlamaz oldular. Kul hakkının bu ilk basamağında tökezleyenler; insaf, merhamet, adalet duygularını da kaybettiler.

“Ben kulum” diyen insan, bunun gereğini yerine getirecektir. “Ben falan devletin raiyetiyim” dediniz mi, sizden o beldenin bütün kanunlarına harfiyen uymanız istenir.

Âlemlerin Rabbine inanan ve O’nun kulu olduğunu idrak eden bir insan da kul olarak yaşamaya mecbur.

Nurlardan nuranî bir cümle:

“İmandan sonra en mühim ve en lâzım âmâl-i salihadır. Salih amel ise maddî ve mânevî hukuk-u ibâda tecavüz etmemekle, hukukullahı da bihakkın îfa etmekten ibarettir.”   Mesnevî-i Nuriye

Bir insanın padişaha karşı iki çeşit isyanı olur. Birincisi, onun zâtına cephe almak, emirlerine isyan etmek. Diğeri ise, padişahın raiyetine zarar vermek. Birincisi hukukullaha, ikincisi ise kul hakkına misâl.

Allah’ın kul üzerindeki en büyük hukuku: İman.

Kul, kendisini yoktan var eden Rabbine imanla mükellef. Bunu “tevhid” takib ediyor. Allah’ı bir bilmek de kul üzerinde İlâhî bir hak. Nitekim, Allah’a şirk koşmak affa girmiyor.

“Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa Sûresi, 48)

Hukukullahın üç mühim şubesi: Tesbih, hamd ve tekbir.

Yâni, Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih, bütün medih ve senânın ancak O’na lâyık olduğunu ilân ve O’nun sonsuz kemâlinin kulun idrak sahasına girmekten münezzeh olduğunu itiraf etmek.

İlâhî san’at ve hikmetleri tefekkür etmek, nimetleri şükürle karşılamak da hukukullah cümlesinden.

Müşrik yahut dinsiz bir insan hukukullaha ait bu kadar vazifeden hiçbirini yerine getirmediği halde, günün birinde iman edince, Cenâb-ı Hak onun mazideki bütün borçlarını bir anda siliyor ve kul, hukukullahdan yana tertemiz olabiliyor.

Yine Üstadın cümlesine dönelim, imanı, salih amel takib ediyor. Salih amel, kulun kendi iradesiyle tercih edip işlediği bütün güzellikler.

Yaptığımız ticaret dürüst ise salihtir. Ettiğimiz ibadet ihlâslı ise salihtir. Gördüğümüz eşyayı, İlâhî birer eser olarak tefekkür edebiliyorsak bakışımız salihtir. Dinlediğimiz sözler, düşündüğümüz fikirler, kurduğumuz hayâller, sevdiğimiz mahbuplar meşru ise, helâl dairesi içinde ve rıza çizgisinde ise salihtir. Bunlar içerisinde, “maddî ve mânevî hukuk-u ibada tecavüz etmemek” çok önemli olmalı ki, salih amelin tarif cümlesine dahil olmuş.

Hukuk-u ibad, yâni “kul hakkı” geniş bir mefhum. Kulun bedenine ve malına yapılan tecavüzler maddî hukuk, kalp ve ruhuna verilen zararlar ise mânevî hukuk olarak değerlendirilmeli.

Kulun maddî hukukuna en büyük tecavüz, öldürme hâdisesi. İnsanın yaşama hakkına son verme, onun bu kâinatla olan bütün münasebetlerini bir anda kesip atma, kulu, Rabbine ibadetten alıkoyma, İlâhî eserleri tefekkürden, rahmanî nimetlere şükürden menetme cinayeti. Allah’ı tesbih eden yetmiş trilyona yakın hücrenin bütün bu tesbihlerini bir kurşunla delip geçme, yahut bir bıçakla kesip atma ihaneti.

Ve insan hayatına son vermenin günümüzdeki en yaygın şekli: Trafik kazaları… Alkol yahut acelecilik uğruna nice canlara kıyma, nice yuvaları söndürme felâketi.

Fıkıh âlimlerimiz katlin üç yerde câiz olduğunu söylerler.

“İmandan sonra küfre girme”, “evli olduğu halde zina etme” ve “haksız yere bir insanın kanına girme.” Bunlar dışında insanın hayatına son verilemiyor.

“Kim bir nefsi, kısas yahut yeryüzünde fesat çıkarma sebeplerinin biri olmaksızın öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir.” (Mâide Sûresi, 32) mealindeki âyet-i kerimenin tefsiri sadedinde Üstad Bediüzzaman Hazretleri, şu enteresan beyanda bulunur:

“Bir mâsumun hayatı, kanı, hatta umum beşer için de olsa heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir.” Sünuhat

Yâni, Allah’ın sonsuz kudretine nazaran bir insan yaratmakla bütün insanları yaratmak arasında fark olmadığı gibi, O’nun sonsuz rahmet ve adaleti noktasında da bir insanın katli ile, bütün insanların katli arasında fark yoktur.

