Etiket arşivi: Prof. Dr. Alaaddin Başar

Varlık Nedir, Yokluk Nedir?

Hiçbir şey, sonunda yok olup kaybolsun diye yaratılmış olamaz.

“Eşyada esas bekadır, adem değildir.” (Mesnevî-i Nuriye)

Yaratılan mahlukatın varlıklarının devam ettirilmesi de bir nevi bekadır.  Vazifesini yapıp bu dünya sayfasından silinme zamanı geldiğinde de yine yokluğa gitmezler.

“Fen dedikleri hikmet-i cedide, bu sırra vâkıf olmuş ise de, vuzuhuyla vâkıf olamamıştır. Ve aynı zamanda, ‘Âlemde adem-i mutlak yoktur. Ancak terekküb ve inhilal vardır’ diye ifrat ve hatâ etmiştir.” (Mesnevî-i Nuriye)

Bazı bilim adamlarının “Var olan şey yok olmaz, yok da var olmaz” şeklindeki ifadelerinde bir hakikat payı olmakla birlikte, bu konudaki bilgileri ve ifadeleri tam ve açık değildir. Zira, onların bir kısmının bu sözden maksatları maddeye ezeliyet vererek yaratılışı inkâr etmektir. Yâni, “Madde halden hale girmekle varlıklar ortaya çıkıyor ve bir süre sonra bir başka hale dönüşmekle de ortadan kayboluyorlar. Ama o varlıkların temel taşları olan madde yok olmuyor, o maddeden bu defa başka varlıklar ortaya çıkıyor.” diyorlar. Böylece hiçbir şeyin yok olmadığı gerçeğini, ifrat ile başka bir şekle dönüştürmüş oluyor ve hata ediyorlar.

Bugün, maddenin ezelî olamayacağı ispat edilmiş bulunuyor. Fizikçilerin şimdi geldikleri nokta, maddenin enerjiden doğduğu ve enerjinin kesifleşmesiyle ortaya çıktığıdır. O halde bu inkârcı kesimin “Madde ezelidir.” sözünü şimdi de “Enerji ezelidir.” şekline çevirmeleri gerekiyor. Enerji ise kendiliğinden ortaya çıkmış bir kuvvet değil, Allah’ın kudretinin bir tecellisidir.

Allah’ın zâtı gibi kudreti ve diğer sıfatları da ezelidir. Bu kudret tek başına müstakil bir kuvvet gibi olmayıp beraberinde hayat, ilim ve irade sıfatları da vardır. Allah, mahlûkatı yaratmayı irade ettiğinde kudretiyle onları var etmektedir. Bu var etme ise yoktan değildir, yâni “yokluk” diye hayalî bir şey düşünüp eşyanın ondan yapıldığını vehmetmek yanlıştır. Eşyanın yoktan yaratılması “yok iken var edilmeleri” anlamındadır.

Nur Külliyatı’nda eşyanın yokluğa gitmedikleri, “daire-i kudretten daire-i ilme geçtikleri” ifade edilmekle, eşyanın yokluktan gelmediği “ilim dairesinden kudret dairesine geçtikleri” de nazara verilmiş oluyor.

On Birinci Söz’de hayat için “sıfat ve şuun-u İlâhîyenin bir mikyası” denilmesinden hareket ederek bu hakikatin küçük bir misâlini kendi eserlerimizde de seyredebiliriz. Meselâ, bir cümleyi önce zihnimizde şekillendiririz. Böylece o cümle “var” olur ve bizim ilmimizde varlığını devam ettirir. Fakat, bu cümlenin taşıdığı mânâyı başkalarına da bildirmeyi istediğimizde onu yazarız ya da konuşuruz. Böylece cümlemiz ilim dairesinden kudret dairesine geçmiş olur.

Yaratılan eşya da yokluktan gelmiyorlar; Allah’ın ilminde nasıl takdir edilmişlerse o şekilde varlık âlemine geçiyorlar. O halde, şu gördüğümüz ve bildiğimiz eşya, henüz yok iken de Allah’ın ilminde var idiler. Ve O’nun kudretiyle yaratılıp varlıklarını bu âlemde devam ettirdiler.

“Âlemde Cenâb-ı Hakk’ın sun’iyle terkip vardır. Allah’ın izniyle tahlil vardır. Allah’ın emriyle îcad ve îdam vardır.”

Kâinat kitabında elementler birer harf görevi yaparlar. Her şey bu harflerin belli tertiplerle bir araya getirilmesiyle yazılırlar, yaratılırlar. Bu kitaptaki yazıları, harflerin ezelî olmasıyla açıklamaya çalışmak boşuna bir çabadır ve kendini aldatmaktan başka bir şey değildir.

