Etiket arşivi: Prof. Dr. Alaaddin Başar

Sırf Dünya İçin Mi Yaratıldık?

“Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki bütün vaktini ona sarf ediyorsun?” (Sözler)

Nur Külliyatında  geçen bu cümle hayalimi bir anda taziye meclislerine götürdü ve o meclislerde sıkça okunan şu ayet-i kerîmeyi hatırlattı:

“Onlar; başlarına bir musibet gelince, ‘Biz şüphesiz Allah’a aidiz (Allah içiniz, Allah’ınız) ve şüphesiz O’na döneceğiz’ derler.” (Bakara Sûresi, 156)

Dünya bizim için yaratıldığına göre, biz dünya için yaratılmış olamayız.

Ahiret de bizim için yaratıldığına göre, biz ahiret için de yaratılmış olamayız.

Biz dünyada da Allah içiniz, ahirette de.

Üstat Bediüzzaman Hazretleri dünyanın üç yüzü olduğunu beyan eder ve bunları şöyle sıralar:

“Birinci yüzü Cenâb-ı Hakk’ın esmâsına bakar. Onların nukuşunu gösterir. Mânâ-yı harfiyle, onlara aynadarlık eder…

“İkinci yüzü âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır, Cennetin mezrasıdır…

“Üçüncü yüzü insanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesâtı olan yüzdür…” (Sözler)

Birinci yüze talip olanlar, Allah’ın ahsen-i takvimde yarattığı ve bütün esmâsını kendisinde tecelli ettirdiği en mükemmel mahluk olmanın sefasını sürerler. Bunun yanında dünya tarlasına salih ameller ekmek suretiyle de ahirette ebedî saadete ererler.

Sırf dünya için yaratıldıklarını sanan kimseler ise bu iki yüzden gaflet ederek bütün kabiliyetlerini, imkânlarını ve zamanlarını sadece üçüncü yüze hasretmekle büyük bir hüsrana uğrarlar.

“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım” ayet-i kerimesi de açıkça gösteriyor ki biz “Allah içiniz, Allah’ınız.”  O halde, her şeyimizle dünyanın birinci ve ikinci yüzüne teveccüh etmekle “lillah için olanlar” zümresine dahil olmaya çalışmalıyız.

İnsan hayatı bu dünyadaki bütün servetlerden de kıymetlidir, makamlardan da. O halde, bu hayat sadece onların kazanılması için verilmiş olamaz. Bu hayat ancak kendinden daha ileri derecede bir hayatın kazanılmasına vesile olabilir. O da Üstat Hazretlerinin ifade ettiği gibi “taşıyla, toprağıyla hayattar olan dar-ı saadetteki hayattır.”

“Elbette âhiret senin için dünyâdan hayırlıdır.” (Duhâ Sûresi, 4)

Dünya niçin yaratılmışsa, insan da onun için yaratılmıştır.

Güneş, ay ve yıldızlar niçin yaratılmışlarsa, insan da onun için yaratılmıştır.

Bitkiler ve hayvanlar niçin yaratılmışlarsa, insan da onun için yaratılmıştır.

Bütün bu ‘niçin’lerin bir tek cevabı vardır: Allah için; O’nu tanımak ve O’nu tesbih etmek için, esmâsına en câmi ve en mükemmel bir ayna olmak için.

“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeye muhabbet ettim ve mahlukatı yarattım” hadis-i kudsîsi de her şeyin Allah için yaratılmış olduğunu en açık bir şekilde ders verir.

Her canlıda Allah’ın ayrı bir sanatı, ayrı bir mucizesi sergileniyor. Dünün yumurtaları bugün uçarken veya yüzerken ayrı ayrı isimlere ayna oldukları gibi, dünün nutfeleri bugün koyun olup süt verirken, at olup koşarken ve nihayet insan olup Rabbine iman ve ibadet ederken de ayrı ayrı esmâya ayna olurlar.

Üstat Hazretleri, bütün canlılar âleminin kendilerine yüklenen fıtrî vazifelerini tam olarak yerine getirmelerine peşin bir ücret olarak, onlara belli zevklerin tattırıldığına dikkat çeker. Bir hayvan, rızkını yerken Rezzak ismine ayna olur, buna karşılık kendisi de o yeme işinden bir lezzet alır. Bu lezzet o hizmetin peşin ücretidir.

İnsan da Allah’ın bütün İlâhî isimlerine en mükemmel ayna olmasına karşılık, hem bütün hayvanlara kumandan olmuş, hem de dünya nimetlerinden, onlara nispeten, çok daha fazla istifade etmiştir.

Ancak, bu insan kendisine cüz’i irade verilmesiyle de büyük bir imtihana tabi tutulmuştur. Bu imtihanı kazandığı takdirde bütün esmâ tecellilerine, dünyadakiyle kıyaslanmayacak kadar ileri derecede mazhar olacak; o, akılların idrakten aciz kaldığı ve hayallerin ulaşamayacağı saadet diyarında ebediyen kalma lütfuna erecektir.

Bu büyük şerefe nail olmanın birinci şartı, Allah’ın kulu ve eseri olduğunu bilmek ve o şuurla yaşamaktır.

Ve cennet, O’nun rızası dairesinde ömür geçiren bu bahtiyar kullar için hazırlanmıştır.