İnsanoğlu her nasılsa, başkalarının hakkını çiğnerken o insanların Allah’ın kulu olduklarını unutuyor. “Ben Allah’ın bir kuluna zulmedersem, O’nun kahrına hedef olurum” diye düşünemiyor.

Aslında bu hakikat, “herkesçe kolayca anlaşılabilmeli” diye geliyor insanın aklına. Çünkü kime sorsak kendisini de diğer insanları da Allah’ın yarattığını söyleyecektir. Ama iş münakaşaya dökülüp de nefis kalbe, hissiyat akla hâkim oldu mu, artık kulluk unutuluyor, adalet unutuluyor, âhiret unutuluyor. İşte bu unutmanın kula pahalıya mâl olmaması için İlâhî ikazlar geliyor ve ona Allah’ın bir kuluna yapılacak haksızlığın ebed yurdunda dehşetli bir cezayı netice vereceği ikaz ediliyor.

Bu rahmanî ikazlara tercüman olma sadedinde Allah Resulü de (a.s.m.) ümmetini defalarca ve değişik şekillerde ikaz etmiştir.

Sadece üç misâl:

“Mazlumun bedduasından sakınınız. Çünkü onun duasıyla Allah arasında perde yoktur.” (Buharî, Müslim) 

“Ümmetimden müflis odur ki, kıyamet günü namaz ve zekâtla gelir. Ama, bu arada sövdüğü şu kimse, dövdüğü bir başka kimse dahi gelir. Bunun üzerine kendisinin hasenatından şuna verilir, buna verilir. Üzerinde haklar bitmeden kendi hasenatı tükenirse, o zaman onların hatalarından alınır kendisine yüklenir. Daha sonra cehenneme atılır.” (Müslim)

“Kaçmayarak, yalnız Allah’dan sevap bekleyip sabrederek, düşmana karşı durduğun halde öldürülürsen, borçlarından başka bütün günahlarına kefaret olur. Bunu bana Cibril söyledi.” (Müslim)

Bu son Hadis-i Şerifden çok önemli bir hakikat dersi alıyoruz: Şehitlik de kul hakkını kaldırmıyor.

Allah yolunda canını veren bir mü’min bunun büyük mükâfatını görmekle birlikte, kullara olan borçlarından kurtulamıyor. Zira kul hakkının affını Cenâb-ı Hak kula bırakmış.

Aynı şekilde, samimi tövbe eden bir mü’minin de geçmiş günahları affolunuyor, ama kul hakkı bu affa da girmiyor.

“Tövbekâr olanlar hakkında hukukullah dâvâsı takib edilmez. Ancak hukuk-u şahsiye dâvâsı kalır.”                                                                                  Hak Dini Kur’an Dili

Meselâ, gıybet eden bir insan gıybet ettiği kimseden helâllık almadıkça bu cürmün ağır cezasından kendini kurtaramaz.

Nur Külliyatında gıybetin câiz olduğu birkaç madde sıralanırken, “Bir de o gıybet eden adam fâsık-ı mütecahirdir. Yâni, fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor” ifadesine yer verilir. Demek ki, bir günahı âşikâre olarak, bütün insanların gözü önünde sıkılmadan işleyen kimsenin gıybeti câiz. Bu cevazın da yine kul hakkıyla yakın alâkası var. Çünkü gizli günah işleyen bir insan Allah’ın emrine muhalefetle sadece kendisine zarar veriyor. Ama aynı günahı, insanlar arasında işlediğinde onların hukukuna da tecavüz etmiş oluyor. Zira, insanların bedenlerine indirilen darbeler gibi ruh dünyalarına, kalp huzurlarına verilen zararlar da kul hakkına girmekte. Meselâ, müstehcen bir kıyafetle insanların karşısına çıkan bir kadın, onları günaha soktuğu gibi, “sebep olan işleyen gibidir”hükmünce, o günahın bir misli de kendisine yazılıyor ve onun hayâsızlığını yadırgamak gıybet olmuyor. Bu yadırgama başkalarını aynı günahtan menetmek niyetiyle olmalı. Üstad Bediüzzaman’ın tabiriyle, “garazsız ve sırf hak ve maslahat için” yapılmalı. Yoksa, hazır cevazı yakalamışken gönlümce, doyasıya bir gıybet edeyim mânâsına değil.

