Etiket arşivi: Prof. Dr. Alaaddin Başar

Helal Dairesi

Bir balık, bitkilerden ve cansızlardan farklı olarak, dilediği yöne doğru hareket etme hürriyetine sahip. Ama bu hürriyet, deniz ile sınırlı. Ondan dışarı çıkması yasaklanmış. Karalar, ormanlar onun için yasak bölge. Tilkilerle, aslanlarla arkadaşlık etmesi, sanki, haram kılınmış. O, denizde yaşayacak ve ömrünü diğer balıklarla geçirecektir.
İnsanın denizi de “helâl dairesi” dir.

“Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.” (Sözler)

İnsan, bu daire içinde kalmak şartıyla, istediği gibi hareket edebilir, dilediği gibi safa sürebilir. Ama bu dairenin dışı, onun için cehennem tarlasıdır. Buna göre, hürriyeti şöyle de tarif edebiliriz: “Hürriyet, helâl ve haram dairelerinden dilediğini seçebilme yetkisi ve netice itibariyle de cennet ve cehennem yollarından istediğine girme serbestisidir.”

Kul, hür olmaz, dedik. Nasıl olsun ki, kölenin bile hürriyeti söz konusu değil. Kulluk ise, kölelikten çok daha ileri bir bağımlılık. Mutlak mânâda ve sınırsız bir hürriyete sahip olmadığımızı nefsimize iyice kabul ettirmek için şöyle bir düşünelim: İnsanoğlu, eliyle işitip, gözüyle koku alıp, kulağıyla görebiliyor mu? Hayır. Aklıyla hıfzedip, kalbiyle anlayıp, hafızasıyla sevebiliyor mu? Cevap; yine hayır.

Demek ki, insan her organını ve duygusunu yerinde kullanmaya mecbur. Onu yaratan, organlarını yerli yerine koyan ve ruh âlemini akıl almaz bir şekilde tanzim eden, her duyguyu, her hissi ayrı vazifelerde çalıştıran biri var. Şu var ki, bu organların ve duyguların önüne iki saha açılmış: Helâl ve haram meydanları.

Ayağıyla dilediği yere gidip gözüyle istediği yöne bakabildiği gibi, aklını her sahada kullanabiliyor ve hafızasına, olur- olmaz, her şeyi doldurabiliyor.Bu sermayelerden her biri insanın akıl ve vicdanına emrediyorlar ki: “Bizi dilediğin gibi yönlendiremezsin! Sen irade sıfatını doğru değerlendirmeli ve bizi yaratılış gayemizde kullanmalısın!” İnsan iradesine tanınan bu hürriyet, bu serbesti, bu seçme hakkı, ne yazık ki, çoklarınca yanlış değerlendiriliyor.

İnsanoğlu, babasına, amirine, devletine karşı gelme hürriyetine sahip olmadığını çok iyi bildiği halde, nasıl oluyor da, Rabbine, Hâlıkına, Mâlikine karşı kendini hür ve serbest sanabiliyor!?..

Nur Müellifi, hürriyet konusunda çok önemli bir noktaya da şöyle parmak basıyor:

“Bazı sefih ve lâübaliler hür yaşamak istemediklerinden, nefs-i emmarenin esaret-i rezilesi altına girmek istiyorlar.” (Hutbe-i Şamiye)

Hür olduğunu, dilediği gibi hareket edebileceğini iddia eden bir insan, gerçekte nefsinin esareti altına girmiştir. Nefsi ona kötülüğü emreder; o da bu emre kayıtsız şartsız itaat eder.

Ve bu esaret, rezil bir esarettir. Bir alimin hizmetine girmiş bir insanla, bir soygun şebekesinde çalışan bir başka insan ilk bakışta aynı noktada birleşirler: İkisi de emir altındadır. Ama birincisi büyük bir şereftir, sonu ilim ve irfana çıkar. Diğeri ise rezalettir; neticesi azap ve zindandır.

Prof. Dr. Alaaddin Başar

DOĞRU İSLÂMİYET

Nur Külliyatı’ndan Tarihçe-i Hayat’ta diğer dinlere mensup kişilerin, taklit yoluyla değil, muhakeme-i akliye ile İslâmiyet  dairesine  dahil oldukları beyan edildikten sonra şu çok önemli tespite yer veriliyordu:

“Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan  fevc fevc dahil olacaklardır.”     

Bu cümlede geçen “doğru İslâmiyet” ifadesiyle, İslâm adına ortaya çıkıp nice zulümler  işleyen, terör estirerek toplum huzurunu bozan anarşist hareketlerin kaynağı en güzel şekilde ortaya konuluyordu:

Bunlar “doğru İslâmiyet”i bilmiyorlardı ve yaptığı işler de “İslâmiyete lâyık doğruluk” ve “istikamet”ten çok uzaktı.

İstikamet; her türlü aşırılıktan uzak ve her şeyiyle  Kur’ân’a ve sünnete uygun olan doğru yol…

Her mümin, Fatiha Sûresini okurken Rabbinden bu doğru yola, bu sırat-ı müstakime hidayet talebinde bulunur. Bir başka sûrede ise bu istikamet yolunun, “nebilerin, sıddıkların, şüheda ve salihlerin yolu” olduğu ders  verilir  (Nisa Sûresi, 69).

                Bugün özellikle batı dünyasında Müslüman denilince, anarşi çıkaran, kan döken bir cani tip canlanıyorsa, bu bizim “doğru İslâmiyet’i”  yeterince sergilemeyişimizden kaynaklanıyor.

                İslâm’ın ve bütün semavî dinlerin ortak noktalarına nazar edilse “doğru İslâmiyet’i bulmak  kolay olacaktır.

                Hepimizin çok iyi bildiği bir âyet-i kerîmeyi yeniden hatırlayalım:

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet  etsinler diye yarattım.”  Zâriyât Sûresi, 56

Âyet-i kerîmede geçen “ibadet” kelimesine birçok tefsir âlimi  “marifet”  mânası veriyorlar.  Nitekim, bir hadis-i kudsîde  “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeye muhabbet ettim de mahlukatı yarattım.” buyrulması da bu mânaya kuvvet veriyor. Buna göre, âyet-i kerîmenin mânası şöyle oluyor:

“Ben cinleri ve insanları sırf beni tanısınlar ve bana ibadet etsinler diye yarattım.”

O halde, bütün âlemlerin yaratılış gayesi Allah’ı tanımak, O’na iman ve ibadet etmektir ve “doğru İslâmiyet”te de temel gaye budur; insanlara Allah’ı tanıtmak, O’nun kemaline hayret ettirmek, rahmetine karşı kalplerin  şükürle dolmasına çalışmak, kısacası “insanların O’nun razı olduğu birer kul” olmaları için gayret göstermektir.

Bütün peygamberler bu ulvî gayenin tahakkuku için gönderilmişler ve bütün himmetleriyle buna çalışmışlardır.

                Temel gündemi, siyasetin ve menfaat kavgalarının oluşturduğu günümüzde, müslümanlar da bu zehirli ortamdan belli ölçüde etkileniyorlar.  İnsanlara iman hakikatlerini tebliğ etmek yerine, onların toplum hayatında önemli noktalara gelmesi ve devletlerin İslâm’a göre yönetilmesi gibi sosyal meseleler ön plana geçmiş bulunuyor. Halbuki bu gayenin de tahakkuku yine sağlam bir imana dayanır. Bir insan Allah’a inanacaktır ki kendi şahsî hayatını, aile hayatını ve nihayet toplum düzenini ona göre tanzim etmeye çalışsın.

Nur Külliyatı’ndan Kastamonu Lahikası’ndaki bir mektubun bir bölümünde   şu çok önemli mesaj veriliyor.

“ ….  ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, îmana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kainatta en büyük mesele ve vazife ve hizmet olan hakaik-ı îmaniyenin çalışmasına racih gördüklerinden; ….”      Kastamonu Lahikası                                                             

İman etmek ve bunun gereği olarak salih amel işlemek bütün Müslümanların ortak sorumluluğudur.  Her Müslüman, namaz kılmak ve oruç  tutmakla mükellef olduğu halde, zekât ve hac ibadetinden  sadece zenginler sorumlu tutulmuşlardır.  İslâm’ın bu iki şartına da her Müslüman iman edecek, ancak şartlar müsait ise uygulamasını yapacaktır. Aksi halde bu ibadetlerden sorumlu olmayacaktır.              

Bunun en güzel örneği, Hristiyan ülkelerinde ikamet eden Müslümanların durumudur. Bu Müslümanlar, İslâm’ın bütün hükümlerine iman ederler, ancak  ülkenin yönetimiyle ilgili hükümler onların uhdesinde olmadığından bunları icra etmekten  sorumlu değillerdir.

