Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Mü’min’de Dâvâ Nasıl Olmalı?

Dâvâ anlam itibariyle kısaca, sadakat ve bağlılık olarak ifade edilebilir. İslamiyet’e dâvâ değince evvelâ Kur’ân ve sünneti hayatında fiilen tatbik etmek ve imkânlar dâhilinde başkalarına da anlatmaktır.

Rehber-i Ekmel Efendimiz (asm)’ın dâvâsı “Tevhit ve nübüvveti ilân ederek “Lailahe İlallah Muhammedün Resûlüllah” demiştir. “Sağ elime güneşi, sol elime ayı verseler, ben yine bu dâvâdan vazgeçmem.” diyen Fahr-i âlem tüm zorluklara rağmen dâvâsına sadakatle bağlı kalmıştır. Kâinatın sebeb-i hilkatine vesile olan Efendimiz (asm)’in rahle-i Mübarek’inde yetişen Sahabe-i kiram de, dâvâları için ölümü göze almışlar. İşte Hazreti Bilâl-i Habeşî (r.a) kızgın kumlara ve taşlara rağmen Allah diyerek davası için ölümü göze alan sahabeler’den biri…

Allâme Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi şöyle demiş: “İslâm bugün öyle mücahitler ister ki, dünyasını değil, ahiretini dahi feda etmeye hazır olacak”1 işte böyle bir fedakâr, davası için dünyayı aşan bir şahsiyet: Bediüzzaman!Ben iki elime iki dünyamı almışım. Tek dünyalı olanlar karşıma çıkmasın”2, demiş. Keza, “milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.”3 diyen Bediüzzaman, şahsi davasına önem vermemiş, hatta dünyasını değil, ahiretini feda etmeye hazır olduğu bütün tarihçe-i hayatı şahittir. Büyük davaları ancak, yüksek şahsiyetler temsil edebilirler!..

İşte Kur’an gibi büyük bir hakikatin dellâlı olan Bediüzzaman, “Birinci Dünya Harbinden önce bir vakıa-i sadıkada, Ağrı Dağı’nın müthiş infilâk ettiğini, bu esnada mühim bir zat âmirâne bana diyor ki: İ’caz-ı Kur’ân’ı beyan et.”4, Bediüzzaman büyük bir dâvânın mümessili olduğunu bu rüya-yı sadıka ile anlamış ve bir ömür boyunca Kur’an’ın rehberliğinde hareket etmiştir. Peygamber (asm)’in içinde görüldüğü rüya, sadık rüyadır. O zaman Kur’an hesabına emir veren de Efendimiz (asm)’in olması kuvvetli bir delildir.

Bediüzzaman, bir gün iki minare yüksekliğinde ki Van kalesinin tepesinde ayağı kayıp aşağıya doğru yuvarlanınca, “Ey vah dâvâm!” diye haykırmış. Çünkü istikbalde telif edilecek Risale-i Nur eserlerini hisse-i kable’l- vuku ile anladığı için kendi canı ve hayatı için değil, belki daha telif edilmeyen Risale-i Nur için “Ey vah dâvâm” demiştir.

Bir dâvâ adamı ve ölümden korkmayan bir havârî Zübeyir Gündüzalp diyor ki: “Risale-i Nur uğrunda kurşunla öldürüleceksem, o kurşunlara çekinmeden göğsümü gereceğim. Üstadım Bediüzzaman için hançerlerle parçalanırsam etrafa sıçrayacak kanlarımın “Risale-i Nur, Risale-i Nur” yazmasını Rabbimden niyaz ediyorum.”5 nidasıyla dâvâsına olan sadakatini böylece izhar etmiş.…

Cemâl ve Celâl sahibi Yüce Allah (cc) Kur’an’ı Kerim’de mealen şöyle buyurur: “Mü’minlerden öyle erler vardır ki, Allah (cc)’a verdikleri sözde sadakat ettiler, kimi adağını ödedi, kimi de şehit olmayı bekliyor. Onlar asla verdikleri sözü değiştirmediler.”6

Rüstem Garzanlı

www.NurNet.org

17.03.2015

Dipnotlar:

1-Said Nursi Tar.Hat.s.24

2-Münazarat,

3-Said Nursi Tarh.Hat. Tahliller s.82

5-Şualar, 14. Şua,Z.Gündüzalp,Afyon Mudaf.