Kur’an-ı Hakîm’de, ilk bakışta kul hakkı gibi görünen ve kullar arasındaki adalet esaslarını tesbit eden birçok âyetlerden sonra, “İşte bu Allah’ın hudududur, onu tecavüz etmeyin” mealinde İlâhî ikazlar gelir. Demek ki, kul hakkını çiğnemek, Allah’ın hududuna tecavüz olarak kabul ediliyor. Artık böyle bir cinayeti işleyen insan kime iltica edecek, kimden yardım dileyecektir?

İnsan, Allah’ın kulu olduğundan onun hukukuna riayetsizlik de İlâhî azabı netice veriyor ve bu noktada hukuklar birleşiyor.

Kendi parmağımızı niçin kesemez, hayatımıza neden kasdedemeyiz? Çünkü, ne beden bizim, ne de ruh. Haneyi harab etmeye de hakkımız yok, misafiri oradan çıkarmaya da. Yaparsak ne olur? Allah’ın mahlûkatında O’nun rızası dışında tasarrufa   kalkışmış oluruz. Bu ise hem hukukullaha karşı bir isyan, hem de kul hakkını ihlâl. Demek ki aynı fiil ile iki hukuka birden tecavüz ediliyor.

Allah bütün mülkün mâliki. Her varlığına müstakil bir şahsiyet lûtfetmiş. Bir insana zarar vermek, onun nefsine baktığı cihetle kul hakkına tecavüz, Allah’ın eseri olması cihetiyle de hukukullaha riayetsizlik.

Her insan bu dünyaya İslâm fıtratı üzere gelir. Günahlar o fıtratı bozar ve insanı azaba müstehak kılar; hem Allah’a isyan, hem de kul hakkına taarruz suçlarından.

Bir kalbi kırmak, yahut bir dalı koparmak da öyle.

Allah’a kulluk yapmayan bir insan kendi nefsini cehenneme atması sebebiyle kul hakkına da en büyük tecavüzü yapmış oluyor.

“Hem o tarik-üs-salât (namazı terkeden), kendi nefsine mâlik olmadığı için, kendi Mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder.” Lem’alar

Cenâb-ı Hakk’ın, âsi insanları birçok âyet-i kerimesinde “zâlim” olarak vasıflandırmasındaki ince sırrı bu ifadelerde yakalamak mümkün.

Kul hakkı içerisinde en büyük pay bizzat insanın nefsine düşüyor. Çünkü her hareketi, her sözü, her hâli o nefse ya fayda yahut zarar veriyor. Dolayısıyle, zulmün en büyüğünü, âsi insan bizzat kendi nefsine yapmış oluyor.

Bazılarıyla karşılaşırsınız; “benim Allah’ın hiçbir kuluna bir zararım dokunmamıştır” diye övünür ve ilâve eder: “Günah işliyorsam onun sorumluluğu bana ait.”

Bu zavallılar kendilerinin de Allah’ın kulu olduklarından gâfildirler.

Kur’an-ı Kerim’den ibretli bir işaretle bahsimize son verelim:

En’am Sûresinde: ‘Ölü etinin’, ‘dökülen kanın’, ‘hınzır etinin’ ve ‘Allah’dan gayrısının ismiyle kesilen hayvan etinin’ haram olduğu zikredildikten sonra, “Bunlarda da her kim muzdar olursa ve diğer bir muzdara tecavüz etmediği ve zaruret miktarını aşmadığı takdirde hiç şüphe yok ki, Allah Gafur ve Rahîm’dir.” buyrulur.

Müfessir efendilerimiz âyetteki bir inceliğe dikkatimizi çekerler: Zaruret hâlinde bulunan, ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalan bir insanın, sözü edilen murdar gıdalardan ölmeyecek kadar yemesine müsaade edilirken, enteresan bir şart daha ileri sürülüyor:Diğer bir muzdara tecavüz etmemek; onun o murdar gıdadan faydalanmasına engel olmamak.

Bu şart, Cenâb-ı Hakk’ın kul hakkına verdiği azim ehemmiyetin en berrak bir göstergesidir.

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Benlik

“Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle, insana “ene” namında öyle bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar.”  Sözler

Sebze ve meyve pazarlarını bilirsiniz. Her seyyar satıcı kendi tablası başında avazı çıktığı kadar bağırır. Biri, ‘elmanın iyisi burada’ diye müşterilere tiz perdeden seslenirken; diğeri, ‘üzüme gel üzüme’ diye ayrı bir nağme tutturur. Herkes kendi malını metheder durur.

Benlik dâvâsının hâkim olduğu bir cemiyet hayatı da o pazardan pek farklı değil. Şu kadar var ki, o pazarda her satıcı kendi malını överken burada her fert öncelikle kendini methetmekte, diğer insanların dikkatini celbe çalışmakta… Malıyla, mülküyle, makamıyla övünmesi de neticede bu noktaya varıyor.