Sırf dünya için yaratılmadığımızı ders veren bir başka ayet-i kerîme:

“O’nun vechinden (O’nun Zâtından,  O’nun namına ve O’nun için yapılanlardan) başka her şey helâk olucudur. Hüküm O’nundur ve siz ancak O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas Sûresi, 88)

Kur’an-ı Kerîm’de Karun’un, hazineleriyle birlikte toprağa gömüldüğünün haber verilmesi sırf dünya için yaratıldıklarını vehmedenler için çok önemli bir ibret dersidir:

“Şüphesiz Kârûn, Mûsâ’nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz ona, anahtarları(nı bile taşımak) güçlü bir topluluğa ağır gelecek hazineler verdik. Hani, kavmi kendisine şöyle demişti: Böbürlenme! Çünkü Allah, böbürlenip şımaranları sevmez.  Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu gözet, dünyadan da nasibini unutma! Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” (Kasas Sûresi, 76-77)

Karun bütün bu ikazlara kulak tıkayarak bozgunculardan olmaya devam etmiş ve acı akıbetini hazırlamıştır.

Bu ayette geçen “dünyadan da nasibini unutma” ifadesi bazen yanlış yorumlanıyor. Karun, çokların gıpta ile baktığı çok büyük imkânlara sahip olduğuna göre, kendisine “dünyadan da nasibini unutmaması” yönünde yapılan bu ikazı nasıl anlamalıyız?

Bu konuda büyük müfessir Elmalılı Hamdi Yazır şu değerlendirmeyi yapar:

“Dünyadan nasibi, bazıları helâl dünya rızkı ve meşru dünya zevki diye anlamak istemişlerse de o ‘geçici dünyanın kendisi’ demektir. Asıl dünyadan nasib ise “Dünya ahiretin mezrasıdır” muktezasınca ahiret için edilen intifa’, ahirete kalacak ameldir.”

Ayetin devamında “Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et” buyrulması da gösteriyor ki, dünyadan gerçek nasibimiz, kendi yiyip tükettiklerimiz değil, başkalarına yardım ederek ebediyete mal ettiğimizdir.

Aynı manayı zaman açısından düşündüğümüzde, dünyadan nasibimiz fani servet ve makamlar uğruna harcadığımız zamanlar değil, Allah için harcadığımız, O’na kullukta ve O’nun kullarına yardımcı olmakta kullandığımız vakitlerdir.

Dünya işlerimize Allah rızası için çalıştığımızda bu çalışmalar yine Allah için olmuş olur.

İnşallah, cennette İlâhî sanatları tefekkür ederken de hep Rabbimizi düşünecek, O’nun kemaline hayret ve ihsanlarına şükredeceğiz.

Dünya hayatının geçici, ahiretin ise baki olduğu, dünya nimetlerinin cennet nimetleri yanında gölge kadar zayıf kaldığı düşünüldüğünde, ibadeti terk ederek sadece dünya için çalışmanın ne kadar büyük bir zarar olduğu açıkça anlaşılır.

İnsanı namazdan alıkoyan çok önemi bir faktör de malâyâniyâttır. Yani, yapılmasında belli bir maksat gözetilmeyen, ne dünyada ne de ahirette bir faydası olmayan boş işler yahut gereksiz konuşmalardır.

Bu konuda Peygamber Efendimizin (asm.) birbirinden önemli iki ikazı:

“Kişinin malâyâniyi terk etmesi İslâmiyetinin kemalindendir.”

“İki büyük nimet zarara uğratılmaktadır: Sıhhat ve boş zaman.”

Üstat Bediüzzaman Hazretleri de bu konu üzerinde önemle durur ve Meyve’nin Dördüncü Meselesi’nin çokça okunmasını tavsiye eder. Bu risalede verilen çok önemli ders şu iki paragrafta özetlenmiş gibidir:

“Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var…

…Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.”

Prof.Dr.Alaaddin Başar

Ahiretten Gelenler

Akıl; hislerden gelen mesajları bilgiye dönüştüren, o bilgi üzerinde derinleşen, yeni hedeflere uzanan ve bütün bunları kalbe intikal ettirmekle onda hayret, muhabbet ve iman feyizlerinin doğmasına vesile olan müstesna bir mahluk… İnsana en büyük bir İlâhî ihsan…

Bir hayvan da önüne konulan gıdasını afiyetle yer… Ama, o gıdanın meydana gelmesi için güneş ışığından gece ve gündüze, havadan suya kadar çok şeyin, birlikte çalıştıklarından habersizdir.  Bu çok yönlü ve çok geniş düşünce âlemi onun için kapalıdır. O sadece rızkın lezzetini hisseder, duyduğu bu haz ile Rabbine hamdeder ve kendine mahsus tesbihini sürdürür.

“…Rızka iştiha ve iştiyak, bir nevi şükr­ü fıtridir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr­ı şuuri bir şükürdür ki, bütün hayvanatta bu şükür vardır.” Mektubat

İnsan ise hem o rızıktan aldığı lezzet için, hem onun kendi bedenine sağladığı faydalar için, hem de o rızkın bütün bir kâinattan süzülüp ona ikram edilmesindeki İlâhî ihsan için çok cihetlerle şükür ve hamd eder.

Bilindiği gibi, âlemlerin Rabbi, gezegenleri cazibe kanunuyla güneşe bağladığı gibi, dünya yüzündeki bütün varlıkları da çekim kanunuyla yere bağlamıştır. Hayvanlar da insanlar da mıknatısa yapışan çiviler gibi,  bu akıl almaz kanunla yeryüzüne raptedilmişlerdir. Hayvanlar bunun farkında değildirler. Onlar sadece dünyanın kendilerine mesken olan kısmını görürler, onun ötesinden habersizdirler. İnsan bunu bilmekte ve bu “kudret, hikmet ve rahmet tecellisine” karşı, Allah’a şükür ve hamd etmektedir.

Örnekler artırılabilir.

İnsan, akıl nimeti sayesinde, sadece bulunduğu şehri tanımakla kalmaz, başka şehirleri ve ülkeleri de bilir. O beldelere de seyahat eder ve nimetlerinden faydalanmaya çalışır.