6- Ahzap, 33/23

Bediüzzaman’ın Davası Siyasete Alet Edilmesin!

Siyasî partilerin adaylık sürecinin belirlendiği bu günlerde Risale-i Nur’u siyasî emellerine âlet edip aday olmak isteyenlere Bediüzzaman’dan birkaç mesaj vermek istiyorum, şöyle ki: “Risale-i Nur hiçbir şeye âlet olamadığını ve rıza-yı İlâhiyeden başka hiçbir maksada vesile olamadığını ve doğrudan doğruya her şeyden evvel iman hakikatlerini ders vermek ve biçare zayıfların ve şüpheye düşenlerin imanlarını kurtarmak olduğunu, elbette sizin gibi nurun has şakirtleri biliyorlar.”1

Yukarıda geçen hususu, mealen şöyle anlamak gerekir diye düşünüyorum: Bediüzzaman Hazretleri, kesin ihtar ile insanlara hiçbir tarafgirlik gözetmeksizin, hiçbir menfaat beklenmeden iman hizmetini vermek ve bu hizmetin mukabilinde ne maddî, ne de manevî hiçbir karşılık beklemeden hizmet etmeyi tavsiye ediyor. Yani Risale-i Nur hizmetinin gayesi iman hizmetinden başka hiç-bir şey olmadığı için başka bir şeye alet edilemez. Başka bir şeye alet edildiği takdirde araya tarafgirlik gireceği için talebelerini başka şeylerle uğraşmaktan menetmiştir.

Bediüzzaman’ın Rusya esaretinden dönmesinden sonra, “geldin geleli siyasete karışmıyorsun” sorusuna “Evet İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibidir. Fikri hezeyanlaştırır. Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim (uyutarak) ile telkin eder, biz kendimizden hayal edip, asammane (sağırcasına) tahribimizle eser-i telkini icra ederiz.” cevabını vermektedir. 2

Böyle bir ortamda siyasetle hizmet etmenin mümkün olmadığını gören Bediüzzaman, gelişmenin temeli ve kendi siyasetini üretmenin ilk şartı olan “müteharrik-i bizzat” (hareket kaabiliyeti kendiliğinden olan) insan ve toplumun ortaya çıkması için çalışmaya başlayacak ve siyasetten uzaklaşacaktır.

İnsanların kalplerinin bozulduğu, inançlarının tehlikeye düştüğü bir sırada siyaset topuzu ile hareket etmenin yanlış olduğunu belirten Bediüzzaman, din adına galebe çalınsa bile, siyasetle insanların kalplerinin ıslah edilemeyeceğini ve imanlarının kurtarılamayacağını, tersine kâfir derecesinde olanları daha aşağıya indirerek münafık haline dönüştüreceğini, küfrünü ise kalbinde saklayacağını ifade etmektedir.” 3

Siyaset dairesini geniş bir daire hükmünde gören Bediüzzaman Hazretleri siyaset,  “gaflet verecek, dünyaya boğduracak ve hakikî vazife-i insaniyeti ve ahireti unutturacak” durumda olduğu için, “Sahabeler ve onlara benzeyen mücahidinden, selef-i salihinden başka siyasetçi ekseriyetçe tam muttaki dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttaki olanlar siyasetçi olamazlar. Yani maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din ikinci derecede kalır, tebei hükmüne geçer.” Hakikî dindar ise “bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir” diye “siyasete aşk-ı merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikate alet etmeye çalışabilir.”4 görüşü belirtilmektedir.

Netice itibariyle Bediüzaman’ın dâvâsı iman dâvâsı olduğu için bu kudsî hakikati başka mecralara çekip şahsî makamları arzu etmek şan ve şeref kazanmak için kimse Risale-i Nur’u siyasî emellerine basamak yapmasın; yapanlara da imkân verilmesin.  “Nurdaki ihlâsı bozmamak için, uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum”5 diyen asrın dâhisi Bediüzzaman, bu veciz sözleri ile talebelerine ikaz edici mesajlar vermiştir.