Bir de benliğin hakikatine erenlerin pazarı var. O pazar ehlinden birisine, ‘benlik nedir?’ diye sorarsak bize şunları söyler:

“Benlik, insanın kendi varlığından ve sıfatlarından haberdar olması, nefsini ve malını kendine nisbet edebilmesidir. Bilirsiniz, insan, güttüğü koyunlar için ‘benim koyunlarım’ diyebildiği halde o koyunlar, meselâ, kendi ayakları için ‘benim ayaklarım’ diyemiyorlar. Güneş de gezegenlerine sahip çıkamıyor.”

Bu açıklamadan sonra bize soracak:

“Hiç düşündünüz mü; insana bu imtiyaz niye tanınmış? ‘benim aklım, benim elim, benim çocuğum, benim tarlam’ diyebilmesi niçin?”

Sorusunu kendisi cevaplandıracak:

“Arzın halifesi olduğu için…”

Halife, sultanın mülkünde, O’nun namına tasarruf eder. ‘Benim malım, benim mülküm’ derken, mülkün gerçek sahibini hatırından çıkarmaz. Onun böyle deyişi, bir askerin ‘benim tüfeğim’ yahut ‘benim koğuşum’ demesi gibidir.

Ve devam edecek:

“Benlik gerçekte büyük bir nimet, büyük bir sermaye… Ama onu yerinde kullanmak şartıyla…

Arzın halifesi olduğunu unutmayıp Kâinat Sultanı’nın namına hareket etmek, O’nun emanetlerini, yine O’nun rızası yolunda kullanmak şartıyla… Hiçbir icraatına şahsî reyini, hevesini ve nefsini karıştırmamak şartıyla…

‘Nefsini bilen Rabbini bilir’ sırrına ermek, ‘ben’ diyebilmeyi bir anahtar yapıp ‘O’ diyebilmek şartıyla…

Tarlasına tohum serperken, rüzgârdan pek farklı bir iş yapmadığını, keza bahçesini sularken de yağmurun vazifesini taklide çalıştığını bilmek, tıpkı onlar gibi kendisinin de Allah’ın mülkünde bir hizmetçi olduğunu unutmamak şartıyla…

Kendi varlığını düşünürken, ‘Bana bu varlığı kim lûtfetti ise, şu bütün âlemi de yoktan var eden ancak O’dur.’ diyebilmek ve mutlak varlığın ancak O’na mahsus olduğunu bilmek şartıyla…

İlmini ve kuvvetini düşünürken de, ‘Bana ilmi tattıran elbette Âlim, bana kuvvet bahşeden elbette Kâdirdir.’ diyebilmek şartıyla… Kendisine takılan diğer sıfatları, kabiliyetleri ve halleri de bu mânâda değerlendirebilmek şartıyla…”

O zâta verdiği bilgiler için teşekkür edip, ‘biraz da kendinizden bahseder misiniz?’ desek, “Ben” diye söze başlar: “Dün bir nutfe idim, benlik nedir bilmezdim. Sözüm edilmez, yüzüme bakılmazdı. Önceki gün ise hiçbir şey değildim. Bir rahmet ve kerem eli beni pederimin köyüne attı, annemin evine getirdi. Orada dokuz ay misafir kaldım. Cansız iken cana kavuştum, duymaz iken duyar, görmez iken görür oldum. Sonunda, o karanlık ve dar menzilden, bu geniş ve harika âleme atıldım. Yarın ölümü tadacak, öbür gün yine diriltileceğim. Kabirde ve mahşerde, benliğim ancak hesap vermeme yarayacak. ‘Bu suçu sen işledin değil mi?’ diye sorulduğunda ‘Evet ben işledim.’ diyeceğim.”

Aklı başında olan insan o birinci pazarın semtine uğramaz, bu ikinciden ise bir an ayrılmaz.

Kâinat, bir yönüyle, ‘benlikten’ uzak tutulanlar ordusu!.. Semâ yüksekliğine güvenmez, toprak çiğnenir aldırmaz. Ay, dünyaya bağlı olmayı mesele yapmaz, bülbül sesiyle övünmez, arı balıyla gururlanmaz… Niçin? Cevap tektir:

Hiçbirinde benlik olmadığı için.