İşte o şehir bu dünyadır ve bu şehirden sonra başka âlemler de vardır ve bu dünya imtihanından sonra bütün insanlar o âleme gideceklerdir.

Dünyaya irademizle gelmediğimiz ne kadar açık bir gerçek ise, bu dünyadan ahiret alemine de yine irademizle gitmeyeceğimiz o kadar açıktır.

Gel gör ki, bazı insanlar ahireti inkâr etmekle bu yolculuğun seyrini değiştireceklerini vehmederler. Bununla da kalmayıp başkalarını da ahirete iman konusunda şüphelere düşürmek için gayret gösterirler. Bu dünya seyahatinin güzergâhı “dünya, kabir, mahşer, mizan, sırat ve bir sonraki menzil olarak da cennet yahut cehennem” şeklinde takdir edilmiştir.

“İnsan bir yolcudur. Sabavetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder. Her iki hayatın levazımatı, Mâlik-ül Mülk tarafından verilmiştir.”   Mesnevî-i Nuriye

Bütün yolcular mizan sonrasına kadar aynı yolu izlemekte, mizandan sonra yollar ayrılmaktadır; bir kısmı ebedî saadet diyarı olan cennete, bir kısmı da azap beldesi olan cehenneme gitmek üzere….

İradelerini yanlış kullanarak, dünya hayatını küfür ve isyan eksenli olarak tanzim eden bazı insanlar, ahireti inkâr noktasında derler ki, “Ahiretten şimdiye kadar kafası kırık olarak kim gelmiş?”

Tamamen demagoji üzerine kurulu bu sözü kısaca tahlil edelim. Evvelâ, ahirette kafa kırılması söz konusu değildir. Cehennem azabı, kafasıyla, koluyla, bütün organlarıyla birlikte ateşte yanma şeklinde tezahür edecek, beden yoluyla alınan bu maddî azaplar yanında cehennem ehlinin ruhları da akıl almaz manevî ızdıraplar çekeceklerdir.

“Dünya ahiretin tarlası” olduğu için dünyadaki maddî ve manevî elemler ahirette de çok daha ileri seviyesiyle bulunacaktır. Dünyada, kolumuzun kırılmasından yahut dişimizin ağrımasından duyduğumuz maddî acıları çok gerilerde bırakan manevî elemler de çekmekteyiz. Haksızlığa maruz kalmamız, birisi tarafından hakarete uğramamız, annemizi-babamızı kaybetmemiz gibi nice manevî elemler vardır ki maddî acıları adeta unutturur.

Bahsimize konu olan o sözün aklıdan çok uzak olmasının bir yönü de şudur:

Bilindiği gibi, “ahir”; “sonraki,” “sonra gelen” demektir. Ahiret, bu dünya hayatının son bulmasından, kıyametin kopmasından, dağların uçup denizlerin yanmasından sonra başlayacak yeni bir dönemin ismidir. Oradan buraya gelinmesi için bu yıkılan düzenin yeniden inşası gerekir. Bunun insan takatinin çok ötelerinde olduğunu soru sahibi de çok iyi bilmekte ve inanmadığı bu davayı insanların zihinlerini bulandırmak için kasıtlı olarak ileri sürmektedir.

Eğer insanın ahiretten dünyaya yeniden dönmeğe gücü yetseydi, bu gücünü dünyada iken kullanır ve ahirete gitmezdi. Yahut, ihtiyarlıktan geri döner, yeniden gençleşirdi.

Çocukluk, gençlik, ihtiyarlık dönemlerinden birisine geçildi mi artık geriye dönülemiyor. Bu yolculuk insan iradesinin dışında cereyan ediyor. İhtiyarlıktan sonra, kabir, mahşer ve mîzan safhaları gelecek; bunlara da insan ister istemez uğrayacaktır. Kaldı ki, zâten ölümle insanın cüzi iradesi, bir bakıma, son buluyor ve her şey İlâhî irade ile gerçekleşiyor.

İnsan ahirete gittikten sonra, ne dünyaya dönmeyi irade edebilir, ne de buna gücü yeter. Bu açık bir gerçektir. Ancak, bu gerçeği bilerek saptırmaya çalışıyorlar.

Konunun bir başka yönü:

İman, gayb için söz konusudur. Ahiret de görünmediğinden gayba girer. İmanla küfür arasında bir tercih hakkına sahip olan insan, bu tercihini yanlış kullanarak ahirete îman etmeyebilir, ama ahiretin olmadığını iddia edemez. Bediüzzaman Hazretleri’nin ifade ettiği gibi,  “Hususi bir yere bakmayan ve îmân hakikatler gibi umum kâinata bakan nefiyler,  inkârlar, zâtında muhâl olmamak şartıyla, ispat edilmez”  Asa-yı Mûsâ 

Birisi, “Falan evde buzdolabı yok.” diye iddiada bulunsa, o evin tamamının gezip görülmesi sonunda buzdolabına rastlanmadığı taktirde bu nefiy, yani bu inkâr ispat edilmiş olur. Aynı şahıs, “Falan şehirde buzdolabı yok.” diye dava etse, davasını ispat edebilmesi için o şehrin tamamını gezip dolaşması gerekir.

Ahiret, bu dünyadan sonraki menzil olduğuna göre, “Ahiret yoktur.” denilebilmesi için, kıyamet ve ötesine gidilecek ve ahiretin olmadığı görülüp tekrar dünyaya dönülecektir ki bu inkâr ispat edilebilsin.