                Burada Bediüzzaman hazretlerinin şu tespitini de önemle hatırlayalım:

“Şeriatda, yüzde doksan dokuz ahlak, ibadet, ahiret ve fazillete aittir; yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir. Onu da ulûlemirlerimiz düşünsünler.” Tarihçe-i Hayat

                Buradaki “Onu da ulûlemirlerimiz düşünsünler.” ifadesi, bunları uygulama yetkisinin devlet yöneticilerinde olduğu, dolayısıyla da halkın bu konuda sorumlu olmadıkları mesajını vermektedir.

                Bilindiği gibi “İman bir bütündür, tecezzi kabul etmez.” Semavî kitaplardan birisine, yahut peygamberlerden birisine iman edilmezse iman sahih olmaz. İslâm’ın bütün hükümlerine iman etmek de, peygamberlere ve kitaplara inanmanın bir gereğidir, bu da tecezzi kabul etmez. Yani, bir müslüman İslâmın her sahadaki, bütün hükümlerine inanmakla mükelleftir. Ancak, zekât ve hac meselesinde olduğu gibi, bazı hükümlerin uygulanması şarta bağlı ise, ancak o şartın tahakkuk etmesi halinde sorumluluk  tahakkuk eder.

Yüz yirmi dört bin peygamber içerisinde ancak, Hz. Davut (as.), Hz. Süleyman (as.), kısmen Hz. Yusuf (as.) ve nihayet Peygamber Efendimiz (asm.) gibi birkaç peygamber   devlet yönetimiyle ilgili İlâhî hükümleri bizzat uygulama imkânı bulmuşlar, diğer peygamberler  insanları sadece iman, ibadet ve ahlâk konusunda irşat  etmişlerdir.

Şeriatı sadece devlet yönetimine hasretmek, diğer bütün peygamberlerin, nübüvvet görevlerini tam olarak yerine getirmedikleri gibi çok yanlış bir kanaate yol açar. Halbuki, esas olan, insanlara Allah’ı tanıtmak, O’na karşı görevlerini öğretmektir. Ve Peygamberlerin vazifesi de ancak tebliğdir.

“Peygamberin üzerine düşen ancak tebliğdir. Allah, sizin açıkladığınızı da, gizlediğinizi de bilir.”    Mâide Sûresi, 99

                Şeriatın yüzde doksan dokuzunu teşkil eden “ahlak, ibadet, ahiret ve fazillet” esaslarını ikinci planda tutarak,  onu,  sadece  yüzde birlik kısım olarak anlamak “doğru İslâmiyet” mânasından sapma göstermektir.  Bu eksik anlayışa sahip bir Müslüman, temel görevini o yüzde birlik kısmı tahakkuk ettirme şeklinde anlar ve buna muvaffak olamayınca da ya ümitsizliğe kapılarak bir köşeye çekilir, yahut  silahlı mücadele yolunu tutar. Bu ise, sair din mensuplarının Müslümanları silahlı örgüt olarak görmelerini ve  İslâm’dan uzak durmalarını netice verecektir.

 Edyân-ı saire müntesipleri”nin yani  başka  dinlere mensup insanların hidayete ermelerinde  ilk adım, İslâm’ı merak etmeleri ve  araştırmak istemeleridir. Bu merak, çoğu insanımızda gözlemlere dayanır. Bu insanlar, kendi dinlerinde olmayan bir çok güzelliği Müslümanların hayat  tarzında seyredeceklerdir ki,  İslâm’ı tanıma merakına kapılsınlar. Mazide, pek çok insan bu merakın sevkiyle Müslüman olmuşlardır. 

Günümüzde, birtakım Müslümanların tebliğ ve irşat görevlerini bir tarafa bırakıp silahlı mücadele yolunu tutmaları,  sâir dinlerin tabilerinde İslâm’ı merak etme duygusunu körleştiriyor ve nice insanın İslâm’dan uzak kalmalarına sebep oluyor.

                Bu silah taraftarları,  harple ilgili şu temel hükümden de gaflet ediyorlar:

“İslâmda gaye-i harp intikam, katil, tebdil-i dine icbar değil, hasmı mağlup etmek ve kuvve-i cebriyesini alıp dininde serbest olarak hükm-ü hakka tabi tutmaktır ki, i’layı kelimetullah bundadır.”   (Elmalılı Tefsiri, 2/864-5)

Demek oluyor ki, İslâm dininde harbin gayesi “intikam almak, adam öldürmek ve başka din mensuplarını Müslüman olmaya zorlamak” değil;  İslâm düşmanlarının kuvveti kırmak, onları mağlup ederek müslümanlara hücum etmekten alıkoymak ve kendi müntesiplerinden İslâmı kabul eden kişilere baskı yapmalarını engellemektir. Bu ikinci nokta şu âyet-i kerîmede açıkca beyan edilmiştir:

“Size ne oldu ki, Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan şu şehirden çıkar, bize katından bir koruyucu ver, bize katından bir yardımcı ver.’ diyen zayıf erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” (Nisa Sûresi, 75)

İnanmak bir  kalb meselesidir. Kalb ise zorlamaya gelmez. Onun bütün işleri “kabul ile, rıza ile, iman ile” icra edilir; zorlamayla değil.  Meselâ, bir kişiye birisini zorla sevdiremeyiz, yahut  ondan zorla nefret ettiremeyiz. Aynı şekilde, bir kişiye bir hakikati zorla kabul ettirmemiz  de mümkün olmaz.  Onun aklını ikna etmemiz, hakikatin güzelliğini kalbine sunmamız gerekir. Bu görevi yaptıktan sonra,  o şahsın hakikate inanmasını bekleriz.

 İslâm’da sulh esastır. Bütün insanlara, İslâm’ın güzellikleri, ancak barış ortamında rahatlıkla sunulabilir. Bu ise ilim ister, sabır ister, şefkat ister. Bunlar nefsin hoşuna gitmeyen zor işlerdir, ama hayır da bu yoldadır.

 İnanmayanları öldürmek yapılacak en son ve en kolay iştir. Önemli olan onları öldürüp cehenneme göndermek değil, kalblerini fethederek cennet yolunu göstermektir.

                                                                              ***

Asrımızda kul hakkının ve bu hakka en büyük tecavüz olan adam öldürmenin ağır sorumluluğu büyük ölçüde unutulmuş gibidir.

İnsan,   Allah’ın ahsen-i takvimde yarattığı ve yeryüzüne halife kıldığı en kıymetli eseridir. Bu eserin hayatına son vermenin cezası,  ahirette,  mutlaka ve en acı bir şekilde  tadılacaktır. 

Öldürülen o insanın yüz trilyona yakın hücresi ve onlardan teşekkül eden bütün organları birer sanat mucizesidir ve sürekli olarak Allah’ı  tesbih etmektedir.

O maktul,  Allah’ın kulu, O’nun mülkü, O’nun sanatıdır. Ve o kişinin kendi varlığı üzerindeki tasarrufu çok sınırlıdır.

Bütün bu hakikatlerden gaflet eden insan, kendisini ve karşısındaki şahsı sahipsiz, müstakil, kendine malik ve başıboş bir varlık gibi gördüğünde, onun hayatına son vermenin büyük sorumluluğunu unutabiliyor. “Ben bir başkasının tavuğunu bile izinsiz kesmekten çekindiğimi  halde , Allah’ın bir kulunu nasıl öldürebilirim?” diye düşünemiyor.

Adam öldürmenin  büyük bir cürüm olduğu, çok ayet-i kerimede önemle nazara verilmiştir. Bunlardan sadece birisini nakletmekle yetineceğiz.         

“… Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. …”      Mâide Sûresi, 32

Bu âyet-i kerîmeden açıkça anlaşıldığı gibi, İslâm dininde,  bir kimse  ancak kısas gerektiren bir suç işlediğinde, yahut bozgunculuk çıkararak  toplum içerisinde fitneye yol açtığı ve müslümanları birbirine düşürdüğü takdirde öldürülür. Bu ise, o konuda yetkili olan yöneticilerin emriyle yapılır; fertler kendi keyiflerince buna karar veremezler.

Günümüzde şahit olduğumuz adam öldürmelerin kahir ekseriyeti bu iki maddeye de uymuyor. Tam tersine, toplumda fitne çıkaranlar, adam öldürüyorlar.

Bu kargaşa ortamında müslümanın çok şuurlu hareket etmesi, kalbini zulme meyletmekten hassasiyetle koruması ve bütün insanların küfür, şirk, zulüm ve anarşi tehlikelerinden uzak kalmasını kalben arzu etmesi, bu konuda kendisine bir görev düşüyorsa mutlaka yapması, elinden bir şey gelmiyorsa insanlığın necatı için dua etmesi gerekir.