Kâinat kitabındaki bir cümleyi, meselâ insan bedenini, elementlerin yazdıklarını iddia eden kimsenin, o elementlerin “bu cümleyi ezelî ilimleriyle önceden bildiklerini, onu yazmaya karar verdiklerini ve birbirlerine yardım ederek bu cümlenin ifade ettiği mânâya göre şekillendiklerini” kabul etmesi gerekir.

Biz de merhum Necip Fazıl gibi, “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak” diyerek tek çıkar yolu şöyle gösteriyoruz:

Eşya daire-i ilimden daire-i kudrete geçmekle var oluyorlar, daire-i kudretten daire-i ilme geçmekle de bu âlem sayfasından siliniyorlar.

Bu silinme gerçek mânada bir yok olma değildir. Üstadın “Adem-i mutlak zâten yoktur, çünkü bir ilm-i muhit var” sözü, yok olmanın da mutlak değil, kayıtlı ve sûrî (görünüşte) olduğunu ortaya koyuyor.

Yine yazı örneğimize dönelim:

Yazılan bir cümle silindiğinde mutlak mânâda yok olmuyor, ancak sayfadaki varlığı ortadan kaldırılmış oluyor. Yazanın ilmindeki varlığı ise devam ediyor.

Önemine binaen maddenin ezeliyeti konusunda Nur Külliyatı’nda geçen çok önemli bir tespit üzerinde de biraz duralım:

Üstat hazretleri eşyanın “hâdis ve fâni” olmasının, yâni “sonradan meydana gelip bir süre sonra kaybolmasının” Allah’ın sıfatlarının ezeliyetine delil olduğunu beyan ediyor. Güneşe karşı cereyan eden bir nehrin üzerinde teşekkül eden kabarcıkların güneşin varlığını göterdiğini, sönüp gittiklerinde arkalarından gelen kabarcıkların da öncekiler gibi parlamalarının ise güneşin bekasına delil olduğunu nazara veriyor.

Allah’ın zâtı ezelî olduğu gibi sıfatları da ezelîdir. Mahlûkatın ise hem kendileri hem de sıfatları sonradan yaratılmışlardır.

Şu ayet-i kerîme bu mananın da en güzel beyanıdır:

“Ölüden diriyi çıkarır. Diriden de ölüyü çıkarandır. İşte budur Allah! Peki (O’ndan) nasıl çevriliyorsunuz?” (En’am Sûresi, 95)

Ölü maddelerin hayata kavuşmaları yeni bir sıfata bürünmeleri demektir. Bu sıfat da hâdistir yani sonradan olmuştur, o maddeler de… O canlının daha sonra ölümü tatmakla ortadan kaybolması da gösteriyor ki, o canlının kendisi gibi onu meydana getiren madde de fânidir. Hâdis ve fani olan ise ezelî olamaz.

Ölü yumurtadan canlı civcivin çıkması, ondan da ölü yumurtanın çıkması gibi, ölü kâinattan insanın yaratılması, insanın da öldüğünde bedeninin yine elementlere dönüşmesi bunun sadece iki örneğidir. Böyle sonsuz denecek kadar çok misâl ispat ediyorlar ki, varlıklar hâdis ve fâni oldukları gibi, onları meydana getiren maddeler de hâdis ve fânidirler. Her şey Allah’ın ezelî kudretiyle yaratılmakta ve ölümleriyle de yine O’nun ilminde varlıklarını devam ettirmektedirler.

Zaten, ruhlar ibka ile yani Allah’ın baki kılmasıyla yokluğa hiç uğramazlar. Yok olanlar, daha doğrusu bu dünya sayfasından silinenler cisimlerdir, maddî varlıklardır.

“Var olan yok olmaz, yok olan var olmaz.” sözünü materyalizm namına söyleyenlerin aldandıkları çok önemli bir nokta da yaratılışı sadece madde eksenli düşünmeleridir.

Gördüğümüz eşyanın yaratılmaları maddenin terkibiyle, terbiye görerek halden hale geçmesiyle gerçekleşiyor. Bu tarz yaratmaya ‘inşa’ deniliyor. Kâinat altı devrede inşa edilerek bu hali aldığı gibi, çekirdekler, yumurtalar, nutfeler de yine inşa yoluyla ağaç oluyor, kuş oluyor, insan oluyorlar.

Ancak, yaratmanın bir diğer şıkkı daha var: İbda.

İbdada eşya zamansız ve maddesiz olarak yaratılırlar. Belli bir sürenin geçmesi söz konusu değildir. İnşanın da, ibdanın da en açık örneklerini insanın yaratılışında bulabiliriz.