Rüstem Garzanlı

www.NurNet.org

Dipnotlar:

1-Emirdağ Lâhikası, s. 466- mektup, 209.

2- Sünûhat, 250.
3- Lem’alar, 636. Köprü dergisi, güz 2000.
4- Emirdağ Lâhikası, s. 113, Mektup 30.
5- Emirdağ Lâhikası, s. 459, mek. 205.

Fen ve Felsefe de Allah Diyor!

İlk mektebimi 1965’te bitirdikten sonra Kur’an dersini annemden almaya başladım. Daha sonra köy camisinde iki sene sarf ve nahiv yani Arapça gramer dersini aldım. O zaman medreselerde müderrisler tarafından talebelere sarf, nahiv, şeriat ve hadis dersleri veriliyordu. Fen ve felsefe okutulmuyordu.

Oysa İslam dini,  fen ve felsefeye ters düşmüyor, bilakis teşvik ediyor.  Her fen ve felsefe kendine has bir dil ile Allah’tan bahsediyor. Meselâ, botanik ilmi, bize ağacın veya bitkinin gelişimi, rengini, meyve verme süresini,  topraktan su ve gıdayı nasıl aldığını, yapraklara kadar suyun nasıl çıktığını anlatıyor. Ağaç ve bitkiler üzerinde ilmin tespit ettiği inceliğe bakıldığı zaman, hemen İlahî sanat ve kudreti öne çıkıyor.

Mesela, her bir ağacın her bir yaprağın ucunda “V” şeklinde birer oluk vardır. Solunum veya yağmur ile yaprağın üzerinde oluşan su damlacıkları, bu oluktan dışarıya akıtılıyor. Şayet yaprağın ucunda oluk olmasaydı, yaprağın üzerinde biriken su damlacıkları güneşin etkisiyle ısınarak yaprağın kurumasına neden olurdu. İşte her bir ağaç; her bir bitki harika mucizeleriyle Cenab-ı Allah’ın sanatı olduğu botanik ilmi ile ispat ediliyor.

Bir tarafında zehir; diğer tarafında bal veren bal arısı; insanlara ipek dokuyan ipek böceği, kan ve fışkı arasında berrak süt veren inek; bu sayılanların tamamı müsebbibin birer sebepleridirler. Yoksa ballı arıdan, kumaşı ipekböceğinden veya sütü inekten ve yediği kuru ottan istemek, inekten daha aşağı olmak lazımdır.

İlahi kudretin harikalar diyarına bakıldığı zaman her bir sanatında görünen veya görülmeyen birçok mucize vardır. Örneğin, bir litre süt oluşumu için, ineğin süt bezinden dört yüz litre kanın dolaşması gerekiyor. Bu hesapla yirmi kg. Süt veren bir ineğin memesinden sekiz ton kanın dolaşması lazımdır. İşte, bacasız dumansız bu fabrikanın İlahi bir mucize olduğunu manen zooloji ilmi ispat ediyor.

Keza, dünyadan ortalama 150 milyon km. uzaklıkta bulunan ve top güllesinden yetmiş kere daha hızlı giden güneş;  188 saatlik bir mesafeyi bir dakikada, yirmi beş bin senelik mesafeyi bir senede alan dünya, bu muazzam hareketiyle güneşin etrafında hiç durmadan ve yörüngesi dışına çıkmadan dönüyor. İnsanlarla beraber bilumum canlı cansız her şey dünya sefinesinde haberleri olmadan seyahat ediyor. Bir yandan dünya kendi ekseni etrafında dönerken, diğer taraftan da gece gündüz ve mevsimleri beraberinde getiriyor. Güneş ve diğer ecramlar da bütün hızıyla dönerek gidiyorlar. Hiç birbirine müdahale etmiyor, birbirlerine çarpmıyor, ilahi bir komutla hareket ediyorlar.

Bediüzzaman, “… İşte bu arzı, böyle kendine sacit ve abid ve ibadına mescit, mahlûklarına beşik ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zat-i Zülcelal…”1, diye ifade ediyor. İşte bu  kudret-i ilahîyeyi insanlara tanıttıran elbette astronomi ilmidir.