Prof. Dr. Alaaddin Başar – Sorularla Risale

Nimet Sofraları

Nur Külliyatından Yirmi Dördüncü Söz’de, kulluk görevimizi, geçmiş nimetlere şükür için yaptığımız beyan edildikten sonra, mazide nail olduğumuz şu nimetlere özellikle dikkat çekiliyor:

Yoklukta kalmayıp var olmak, cansız olmayıp hayata kavuşmak, hayvan olmayıp insan olmak, dalâlette kalmayıp hidayete ermek,  imanın bir nuru olan muhabbet nimetine mazhar olmak.

Dersin tamamında, kıldığımız namazların, tuttuğumuz oruçların bu nimetlerden birisinin dahi şükrüne kâfi gelmeyeceği akla kabul ve kalbe tasdik ettirilerek cennetin sırf lütuf olduğu çok açık olarak ortaya konulur.

Bu çok önemli dersten bazı bölümler:

“…Hâlık-ı Zülcelâl, sana iştihalı bir mide verdiğinden, Rezzak ismiyle, bütün mat’umatı bir sofra-i ni’met içinde senin önüne koymuştur.”

“İştihalı bir mide”, sadece hayvanlarda ve insanlarda bulunur. Ne cansız varlıklarda, ne de meleklerde mide bulunmadığından onlarda Rezzak ismi tecelli etmez. Bitkiler, bir  yönüyle rızıklananlar grubuna girseler bile onlar, esas olarak,  insanlara ve hayvanlara rızık olmak üzere yaratılan ve yeryüzü sofrasında dizilen nimetlerdir.

“Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rû-yi zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti, o ellerin önüne koymuştur.” 

Bu ifadelerle, çok geniş bir nimet sofrası ile karşılaşıyoruz ve şükür vazifemiz de bir o kadar artıyor.

Buna göre, bir insan, tok da olsa, akşama kadar sürekli beslenmekte, gıda almaktadır. Neye baksa, sanki o şeye elini uzatmış ve gözüne sokmuş gibi oluyor. Böylece insan, görme nimetinden sürekli istifade ediyor ve sürekli rızıklanıyor.

Aynı şekilde, insan gün boyunca yaptığı konuşmalarla da ayrı bir rızık sofrasından faydalanıyor. Muhatabımızın sesi kulak zarımıza çarptığında bir nimeti ağzımıza götürmüş gibi oluyoruz. Bundan sonraki safhalarda işitme olayı gerçekleşiyor ve insan çok büyük bir nimete daha kavuşuyor. Görme ve işitme engelli kardeşlerimize bu nazarla bakmalı ve sadece bu iki nimet için bile Rabbimize ne kadar şükür borçlu olduğumuzu düşünmeliyiz.

 “… İnsaniyeti sana verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir sofra-i ni’met, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır.”

İnsanın hayvanlar âleminden ayrıldığı en önemli çizgi akıl sahibi olması, böylece gerek kendi nefsinde, gerek haricî âlemde sergilenen sanat harikalarını düşünmesi, değerlendirmesi, eşyanın hakikatine nüfuz etmeye çalışması, olaylar arasında sebep-sonuç ilişkileri kurarak bazı hükümlere varmasıdır.  

İnsanlık mahiyeti de çok rızık ve nimetler istemektedir. Başta akıl olmak üzere, hayal, hafıza, vicdan, cüz’i irade gibi manevî cihazlar, bir yönüyle de insan için birer nimettirler. İnsan, bu nimetler yardımıyla hem mülk, hem de melekût âlemlerinde incelemelerde bulunur.

Her ne kadar, mülekût denilince, öncelikle, görünmeyen âlemler hatıra gelse bile, Herşeyin, içine melekût, dışına da mülk denir.” (Mesnevî-i Nuriye) hükmünce, insanın iç organları ve arzın yer altı kaynakları da melekût olarak değerlendirilebilir. Zaten, burada bu mâna ön plana çıkmıştır.

İnsan; aklını kullanarak,  organlarının varlığını, bedendeki yerlerini, şekillerini, büyüklüklerini, görevlerini, ihtiyaçlarını, hastalıklarını ve tedavi çarelerini arar ve bulur. Bir hayvan bunların tamamından mahrumdur. Ne midesini bilir, ne de yediği gıdaların mideye gittiğini… Keza, ne akciğerini tanır, ne de aldığı nefesle kanının temizlendiğini..

Yine insan, atmosferden, Güneşe’, Ay’a; madenlerden, ışınlar âlemine kadar çok şeyi “aklın eli yetişecek nisbette” bilir ve bu haricî âlemden de bütün gücüyle istifade etmeye çalışır.

“… İnsaniyet-i kübrâ olan İslâmiyet’i ve îmânı sana verdiğinden, daire-i         mümkinat ile beraber, Esmâ-i Hüsnâ ve sıfât-ı mukaddesenin dairesine şâmil bir sofra-i ni’met ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir.”

İslâmiyet ve îman nimetinden mahrum olan inançsız insanlar da akıllarını kullanarak mülk ve melekut âlemlerini bilmekte ve onlardan istifade etmektedirler. Şu var ki, onlar kendilerini ve bu âlemi sahipsiz ve Hâlık’sız vehmettikleri için, eşya hakkındaki bilgileri onların kalb ve ruhlarını terakki ettirmez. Sadece elde ettikleri başarılarla dünya nimetlerinden biraz daha fazla faydalanırlar. Ve yine bu başarılarla nefisleri gurur ve kibirle kabarır, enaniyetleri kuvvetlenir.

İslâmiyet ile müşerref olan bir insan ise, bu mülk ve melekut âlemlerini Allah’ın yarattığına ve kendisinin istifadesine sunduğuna inanır. Bu eserlerdeki güzelliklerin ve kemallerinEsmâ-i Hüsnâ ve sıfât-ı mukaddesenin” tecellileriyle hasıl olduğunu bilir; aklıyla beraber kalbi ve bütün latifeleri ulvî zevklere erer.