İnsanın bedeni ana rahminde dokuz ay tekâmül ettiriliyor ve dünyaya gelecek hale kavuşuyor. Daha sonraki büyümesini ve gelişmesini yeryüzünde sürdürüyor. Ruhu ise bir anda yaratılıyor. İnsanın bedeni ana rahminde, bitkiler gibi büyürken, yaklaşık, dört aylık bir süre sonra o bedene ruh ilka edilmesiyle bir anda insan hayatına geçiyor.

Meleklerin yaratılmaları da ibda iledir. Okunan mübarek bir kelâmdan bir anda melek yaratılması, suyun ve toprağın çiçek olmasına hiç benzemez. Bu ikincisinde zaman söz konusudur, kademeli bir yaratma gerçekleşir; birincisinde ise yaratma bir anda ve zamansız tahakkuk eder.

Konunun bir başka önemli noktasına da Nur Külliyatı’nda yer verilir ve inşa ile yaratılan mahlûkatın da birçok özelliklerinin yine yoktan yaratıldığına dikkat çekilir.

Meselâ, insanın bedeni inşa ile yaratılmakla birlikte, simasının şekli, parmak izi gibi çok özellikleri yoktan yaratılmıştır.

“Bir baharda, üç yüz bin envâ-ı zîhayat mahlûkatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten icad eden bir kudrete karşı ‘Yoğu var edemez’ diyen adam, yok olmalı!” (Lem’alar)

Prof. Dr. Alaaddin Başar

İnsanın Tuhaf Halleri

Bazı insanlar kâinattaki akıl almaz derecede haşmetli ve azametli faaliyetleri akıllarına sığıştıramadığından inkâr yoluna girerler. Bazıları da faydasını bilemediği varlıkları, yahut hikmetini kavrayamadığı hadiseleri Cenâb-ı Hakk’ın yaratmış olmasına bir mana veremezler ve İlahi takdire karşı itiraz yolunu tutarlar. Bazı insanlar da sanki bütün varlıklar onlara hizmet etmeye mecbur imişler gibi tuhaf bir ruh haline bürünürler.

İnsanoğlunun bu ve benzeri bütün yanlış telakkilerini Üstat Bediüzzaman Hazretleri “enaniyet-i neviyye” olarak değerlendirir ve haddini tecavüz eden bu kişileri şöyle ikaz eder:

“Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef’âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır.” (Mesnevî-i Nuriye)

Enaniyet-i neviyyenin bazen enaniyet-i milliye ile karıştırıldığı oluyor. Enaniyet-i milliye, kendi ırkını diğerlerinden üstün görmek, yani ırkçılık yapmaktır. Enaniyet-i neviye ise, insan nevinin diğer varlık türleri, özellikle de hayvan türleri üzerinde bir üstünlük taslaması ve onları aşağılamasıdır. Bunun en açık göstergesi de insanın birisine haraket edeceği zaman ona ‘hayvan!’ diye hitap etmesidir.

Bu enaniyetin temelinde insanın ahsen-i takvimde yaratılmış olmasının yanlış değerlendirilmesi yatıyor.

“İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi.” (Şuâlar)

Meyve bir yönüyle ağacın diğer bütün kısımlarından kıymetlidir ve onların tamamı buna hizmet ederler. Diğer yönüyle meyve, ağacın en muhtaç cüzüdür. Kökten yaprağa ve çiçeğe kadar ağacın bütün birimlerine muhtaçtır. Onların yardımıyla meydana gelir ve hayatını devam ettirir.

Bu noktada meyveye iki önemli görev düşüyor. Birisi, kendisini en kıymetli ve şerefli olarak yaratan Rabbine şükretmek. Diğeri, ağacın her şeyine muhtaç olduğunu unutmayarak diğer varlıklara karşı büyüklenme afetinden uzak durmak.

İnsan da kâinatın meyvesi ve arzın halifesidir. Henüz kendisi ortalarda yokken, kâinat ağacı, her şeyiyle, onun istifadesine en uygun şekilde yaratılmış; dünyaya geldiğinde her şeyi kendisine hizmet eder bulmuştur. Bu büyük nimete karşı insanın kâinat çapında bir şükür borcu vardır ve bunu yerine getirmekle yükümlüdür.

Gel gör ki, kendini beğenen ve kulluğunu unutan gafil insanlar bu ulvi görevi yerine getirmekten kaçarlar. Aynaya bakan kişinin sadece kendini görmesi gibi, böyle insanlar da sadece kendilerine bakar, nefislerinin tatmini için çalışır ve yalnız menfaatlerinin peşinde koşarlar. Başka şeylere yukarıdan bakar, onları tefekküre değer bulmazlar.