İnsana bakınız! Ruhu etrafında bir ceset kaim edilmiş, içinde akıl, kalp ruh ve hayal gibi cihazlar yerleştirilmiş. Hayatın idamesi için cesedin üzerinde göz, el ve ayak verilmiş, her biri ayrı bir görevle insanın emrine verilmiştir. Bakınız tıp uzmanlar ne diyor: “Normal bir insanın kalbi, bir senede pompaladığı kanın toplam miktarı, yüz bin tonluk bir şilebin yükü toplamı kadar olduğu söyleniyor. Vücudun mahzeni ve iaşe deposu olan mide; süzgeç görevi gören böbrek; solunumu sağlayan akciğer ve diğer tarafta vücutta yüzlerce görev sağlayan karaciğer, al ve akyuvarlar vs.” Bunların işleyişine bakıldığı zaman, bu harika sanatın idrakinden insan aciz kalıyor.

Böylesi harika organ ve hücrelerin ilahi bir kudret eliyle işlendiği ve lisan-i halleriyle Allah’ın birer mucizesi olduğunu tıp ilmi ispat ediyor.

“… Her günde, her senede, her asırda yeniden yeniye icat ettiği hadsiz masnuatı, nihayetsiz kudretine nihayetsiz lisanlarla şahadet ederler.”2,  Allah vardır! Diyorlar. Dolayısıyla fen ve felsefe de insanlara Allah’ı tanıttırıyor. Onun için İslam dini fen ve felsefe ile ters düşmüyor.

Rüstem Garzanlı

03.03.2015

 www.NurNet.org

Dipnotlar: 

1-Mesnevi-i Nuriye

2-Mektubat, 20. Mek.1. Makam.

Bedîüzzamân’ın Tefekkür Sahasından Mesajlar!

Küfrün ve zulümatın en kesafetlisi şimalden dünyaya yayıldığı bir zamanda,  Bitlis’in Hizan ilçe ve çevre köylerde dini tedrisatın membaı olan medreselerde ilim ve irfan eğitimi veriliyordu.  Adeta Camiü’l-Ezher üniversitesi gibi âlem-i islâm’a manevi hava saçarak bir hava-i nesim gibi mü’minlerin beden ve gönülleri cezb ve celb ediyordu.

Böyle yüksek fikir ve ilmin membaından elbette yüksek şahsiyetlerin de çıkması lazımdır. İşte beklenilen ahir zamanın müceddidi Said Nursi hazretleri bu mümbit mekânda, Nurs köyünde 1878’in ilkbaharın ilk ayında dünyaya gelir. Yaşı ve bedeni küçük ama ruhu büyük olan Said, daha iki yaşında iken ilahî sanatı annesinin kucağında müşahede eder, zamanın bediî olmaya namzet olur.

Bediüzzaman’dan, Rahmetli Mustafa Sungur ağabey şöyle nakleder:

Mustafa Sungur: “1950 senelerinden sonraydı. Isparta’da Üstad’ın hizmetinde bulunduğumuz zaman, bir gün evin penceresinden dışarıdaki ağaçların yapraklarını seyreden Üstad tebessüm ederek döndü ve ‘İki yaşındayken annem beni kucağına alıp pencerenin kenarından dışarıyı seyrediyorduk. Nurs’taki evimizin önündeki ağacın yapraklarıyla, şimdi seyrettiğim ağacın yaprakları aynıdır. Her ikisinde de ilahî sanatı müşahede etmekteyim’ diyerek bir hatırasını anlatıyordu.”

Bediüzzaman burada önemli iki hususu vurgulamaktadır, biri: “Risale-i Nur’un da en büyük hakikati olan acımak ve merhamet etmeyi, o validemin şefkatli fiil ve halinden ve o manevî derslerinden aldığımı yakinen görüyorum 1, sözleri ile anne Nuriye hanımın şefkatini hayatın bir esasi olarak görmüş. Zaten Risale-i Nur’un meslek ve meşrebi, “acz, fakr, şefkat ve tefekkür” esasları üzerine kurulmuştur. Bunlardan en mühimi de şefkattir.

