Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Çam Dağı’ndan Yükselen Gür Sadâ

Osmanlı-Rus Savaşı Rumi takvime göre 1293 yılına denk geldiğinden tarihte “93” Harbi olarak bilinir. 1877–1878)  Ehl-i küfrün; Âlem-i İslâm’ın nurunu söndürmeye çalıştığı bu zamanda, asrın dâhisi, ahir zamanda gelen Al-i Beytin büyük mürşidi, Said Nursî, Mart/1878’de Nurs Köyünde, dünya ya teşrif eder. Annesi, Nuriye Hanım: “Ben Said’e hamile kalınca, abdestsiz yere basmadım. Said dünyaya gelince de, bir gün olsun onu abdestsiz emzirmedim” demiş. Bediüzzaman: “Ben şefkat, merhamet dersini annemden; hikmet, nizam ve intizam dersini de babam Mirza’dan almışım” Keza, “İnsanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir” buyurmuş.

Said Nursî Hazretleri, Tağ Köyünde ki, medresede öğretim hayatına küçük yaşta ağabeyi Mola Abdullah’tan alır. Çevrede bulunan, birkaç medresede kısa aralıklarla sarf ve nahiv kitaplarını “İzhar”a kadar okur. Daha sonra, Doğubayazıt’ta bulunan Şeyh Mehmet Celâlî’nin medresesinde üç ay eğitim görür. İcazetini alarak, Doğubayazıt’tan ayrılır.  Genç yaşta engin bir birikime sahip olan asrın dâhisi Said Nursî, medrese âlimleri ile ilmî münâzaralara katılır. Harika hafızası ile okuduğu her kitabı ezberine alması ve keskin zekâsı ile sorulan her suale cevap vermesi gibi özelliklerinden dolayı, kendisine “Bediüzzaman” ünvanı verilir.

Bediüzzamanın, hayat serüveni ince ve uzun bir yolculuktur. Bu sebeple detaya girmeden çocukluk dönemi ve âlem-i islâm’a verdiği gür sedasını nazara vermek istiyorum.

Said Nursî Hazretleri diyor ki: “Ben on yaşında iken… Bizim köyümüz, fevkalâde gösteriş ve cesarette ileri göstermek için temeddühü çok severdiler; güya büyük bir memleketi fetheder gibi kahramanâne bir tavır almak istiyordular. Ben, hem kendime hem onlara çok hayret ederdim. Şimdi hakiki bir ihtar ile bildim ki, o masum Nurslu insanlar, Nurs karyesi, Risale-i Nur’un nuruyla büyük bir iftihar kazanacak; o vilayetin, nahiyenin ismini işitmeyen, Nurs Köyünü ehemmiyetle tanıyacak” 1

Bediüzzaman,  İngiltere’nin Sömürgeler Bakanı Gladstone’nin “Kur’ân’ı ortadan kaldırmalıyız,” sözüne karşı; “ben de Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez mânevî bir güneş olduğunu dünyaya göstereceğim ve isbat edeceğim.”2 diyerek yola çıkmış, hayatını imana ve Kur’âna hizmet için feda etmiştir.

Bediüzzaman, din ile fen ilimlerinin imtizacına çalışmış, her türlü istibdada şiddetle karşı çıkmış, menfi milliyetçilik yerine uhuvveti esas gaye edinmiş, daima itidal ve müsbet hareketi tavsiye etmiştir.

1925’te Şeyh Said vak’asında “Bu milletin evlâtlarına kılıç çekilmez” diyerek isyana karşı çıkmış, her zaman asayişi muhafaza etmeye çalışmıştır. Buna rağmen,  zamanın hükümeti tarafından, Van’da ikamet ettiği uzlethânesinden alınmış,  önce Burdur’a, oradan da Isparta’ya, Barla’ya sürülerek 28 yıl sürecek bir çileli hayatın içine atılmıştır. Mahkemeler, hapisler, sürgünler ve zehirlemelerle hayatı kendisine zehir etmek istemişlerdir. Ama Bediüzzaman Hazretleri bunların hiçbirine zerre kadar ehemmiyet vermemiş, “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez bir güneş olduğunu”3 dünyaya göstermek hedefinden vaz geçirememiştir. Risale- Nur eserlerini telif ederek, “dinsizliğin belini kırmış” İslâmiyeti yeniden ihya ederek bu hedefine ulaşmıştır.

1930’lu yıllarda Bediüzzaman, Barla’nın Çam Dağında, talebelerinden birine Risale-i Nur’u yazdırıyor. Talebesi, Üstadına derki: “Üstadım siz söylüyorsunuz, ben yazıyorum. Bu dağ başında ikimiz yalnız, garip, kimsesiz bu yazdıklarımızı kim duyacak, kim okuyacak, kim görecek?” Üstad: “Yaz kardeşim. Bir gün gelecek bütün dünya bu eserleri okuyacak ve istifade edecektir.”