Yâsîn Sûresinde hayvanların zelil kılındıkları ve onlara boyun eğdirildiği haber verilirken, bunun insanın menfaati için olduğuna özellikle dikkat çekilir.

İnsanı aziz yapan, akılla şereflendiren, kalbini imanla nurlandıran ancak Allah’tır. Hayvanlara akıl vermeyen ve onları insana hizmet ettiren de O’dur.

“Biz, o hayvanları kendilerine boyun eğdirdik. Onlardan bir kısmı binekleridir, bir kısmını da yerler.” (Yâsin Sûresi, 72)

Bu izzet ve zillet tecellilerinin bir örneğini kendi bedenimizde de görmüyor muyuz? Baş, gövdenin en üstünde yerini alırken, ayaklar en aşağıda görev yaparlar. Başın aziz olması gibi, ayakların zelil olmaları da İlâhî takdir iledir. Başa düşen görev, bu ihsana karşı şükürle mukabele etmek ve ayakları hakir görmemektir. Zira, ayaklar olmasa, insan da bir taş gibi yerinde sabit kalır ve hiçbir yere gidemez.

İşte başı gövdeye üstün kılan Allah, insanı da arza halife kılmış, cansız varlıklardan bitkilere ve hayvanlara kadar yeryüzündeki her şeyi onun hizmetine vermiştir. Bu büyük ihsanı gurur ve kibre dönüştürmek insan için en büyük bir nankörlük ve yine en azim bir zarardır. Zira, onu şükürden ve kulluktan uzaklaştırır; bu yanlış yoldan dönmediği taktirde onu insanlıktan düşürüp hayvanlardan da aşağı bir derekeye indirir.

“Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.” (A’raf Sûresi, 179)

Bazı kesimlerden şu yollu sözler işitiyoruz: “Nur Talebeleri, derslerinde çiçekten böcekten söz ediyorlar…”

İşte bu sözün altında da “nevin enaniyeti” yatmaktadır. Bu adamlar kendi kısır değerlendirmeleriyle hayvanları hakir görebilirler; ama Allah onları hakir görmemiş, bütün organlarını büyük bir hikmetle yaratmış, en mükemmel şekilde tanzim etmiş ve o mahlûklarıyla kâinat arasındaki ince ilişkileri en ileri bir rahmetle tesis etmiştir.

Bir çiçeği de aynı ihtimamla yaratmıştır.

Her şey gibi çiçekler ve böcekler de Allah’ı hamd ile tesbih etmektedirler. İnsanın onlardan üstünlüğü, bu tesbih ve ibadet görevini çok daha ileri derecede yerine getirebilecek bir istidatta (yetenekte) yaratılmış olmasındadır. Bu büyük sermayeyi yanlış yolda kullanan inançsız insanların, o varlıklara karşı büyüklenmeye hakları yoktur. Zira, ayetin haber verdiği gibi onlar hayvandan daha aşağı bir noktaya düşmüşlerdir.

Kaldı ki, Allah kelâmında ‘İnsan Sûresi’ olduğu gibi, “Bakara Sûresi, Nahl Sûresi, Ankebut Suresi…” de yer almaktadır. Tıpkı, kâinat kitabında insanla birlikte bu hayvan türlerinin de yer almış olmaları gibi.

Prof. Dr. Alaaddin Başar – Zafer Dergisi

Korunmuşluk Diyarı Cennet

Darü’s-Selam

Darü’s-selâm; her türlü kötülükten ve çirkinlikten uzak olan “korunmuşluk diyarı.” Selâmet evi…

Müminlere, istedikleri her şeyin verileceği “esenlik yurdu”… Cennet…

Müminler, o saadet diyarına vardıklarında, bu dünyada çoğu zaman maruz kaldıkları ve hoşlanmadıkları bütün üzücü ve rahatsız edici hallerden kurtulmuş olarak sevinçli ve sürurlu bir hayat geçirecekler.

Bu imtihan dünyasındaki, hastalık, açlık, susuzluk, ihtiyarlık, yorgunluk gibi bedenimizle ilgili bütün rahatsızlıklar ve noksanlıklardan başka, gıybet edilme, haset duyulma, su-i zanna maruz kalma, iftiraya uğrama, yakınlarımızı kaybetme gibi ruhumuzu derinden yaralayan hiçbir şey o selamet diyarında bulunmayacak.

Selamete ermenin ilk ve en önemli adımı cehennem azabına maruz kalmamaktır.

“Nev-i beşerin en büyük meselesi cehennemden kurtulmaktır.” (Bediüzzaman, Şualar)

Darü’s-selâm olan cennete varan müminler, cehennemden uzaklaşmış olurlar ve onu artık ebediyen görmezler.