Benlikten uzak tutulan her mahlûk, bir yönüyle mahrumdur, ama diğer yönüyle korunmuştur.Meselâ, şu güneşimiz, “ben” diyebilseydi, belki Allah’ı bilme ve sevmede hayli yol katedebilirdi. Ama bilemiyoruz, belki de büyüklük iddiasında bulunur, kuvvetine güvenir, gezegenleriyle gururlanır, ziyasıyla övünürdü… Bu ise onun için feci bir hâl olurdu… Şimdi bu gafletten korunmuş ve bu sapıklıktan uzak, sürdürüyor vazifesini…

Bir de melekler âlemi var. Onlar benlik dâvâsı gütmekten çok çok uzaktırlar. Gurur nedir bilmez, kıskançlıktan anlamaz, hasedi tanımazlar. Bu isyansız varlıklar, Rablerine kim daha iyi ibadet ederse onu daha çok severler. İnsanda da bu kabiliyet var, ama onu çoğu zaman yanlış kullanıyor. Kendisini, yahut babasını, dedesini kim daha çok methederse ona daha gönülden bağlanıyor. Halbuki, Rabbimizin hatırı, hiçbir hatırla kıyaslanamayacak kadar yüksek. O halde, O’na bizden daha iyi kulluk eden, O’nun yoluna bizden daha çok koşanları niçin alkışlamıyoruz? Bu sorunun cevabı da benliktir.

Koca bir ömrü ‘ben ben’ diye diye tüketerek O’nun huzuruna çıkmak ne hazin!… Benliğe kapılmayıp, bu dünyada O’nun namına hareket etmek ve her hükmüne boyun eğmek ne büyük saadet!…

Prof.Dr.Alaaddin Başar

Son Meyve

Biz kâinatın meyvesiyiz. Dünyamız, Güneş sisteminden bir dal. Hepimiz o dala takılıyız. Yerçekimiyle bağlıyız ona. Ciğerlerimizle havayla alışverişteyiz. Güneş gözümüzün içinde çalışıyor. Yıldızlar bize göz kırpmada. Çiçekler bizim için bezenmişler…

Evet, biz kâinatın meyvesiyiz.

Bu âlem, bizim başımızı bekliyor. Bizim semâmız onda, bizim soframız onda. Gözümüze nur, midemize gıda ondan akıp geliyor. Şu görünen âlem, bedenimizin imdadına durmadan koşarken, bedenimiz de her an ruhumuza hizmet etmede. Gözümüze Güneş kadar muhtacız. Ve gözümüz, ancak güneş kadar bizim, yahut Güneş gibi bizim değil.

Ciğerimize hava gibi ihtiyacımız var. Ciğerimiz de hava kadar bizim, yahut onun gibi bizim değil.

Aynı şekilde, ayaklarımız arz kadar, kulaklarımız sesler kadar, dilimiz tatlar kadar bizim, yahut onlar gibi bizim değil…

Evet, biz kâinatın meyvesiyiz.

Kâinat kimin ise biz de O’nunuz… Kâinat kime itaat ediyorsa, biz de O’na ibadete mecburuz. Kâinatı kıyamete doğru kim götürüyorsa, bizi de ölüme doğru o sevkediyor.

Beden ve kâinat… İkisi de ruha hizmetkâr. Ve ruh, bu hizmetkârlarını aşmaya mecbur. Meyve, ağaç ötesi içindir. Ağacının içinde kaybolan bir meyve düşünebiliyor muyuz? Eğer ruh, bedeni ve kâinatı aşamazsa maddede boğulur gider…

Atmosfer bedenimizi saradursun, bakışımız yıldızlarla oynaşır, düşüncemiz âhiretle kaynaşır… Biz onları tefekkür ederiz, onlar bizi değil…

Gökkubbe bütün ihtişamıyla üstümüzde boy gösteredursun, biz onu bir kitap gibi okur, mütalâa ederiz.

Bu kabiliyetimizi yerinde kullanırsak, şu âlemi mahlûk bilir, onun Hâlık’ına iman ederiz. Arzı bir sofra, bir beşik bilir, onun Mâlik’ine hamdederiz. Maddeyi mahkûm görür, onun Hâkim’ine kul oluruz… İşte insanın, insan meyvesinin kâinatı aşması asıl böylece tahakkuk eder.

Evet, biz kâinatın meyvesiyiz.

Meyve, ağacın üstünde bahçeyi seyreder. İnsan da bu dünyadan Âhirete bakmada, orası için hazırlanmada… Daldan koptuğumuz an, o âleme geçeceğiz. Bu dünyaya gelirken, anne rahmi bize bir berzah olmuştu. Bu âleme bir anda gelmemiştik. Ama, annemizin rahmindeyken de bir cihetle bu dünyanın adamıydık. Buradan gelen gıdalarla besleniyorduk. Bu dünyadan koptuğumuz anda da, berzah denilen kabir âlemine gireceğiz. Artık, dünya hayatıyla bir alâkamız kalmayacak. Alışverişimiz öteki âlemle olacak. İmanlı göçmek kaydıyla, kabir bizim için Cennet bahçelerinden bir bahçe olacak…

Evet, biz kâinatın meyvesiyiz.