Üstat Bediüzzaman hazretlerinin hizmet metodunda yer alan dört temel unsurdan birisi şefkattir; insanlara acımaktır.  Bu düstura göre, iç alemimizde fakirin yoksulluğuna, hastanın ızdırabına karşı duyduğumuz acının çok daha fazlasını, insanların günah ve isyanla ebedî hayatlarına zarar vermelerinden dolayı duymamız ve onlara şefkat edip imdatlarına koşmamız gerekmektedir.

            “Bazı irfan sahipleri şöyle der: Fasıkların yüzüne yalnız Allah arifleri güler.” 

                                                                                                            Abdulkadir Geylani

Günahkâr müslümanlara düşman olmak, hastalara harp ilan etmek gibidir. Bizim düşmanımız hastalar değil hastalıklardır. Bunun en mükemmel örneğini, asr-ı saadette, bizzat Allah Resulünde (asm.) görüyoruz.

Şirke son derece düşman olan Allah Resulü (asm.),    müşriklere acıyor ve onların kurtuluşlarını gönülden arzu ediyordu.  O şefkat dolu ruhundaki bu arzu  ve üzüntü o dereceye gelmişti ki,   şu ayet-i kerimeler nazil oldu:

“Demek sen, bu söze (Kur’an’a) inanmazlarsa, arkalarından üzülerek âdeta kendini tüketeceksin!”    Kehf Suresi, 6

                “(Ey Muhammed!) Mü’min olmuyorlar diye âdeta kendini helâk edeceksin!” Şuârâ  Sûresi, 3

Artık kıyamete kadar başka  peygamber gelmeyeceğine göre, Allah Resulünün bu çok önemli sünnetini, yani “İslâmdan uzak kalmışlara acıma ve onları kurtarmak için çalışma” görevini,  Onun ümmeti  yerine getirecektir.

 Alimlerimiz, bütün insanları peygamberimizin ümmeti olarak kabul ederler ve bu insanları iki gruba ayırırlar: Ümmet-i icabet ve ümmet-i davet.

Ümmet-i İcabet; İslâm’ı din olarak kabul etmiş müminlerdir. Ümmet-i davet ise bu hak yola davet edilmesi gereken diğer dinlerin müntesipleri ve hiçbir dine mensup olmayan gafil, lakayt, sefih insanlardır.

Müslümanlar ümmet-i icabet olan bu ikinci grup insanlara düşman oldukları taktirde, onlara  Peygamberimizin yolunu kim gösterecektir?!..

Onlara düşman olmak, hele bir zaruret olmadan, onlarla silahlı mücadale yolunu tukmak, o büyük kitleyi cehenneme yolcu etmek demektir. Peygamberimizin yolu bu değildir. Alemlere rahmet olarak gönderilen o emsalsiz Peygamber, insanlara cehennemin değil, cennetin ve rızanın yolunu göstermek için gelmişti.

 Allah Resulü (asm.), “Sulh hayırdır.” buyurmuşlardır. Zira, İslâmın insanlara anlatılması ancak sulh ortamında gerçekleşir. Bundan dolayıdır ki, Bediüzaman hazretleri asayişin muhafazası üzerinde büyük bir hassasiyetle durmuş, son mektubunda da bu konuya özellikle yer vererek şöyle buyurmuştur:

“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.” Emirdağ Laikası

Müslümanların tek görevini, küfür ehliyle silahlı mücadele etme olarak anlamak, İslâmın cihanşümul yapısına uymaz. Gerektiği zaman elbetteki maddî cihat da yapılacaktır. Ancak, esas olan,  manevî cihattır; iman hakikatlerinin tebliğidir, İslâmın güzelliklerinin sergilenmesi ve insanların dalâletten hidayete, şirkten tevhide, sefahetten güzel ahlâka, isyandan ibadete teşvik edilmesidir.  

İslâmın temeli harbe değil, tebliğe dayanmaktadır.

                Dinde mutaassıp, muhakeme-yi akliyede noksan” (1) bazı kimselerin, büyük günah işleyen müslümanları bile küfürle itham etmelerine, batıl din mensuplarını öldürmeyi cihat saymalarına karşılık, Üstat Bediüzzaman hazretleri,  düşmanlık sahasını çok daraltıyor; buna karşılık  muhtaçların imdadına koşma sahasını da  oldukça genişletiyor. Ve bu konuda aşağıdaki tasnifi yapıyor:

“Elhasıl,  itikad-ı küfriye, iki kısımdır:
“Birisi: Hakaik-i İslâmiyeye bakmıyor. Kendine mahsus yanlış bir tasdik ve bâtıl bir itikat ve hatâ bir kabuldür ve zâlim bir hükümdür. Bu kısım bahsimizden hariçtir. O bize karışmaz, biz de ona karışmayız.”
“İkincisi: Hakaik-i imaniyeye karşı çıkar, muaraza eder. Bu dahi iki kısımdır:”
“Birisi: Adem-i kabuldür. Yalnız, ispatı tasdik etmemektir. Bu ise bir cehildir; bir hükümsüzlüktür ve kolaydır. Bu da bahsimizden hariçtir.”
“İkincisi: Kabul-ü ademdir. Kalben, ademini tasdik etmektir. Bu kısım ise bir hükümdür, bir itikaddır, bir iltizamdır. Hem iltizamı için nefyini ispat etmeğe mecburdur.”    Şuâlar

Bizim asıl düşmanımız  bu son gruptur. Batıl bir dine inanan yahut lakaytlıkla, umursamazlıkla İslâm dinini kabul etmeyip kendi bozuk hayat düzenini sürdüren kişilerin tamamı, tedavi edilmeyi bekleyen  hastalardır.

“Kabul-ü adem” yolunda giden, yani küfrünü dava edinip insanları da bu yanlış yola sevketmek için çalışan kişilere fikren karşı olmamız, onlarla mücadele etmemiz temel görevimizdir.  Bu kişiler, işi kuvvete dökerek müslümanları ezmek istediklerinde de elbetteki onlarla maddî cihat yapma yoluna da gidilecektir. Ancak, daha önce de belirttiğimiz gibi,  bu görev devlet ve hükûmet yetkililerine aittir. Fertlerin bu kişilerle cihadı ancak manevî cihad olacaktır. Yani, hak ve hakikati tebliğ edecekler ve onların  menfî  telkinlerine maruz kalanların da tedavisine çalışacaklardır.

Son olarak, şükür sadedinde şunu da ifade etmek istiyorum. Bu gün, ülkemizde, menfî hareketlerden uzak duran ve insanların ıslahı için gece gündüz demeden çalışan çok hamiyetli müslümanlar mevmcuttur. Farklı meşreb ve meslekteki bu insanların, birbirleriyle uğraşmak yerine, muhtaçlara ulaşma yarışı  içinde olduklarını açıkça görüyür ve Rabbimize şükrediyoruz. 

İnşaallah bu ihlaslı gayretler meyvelerini daha da artırarak verecekler ve sâir dinlerin tabilerine de numune-i imtisal olmakla onların İslâm dairesine girmelerine vesile olacaklardır.

……………..

(1)  Bediüzaman Said Nursi, Divan-ı Harbi Örfi  

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Rü’yetullah’ın (Allah’ı Görmek) Keyfiyeti

Rü’yet : “cennette mü’minlerin cenâb-ı hakk’ın cemâlini seyretme, lütfuna ermeleri” Mü’minlere en büyük müjde: cemâl-i ilâhiyi seyretme bahtiyarlığına kavuşacaklar.

Bir ömür boyu, o’nun yarattığı şu kâinattan yine o’nun ihsan ettiği vücut ile istifade eden ve her biri ayrı bir ilâhî ihsan olan akıl, kalp ve hissiyatıyla nice hakikatlere muhatap olan insanoğlu, kendisini bu kadar lütuflara gark eden rabbini görmeyi elbette aşk derecesinde arzu ediyor.

İnsan kalbine yerleştirilen bu arzunun cevabı, cennette verilecek ve insan, cennet lezzetlerini çok gerilerde bırakan en ileri ihsana böylece ermiş olacak. Rü’yet hakkında çok münakaşalar cereyan etmiş. Onların tafsilâtına girmekte fayda görmüyoruz. Ana hatlarıyla, ehl-i sünnet mezhebinde rü’yet haktır ve câizdir. Dalâlet fırkalarından olan mutezile mezhebinde ise rü’yet kabul edilmez.

Gayba iman eden bir mü’min, bu gaybî hadiseye de rahatlıkla inanır. Ama nefsine güvenen ve aklı esas alan insanlar bu imana kolayca eremezler.

Her şeyi akılla halletmeye çalışan insanoğlu bu büyük tecellinin nasıl olacağına da az kafa yormuş değil. Nitekim dostlarımız ve okuyucularımız tarafından sorulan soruların çokluğu bizi bu sahada biraz daha fazla düşünmeye âdeta zorluyor.