Cehennemden selamete ermenin birçok alt şubeleri de vardır.

Cennet ehli, cehennem azabından kurtuldukları gibi, “ehl-i cehennemle ve şeytanla birlikte yanmaktan” da selâmete ereceklerdir. Cehennemde Firavunla, Nemrutla birlikte azap çekmenin manevi elemi, cehennem ateşinin verdiği maddî ızdıraptan geri kalmaz.

Bir ayet-i kerîmede “cehennemin yakıtının, insanlarla taşlar olduğu” haber veriliyor. Tefsir âlimleri ayette sözü edilen taşların “putlar” olduğunu ifade ediyorlar. Buna göre, cennete giden bahtiyar insanlar, “cehennemde putlarla birlikte yanma zilletinden” de kurtulmuş olacaklardır.

Öte yandan, cennete giren kişiler, “kin, haset, kıskançlık, düşmanlık” gibi bütün kötü huylardan da kurtulmuşlardır.

Yâsîn Sûresi’nde,  ehl-i cennetin, cennet nimetleriyle zevklendikleri haber verildikten sonra, “(Onlara) Rahîm olan Rab’den kavlen (söz olarak) bir de selâm vardır.” (58. ayet) buyrularak bu nimetlerden çok daha ileri bir başka lütuftan haber verilir.

Cennet nimetlerini çok gerilerde bırakan bu İlâhî ihsan, bir hadis-i şerifte  şöyle ifade edilir:

“Ehl-i cennet nimetler içinde bulunurken kendilerine karşı bir nur parlamaya başlayacak, başlarını yukarı kaldırdıklarında cemal-i İlahiyi görmeye muvaffak olacaklar, Allahü Azimüşşan onlara ‘Esselamü aleyküm ya ehlel cennet’ diye hitapta bulunacaktır…”

Hadis-i şerîfin devamında bu selâm hitabından sonra, “Allah’ın nurunun ve bereketinin cennet ehlinin yurtlarında baki kalacağı” beyan edilir.

Bu selâm faslını Elmalılı Hamdi Yazır, tefsirinde şöyle ifade eder:

“Bunun üzerine onlara nazar buyurur, onlar da Ona nazar ederler ve nazar ettikleri müddetçe diğer nimetlerden bir şeye iltifat etmezler.”

İşte mezkûr ayet-i kerimede geçen “selâm” o saadet ânını ifade etmektedir. Onun verdiği sürur Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle “Ehl-i cennete, cenneti unutturur.” Yani cennet nimetleri bu nuranî ziyafet yanında çok sönük kalırlar.

Ayet-i Kerîmede “kavlen” diye haber verilen “sözlü selâm” hakkında şöyle bir tefsir de yapılmaktadır:

O saadet diyarında insanın her organına ve her duygusuna uygun mükâfatlar verilecektir. Meselâ, göz nimetine karşı müminlere cennet bahçeleri seyrettirildiği gibi, söz nimetine karşılık da Cenâb-ı Hak kendilerine “sözle selâm” verecektir.

Nur Külliyatından Yirmi Dokuzuncu Söz’de cennet ve cehennem için “lütuf ve kahrın iki tecellîgâhı” ifadesi kullanılır.

Bediüzzaman Hazretlerinin On Altıncı Söz’de verdiği o harika güneş örneğinden istifade ile şöyle diyebiliriz:

Güneşin sıcaklığı “kahır,” ışığı “lütuf” kabul edilirse, bu kahır ve lütuf onun aynadaki tecellisinde çok az ve sönük bir derecede kendini gösterir. Güneşin zatını sevmeyi ve onun kahrından korkmayı terkedip bu hislerini aynadaki akislerine bağlamak, yani aynadaki güneşi sevmek ve ondan korkmak son derece büyük bir hatadır.

Cennet ve cehennem de Allah’ın lütfunun ve kahrının tecelli ettiği mekânlardır. Esas olan, Allah’ın lütfuna talip olmak ve kahrından sakınmaktır. O’nun lütfuna mazhar olmak cennet nimetlerinden çok ileri olduğu gibi, kahrına uğramış bir kul olmak da cehennemde yanmanın çok ilerisinde bir azaptır. Bunun içindir ki, müminler dualarında cehennem azabından kurtulmayı niyaz ettikleri gibi, kahra uğrama zilletine düşmekten de Allah’a sığınırlar.

İşte Allah’ın kahrına mazhar olmaktan kurtulup lütfuna eren bahtiyarlar, O’nun lütfunun en büyük bir tecellisi olan cennetten ve ondaki nimetlerden istifade ederek zevk ve saadet içinde yaşarlar.