Bir diğer husus ise: Nurs köyünde ki ağaçların yaprakları ile Isparta’da ki ağaçların yaprakları mekân farkı gözetmeksizin bir kudretin sanatı olduğu cihetle, Vahdetin ispatını vurgulamıştır.

Bediüzzaman,  annesinden şefkat ve merhamet dersi aldığı gibi babasından da nizam ve intizam dersi almıştır. Said Nursi hazretlerinin üstün seciye ve nezaketini gösteren bir hadise şöyle cereyan eder:

Bediüzzaman, Van’da, Vali Tahir Paşa’nın konağında kaldığı günlerdi. Bir gün basit kıyafetli bir köylünün kapıda kendisini beklediğini söylediler. Kapıya giden Bediüzzaman, bekleyen babasıydı, bir merkeple Nurs’tan Van’a oğlunu görmeye gelmişti.

Babasının elini öptükten sonra konağa alır. Sofi Mirza, Bediüzzaman’a “Benim, senin baban olduğumu kimseye söyleme” der.

Konakta Vali ve şehrin ileri gelenleri de bulunduğu bir ortamda Sofi Mirza (r.h.) utanarak kapının eşiğine yakın oturur.

Bediüzzaman, iftiharla “İşte bu zat benim babam ‘Sofi Mirza’dir.” babasını kapı ağzından alarak başköşeye, Vali Tahir Paşa’nın yanındaki sedire oturttur. İşte babasından aldığı nizam ve intizam dersi bu da insanlara güzel bir mesaj olsa gerek.

Bediüzzaman, ilim sahasında âlimlerin içerisinde ilmi rüştünü ispat ettiği gibi, harp sanatında da bir erkân-ı harp gibi,  gönüllü Alay komutanı olarak Ruslarla savaşmış, 31 Mart hadisesinde yatıştırıcı rol almış,  şarkta aşiretler arasında barışı sağlamaya ve asayişi temin etmeye çalışmış, insanlar arası diyalog, sosyal ve içtimai hayatın esaslarına rehberlik etmiştir. Buna rağmen bir ömür boyunca sürgün, mahkemeden- mahkemeyre sorgulamış ve hapislerle tecziye edilmiştir. Her şeye rağmen bu maneviyat kahramanı, gönüllerin dellâlı olmuştur.

İşte, babasından hikmet, nizam ve intizam dersi alan Bediüzzaman, şöyle diyor:

“…eski zamanda, dağdağalı hayatımda hakkımda acip hadiseler peder ve valideme ihbar ediliyordu. “ Sizin oğlunuz öldü veya vuruldu veya hapse girdi” gibi fena haberleri babam işittikçe, keyifleniyordu, gülüyordu. Derdi: “Mâşaallah! Oğlum, yine bir ehemmiyetli iş, bir kahramanlık göstermiştir ki; herkes ondan bahsediyor.”

Validem ise, onun süruruna karşı şiddetle ağlıyordu. Sonra zaman, babamın haklı olduğunu çok defa gösteriyordu.”2

Evet, “Zaman en büyük müfessirdir” diyen asrın dâhisi, zaman hem onu hem de babası Sofi Mirza’yı haklı çıkarmıştır.

Rüstem Garzanlı

www.NurNet.org

Dipnot:

1-Lem’alar, 24. Lam’a

2-Emirdağ lahikası,say.239

Acz ve Fakr Marazına Tevekkül İlâcı

Tevekkül, gerekli tüm tedbirleri aldıktan sonra tam bir inançla insanın kendini Allah’ın takdirine havale etmesidir. Görüldüğü üzere evvela tedbir, daha sonra işin neticesini sağlam bir itikatla Allah’a bırakmaktır. İnsanın imanı ne kadar sağlam olsa tevekkülü de o kadar sağlam olur.

Bediüzzaman Hazretleri tevekkülün önemine dikkat çekmiş, mahiyet ve kıymetini ders vermiştir.  “Kur’an yoluyla gidenlerin silah ve zahireleri ise, Kadir-i Mutlaka, Ganiyy-i Kerime olan tevekkül onları temin eder. Zira, tevekkül, istinad ve istimdad noktalarını tazammun ediyor.” 1, demiştir.