Gerçekte bu saha aklın değil kalbin, düşüncenin değil zevkin sahası. Ama, akıl uzaktan uzağa da olsa bir şeyler anlamak, bazı ipuçları yakalamak ve tatmin olmak istiyor. Allah resulü’nün (a.s.m.) İfadesiyle, “gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insan kalbine gelmemiş” bir âlem olan cenneti, bu dünyada kelimeye dökmek mümkün değil. O halde, cennetin ve ondaki ihsanların sonsuz derecede ötesinde bir ilâhî rahmet olan rü’yeti, bu dünyada nasıl anlayabilir ve nasıl kavrayabiliriz! Nitekim, ehl-i sünnet âlimleri, rü’yetin hak olduğunda, keyfiyetinin ise bilinemeyeceğinde ittifak etmişler.

Ama insan aklı rahat durmuyor ki. Öte âlemde ihsan edilecek ve ancak orada zevk edilebilecek bir hakikatin aklî izahını bu dünyada istiyor. Bu dünyada görmek için göze muhtacız, ışığa muhtacız. Ve biz içinde yaşadığımız şu âlemi gözümüzün imkân verdiği çok dar bir ölçüde görebiliyor, seyredebiliyoruz. Uykuya geçtiğimizde gözle de alâkamız kesiliyor, ışıkla da. Bu defa bir başka âlem açılıyor bize.

Üstad bediüzzaman; “göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder” buyurmakla, ruhun başka âlemleri bu göze muhtaç olmadan da seyredebileceğine işaret eder. Bunun en güzel misâli rüya hadisesi. Üstad bir başka eserinde, “ruhu cismaniyetine galib olan evliyanın işleri, fiilleri, sür’at-ı ruh mizânıyla cereyan eder.” (mesnevî-i nuriye) buyurur.

Demek oluyor ki, rüyada gözümüzün devreden çıkmasıyla bizim için bambaşka âlemlere kapılar açıldığı gibi, uyanık hâlimizde de ruhumuz bedenimize galip gelse, imkânsız sandığımız nice işler görebileceğiz. Bast-ı zaman ve tayy-ı mekân hadisesinin sırrı bu cümlede saklı. Bu sırrı yakalayabilenler ve bu şifreyi çözenler kısa zamanda yılların işini görebilmişler ve bir anda çok uzak bir mekâna hatta mekânlara hemen intikâl edebilmişler.

Bilindiği gibi, cihet ve yön ancak beden için söz konusu. Ruh için ön, arka, sağ sol gibi kelimeler kullanılmaz. O halde, ruh bedene galip olunca yön ve cihet devreden çıkar ve ruh, her tarafı birlikte ve beraber görebilir. Nitekim, Allah resulü (a.s.m.), arkadan gelenleri de aynen öndekiler gibi rahatlıkla görürdü.

Bir başka gerçeği de hatırladıktan sonra rü’yet konusuna biraz olsun girebiliriz sanırım. Nur külliyatında şöyle bir dua cümlesi geçer: “bize gösterdiğin nümûnelerin, ve gölgelerin asıllarını menba’larını göster.” Bu duayı rü’yet için yorumladığımızda şöyle bir mânâ kalbimize doğar: “bizim bu dünyadaki görmemiz gölge gibi; asıl görme âhirette, cennette ihsan edilecek”. Ehl-i cennetin ruhları bedenlerine galip. Nitekim, bir anda birçok mekânda birlikte bulanabilecekler. Ve yine cennet ehlinin görmeleri bu dünyadakinden çok ileri. Aralarında gölge ile asıl kadar fark var.

Buna bir de, rü’yetteki ilâhî yakınlığın nuru eklendiğinde, o kâmil ruh, o anda bir feyze gark olacak ve rabbini cihetten, mesafeden ve şekilden münezzeh bir keyfiyetle seyrederek kendinden geçecek ve kalbi nice mânevî zevklerin cevelan ettiği bir ummana dönecek ve o bahtiyar kul, bir mahlûk olan cennetten edindiği zevkle kıyaslanmayacak kadar ileri bir hazzı, rabbinin rüyetiyle tadacak, mest olacaktır.

Rüyet hadisesini düşünürken, bizim bu dünyada ancak maddî ve kesif eşyayı görebildiğimizi, ruhu, aklı, hafızayı hatta tatları ve kokuları dahi göremediğimizi gözden pek uzak tutmamamız gerek. Tâ ki, bir ismi nur olduğu gibi, bütün isimleri ve sıfatları da nuranî olan cenâb-ı hakk’ın rü’yetini bu dünyadaki görme hadisesiyle karıştırmayalım.

Üstad bediüzzaman hazretleri, vahdet-ül-vücut meşrebi için, “tevhidde istiğraktır” buyurur. Bu fâni âlemdeki görme, işitme, yeme, içme kısacası her şey, ebediyet yurdundakilere göre ancak gölge derecesinde kaldığı gibi, bu dünyadaki istiğrak hâli de asıl olarak ve tariflere sığmaz bir ulviyet ile, rü’yet hadisesinde kendini gösterecek.

Rü’yeti müjdeleyen bir âyet-i kerime: “nice yüzler o gün (sürur içinde) ışıldar, parlar; rabbine nâzır (onun cemâline bakmaktadır).” (kıyamet, 22)

Asrımızın büyük âlimlerinden elmalılı hamdi yazır, bu âyetin tefsirinde şöyle buyurur: “ehl-i sünnet, bu bakışı, rü’yet mânâsıyla anlayarak âhirette mü’minlerin cemâlullahı rüyetini ispat etmişlerdir. ‘lenterani’ye sarılan mutezile bu bakışı intizar mânâsına haml eylemişlerdir. Halbuki gayeye ermeyen intizarın neticesi neşe değil, inkısar-ı hayal ve elem(dir)”

Lenterani, “sen beni göremezsin” mânâsına geliyor. Cenâb-ı hakk’tan, rüyet talebinde bulunan musa aleyhisselâma bu ilâhî kelamla mukabele edilmiş.
Füsus şarihi, değerli bilim ve fikir adamı ahmed avni beyin bu husustaki tespitleri çok enteresandır. Buyururlar ki, “musa alehisselâmın rüyet talep etmesi rü’yetin câiz olduğuna delildir. Kendi ifadeleriyle, “ Cenâb-ı musanın taleb-ı rüyeti cevaz-ı rüyete bürhandır. Zira rüyet muhâl olsaydı, musa (a.s.) Taleb etmezdi.”

Bu konudaki bir başka tespiti de harikadır:
“hak tealâ hazretleri… Lenterani buyurdu. Ben görülmem demeyip, sen beni göremezsin dedi. Ve adem-i rüyeti cenâb-ı musa’ya tahsis etti. Zira bu hitap esnasında cenâb-ı musa tekellüm halinde idi. …lenterani buyurması, sende bâkiye-i vücut oldukça beni göremezsin mânâsına müfid olur (mânâsını ifade eder).

Ahmed avni bey bu ifadesiyle, rüyet halinde kişinin kendinden geçeceğini, kendisinde varlık namına bir şey kalmayacağını, ilâhî tecelliye ve yakınlığa gark olacağını ifade etmekle cennetteki rü’yet için de önemli işaretler vermiş oluyor.

İmam-ı rabbani hazretleri mektûbat’ında bu mânâyı şöyle dile getirir: “hakkalyakîne gelince, bu dahi sübhan hakkı, taayyünün (görüşün) kalkmasından sonra müşahededen ibarettir. Hem de müteayyinin (görenin) dahi izmihlâlinden (yok olmasından) sonra. Ve bu, hakkı hak ile müşahededir, kendisi ile değil.”

Rü’yet hadisesi kab-ı kavseyn makamında gerçekleşmiştir. Bu makam için üstad bediüzzaman hazretleri, “imkân ile vücub ortası” ifadesini kullanır, demek ki cennette rü’yet hadisesi de böyle yahut buna benzer bir makamda gerçekleşecek. ‘rü’yetten döndüklerinde rü’yet ehlini zevcelerinin tanıyamayacaklarını’ beyan eden hâdis-i şerif de bize böyle bir makamdan haber verir.

Üstad bediüzzaman hazretleri, Allah resulüne (a.s.m.) Cenâb-ı hakk’ın “tecelli-i zatıyla ve esma-ı hüsnanın azami mertebesinde tezahür ve tecelli” ettiğini ifade ediyor. Bu ifadede geçen “tezahür” kelimesi çok önemlidir. Demek ki, rü’yet, bir yönde bulunan bir varlığa bakma şeklinde değil, cenâb-ı hakkın kendini göstermesi tarzında tahakkuk edecek.