Özet olarak, darü’s-selâm, Allah’ın selâmına mazhar olma şerefine erişilecek “mutluluk diyarı”dır.

Öyle ise “Ölmeden önce ölünüz.” hadis-i şerifine bu yönüyle de bakıp, bu dünya hayatında, ruh âlemimizi bâtıl inançlardan, yanlış fikirlerden ve her türlü kötülükten salim kılmaya gayret gösterirsek, hem dünyada daha huzurlu bir hayat geçiririz, hem de ahirette Rabb-ı Rahîmimizin “selâm” hitabında bulunduğu bahtiyarlar zümresine dahil oluruz.

Prof. Dr. Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

Ahirete Gidip Gelen Var Mı?

Giden Gelmez Gelen Gider

Bu hakikat dersi üzerinde bazıların demagoji yaptıklarını ve “Ahirete gidip gelen var mı ki?” diyerek ahiretin varlığı konusunda kafa karıştırdıklarını görüyoruz.

Bilindiği gibi “ahir”; “sonraki, sonra gelen” demektir. Ahiret, bu dünya hayatının son bulmasından, kıyametin kopmasından, dağların uçuşup denizlerin yanmasından.. sonra başlayacak yeni bir dönemin ismidir. Oradan buraya gelinmesi için bu yıkılan düzenin yeniden inşası gerekir. Bunun insan takatinin çok ötelerinde olduğunu soru sahibi de çok iyi bilmekte ve inanmadığı bu davayı, insanların zihinlerini bulandırmak için kasıtlı olarak ileri sürmektedir.

Eğer insanın ahiretten dünyaya yeniden dönmeye gücü yetseydi, bu gücünü bu dünyada, henüz sağ iken ve iradesi elindeyken kullanırdı. Meselâ,  genç ise ihtiyarlamazdı. İhtiyar ise gençliğe geri dönerdi.

Çocukluk, gençlik, ihtiyarlık dönemlerinden birisine geçildi mi artık geriye dönülemiyor. Bu yolculuk insan iradesinin dışında cereyan ediyor. İhtiyarlıktan sonra, kabir, mahşer ve mîzan safhaları gelecek; bunlara da insan ister istemez uğrayacaktır. Kaldı ki, zaten ölümle insanın cüzi iradesi bir bakıma son buluyor, her şey İlâhî irade ile gerçekleşiyor. İnsan ahirete gittikten sonra, ne dünyaya dönmeyi irade edebilir, ne de buna gücü yeter. Bu açık bir gerçektir. Ancak, söylediğimiz gibi bu gerçeği bilerek saptırmaya çalışıyorlar.

İman, gayb için söz konusudur. Ahiret de görünmediğinden gayba girer. İmanla küfür arasında bir tercih hakkına sahip olan insan, bu tercihini yanlış kullanarak ahirete iman etmeyebilir, ama ahiretin olmadığını iddia edemez. Bediüzzaman Hazretleri’nin ifade ettiği gibi:

“Nefsü’l-emirde nefiy ispat edilmez. Çünkü ihata lâzımdır..” (Lem’alar, 17. Lem’a)

“Hususi bir yere bakmayan ve iman hakikatleri gibi umum kâinata bakan nefiyler,  inkârlar, zâtında muhâl olmamak şartıyla, ispat edilmez” diye ehl-i tahkik ittifak edip bir düstur-u esasî kabul etmişler.” (Asa-yı Mûsâ, Yedinci Mesele)

Mesela birisi, “Falan evde buzdolabı yok.” diye iddiada bulunsa, o evin tamamının gezip görmesi sonunda buzdolabına rastlamadığı taktirde bu nefiy, yani bu inkârı ispat edilmiş olur. Aynı şahıs, “Falan şehirde buzdolabı yok.” diye dava etse, bu iddiasını ancak o şehrin tamamını gezip, dolaşıp olmadığını göstererek ispatlayabilir. O şehrin her yerinde buzdolabı olmadığını göstermedikçe bu iddiasını ispat edemez. Yani, bir şeyin olmadığının iddia edildiği bir davada, alan ve zaman ne kadar büyürse, bu iddianın ispatı o kadar zor olur.

Ahiret de, bu dünyadan sonraki menzil olduğuna göre, “Ahiret yoktur.” denilebilmesi için, kıyamet ve ötesine gidilecek ve ahiretin olmadığı görülüp tekrar dünyaya dönülecektir ki bu inkâr ispat edilebilsin.