Bilindiği üzere insan zayıftır, ihtiyaçlarını karşılamaktan âcizdir. Her arzu ettiğini elde edemeyince ruhî bunalıma girer. Kalbin ve ruhun rahatı için Bediüzzaman ne güzel bir reçete sunmuştur:  “Kalbin rahatı ancak Allah’a tevekkül etmekle olur.” Yoksa hayat çekilmez bir hale gelirdi.

Bediüzzaman, “Yanlış anlama! Tevekkül, esbâbı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbâbı dest-i kudretin perdesi bilip riâyet ederek; esbâba teşebbüs ise, bir nev’î duâ-i fiilî telâkkî ederek; müsebbebâtı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri O’ndan bilmek ve O’na minnettar olmaktan ibârettir”2, demiş, böylece tevekkülün tembellik olmadığını güzelce izah etmiştir.

Hakiki imana sahip olan bir insan, her şeyin dizgininin Allah’ın elinde olduğunu bilir, onun için hiçbir şeyden endişe etmez. Bilir ki, “ her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir.”

Tevekkülün zıddı, tembelliktir. Tembel insan, işini tesadüfe havale eder. Tesadüfün teminatı olmayınca her an bir musibetin gelebileceğini düşünerek korku ve endişe içinde olur.  Konu ile alakalı Bediüzzaman şöyle diyor: “Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimâldir ki, onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedâniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat meşhur bir münevverü’l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. “Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?” der, evhâma düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hânelerini terk ettiler.)3

Allah’a tevekkül eden şöyle düşünür; “Şayet bu yıldız dünyaya çarpmak için emrini Allah’tan almış ise tevekkülden başka çare yoktur.” der.  “ Allah’tan emir almamış ise zaten yörüngesinden bir milim ayrılamaz.” der, kalbi de ruhu da rahat olur. Demek ki, Cesaretin kaynağı hakiki iman olduğu gibi, korkaklığın kaynağı da  imansızlık ve tevekkülsüzlüktür. Allah’a ve kadere inanmayanlar her hadise karşısında korkar ve titrer.

Tam tevekkül ile Rabbine iltica edenler, kerametvari hallere mazhar olabilirler. Tıpkı, Üstad Hazretlerinin Çamdağı’na yaşadığı hal gibi:  “Süleyman isminde mübarek bir misafirim vardı. Benim ekmeğim de ve onun ekmeği de bitiyordu. Çarşamba günüydü, dedim ona: ‘Git, ekmek getir.’ İki saat, her tarafımızda kimse yok ki oradan ekmek alınsın. ‘Cuma gecesi senin yanında bu dağda beraber duâ etmek arzu ediyorum’ dedi. Ben de dedim: ‘Tevekkelnâ alâllah, kal.’ … Ben de derin bir dereye bakar bir katran ağacı altında oturdum. Müteessifâne şöyle düşündüm ki; ‘Küflenmiş bir parça ekmeğimiz var; bu akşam ancak ikimize yeter. İki gün nasıl yapacağız ve bu sâfi-kalb adama ne diyeceğim?’ diye düşünmedeyken, birden bire başım çevrilir gibi başımı çevirdim. Gördüm ki, koca bir ekmek, katran ağacının üstünde, dalları içinde bize bakıyor. Dedim: ‘Süleyman, müjde! Cenâb-ı Hak bize rızık verdi.”4

Bediüzzaman, insanlardan hâli olan bir dağ başında bile rızkı için tereddüt etmemiş, hulus-i kalp ile “Tevekkelnâ alâllah” diyerek mübarek Süleyman’a “kal” demiştir. Rezzak-ı mutlak olan Allah, Katran ağacın dalları arasında ikram ettiği ekmeği, Bediüzzaman bir tahdis-i nimet olarak ihsan etmiştir.  İşte, Bediüzzaman’ın tevekkül’ünden, tevellüt eden manidar bir mesaj!..

Rüstem Garzanlı

www.NurNet.org

10.02.2015

Dipnotlar:

1-Mesnevî-i Nuriye, say. 351,
2-sözler, 23. Söz,3. nokta s.501,
3-Sözler, Üçüncü söz. Say.25
4- Mektubat ,Say. 111