Yine üstad, mi’racı, “bütün kâinatın rabbi ismiyle, bütün mevcudatın halık’ı ünvanıyle cenâb-ı hakk’ın sohbetine ve münâcatına müşerrefiyet” şeklinde tarif ediyor. Bir önceki cümlede hem tecelli-i zattan hem de esma-i hüsnanın azami tecellisinden söz edilmekle birlikte, bu cümlede, rü’yetin “bütün kâinatın rabbi ismiyle” gerçekleştiğinin beyan edilmesi ayrı bir önem taşır.

Gaybı bilen ancak Allah’tır.

Âlimlerimiz, her mevcudun görülmesinin câiz olduğunu, görülmesi câiz olmayanın ancak “madum” (var olmayan) olduğunu kaydederler. O halde, rü’yetin tahakkuku, yani cenâb-ı hakk’ın kendisini kullarına göstermesi de câizdir.
Ahmed avni bey, hakk’ın tecellisini iki kısımda inceler:

“tecelli-i hak ya sıfatî veya zâtî olur. Tecelli-i sıfatîde mütecellâ-lehin (tecelliye mazhar olan kimsenin) vücudu vardır …. Binaenaleyh kelâm ve idrak bu mertebede mevcut olduğundan mütecellâ-leh olan kimseye hitab-ı ilâhî varit olur. İşte hazreti musa (a.s.)’a nar sûretinde vâki olan tecelli bu kısımdandır.”

Aynı eserde, “hak teâla hazretleri bir şeye zâtıyla tecelli buyurdukta, o şeyin sûretini mahv ve ifna buyurur” denilmektedir. Rü’yet üzerinde düşünürken, üstad bediüzzaman hazretlerinin şu vecizesi hatıra gelir: “hakikat-ı mutlaka, mukayyet enzar ile ihata edilmez.” Yani, mutlak olan, kendisine bir sınır biçilemeyen bir hakikati aklın idrak etmesi mümkün değildir; zira akıl mahduttur, sınırlıdır.

Bu cümlede esas maksat, Allah’ın zâtını ve sonsuz sıfatlarını şu sınırlı insan aklı ile anlamanın imkânsızlığını ders vermektir. Bununla birlikte biz bu cümledeki “nazar” kelimesini “görme” olarak değerlendirebilir ve insanın sınırlı görmesiyle, Allah’ın zâtını ihata etmesinin de mümkün olmayacağını söyleyebiliriz.

Cennette insanın görmesi ne kadar inkişaf etse ve ne derece ulvileşse de yine kayıtlıdır, sınırlıdır. Rü’yet bu sınırlı nazarla gerçekleşecek ve insanın kabiliyeti ölçüsünde bir mazhariyet tarzında tahakkuk edecektir. Yoksa, rü’yeti, Allah’ın zâtını ve sonsuz sıfatlarını ihata şeklinde anlamaya aklen imkân yoktur.

Nitekim en’am suresinde şöyle buyrulur: “gözler onu idrak edemez. O, bütün gözleri idrak eder.” (En’am suresi, 103)

Bu âyet-i kerime, rü’yetin olmayacağını değil, bilâkis olacağını, fakat gözlerin o’nu idrak edemeyeceğini ders verir. Görülecek ama idrak edilemeyecek, ihata edilemeyecektir.

Rü’yetle ilgili bir başka âyet-i kerime: “iyi davrananlar için daha güzel karşılık, bir de ziyade vardır.” (yunus suresi, 26)

Ayette geçen “ziyade” kelimesini, Allah resulü (a.s.m.), “rahmanın cemâline nazar” şeklinde tefsir etmişlerdir. Ve Allah resulünün (a.s.m.) Rü’yeti müjde veren hadis-i şerifleri:

“rabbinizi, bedir gecesi kamer’i, birbirinizle sıkışmayarak gördüğünüz gibi göreceksiniz.”

Dikkati çeken nokta, hâdis-i şerifte, Allah’ı göreceksiniz yerine, rabbinizi göreceksiniz buyurulması. Musa aleyhisselâm da rüyet talebini, “rabbim bana kendini göster, sana bakayım” şeklinde dile getirmişti.

Kâfirlerin kıyamet günü cenâb-ı hakk’ı göremeyeceklerini haber veren âyet-i kerime de de, “hayır, onlar o gün muhakkak ki, rablarını görmekten mahcup kalırlar” (mutaffifin suresi, 15) buyurulması da çok önemlidir.

Allah resulünün (a.s.m.) Nur menbaından doya doya içen üstad bediüzzaman hazretleri de “ve ileyhil masir” (dönüp gidilecek, rücu’ edilecek ancak o’dur) kelimesinin izahında aynı inceliği muhafaza etmiş ve “doğrudan doğruya herkes kendi hâlık’ı ve ma’budu ve rabbi ve seyyidi ve mâliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar” buyurmuştur. “iman” mânâsıyla, rabbimizi bu dünyada da bildiğimiz halde bu nimetin âhirette gerçekleşeceğinin müjdelenmesi ancak “rüyet” ile izah edilebilir.

Cennette aynı nimeti yiyen farklı kişilerin farklı zevkler alacakları beyan ediliyor. Herkes aynı cennetten, aynı nimetlerden imanı, ihlâsı, ameli, takvası nispetinde istifade edecek, haz duyacak, zevk alacak. Cennet nimetleri için verilen bu hüküm rü’yet için de geçerli. “rabbiniz” ifadesi bize bu dersi de vermekte ve bu dünyada o’nun kur’anını dinlemekle ve resul-i ekremine (a.s.m.) İtaat etmekle ruhumuz, kalbimiz, his dünyamız ve lâtifelerimiz ne derece terbiye görürse, bizde rab ismi o kadar tecelli etmiş olacak ve hem cennet nimetlerinden, hem de rü’yet şerefinden de istifademiz bu ölçüde gerçekleşecek.

O halde geliniz, rü’yetin nasıl ve nice olduğuna kafa yoracağımıza ruhumuzun, kalbimizin terbiyesine ağırlık verelim. Bizi cennete lâyık ve rü’yete hazır bir kâmil ruh hâline getirmesi için rabbimize iltica edelim ve bu hususta üzerimize düşen görevi hakkıyla yerine getirmeye çalışalım.

Miraç mucizesiyle, rü’yete mazhar olan resul-i ekrem (a.s.m.) Efendimizin, o en ulvî şerefe ulaştıktan ve en ileri hazzı tattıktan sonra, “seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni hakkıyla tanıyamadım” buyurduğunu hatırlayalım. Bu peygamber kelâmının “ben seni hakkıyla göremedim” mânâsını da taşıyacağını dikkate alarak, bu büyük şerefe mazhariyette mesafeler kat etmenin yollarını arayalım.

Ömrümüz ilâhî marifette ve muhabbette her an biraz daha terakki etmekle geçsin.

Prof. Dr. Alaaddin Başar

Şeriat Nasıl Gelir Ve Nasıl Yaşanır?

Doğru islamiyeti ve İslam layık doğruluğu anlatmak ve yaşamak zorundayız. Bu nedenle İslam adına yapılan ama islama uymayan bazı uygulamalar islamiyete ve müslümanlara zarar vermektedir.

Birisiyle karşılaşıyorsunuz. Namaz kıldığından, oruç tuttuğundan söz ediyor. Sohbetiniz sürüyor ve sonunda, şeriatın en önemli iki emrini yerine getiren bu adamın, şeriata karşı olduğunu görüyor ve hayret ediyorsunuz.

Bir başkasıyla görüşüyorsunuz. Şeriatı hararetle savunuyor. İç âlemine, ibadet dünyasına iniyorsunuz, İslâm’ın ceza hükümlerinin tatbiki için gösterdiği heyecanın yüzde birini, ibadet hayatında göstermediğine şahit oluyorsunuz. Yine hayrete düşüyorsunuz.

Bu iki farklı adam hakkındaki kanaatiniz aynı oluyor: Bunlar şeriatı bilmiyorlar!.

Şeriat ne demektir?

Şeriat: “Din”, “Allah’ın emri”, “İlâhî emir ve yasaklar” gibi mânâlara geliyor.

Bir çekirdeğe ağaç olma kâbiliyeti yükleyen, onu meyve verebilecek şekilde programlayan Allah, bu gayenin tahakkukunu birtakım şartlara bağlamış. Bu şartlar manzumesine şeriat-ı fıtriye deniliyor. O çekirdek, toprağını bulacak, suyuna kavuşacak, güneşle sohbet edecektir ki ağaç olabilsin.

İnsanın mahiyeti de o çekirdek gibi. Cennet hayatını netice verebilecek bir çekirdek. İşte şeriat, bu insan mahiyetinin rıza beldesi olan cennete lâyık olabilmesi için uyması gereken kanunlar manzumesi.