Prof. Dr. Alaaddin Başar / Zafer Dergisi

Küçük Büyük Kadar Sanatlıdır

İnsanların düşünce sitemini bozan ve yanlış fikirler doğuran çok önemli bir hastalık var: Allah’ın sonsuz kudretini, geniş rahmetini ve ince hikmetini kendilerince küçük ve basit gördükleri bir varlıkta aramak ve bulamayınca inkâr yoluna sapmak.

Bu hastalığı Üstat Bediüzzaman Hazretleri aşağıdaki cümlesiyle çok güzel teşhis etmiş ve devamında da tedavi yollarını göstermiştir.

“İnsanların öyle eblehleri vardır ki, şeffaf bir zerrede şemsin timsalini veya bir çiçeğin renginde şemsin tecellîsini görse, şemsin o timsal ve tecellîsinden, hakikî şemsin bütün levâzımâtını, hattâ âleme merkez olmasını ve seyyârâta olan cezbini talep edip isterler.”

Üstat hazretleri, hakikatleri yanlış yorumlayan bu düşünce sapıklarını “ebleh” yâni çok aptal olarak nitelendiriyor. Böyle bir ebleh, güneşin o azametli ışığını ve hararetini küçük bir cam parçasındaki tecellisinde göremeyince, o tecellinin güneşten geldiğini inkâr ediyor. “Bu küçük parıltı güneşin ışığı olsaydı güneşin azametine uygun bir parlaklığa ve ısıya sahip olması gerekirdi” diyor.

Küçük-büyük bütün tecellilerin güneşten geldiğini herkes bilir. Ancak, burada, güneş örneğiyle, esmâ tecellilerini yanlış değerlendirenlerin düştükleri gülünç hâl tasvir edilmiştir.

Meselâ, çok küçük bir canlıdaki rahmet ve hikmet cilvelerini iyi değerlendirmeyen bir insan, bu rahmet ve inayeti Allah’tan bilmekte zorlanır. Yahut, küçük bir çiçeğin imdadına bütün bir kâinatın koştuğunu gözüyle gördüğü halde, “Allah, sonsuz sıfatlarıyla bu küçük çiçekle mi ilgilenecek?” diyerek ondaki tecellilerin İlâhî isimlerden geldiğine akıl erdiremez. Bu yanlış değerlendirme onu sonunda inkâra kadar götürebilir.

Bilindiği gibi eşyanın hakikatleri esmâ-i İlâhîyeye dayanır. Ancak, her şeyde bütün İlâhî isimler tecelli etmezler. Tecelliler de eşyanın kabiliyetine göre farklı derecelerde olur. Rezzak isminin bir sineğin rızkını vermedeki tecellisi ile balinanın doyurulmasındaki tecellileri elbette birbirinden çok farklıdır.

Kâinat her şeyiyle  hep hikmetli yaratılmışken, bu gibi insanlar faydasını bilemedikleri bir hayvan ya da bitki türüne baktıklarında  onlarda Allah’ın sonsuz hikmetini göremeyince inkâr yoluna sapabilirler.

Üstat hazretleri güneş örneğiyle, böyle düşünenlere şu dersi veriyor: Güneşin ışığı ve ısısı bütün haşmetiyle ve azametiyle hiçbir şeyde tecelli etmez. Her varlık kendi kabiliyetine göre ondan istifade eder. Denizleri aydınlatan da odur, dağları, ovaları aydınlatan da. Onun Ay’daki tecellisiyle, bir kar tanesindeki tecellisi elbette birbirinden çok farklıdır. Ama hepsinin ışığı ondan gelmektedir. Güneşin en küçük bir damla ile ilgilenmesi, ona ışık ve ısı vermesi onun şanına bir noksanlık getirmez, aksine onun büyüklüğüne delil olur.

İnsanlar rütbe ve makam itibariyle kendilerinden bir kademe aşağıda bulunlarlarla temas kurarlar, daha aşağıdakileri muhatap kabul etmezler. Meselâ bir bakan, sadece genel müdürlerle görüşür, memurlarla görüşmez.  Bu hali ölçü alan insanlar, Allah’ın sonsuz azamet ve kudretiyle, büyük-küçük fark etmeksizin, bütün eşyada birlikte tasarrufta bulunmasını akıllarına sığıştıramazlar. Halbuki; “Sâni-i Kâinat, elbette kâinat cinsinden değildir. Mahiyeti, hiçbir mahiyete benzemez.” (Mektubat)

O’nun mukaddes zâtı gibi sıfatları, isimleri, icraatları da mahlukatınkilere benzemezler.