Onun için, âlemi bir bütün olarak severiz. Yıldızını da severiz, çiçeğini de. Dağını da severiz, bağını da. Bulutlarını da severiz, Samanyolunu da. Ve, “aklın varsa, bütün bu muhabbetleri topla, hakiki sahibine ver” emrine uyar, saraydan geçer, Sultan’ı buluruz. Sofrayı aşar, bizi nimetlendiren Mün’im’e ulaşırız. Bu noktaya gelemez ve âlemi böylece değerlendiremezsek, okumasından âciz olduğu bir kitabın yaprakları arasında can veren bir böcek gibi terkederiz, bu dünyayı…

İnsan, kendini inceleyen, ağacını tefekkür eden meyve.

Öbek öbek ilim adamları… Kimi hücrenin içinden çıkmağa çalışıyor, kimi gen yumağından kurtulma çabasında… Kimi yıldızlar arasında yolunu yitirirken, kimi atomun derinliklerinde kazılar yapmada… Ve hepsinin ortak noktası: Hayret!.. Bu hayret, insan aklının, Allah’ı tesbihidir. “Ben O’nun birtek mahlûkunun kemâlini anlamaktan âciz kalıyorum, elbette bütün bu varlıkların Hâlık’ının kemâli idrak edilemez ve O bütün noksanlıklardan yücedir, münezzehtir” der, her bir akıl.

Evet, biz şu kâinatın meyvesiyiz.

Bu âlemdeki daimî faaliyetin bir küçük misâli de bizde cereyan eder. Durmadan nefes alırız; kanımız aralıksız deveran eder; dimağımız fâsılasız çalışır; saçımız, sakalımız daima uzar. Hücrelerimiz her an değişir. Ve bu değişmelerle ömrümüz de  akıp gider.

Meleklerin daima ibadet hâlinde bulunmaları gibi, aklımız da aralıksız çalışır. Ruhumuz, âlemde ve bedende cereyan eden bütün değişmeleri ibretle seyreder. Bebeğin uzayan parmaklarıyla, ağacın uzanan dallarını birlikte temaşa eder. Dökülen saçlarla, sonbahar gazellerini beraber düşünür. İşte, kâinattaki ve insandaki bu değişmeler, ruhumuzu değişmekten münezzeh olan Allah’a teveccüh ettirir…

Bedenimiz şu kâinatın maddesiyle beslenirken, ruhumuz melekler gibi, bu âlemin mânâsıyla ilgileniyor. O da melekler gibi, ama başka bir tarzda, şu kâinatın tesbihatını temsil ediyor. Âlemdeki cemâl tecellileri, ruhta neş’e ve sürur şeklinde, celâl ve azamet tecellileri ise haşyet ve korku olarak tezahür ediyor.

Arza halife ve kâinata meyve olduğunun şuuru içinde, bütün âlemi arkasına alarak Rabbine ibadet eden ruhlara ne mutlu!.. Bedeni ve kâinatı yanyana getirip, ikisini birlikte temaşa eden, hikmetle kudreti beraber seyreden ruhlara müjdeler olsun!..

Prof.Dr. Alaaddin Başar

Zafer Yayınlarından çıkan Nur’dan Cümleler kitabından alıntıdır.

Sebepler Tenteneli Bir Perdedir

“Binaenaleyh nimete bakıldığı zaman Mün’im, san’ata bakıldığı zaman Sâni’, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.”

Bir nimetin sadece insana olan faydalarına nazar edilirse ona mana-yı ismiyle bakılmış olur. Halbuki  o nimet, insanı ve onun ihtiyaçlarını bilmeyen toprağın, suyun, ağacın yahut güneşin işi olamaz. O nimeti bir Mün’im (nimetlerdiren)  yaratmıştır ve bize ikram etmektedir.

Her biri, bir sanat mucizesi olan varlıklara baktığımızda da onları yapan Sani’ zihnimize gelmelidir. Bir çiçeğin yapılışını ne toprağa verebiliriz, ne suya, ne güneşe, ne de bahar mevsimine. Bunların tümünü birlikte çalıştırarak o eseri meydana getiren Allah, bütün kâinatı onun imdadına göndermekte ve onu taklit edilmesi mümkün olmayan bir sanat mucizesi olarak icat etmektedir.

Sebeplere bakıldığı zaman da “Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.”  Risalelerde çokça ve önemle işlendiği gibi, Cenâb-ı Hak bu hikmet dünyasında bir takım varlıkları bazı sebeplerle yaratmaktadır. Bunun en açık örneği insanın yaratılışına anne ve babasını sebep kılmış olmasıdır. İnsanı anne ve babası yapmış değillerdir, zira onlar da yapılmışlardır. Anne ve babayı yaratan kim ise, onlar vasıtasıyla insanı dünyaya gönderen de O’dur. Aynı şekilde, bir meyveyi ağacın yaptığı söylenemez, zira ağaç da yapılmış, yaratılmıştır. O halde, o ağacı kim yaratmışsa, ondan meyveleri süzüp çıkaran da  O’dur.