Kalbde îman nuru ziyadeleştikçe, ona bağlı olarak marifet ve muhabbet nurları da inkişaf eder. Allah’ın bir ismi Nur’dur; bütün isimleri ve sıfatları nuranîdir. Ve bu nuranî sıfatlar muhittirler, yani bütün eşyayı ihata etmişlerdir. İşte insan, îman nuruyla her neye baksa onda İlâhî isimlerin nurlarını müşahede eder ve bütün varlık âleminde o muhit nurun cilvelerini müşahede eder.  

“Sonra, îmânın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-i mütenahi bir sofra-i ni’met ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir.”

 Muhabbetingayr-i mütenahi bir sofra-i ni’met ve saadet ve lezzet” olması iki şekilde anlaşılabilir.

Birincisi; insandaki muhabbet sonsuzdur. İnsanın yemesi ve içmesi gibi, akla dayanan işleri de sınırlıdır. Çok yiyen insanın midesi rahatsız olduğu gibi, sürekli okuyan bir kimsenin de zihni yorulur, başı ağrımaya başlar. Ama muhabbet böyle değildir. Kalbin, muhabbetten yorulması düşünülemez. Muhabbet arttıkça kalbin huzuru ve süruru da artar.

Sonsuzluğun ikinci mânası ise, bu muhabbetin ahirette ebediyen devam edeceğidir. Dünyada çiçeklerin geçici güzelliklerine hayran olan insan, cennette hiç solmayan çiçeklerle, hiç bitmeyen rızıklarla, hiç kaybolmayan manzaralarla karşılaşacak,  Rabbine karşı muhabbeti artarak devam edecektir. 

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Varlık ve Yokluk Üzerine

“Adem-i mutlak zaten yoktur, çünkü bir ilm-i muhit var.”  Mektûbat

Vücut, Allah’ın ezelî bir sıfatı. Türkçesi, varlık. O’nun lütfuyla yokluktan kurtulup varlık sahasına kavuşana da “mevcud” diyoruz. Yâni vücut bulmuş, var olmuş.

Allah’ın icadiyle var olan her mahlûk, mevcud ismiyle anılır.

Var ve yok kelimeleri, hayâlimizi ister istemez bir zamanların hararetli bir tartışmasına götürür: “Yok var olmaz, var olan da yok olmaz.”

Bu söz, maddeye ezeliyet vererek âlemlerin Rabbini inkâr etme hevesine kapılan inançsız bir grubun ağzında uzun süre sakız oldu ve sonunda fen sahasının yetkili ilim adamlarınca çürütülerek çöpe atıldı.

Ben meselenin bir başka yönü üzerinde durmak istiyorum.

Bu söz bir yönüyle doğru, diğeriyle yanlış. Bu sözü yaratılışı inkâr maksadıyla söyleyenlere elbette iştirak etmek mümkün değil. Doğru olan tarafı şu:Bugün gördüğümüz hiç bir varlık, yokluktan meydana gelmemiştir. Zira, varlık yokluğun zıddıdır. Bir şeyin kendi zıddına inkılâb etmesi ise imkânsız. Kaldı ki, “yok var olur” dediğinizde, “yok” diye bir şeyin varlığını kabul etmiş olursunuz. Bu ise bir tezattır. O halde gerçeği şöylece ifade edebiliriz:Yok diye bir şey mevcut değildir.

Görünen ve görünmeyen bütün âlemler, “yokluktan” değil, “yok iken” var edilmiş, varlık sahasına çıkarılmışlardır.

Cenâb-ı Hak kendine ibadet için, iman için, mârifet için yarattığı insana, nice hakikatları anlamanın da ölçülerini lûtfetmiş. Bu, “varlığa kavuşma” hâdisesinin de bir misalini insan ruhunda aramak gerek…

Bir cümleyi zihninizde kurup şekillendirdiğinizde, o cümle o anda sizin için varlık sahasına girmiştir. O artık yok değildir. Ama aynı cümle sizin dışınızdaki kimseler için yoktur. Ancak onu yazdığınızda yahut söylediğinizde cümle başkaları için de varlık sahasına çıkmış ve kabul edilmiş olur. Siz o cümleyi zihninizde kurmadan önce böyle bir cümle yoktu, ama yoklukta değildi. Siz onu yokluk denilen bir âlemden tutup da meydana çıkarmış değilsiniz.

Yokluk hiçbir varlığın tarlası değil, tezgâhı değil, yahut hammaddesi değil.

Gördüğümüz bütün şu varlık âlemi de, yok iken yaratılmıştır, ama yokluktan yaratılmamıştır. Her mevcudun şu harika nizamı, intizamı, hikmeti, faydası onun mükemmel bir plândan, yâni kaderden geldiğini açıkça ders verdiğine göre, İlâhî ilimde takdir edilen bir varlık mutlak yoklukta değildi. Ama biz o varlığı ancak yaratıldığı zaman görebiliyor ve ona ancak o zaman “var” diyebiliyoruz. Bu varlık, dünya sahifesinden silindiği zaman da bizim için yok oluyor, ama yokluğa gitmiyor.

Yokluktan gelme olmadığı gibi, bunun bir zarurî neticesi olarak yokluğa gitme de yoktur. O halde, “var olan yok olmaz” sözü ancak, “bu dünyadan giden varlıklar mutlak yokluğa düşmezler, Allah’ın ilminde varlıklarını sürdürürler” mânâsında doğrudur.

“Adem-i mutlak zaten yoktur, çünkü bir ilm-i muhit var. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i haricîdir ve vücud-u ilmiye perde olmuş bir ünvandır. Hatta bu mevcudat-ı ilmiyyeye bazı ehl-i tahkik a’yan-ı sabite tabir etmişler.” Mektûbat

A’yan-ı sabite, “eşyanın ezelden beri ilm-i İlâhîde sabit olan hakikatları” şeklinde tarif ediliyor.Bunun bir diğer ismi de “mahiyet.”