Akıl, O’nun koyduğu sınırlar içinde düşündüğü takdirde, mârifetullaha eriyor. Dil, hayır söylediği ölçüde o ebed ülkesinde ulvî sohbetler yapmaya aday oluyor. Beden, Allah için yorulduğu nispette o saadet beldesinin maddî nimetlerinden faydalanmaya hak kazanıyor.

Sevgi, korku, şefkat, merhamet gibi hislerden, göze, kulağa, ele, ayağa kadar her şey ancak Allah’ın emir dairesinde çalışmaları hâlinde terakki ediyor, ulvîleşiyor ve ulvî âlemlere yöneliyorlar. Şeriat, hakikate giden yolun ismi. Lügat mânâsı, “Su membaından su almak için girilen yol.”

Hakk’a ermenin ve hakikati bulmanın yolunu, Yunus’umuz ne güzel özetler: Şeriat, tarikat yoldur varana, Hakikat meyvesi andan içerü.

Yola girmeden, menzile erişilemez. Şeriatsız, hakikate erme iddiaları, sahibini oyalamaktan öte bir işe yaramayan kuruntulardır.

Tarikat, nâfile ibadetlerin simgesi. Şeriat yolunda sağlam yürüyebilmek, nefis ve şeytana karşı daha güçlü olabilmek için konulmuş bir terbiye ameliyesi. Kulu, Rabbine daha fazla yakınlaştırmaya vesile. Nefsini daha tesirli bir şekilde terbiye etmesine yardımcı.

Kısacası, hakikate ulaşmak için öncelikle İlâhî emirlere harfiyen riayet etmek ve bu vadide kalbini daha sağlam, ruhunu daha güçlü kılmak için de nâfile ibadetlere devam etmek gerek.
Büyük müceddid İmam-ı Rabbani’yi dinleyelim:

“Dilin yalan söylememesi ve doğru konuşması şeriattır. Kalpten yalan düşüncesini uzaklaştırmak, eğer zorlayarak ve çalışarak olursa tarikat, eğer zorlanmaksızın müyesser olursa hakikattir.”

Büyük İmamın bu güzel misalinden şunu anlamıyor muyuz? Doğru sözlü olmak, Allah’ın razı olduğu güzel bir ahlâk, yâni hakikat. Kul, bu hakikate ermek için, ilk olarak, şeriatın “yalan söylemeyiniz” emrine uyar; dilini bu günahtan uzak tutar. Daha sonra kalbine yalan söyleme arzusu gelmemesi için ruhunu tedavi etmeye başlar. Bu vadide bir gayretin, bir faaliyetin içine girer. Sonunda kalp hiçbir zorlamaya, çalışmaya lüzum kalmaksızın yalan söylemekten nefret eder hâle gelir. Artık o kalbe, yalan yanaşamaz olur. Konuştu mu mutlaka ve büyük bir rahatlıkla doğruyu söyler. İşte bu adam doğru söylemenin hakikatine ermiştir.

Büyük imamın bu ifadelerinden hakikate ermenin, bu mutlu neticeye kavuşmanın tarikatsız da olabileceği anlaşılıyor. İnsan, doğrudan, şeriattan hakikate geçebilir. Ama, bu ermenin, bu varmanın şeriatsız olmayacağı muhakkaktır.

Burada bir tasavvuf tahlili yapmak istemiyorum. Bunları sadece şunun için yazdım. Şeriat denilince, sadece, İslâm’ın ceza hukukuna dair hükümlerini anlamak eksik olur.Yalan söylememek de şeriattır. Yalan söylemeyen, gıybet etmeyen, başkasının malına, canına, ırzına, namusuna kötü nazarla bakmayan, helâl kazanç peşinde olan bir insan da şeriat üzeredir ve hakikat yolundadır. Böyle birinin şeriata karşı çıkması, kendisiyle tenakuza düşmesi demektir.

Dinin temeli, şeriatın esası, insanın yaratılışına dayanır. Karşımızda bir cansızlar âlemi mevcut. Bu âlemde her zerre, her yıldız, hava, toprak, su, ziya her şey Allah’ın küllî iradesine tâbi. O’nun koyduğu İlâhî kanunlara uygun hareket etmede. Ama bu uymada, irade söz konusu değil. Her şey O’nun emrine, yine O’nun iradesiyle boyun eğiyor. Melekler âlemi de bu hakikatin bir başka görüntüsünü sergiliyorlar. İbadet için, tesbih için, hamd için yaratılan bu varlıklarda da insandaki mânâsıyla bir irade mevcut değil. Onlar, Allah neyi emrederse onu işliyorlar.

İnsana gelince o, hilkat tablosunda apayrı bir manzara sergiler. Her şeyiyle Allah’ı tesbih eden şu kâinatın bu şuurlu meyvesinin de her hücresi, her organı daima tesbihte, daima ibadettedir. Zaten bunların idaresi ona verilmiş değil. Ne ciğerini kendisi çalıştırıyor, ne kanını kendi iradesiyle deveran ettiriyor. İşte, hepsi Allah’a itaat üzere bulunan bu beden ülkesine, bir sultan tayin ediliyor: Ruh. Bu ruha, büyük bir lütuf ve yine büyük bir imtihan olarak irade takılıyor.

İnsan ihtiyar ve irade sahibi bir varlık. Parmağıyla dilediği yöne işaret edebiliyor, yüzünü istediği tarafa dönebiliyor. Kendisindeki bütün duyguları dilediği gibi kullanabiliyor. Nereye isterse oraya gidiyor, neyi arzu ederse onu yiyor, neden hoşlanmazsa ondan kaçıyor.
Bu iradenin önüne teklif çıkarılmış, bu iradenin önüne imtihan çıkarılmış ve netice itibariyle bu iradenin önüne cennet ve cehennem çıkarılmış.

İşte, şeriat insan iradesinin Allah’ın razı olduğu sahalarda dolaşmasını emreden ve O’nun razı olmadığı sahalardan kaçınmasını ikaz eden bir emir ve yasaklar zinciri. Kul bu İlâhî ipe sımsıkı sarılmakla emrolunuyor.

İnsan iradesinin önünde iki ayrı saha var. Biri dünya, diğeri ise Âhiret işleri. Ama şu var ki, İslâm’da dünya işlerinin hepsi için de getirilmiş kanunlar, kaideler mevcut. Kul, bunlara uyduğu takdirde hem ibadet etmiş, hem de dünya hayatını daha rahat, daha mesut yaşamış oluyor.

Şeriat üzerinde yapılan münakaşaların daha çok bu ikinci grupta merkezleştiğini görüyoruz. Bu ikinci kısım da ikiye ayrılıyor. Biri muamelât, diğeri ceza. Ve şeriat üzerindeki tartışmaların ağırlık merkezi, bu son kısım. Elbette, ceza hukuku yönünden de İslâm’ın koyduğu birçok hükümler mevcut. Bunlar da şeriat ve bunlara da inanmak farz.

Her emir gibi bunlara riayet etmeyen de mesul olmakta. Böyle bir emre uymayış, ona karşı bir vurdumduymazlık, bir isyan mahiyeti taşıyorsa sahibini günahkâr eder. Şayet, o İlâhî emri, o Kur’anî hükmü inkâr etmek, onu reddetmek tarzında ortaya çıkıyorsa küfre sokar. Ama, İslâm sadece bu hükümler değil ve din sadece bunlardan ibaret değil. Meseleyi yalnız bu sahaya çekmek, kısır bir değerlendirme, yanlış bir anlayış olur.

İslâmî hükümler şu üç ana gruba ayrılırlar.

Biri, ferdin kendi nefsine karşı vazifeleri.

Diğeri, ailesine karşı vazifeleri.

Üçüncüsü de cemiyet hayatındaki vazifeleri.

Şeriatın bunların her üçüne de getirdiği ölçüler, hükümler var. Her birinin inkârı küfür ve her birine karşı isyan etmek günah. Ama bunlar arasında öncelikli olanlar, ferdin kendi nefsine ait vazifeleri. Bunların başında da ibadet geliyor. İnsanın kendi nefsine ve ailesine ait mükellefiyetleri hususunda, bütün semâvî kitaplarda hükümler mevcut. Hepsinde ibadet emredilmiş, hepsinde günahlardan sakınma esas tutulmuş.

Bu ibadetlerin şeklinde, vaktinde, miktarında farklılıklar var, ama ibadeti emretmeyen, ahlâkı emretmeyen bir hak din göstermek mümkün değil. Lâkin, sosyal kaideler, hele devlet yönetimine dâir hükümler, dinlerin en mükemmeli ve en sonuncusu olan İslâm’da kemâliyle yer almış.