Adem babamızın topraktan yaratılması, kavun ve karpuzun ağaç olmaksızın ince bir saptan çıkarılması gösteriyor ki, anne-baba ve ağaçlar sadece birer sebeptirler. Onların yaratılmasında ve onlardan neticelerin süzülüp çıkarılmalarında ayrı İlâhî sanatlar sergilenmekte ve farklı  isimler tecelli etmektedir.

Sebeplere riayet edilmesi fıtratın bir kanunudur. Ağaç dikmeden meyveye kavuşmak mümkün değildir. Ancak bu sebeplere bakıldığında  “Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.” Bunların, o mucize eserleri yapamayacakları düşünülmeli ve  Müessir-i Hakikinin (gerçek tesir sahibinin) ancak  Cenâb-ı Hak olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. Bir önceki cümlede de ifade edildiği gibi sebepler tenteneli bir perdedir; az bir dikkat ile bu hakikat görülecektir.

Prof.Dr.Alaaddin Başar

Tanımazların İşbirliği

Bu dünya hikmet dünyasıdır. Eşyanın yaratılışı çoğu zaman ani ve defi değil, tedricen, yani zaman içinde ve kademeli olarak gerçekleşir. Nitekim, Kur’an’ın özeti olan Fatiha Sûresinde bütün medih ve senanın Allah için ve O’na layık  olduğu zikredildikten sonra, Allah’ın marifeti noktasında ilk olarak Rabbü’l-âlemin ismine yer verilir. Yani, Allah öncelikle bu isimle tanıtılır. Bunun hikmeti,  şu varlık aleminde gördüğümüz her şeyin bir terbiyeden en faydalı bir hale getirildiğini ders vermektir.

Allah, Rabbü’l-âlemindir;  bütün âlemleri terbiye eden, onları bir ilk noktadan alarak son ve mükemmel hallerine getirendir. Güneşi ışık verecek şekilde, gözleri görecek, kulakları işitecek şekilde terbiye eden Allah, mideyi hazmedecek, elleri tutacak, ayakları yürüyecek şekilde terbiye etmiştir.

Bu hikmet dünyasında, eşyanın terbiyesinde sebeplere de belli görevler verilmiştir. Çekirdek ağaç haline getirilirken, toprak, su, hava, güneş ve  mevsimler birer sebep olarak kullanılmışlardır. Bu unsurların her birisi kendilerini o noktaya getiren İlâhî terbiyeyi ilan ettikleri gibi,  onların ortak çalışmalarıyla meydana gelen o ağaç da kendisini ne güneşin, ne havanın, ne suyun  değil ancak Allah’ın terbiye ettiğini ilan eder.

Cenab-ı Hak melekleri ve ruhları doğrudan ibda yoluyla  yarattığı gibi bu alemi ve içindeki varlıkları da sebepleri hiç araya katmadan yaratabilirdi. Öyle yapmayıp, çoğu eşyayı inşa yoluyla, belli safhalardan ve farklı terbiyelerden geçirerek yaratmakla sebepler alemine de belli görevler yüklemiştir. Bu sebeplerin hiçbiri çekirdeğin tek başına bir iş yapacak halde değildir. Belli bir sonuca ancak diğer sebeplerin yardımıyla ulaşabilir. Burada sebeplerin acizliği, bilgisizliği, ondan daha önemlisi iradesizliği karşımıza çıkar ve bütün akıllara şu dersi verir:

“Esbâb, bir perdedir. Çünkü, izzet ve azamet öyle ister. Fakat, iş gören kudret-i Samedâniyedir.”   Sözler

Bunun en açık örneğini kendimizde görüyoruz. Yaptığımız  her iş mutlaka kollektif bir çalışmanın ürünüdür.  Bir yere gidiyorsak, bu bütün organlarımızın işbirliği ile gerçekleşir. En basitinden, bir tıraş olma bile  gözlerle ellerin  ortak çalışmasıyla gerçekleşir.  Ne göz eli tanır, ne el gözü. Her ikisi de bir ruhun emrindedirler ve onları birlikte çalıştıran odur.

Bu basit örneği bütün kâinat çapında düşündüğümüzde aklımıza ve kalbimize çok geniş marifet pencereleri  açılır.