A’yan-ı sabite tasavvufî bir tabir ve ilk olarak Muhyiddin-i Arabî Hazretlerince kullanılmış ve eşya arasındaki her çeşit farklılık, bu a’yan-ı sabitelerin farklı oluşlarıyla izah edilmiş.

Cenâb-ı Hakk’ın zâtı birdir ama isimleri yüzlerce, binlercedir. Hatta bazı zâtlara göre İlâhî isimler sonsuzdur. İşte bu isimler arasındaki farklılık, onların tecelligâhı olacak varlıkların da farklı mahiyette olmalarını zarurî kılmıştır.

Bu ifadede bir kademe atlamış bulunuyoruz. İlâhî isimlerdeki farklılıklar, a’yan-ı sabitenin farklılığını netice verir, a’yanın farklılığı da mahlûkatın farklılığını.

A’yan için, “esma-yı İlâhiyyenin gölgeleri” tabiri kullanılıyor. Bu gölgeler isimlerden haber verirler, ama onlara benzemezler. Bunların müstakil bir varlıkları yoktur. İlim dairesindeki taş sert olmadığı  gibi, insan da hayat sahibi değildir.

Allah’ın ezelî ilmindeki varlıklar, ancak kudret âlemine, şahadet âlemine çıktıkları zaman kendilerine bu âleme mahsus sıfatları takılır. İlim dairesinde iken şehadet âlemindeki zâtlarından da, sıfatlarından da mahrumdurlar.

Bazıları, a’yan-ı sabiteye inanan evliyanın, sonunda cebriyeci görüşe kaydıklarını ve insan iradesini inkâr ettiklerini iddia ederler. Burada yanlış anlaşılan bir nokta olduğu kanaatındayım.

Bütün eşyanın, mahiyetleriyle, Allah’ın ilminde mevcut olduğu bir hakikat. Bunun aksini düşünmek Cenâb-ı Hakk’a cehil isnad etmek olur. Zamandan münezzeh olan Allah, eşya hakkında sonradan bilgi edinmekten de münezzehtir.

Bu şehadet âlemindeki varlıkların o ezelî ilme göre yaratıldıkları da bir hakikat. Hiçbir varlık ilm-i İlâhideki sûretinden bir başka şekilde dünyaya gelemez. Burada bir cebir görünmekte ve bu işler Allah’ın mutlak iradesiyle meydana gelmektedir. İlm-i ezelîde cansız olması takdir edilenin bu dünyaya canlı olarak gelmesi elbette mümkün değil. Aynı şekilde, yarı canlı mahiyetinin hayvan, hayvan mahiyetinin de insan olarak bu dünyaya ayak basması kabil değil.

İlâhî iradenin tahakkukunda elbette mahlûkun bir tercih hakkı olmayacaktır. Ama burada unutulan bir nokta var ve oldukça da önemli. Allah, insanı ilm-i ezelîsinde “irade sahibi” olarak takdir buyurmuş. Onu dünya imtihanına atmak dilemiş. Cennet ve cehennemine giden yollardan dilediğini tercih etmesi için de onu iradeli kılmış. İşte, insan mahiyetinin böylece takdir buyurulması da yine İlâhî irade iledir. İlâhî irade hükmünü icra etmiş ve insanlar a’yan-ı sabitelerine uygun şekilde, bu dünyaya iradeli mahlûklar olarak gelmişlerdir.

İradeli olup olmamanın tercihi onlara bırakılmış değil. Burada bir cebir düşünülebilir, insan mecburen iradeli olmuştur. Ama bu iradeyi dilediği gibi kullanmada serbesttir.

A’yan-ı sabite değişmez, kaybolmaz. Zira, Allah unutmaktan münezzehdir. Zaten sabit olmanın mânâsı da budur. Bununla beraber a’yan-ı sabitenin müstakil bir varlığı da yoktur. Yokluk ve    varlık arasındadır. Bir diğer ifade ile onların varlığı “mümkün” grubuna girer. Mutlak mânâda yok değillerdir, zira birer ilmî vücutları vardır. Onlara var da denilemez, çünkü varlık sahasına çıkmamış, haricî vücut giymemişlerdir.

“Eşya zevâl ve ademe gitmiyor, belki daire-i kudretten daire-i  ilme geçiyorlar.” (Mektûbat) cümlesinde, “eşya yokluk ve hiçlikten gelmiyorlar, belki ilim dairesinden kudret dairesine geçiyorlar” hükmü de saklıdır. Zira, yokluğa gitmeyen yokluktan da gelmiyor demektir.

O halde, “var yok olmaz, yok var olmaz” sözünü söyleyenler, varlığı sadece madde âlemi olarak görmekle hataya düşmüşler, bu âlemin temel unsurlarının sabit kalmasını bir İlâhî nizam olarak değerlendirmek yerine, maddeye ezeliyet vermiş ve her şeyi maddenin yaptığını iddia etmekle hakikattan sapmış, hidayetten uzaklaşmışlardır. Ama bu cümleyi, “İlâhî ilimde mahiyetleri tahakkuk eden varlıkların bu âleme gelmeleri mutlak yokluktan değildir, bu dünyadan göçmeleri de yokluğa gitme değildir” mânâsında kullansalardı doğruyu ifade etmiş, hidayete ermiş olurlardı.

Nur müellifinin, “küfür ile iman arasındaki perde ne kadar ince ve ne kadar kalındır” sözü bu meselede de kendini açıkça göstermiyor mu?