Şunu özellikle ifade etmek isteriz: İnsanın yaratılış gayesi, bütün dinlerde müşterek. Bu gaye, Kur’an-ı Kerim’de: “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” âyetiyle ifade buyurulmuş. Bir de belli şartların tahakkukuna bağlı emir ve yasaklar var. Bunlardan biri de ceza hukukuna dair hükümler. Bu hükümler şarta bağlı. Bugün Almanya’da, İngiltere’de, Fransa’da yaşayan Müslümanların bu emirleri tatbik güçleri yok. Ve bunlardan sorumlu da değiller.

Bu konuda yapılan tartışmalarda, muhatabı olan mü’mini İslâm’ın bir kısım emirlerini kabul etmiyormuş gibi göstermek ve onu insafsızca tenkit etmek, tek kelimeyle zulüm olur. İslâm kardeşliğini baltalayan ve âhirette cezası pek büyük olan bu tarz ithamlardan hassasiyetle kaçınmak gerek.

Bütün insanları fakir bir ülke hayal ediniz. Siz bu ülkenin fertlerini, İslâm’ın zekât farîzasını yerine getirmemekle suçlayabilir misiniz? Elbette ki hayır. İslâm’ın ceza hükümlerine inandığı halde bunu tatbike gücü yetmeyen bir Müslüman da böyle değil midir? Bunları tatbik etmek devletin vazifesidir, ferdin değil. Dolayısıyla da ferde herhangi bir sorumluluk terettüp etmez.

İslâm’ın temel hükümleri, hangi beldede olursa olsun, ferdin uymak zorunda olduğu İlâhî emirlerdir.

Devlet yönetimiyle ilgili hükümler de İlâhîdir, onlara inanmak da her mü’mine farzdır; ama onların uygulanmasından sorumlu değildir.

“Şeriatta; yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir. Onu da ulûl-emirlerimiz düşünsünler.” Bediüzzaman

İslâmî hükümler hakkında getirilen bir sınıflandırmayı da burada nakletmek isterim. İlâhî hükümler iki kısma ayrılıyor: Bir kısmı sadece Müslümanlara uygulanan hükümler, diğeri ise bir İslâm beldesinde yaşayan herkese tatbik edilen hükümler. İşte bu ikinci kısım, “muamelât” ve “ceza” hükümleri. Bir gayr-i müslim cizye vererek İslâm beldesinde yaşıyorsa, o beldenin bir vatandaşı olarak bütün muamelat ve ceza hükümlerine muhatap olur.

Hırsızlık ederse eli kesilir, birisine zina iftirasında bulunursa cezalandırılır. Bazı çevreler meseleyi ters değerlendirerek, İslâm’ın ceza hükümlerinin uygulanmadığı bir ülkede namaz kılmanın, oruç tutmanın da bir mânâ ifade etmeyeceği gibi çok saptırıcı ve bir o kadar da mesuliyetli sözler söylüyorlar. Kendilerine karşı çıkan mü’minleri de Allah’ın hükümlerinden bir kısmını dikkate almamakla suçluyorlar.

Halbuki bu iddia asıl kendileri hakkında geçerli oluyor. Şeriatın yüzde doksan dokuzunu teşkil eden ve dinin temeli olan hükümleri hafife almak ve dinde sadece müslim – gayr-ı müslim herkese uygulanan ve cemiyetin huzur ve saadetini temin eden muamelât ve ceza hükümlerine ağırlık vermek gibi bir hatanın içine düşüyorlar.

Namazın her rekâtında Fâtiha’yı okuyan ve Rabbinden “sırat-ı müstakime” hidayet talebinde bulunan bir mü’minin, çok dikkatli olması gerek. Aşırılığın her türlüsü, yâni ifratı da tefriti de insanı istikametten uzaklaştırır.

Bu noktada düşülen iki aşırılığa kısaca temas edeceğiz: Bazı insanlar, bu asırda İslâmî hükümlerle hükmetmenin mümkün olmadığını iddia ederken, diğerleri de İslâm hükümleriyle hükmetmeyen herkesi, niyetlerine bakmaksızın, hemen küfürle itham ediyorlar. Bunların biri ifrattadır, diğeri tefritte. Yâni ikisi de aşırı, ikisi de istikametten sapmış.

Önce birinci yanılmadan söz etmek isteriz. Meşhur bir kaide vardır. “Bir şey sabit olursa, levazımıyla sabit olur.” El dendi mi, parmaklar onun lâzımıdır. Eli, parmaksız düşünemezsiniz. Ve böyle bir elden istifade edemezsiniz. Yüz dendi mi, gözü ondan ayıramazsınız. Gözsüz bir yüzün önemli bir yanı eksik demektir. Gözün de akını karasından ayıramazsınız. Parmak elin, göz yüzün, gözbebeği de gözün lâzımıdır. Ondan ayırır ve tek olarak düşünürseniz bir fayda elde edemezsiniz. İslâmî hükümler de öyledir. Bir bütün olarak düşünülmelidir. Ve ancak o zaman, ferdi ve cemiyeti terakki ettirir; huzura, saadete kavuşturur.

İslâm’ın temel şartlarının ihmale uğradığı, ferdî ve ailevî hayatın yanlış esaslar üzerine bina edildiği bir cemiyette, sadece muamelât ve ceza hükümlerinin tatbiki fazla bir fayda sağlamaz. Yahut bu hükümlerin, böyle bir cemiyete tatbiki mümkün olmayabilir. Olsa bile, birçok kimse, bunlara, inanmadan ve istemeyerek uymakla nifaka düşer. Müslüman görünür, ama bir İslâm düşmanı olarak yaşar.

Şeriatın bir bütün olarak değerlendirilmesi gerektiğine bir misal vermek isterim. İslâm’da faiz haramdır, yasaktır. Bu yasağı getiren âyet-i kerimeyi “Müminler ancak birbirinin kardeşidirler” âyetiyle birlikte düşünmek gerekir. O zaman şu hakikat ortaya çıkar: “Bir mü’min, ihtiyaç içinde kıvranan ve kendisinden borç isteyen bir kardeşine borç verirken, şer’î ifadesiyle ona karz-ı hasende bulunurken, bu parayı fazlasıyla geri alma talebinde bulunamaz. Bunun kardeşlikle bağdaşması mümkün değildir.”

İslâmî kardeşliğin son derece zayıfladığı, kişinin kendi öz kardeşine oyunlar oynadığı, tuzaklar kurduğu, devlet malının acımasızca yağmalandığı bir cemiyette, İslâm’ın faiz yasağı icra edilemiyorsa, kabahat o bozulan bünyenindir; ilâcın, yahut gıdanın değil.

Gelelim, istikamet sınırlarını aşan ikinci iddiaya. Bir cemiyette, İslâm’ı tam tatbik etmeyen, hükmünü ona göre vermeyen veya veremeyen bir insana hemen kâfir damgası vurmak da insaf değildir. Zira, iman küfre zıttır. Bir insan İslâm’a zıt bir hüküm veriyor, bir icraat yapıyorsa, bunu İslâm’ı reddederek yapacaktır ki küfre girsin. Aksi halde onun küfründen değil günahından, isyanından söz edilebilir.

İman gibi küfürde de niyet ve irade şartı vardır. Bir adam ancak, “İslâm’ın şu husustaki hükmü şöyle ama, ben onu kabul etmiyor ve şöyle hareket ediyorum” derse küfre girer. Böyle bir niyeti ve iradesi yoksa, işlediği hata, verdiği yanlış hüküm tamamen bilgisizliğinden yahut irade zaafından kaynaklanıyorsa, yaptığının da yanlış olduğunu biliyorsa bu adama kâfir demek Ehl-i Sünnet itikadınca mümkün değildir.

Bunu ancak, büyük günah işleyenin kâfir olduğuna hükmeden “Haricîler”, yahut böyle bir kimsenin imanla küfür arasında kalacağını savunan “Mûtezile” iddia edebilir. Bunların ise ehl-i dalâlet olduklarında bütün Ehl-i Sünnet âlimleri müttefiktir.

Çok dikkatli olmamız gerekiyor. İslâm’ı savunuyorum derken, bilmeden dalâlet ehlinin yoluna girebiliriz..

 Prof. Dr. Alaaddin Başar – sorularlarisale

Farklı Güzellikler

Allah’ın bütün isimleri güzeldir. Ancak, bu güzellikler birbirinden çok farklı oldukları gibi, tecellilerinin güzellikleri de birbirine benzemez.

Meselâ, Allah’ın Rezzak ismi güzeldir. Bu, diğer isimlerin güzelliğine benzemediği gibi,  tecellilerinin güzelliğine de benzemez.

Elma da güzeldir, hurma da… Bal da güzeldir, zeytin de…  Bütün bu güzellikler Rezzak isminin güzelliğinden haber verirler, onun işaretleri ve gölgeleridirler, ancak o güzel ismin güzelliği  rızıklardaki   hiçbir güzelliğe benzemez.