Sadece bir örnek verelim:

Bir bitkinin imdadına  yağmurun yetişmesi, güneşin suyu buharlaştırması ve rüzgarın onu taşımasıyla tahakkuk eder.  Bu örnekte de, ne güneş rüzgarı tanır, ne rüzgar bulutu. Ayrıca bunların her ikisi de o bitkiyi ve suya olan  ihtiyacını bilmezler.

Bu tablo, bütün akıllara şu dersi verir:

       “Esbab bir perdedir, … iş gören kudret-i Samedaniyedir.”

Bu iradesiz varlıklar İlâhî kudretle bir araya gelmekte ve birlikte iş görmektedirler. O muhtaçların imdadına koşan, bu sebepler değil, onları da yaratan ve idare eden  “kudret-i Samedaniyedir.”

Bilindiği gibi, Samed ismi “Her şey O’na muhtaç o ise hiçbir şeye muhtaç değil.” manasına gelir.

Kudret, “fiilin sıhhati ve terki” şeklinde tarif edilir. Yani kudret, bir işi yapmaya da yapmamaya da yetkili olan bir sıfattır. Bundan dolayı, güneşin gezegenlerini çevirmesine kudret denmez, ama insanın eline aldığı bir elmayı havada çevirmesine kudret denilir. Zira, insan o hareketi istediği anda durdurabilir, güneş ise buna muktedir değildir.

O halde, iradesiz olan güneş ve hava kudret sahibi değillerdir. Yaptıkları işi terk etme şansları yoktur, kendilerine verilen görevi yerine getirmekle mükelleftirler. Onlar, Cebbar ismine mazhar olmuşlardır, yaptıkları işi kendi arzularıyla değil bir cebir altında yapmaktadırlar; ellerimizin dişlerimizi temizleme hizmetleri gibi.

Sebeplerin icatta tesirleri yoktur, ama Allah’ın birer harika eseri, isimlerinin tecelligâhı olmaları yönüyle büyük önemleri vardır. Bizim sebeplere itibar etmemizin bir yönü budur.

Diğer yönü ise, Cenâb-ı Hak, hikmetinin gereği olarak, bazı neticeleri bazı sebeplere bağlamışsa, o sebeplere riâyet etmediğimiz takdirde o neticelerden de mahrum kalırız. Meyve ağacı dikmeyen ve bakımını yapmayan kişi meyve yiyemez. Bir mümin, meyve ağacını  bir rızık tezgâhı olarak değerlendirir, şükrünü o ağaca değil, kendisini onun eliyle rızıklandıran Allah’a  verir.

Sebeplerin icat hususunda hiçbir tesirleri yoktur. Sebepleri de yaratan Allah’tır, onların eliyle verilen neticeleri de.

Bu anlatılanları şöyle özetleyebiliriz:

  • Sebepler birbirini tanımıyorlar.
  • Çalışmalarıyla nasıl bir sonucun ortaya çıkacağını bilmiyorlar.
  • O sonucu hiçbiri tek başına yapamıyor, yardımlaşmaya mecburlar.
  • O halde, o neticeleri irade eden ve sebepleri o noktaya sevk eden biri var.

Nur Külliyatında sebepler hakkında verilen önemli bir mesaj da onlarınperde-i izzet ve azamet” olmalarıdır.

Hastalık, musibet, ölüm gibi görünüşte çirkin sanılan, hakikatte ise güzel olan hadiselerde bu zahirî sebeplerin önemli bir görevi “perde-i izzet ve azamet”olmaları, insanların şikâyet oklarını onlara  atarak isyandan salim kalmalarıdır.

Öte yandan, sebepler hayırlı işlerde de yine “perde-i izzet ve azamettirler.”  Nurlarda ağaçlar için “tablacı” tabiri kullanılır. Cenâb-ı Hak, meyveleri insanlara doğrudan ikram etmek yerine, bu tablacıların eliyle takdim etmektedir.

İnsanlar, yaptıkları hayırlı işlerde sadece birer vasıtadırlar, birer sebeptirler. İnsana o hayrı işleme kabiliyetini veren Allah olduğu gibi, yaptığı işte kullandığı bütün malzemeleri yaratan da O’dur. Kâinat ağacından insan meyvesi süzen Allah, insandaki bu kabiliyetlerden de başka meyveler yaratmaktadır. Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Keriminde insana yaptığı ihsanları sayarken gemiden de bahseder. Görünüşte gemiyi insan yapmaktadır, ayette ise bunun bir İlâhî ihsan olduğu nazara verilmektedir.

İnsan, kendi varlığında ve dış âlemde İlâhî kudret ve rahmetin sergilediği mucizeleri hayretle temaşa edecek, başkalarına onun eliyle yapılan ihsanları da yine  Allah’tan bilecek ve ancak O’na şükredecektir.

Prof.Dr.Alaaddin Başar