Prof. Dr. Alaaddin Başar

İradeden Vazgeçenler

Nur Külliyatında geçen, “Cüz’-i ihtiyârîden dahi vazgeçip, irade-i İlâhîyeye işini bırakma” meselesi iki türlü değerlendirilebilir; birisi bizlere göre, diğeri Allah’ın seçkin kulları olan büyük mürşitlere göre.

    Biz irademizden şöyle vazgeçebiliriz: Nefsimizin istekleri Allah’ın rıza çizgisine ters düştüğünde, irademizi nefis hesabına değil Allah namına  kullandığımız taktirde  irademizden vazgeçmiş oluruz.

    “Kendi havl ve kuvvetinden teberri edip, Cenâb-ı Hakk’ın havl ve kuvvetine iltica”  etmeyi de benzer şekilde değerlendirebiliriz.  “La havle ve lâ kuvvete illâ billah”  hükmünce, “havl ve kuvvet ancak Allah’ındır”. Her mahlukuna hayatını devam ettirmesi, rızkını bulup düşmanlarından korunması için gerekli  kuvveti ihsan etmiştir. Biz de güç ve kuvvetimizi bu manada değerlendirmeli ve bunları nefsimizin heveslerinde değil, Allah’ın razı olduğu sahalarda kullanmalıyız. O zaman, bu güç ve kuvvetin bizim olmadığını bilmemiz ve yerinde kullanmamız cihetiyle ondan teberri etmiş oluruz.

    Cüz’i iradesini rıza istikametinde kullandıktan sonra,  “Benim güç ve kuvvetim ancak bu noktaya kadar gelebilir. Ötesi  ancak “Cenâb-ı Hakk’ın havl ve kuvveti”yle gerçekleşebilir.” diyerek Allah’a iltica eden insan  tevekkülün hakikatine  ermiş olur.

    Üstat hazretlerinin Yirmi Üçüncü Söz’deki şu ifadeleri konumuza açıklık getirmekte ve cüzi iradeden vazgeçmenin “onu enaniyet namına değil, Allah’ın emirleri  istikametinde kullanmak ” olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
   
“O cep fenerini yere çarptım, kırdım. …

“O cep feneri ise, hodbîn ve bildiğine itimad eden ve vahy-i semâvîyi dinlemeyen enâniyet-i insaniyedir.”

    Bizler de, Allah’ın inayetiyle, cüzi irademizden bu manada vazgeçebilir, onu Kur’anın emrettiği gibi kullanabiliriz. Bir işe teşebbüs ederken irademizi meşru çizgide tutup neticeyi Allah’tan bekleyerek O’na tevekkül edebiliriz.

    Üstat gibi büyük zatların iradeden vazgeçmeleri biraz daha farklıdır. Kader Risalesinde “manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cay-ı istimali var..” denilerek bunun nasıl olacağı anlatılmış, ancak manen terakki edenlerin kader anlayışlarına temas edilmemiştir. İşte o bahsedilmeyen kısım konumuzla yakından ilgilidir.

    Cenâb-ı Hakk’’n yarattığı hangi varlığa baksak İmam Gazzali hazretlerinin “Daire-i imkânda daha ahsen yoktur” hükmünü bütün kalbimizle tasdik ederiz (Muhakemat, Birinci Makale)  .

    Allah, güneşi böylece yaratmayı irade etmiş ve yaratmış; bundan daha mükemmel bir güneş tasavvur edebilir miyiz?

    Onun ışığıyla yolumuzu görmemize yardım eden gözümüzü düşünelim, bundan daha harika bir göz hayal  edebilir  miyiz?

    Ana rahminde geçirdiğimiz safhaları düşünelim. O dokuz aylık dönemde her şey İlâhî irade ile tanzim ediliyor ve sonunda her organı mükemmel bir bebek dünyaya geliyor.

Her neye baksak “Bu dünya hayatında en mükemmeli ancak bu olabilir.” hükmünü rahatlıkla veriyoruz. İşte o büyük zatlar bu hakikati kemaliyle bildikleri ve kalplerine olanca berraklığıyla yerleştirdikleri için, bütün ihtiyarî fiillerinin de  İlâhî irade ile tanzim edilmesi için Allah’a yalvarmışlar ve bütün işlerinde “Bizim uğurumuzda mücahede edenlere gelince,  elbette biz onlara yollarımızı gösteririz ….” (Ankebût Sûresi, 69)  ayet-i kerimesine mazhar olmak istemişlerdir.

    Bütün organlarını ve duygularını “İlâhî isimlerin bir tecelliler manzumesi” olarak gören kimse, kendinde varlık namına bir şey bulamaz ki, enaniyete kapılsın;  “benim kuvvetim, benim ilmim, yahut benim malım, benim servetim” diyebilsin…

    Böyle bir insan, bir iş yapmayı arzu ettiğinde, İlâhî ilhamı ve ikazı bekler. Yaptığından hasıl olan neticeleri kendi nefsine vermez. İlâhî ilhamla yaptığı işleri yine birer İlâhî ihsan bilir.

    Hz. Mevlâna bu bahtiyar kişilerin hallerini  şöyle bir misâl ile açıklar:

“Denizde iki varlık düşününüz. Birisi  bir insan;  kulaç atıyor, yüzerek sahile ulaşmak istiyor. Diğeri ise bir tahta parçası. Bu ikincinin bütün hareketi denizdendir, kendinden değil.”

    Fenafillah makamına ermekle kendi iradesini Hakk’ın iradesinde fani eden ve İlâhî ilhamla hareket eden zatların da bütün işleri Hak’tandır, kendi nefislerinden değil.

    Yine bu Hak dostlarından İbrahim Hakkı hazretleri Tefvizname isimli meşhur manzumesine,

        Hak şerleri hayr eyler,
        Zannetme ki gayr eyler,
        Arif anı seyreyler.

diye başlar ve her kıtayı,

        “Mevlâ görelim neyler,
          Neylerse güzel eyler.”

diyerek  tamamlar.