Öte yandan, Allah’ın sonsuz sıfatlarına hiçbir varlık tam ayna olamaz. Zira, her varlık sınırlıdır, sıfatlar ise sonsuzdur. Her mahluk kendi mahiyetinin kabiliyetine göre İlâhî isimlerden feyiz alır. Allah’ın sonsuz sıfatlarının azametini her varlıkta arayan kimse, küçük varlıkları Allah’ın yarattığına akıl erdiremez.

Dersin devamında, bunları aldatan önemli bir nokta da şöyle nazara veriliyor:

“Ve kezâ, o eblehler tecelli ile husule gelen vücûd-u zıllîyi, vücûd-u hakikî ve aslîden fark edemezler, birbiriyle iltibas ederler.”

Vücûd-u zıllî “gölge varlık” demektir. Yâni, gölgenin de, çok aşağı mertebede de olsa, bir varlığı vardır. Ama bu varlık, vücûd-u hakikîden, yâni gerçek varlıktan çok aşağı derecededir.

Gölge tabiri, mecazî mânada kullanılmıştır. Yâni, bildiğimiz gölge, nasıl bir şeyin zâtından haber verirse, her varlık da kendindeki esmâ tecellileriyle Allah’tan haber verir. Keza, birşeyin, meselâ bir ağacın, gölgesinin varlığı, o şeyin kendi varlığından ne kadar aşağı derecede ise, bütün mahlukatın varlıkları da Allah’ın vacip olan varlığına göre zayıf bir gölge kadar aşağı  derecededir.

Çiçekler de, yıldızlar da, atomlar da, sistemler de “mümkin” grubuna girerler, hepsinin varlığı, Allah’ın vacip olan varlığına göre gölge kadar aşağıdır. Bunların büyük olanlarını Allah’tan bilip, küçük olanları sebeplere vermek gölge ile aslı birbirinden fark edememektir. Yâni, o büyük varlıklar gibi o küçük varlıklar da gölge mesabesindedirler. Biri neyse diğeri de odur. Hepsi, varlığı Vacip olan Allah’ın farklı mahluklarıdırlar.

“Bunun için, bir şeyde şemsin timsalini, gölgesini gördükleri zaman, şemsin hararetini, ziyasını ve sâir hususiyatını da istemeye başlarlar.”

Bu cümlede, güneşin aynadaki timsali için de “gölge” ifadesi kullanılmıştır. Yâni, aynadaki o güneş timsali, gerçek güneşe göre gölge kadar zayıf bir varlığa sahiptir. Bu zayıf varlıkta güneşin hakiki ziyasını, hararetini ve özelliklerini arayan kimseler, bunu bulamayınca o tecellinin güneşten olduğunu inkâr yoluna giderler. Yâni, bir mahlukta Allah’ın sonsuz sıfatlarını, sonsuz cemâlini, kemâlini, hikmetini göremeyen insanlar, o varlığı Allah’ın mahluku olarak kabul etmekten uzaklaşıp tesadüfe, tabiata yahut sebeplere isnat etme yolunu tutarlar.

“Ve kezâ o eblehler sinek, böcek ve sâir küçük ve hasis şeylere bakarken,  onlarda pek yüksek bir eser-i sanat ve hikmet görmekle, derler: “Sâni bunlara pek fazla ehemmiyet vermiştir. Bir sineğin ne kıymeti olabilir ki, bu kadar masraflara, külfetlere mahal olsun?”

Sinek ve böcek gibi küçük canlılarda Cenâb-ı Hakkın çok ince ve harika  sanatları sergilenmektedir. On Yedinci Söz’de bu küçük varlıklarda, “tabakat-ı âliyede olan ruhaniyatı ve melâikeleri ve sekene-i semâvâtı seyre celb edecek bir cazibedarlık” olduğu beyan ediliyor. Yâni, bu varlıkları melekler âlemi büyük bir hayranlıkla seyrediyorlar.

Üstat hazretleri bir başka risalesinde de “bir sineğin îcâdı hayretfezadır filden” buyurarak bu gibi küçük varlıkların sanatça büyük olduklarına dikkat çekiyor.

İnsanoğlu; hayvanların ve bitkilerin hikmetlerini düşünürken, onların sadece insana olan faydalarını esas alıyor ve yanılıyor. Eğer öyle olsa, insan nevi yaratılmadan önceki uzun zaman diliminde yaratılan bütün hayvanları ve bitkileri hikmetsiz ve faydasız kabul etmek gerekir.

Cenâb-ı Hak o varlıklarda isim ve sıfatlarını tecelli ettirmekte, bu harika eserleri kendisi bizzât müşahede ettiği gibi, onları meleklerine de seyrettirmektedir. Ayrıca, onların her birinin de kendine mahsus bir tesbihi bulunmakta ve bu tespihler de meleklerce temsil edilmektedir.

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Zafer Dergisi