Nur Külliyatı’nda değişik vesilelerde güzelce nazara verildiği gibi mahlukattaki bütün güzellikler esmâ ve sıfat-ı İlahiyenin güzelliklerine birer işaret ve onlardan haber veren birer gölge gibidirler.

İşaret ve gölge kelimelerine birer örnek:

Haritadaki bir nokta, falan şehirden haber verir, ona işaret eder. Ancak o nokta, o şehre hiç mi hiç benzemez, sadece onun varlığını bildirir.

Keza, bir insanın gölgesi de sahibinin insan olduğuna delalet eder, ama onun hiçbir özelliğini o  gölgede bulamayız.

Yine Nurlarda geçen ve bu mânayı ders veren bir başka kelime “misâl” kelimesidir.  İnsanın aynadaki görüntüsü onun misalidir ve onu temil eder. Ancak, o misalî varlıkta insanın özellikleri bulunmaz. 

Büyük zatların  teslim ve tevekkül dersi olarak dile getirdikleri “Kahrın da hoş, lütfun da hoş…” ifadesini konumuz açısından ele alırsak şöyle diyebiliriz: Allah’ın bütün isimleri güzel olduğundan Kahhar ismi de güzeldirler, Latif ismi de…  Layık olanlara lütufda bulunmak ne kadar güzel ise, müstehak olanları  cezalandırmak da o kadar güzeldir…

Şu var ki, insan çoğu zaman, hissiyatına kapılarak, güzellik denilince sadece kendisinin hoşuna giden ve ona menfaat sağlayan şeyleri anlar. Bu yetersiz değerlendirme ile, güzelliğin birçok şubesi o şahsın nazarından gizlenir.

Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri güzelliği iki yönüyle ele alır:

Hüsn-ü bizzat, yani zatında güzel olan.

Ve hüsn-ü bilgayr, yani neticeleri itibariyle güzel olan.

İnsan, güzellik denilince  daha çok “hüsn-ü bizzatı” anlar… Halbuki, meselâ, hastalığın manevî güzelliği sıhhatinkinden geri değildir. Sabreden bir hastanın kazandığı sevap, çoğu nafile ibadetle kazanılandan çok daha büyük olabilir.

Bir başka örnek:

Atom çekirdeğinin elektronları yönetmesi, kalbimizin bütün bedene kan pompalaması, ağacın bütün meyvelerini taşıması ve güneşin gezegenlerini etrafında döndürmesi gibi sayılamayacak kadar çok kudret tecellileri vardır.

Bizim, bir şeyi elimizle tutmamız, güneşin dünyamızı tutmasına benzemez. Biz güneşten ne kadar ayrı bir varlık isek, bizim kuvvetimiz de onun cazibesinden o kadar farklıdır. Bu hakikati bütün varlık alemine teşmil ettiğimizde çok iyi anlarız ki, Allah’ın kudreti hiçbir mahlukun kuvvetine benzemediği gibi, O’nun Kadir isminin güzilliği de bu tecellilerin hiçbirine benzemez.

“Malûmdur ki, herşeyin hüsnü kendine göredir; hem binler tarzda bulunur ve nevilerin ihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır. Meselâ, gözle hissedilen bir güzellik, kulakla hissedilen bir hüsün bir olmaması ve akılla fehmedilen bir hüsn-ü aklî, ağızla zevk edilen bir hüsn-ü taam bir olmadığı gibi; kalb, ruh ve sair zâhirî ve bâtınî duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onların ihtilâfı gibi muhteliftir.”        Şualar

Haşir Risalesinden kısa bir bölüm:

…  Mu’ciznüma bir padişahın antika san’atlarını teşkil ve teşhir ediyorlar. Kemâlâtını gösteriyorlar. Misilsiz cemâl-i manevîsini beyan ediyorlar. Hüsn-ü mahfîsinin letâifinden bahsediyorlar.”

Kemâl, “üstün olma, en ileri derecede bulunma, noksansız olma” demektir. Cemâl ve hüsün kelimelerinin her ikisi de “güzellik” olarak tercüme edilirler ve çoğu kez birbirinin yerine kullanılırlar. Ancak, insanlar arasında, cemâl kelimesi, genellikle, sima güzelliği için, hüsün ise ahlâk ve manevîyat güzelliği için kullanılır. Hüsn-ü ahlâk deriz de, cemâl-i ahlâk demeyiz.

Öte yandan Kur’ân-ı Kerîmde, İlâhî isimler için Esmâ-i Hüsna tabiri kullanılır. Bu isimlerin hepsi de cemildir.

“Onun ile, bütün esmâsı cemîle bir Cemîl-i Zülcelâl’i ve bir Mahbub-u Lâyezalî’yi ve bir Mâbud-u Lemyezel’i, hüşyar olan akıl ve kalblere gösterir.”   Sözler 

Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi Cemîl, yani “güzel”dir. O’nun mukaddes Zâtı mahlukata benzemediği gibi güzelliği de mahlukatın güzelliğine benzemez ve idrak edilmez.

Manevî güzellikler ancak tezahürlerle bilinebilir. Meselâ, sehavet, yani cömertlik güzel bir sıfattır ve manevîdir. Muhtaçlara yardım edilmesi bu sıfatın bir tezahürüdür. Biz o yedirilip içirilen ve bütün ihtiyaçları görülen fakirlere bakarız da onlara bu yardımda bulunan zâtın sehavetini görürüz. Yani, o manevî güzellik bu maddî elbiselerde ve yiyeceklerde kendini gösterir.

Bir milyonu aşkın bitki ve yine bir milyonu aşkın hayvan türü olduğundan söz ediliyor. Bunların da birçok cinsleri var. Hurma bir türdür, yetmişten fazla cinsi olduğu söyleniyor. Bu cinslerin fertlerini ise saymak mümkün değil. İşte, hayvan olsun bitki olsun, bu kadar çok muhtacı her gün rızıklandırmak sonsuz bir rahmet ve sehavetten haber verirler. Bu ise bir cemâl-i manevîdir, hüsn-ü mahfidir, yani gizli güzelliktir.

Maddeden münezzeh olan Allah’ın Zâtının güzelliği gibi, sıfatlarının ve  isimlerinin güzellikleri de manevî güzellik kavramıyla ifade edilir.

Bütün canlılarda kendini gösteren rahmet ve sehaveti, bir de zaman boyutunda ele alalım. Bu kadar varlıklar, tâ ilk atalarının yaratıldığı günden beri rızıklanıyorlar, bütün ihtiyaçları en mükemmel şekilde görülüyor. Meselâ,  her birine ikişer göz takılıyor, ikisi de mükemmel. Ayakları, kanatları mükemmel. Sindirim ve solunum sistemleri mükemmel. Ciğerleri, mideleri mükemmel. Bunların her biri hem en büyük bir ihsan, hem de en antika bir sanat ve taklidi mümkün olmayan birer mucizedirler.

Her akıl şüphesiz tasdik eder ki, kıyamet kopmasa bu sehavet ebedîyen devam eder, bu antika sanatların da sonu gelmez. Yani “sonsuz bir sehaveti, sonsuz hazineleri, sonsuz antika sanatları” her akıl kabul eder. Bunlar ise sonsuz bir kemâlden ve yine sonsuz bir rahmetten haber verirler. 

Haşirle yeniden diriltilip mahşer, mîzan ve sırat safhalarından sonra ebedî saâdete erecek olan müminler ise sonsuz değil, sınırlıdırlar; sayısız değil mahdutturlar. Sonsuza rahatlıkla “evet” diyen akılların, bu sayılı fertlerin yeni bir hayata kavuşup Allah’ın ahiretteki sayısız nîmetlerinden faydalanmalarını da rahatlıkla kabullenmeleri gerekir.

Son olarak şunu da ilave edelim:

Bütün bu nîmetler ve ihsanlar “hesapsız  hazineler”den geliyorlar. Bu hazineler ise bildiğimiz maddî hazineler gibi değil. Allah’ın her bir ismi bir manevî hazine gibidir. Bu “künuz-u mahfiye”den  (gizli hazinelerden) sonsuz varlıklar yaratılmaktadır. Meselâ, Muhyi (hayat verici) ismi bir hazinedir, insanların hayatından, meleklerin, hayvanların, bitkilerin hayatlarına kadar bütün hayatlar o hazineden gelir.

Diğer  İlâhî isimler de farklı birer hazinedirler.

Cenâb-ı Hakk’ın doksan dokuz ismi hadis-i şerifte sayılmıştır. Cevşen-i Kebir’de bin bir isim zikredilmiştir. Bazı zâtlar, İlâhî isimlerin sonsuz olduğunu söylerler. Üstadımızın, “hesapsız hazineler” demesi bu görüşün desteklenmesi olarak da kabûl edilebilir. 

Prof. Dr. Alaaddin Başar