        Tefviz, tevekkülün daha  ileri derecesidir. İşi, bir bakıma,  tamamen Allah’ın hikmet ve rahmetine havale etmek demektir.  Elbette ki, bu teslimiyet,  kâinatta cereyan eden İlâhî kanunlara muhalefet ederek, ekmeden biçme manasında değildir. Nefsin terbiyesi, kalbin inkişafı, ruhun terakkisi ve hissiyatın ulvileşmesi” gibi konularda insanın kendi  aczini idrak  ederek, “Ben bunları başarmaktan acizim, benim sahibim ve Rabbim olan Allah ne dilerse en iyisi odur.” diyerek  İlâhî rahmet ve hikmete tam bir teslimiyet göstermesini  ifade eder.

        Böyle  bir ruh,  kendi iradesi dışında başına gelen bela ve musibetleri de rıza ile karşılar. Gece ve gündüzün ayrı ayrı faydaları olduğunu düşünerek, celâl tecellilerinin de cemâl tecellileri gibi güzel olduğuna bütün kalbiyle inanır ve “Kahrın da hoş, lütfunda hoş.”  diyebilme makamına erer.

    İşte Üstat Bediüzzaman hazretlerinin “Ben kaderin mahkumuyum.” ve “Kaderin her şeyi güzeldir.” gibi ifadelerini, sebepleri terk etme olarak değil, onun yüksek makamının bir neticesi olarak değerlendirmek gerekir.

    Üstat hazretleri, “Kırk sene hayatımda otuz sene tahsilimde yanlız dört kelime ile dört kelam öğrendim.” buyuruyor ve  bu dört kelamdan birincisini  “Ben nefsime malik değilim” şeklinde belirliyor. Ve devam ediyor: “Malikim kâinatın malikidir.”

    Burada verilen temel mesaj şudur:

    Kâinat kimin ise ben de onunum. Ne gözüm benim, ne kulağım. Ne ruhumu ben elde etmişim, ne hafızamı.  O  halde bunların tamamını emanet bilip, bütününü kâinat malikinin rızası dairesinde kullanmakla mükellefim.    Göz benim şahsî malım değil, Allah’ın mülkü. Öyleyse, bu gözle dilediğim şeylere bakamam, bakışlarım helal dairesinde ve hikmet üzere olmalıdır.

    …..
 
    Biz de bütün organlarımızı ve sıfatlarımızı böyle değerlendirmek durumundayız.

    Üstat hazretleri insanın cüzi iradesini de bu şekilde değerlendiriyor ve şöyle buyuruyor:

“Senin yolunda o cüz’-i ihtiyârîden vazgeçiyorum ve enaniyyetimden teberri diyorum.”

    Bu cümlede geçen “enaniyetten teberi” ifadesi çok önemlidir. Demek ki, cüz’i ihtayarîden vazgeçmek, hiçbir işe teşebbüs etmeden “Olacak neyse olur.” deyip beklemek değil, arzu ettiklerimizi nefis ve enaniyete kapılmadan, sadece  Allah namına ve O’nun hesabına istemektir.

    Öte yandan,  kendi irademize hiç iş düşmeyen sayısız işler de var. Başımıza imtihan yollu gelen belalardan, çevremizde ve tabiatta vuku bulan İlâhî icraatlara kadar bütün işler Allah’ın iradesiyle tayin ve yine O’nun kudretiyle yaratılmaktadır. Bunlar hakkında bize düşen görev Üstat hazretleri gibi “Kaderin her şeyi güzeldir.” Diyerek, bilemediğimiz gizli hikmetler üzerinde ileri geri konuşmayıp,  İbrahim Hakkı Hazretleri gibi,
            Deme niçin bu böyle,
            Yerindedir ol öyle
            Var sonunu seyreyle

             Mevla görelim neyler,
             Neylerse güzel eyler.

Diyerek, Üstadın “Pencerelerden seyret, içlerine girme.” tavsiyesine aynen uymaktır.

    Kaldı ki, kaderin her şeyinin güzel olduğunun sayısız örnekleriyle iç içe yaşıyoruz ve çevremiz bu tecellilerle çepeçevre sarılı.

    Sadeci iki örnek vermekle yetinelim:

    Gözlerimizin şeklini, yerini, sayısını, büyüklüğünü ve görevlerini Allah takdir etmiştir. Bunların hepsi güzeldir.

    Yer küremizin de büyüklüğünü, kara-deniz olarak taksimini, iki farklı hareketindeki  dönüş hızlarını ve eğimini de yine Allah takdir etmiştir; bunların da hepsi güzeldir.

    Böyle sayısız güzellikleri gördükten sonra, aklımızın ermediği, hissimize ters düşen olayların da mutlaka bilemediğimiz nice güzellikler taşıdığına inanmamız, Allah’ın “Alîm, Hakîm, Rahîm ve Âdil” olduğuna imanımızın bir gereğidir.

    Böyle bir bakış hakkında Peygamber Efendimiz şöyle buyururlar:

        “Allah’a hüsn-ü zan ibadettir.”

    Tevekkül  konusunda yanlış bir değerlendirmeye girmemek için Yirmi Üçüncü Söz’deki  şu tarifi yeniden hatırlayalım:
   
 “Tevekkül, esbâbı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbâbı dest-i kudretin perdesi bilip riâyet ederek; esbâba teşebbüs ise, bir nevi duâ-i fiilî telâkkî ederek; müsebbebâtı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibârettir.”  Sözler, Yirmi Üçüncü Söz

 Prof. Dr. Alaaddin BAŞAR