Keza, “Size katiyen ve çok emarelerle ve kat’î kanaatimle beyan ediyorum ki, gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükümet, âlem-i İslâm’a ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihîyesini onun ibrazıyla gösterecektir.”4

Tiflis’te, Şeyh San’an tepesinde medresenin plânını düşünen; Çam Dağı’nda,  “Bir gün gelecek bütün dünya bu eserleri okuyacak” müjdesini veren Bediüzzaman, yazdırdığı 6000 sayfa Risale-i Nur eserleri, bu gün itibariyle 58 lisana tercüme ediliyor, dünyanın her yerinde okunuyor ve istifade ediliyor. Ey Üstâdım!.. Şeyh San’an Tepesinden; Çam Dağ’ından Âlem-i İslâm’a verdiğin müjdeler tahakkuk etmiş, ektiğin tohumlar meyve vermiştir. Biz de  “Lebeyk Üstadım!..” diyor, ruhuna milyonlar Fatihalar yolluyoruz.

Rüstem Garzanlı

www.NurNet.org

Dipnotlar:

1- Emirdağ Lâhikası. Say.105–106.
2- Bediüzzaman Said Nursî, s. 73.
3- Tarihçe-i Hayat. s. 57.
4- Emirdağ Lâhikası, s. 148- 43. Mektup.

Mutluluk Nedir?

İnsanoğlu hayatı boyunca mutlu olmak ister, hep mutluluk arayışı içinde hayal kurar, onu yakalamak için koşar, koşar…Zaman zaman mutsuz olur, zaman zaman da mutluluğu yakaladığını zanneder. En mutlu olduğu anda bir bakar ki, mutluluğu hüzne dönüşmüş…

O zaman nedir, mutluluk? 

Mutlu ile mutsuzluk arasında daima bir mübâdele var. Olumlu veya olumsuz bu iki kavram hayatın içinde yürür gider. Şu anda hâlet-i ruhiye mi bilemiyorum, mutluyum veya mutsuz! Çünkü ne gönlüm, ne de kalemim ifade edemiyor, mutluluğu. Sanki gönlümden geçeni kalemim ifade edemiyor. Çünkü âciz kalıyor. Onun için, “mutluluğun resmini yapabilir misin?” sorusu hâlâ cevap bekliyor.

Acaba nedir, bu mutluluk?

Evet, insan hep mutlu olmak için çırpınır. Bir mahkûmu mutlu kılacak şey, onun özgürlüğüne kavuşmasıdır. Bir annenin mutluluğu, oğlunun askerden gelmesi, kızının hayırlı bir kısmetle evlenmesidir. Bir gencin mutluluğu, sevdiği bir kızla, mutlu bir yuva kurmasıdır. İşi olmayanın bir işe girmesi, evi olmayanın ev sahibi olması, bir hastanın sağlığına kavuşması, bir çocuğun güzel bir oyuncağı olması, birer mutluluk sebebi olarak görülebilir. Ama bütün bunların insanı daimî bir mutluluğa kavuşturması her zaman mümkün değildir.

Çünkü insanı mutlu eden şeyler elden çıkarsa, insan yine mutsuz olur, yine elem ve hüzün içinde kalır. Öyleyse asıl mutluluk, elde kalan, bâki olan mutluluktur. Üstâd Hazretleri mutluluğun formülünü şöyle veriyor: “Hakikî ve elemsiz lezzet, yalnız imandadır ve iman ile olabilir.” Demek ki mutlu olmak ve mutlu kalmak için daima iman dairesinde kalmak gerekmektedir.

İmanın hayatımıza yansıması oranında, sosyal ve içtimaî hayatımızda mutlu olabiliriz. Günlük hayatımızda her zaman insanlarla karşılaşmaktayız. İnsanlarla ilişkilerimizde iyi niyeti sabır ve hoşgörü ile münasebetlerimizi sürdürsek, insanlara sevgi ve şefkatle yaklaşsak, güzellikleri gönlümüzde yaşatsak, dünya ve ahiret dengesini temin etsek, mutlu olmamamız için bir sebep kalmayacaktır.

Bediüzzaman Hazretleri ne güzel söylemiş: ‘’Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.’’1 İşte mutluluğun kaynağını bu cümlede aramak lâzımdır. Eğer, hadiselere iman ve muhabbet gözüyle bakılırsa, o hadiselerin arkasında birer rahmet ve mutluluk olduğu görülür.

Hz. Mevlânâ diyor ki: ’’Bazen bitmek bilmeyen dertler yağmur olur üstüne yağar. Ama unutma ki, rengârenk gökkuşağı yağmurdan sonra çıkar.’’2  Mevlânâ Hazretleri mutluluğu yağan yağmurun arkasından çıkan gökkuşağının güzelliklerine benzetmiştir.

Mutluluğun bir başka vesilesi de, helâl dairesinde kalmaktır. “Helâl dairesi keyfe kâfidir, harama girmeye lüzum yok” diyor Bediüzzaman Hazretleri. İnsan helâl dairesinde istediği şekilde lezzet alabilir, mutlu olabilir. Üstâd Hazretleri, içtimaî hayatın moral değerlerine dayalı olan mutluluğun esasını meşrû dairede görmüş, meşrû dairenin ihtiyaca yeterli geldiğini, harama girmeye ihtiyaç olmadığını, helâl dairesindeki ahlâkî değerler tamamen insana keyfiyet, emniyet, ehemmiyet ve mutluluk verdiğini ifade etmiştir. Gayrimeşrû lezzetlerin ise kıymeti olmadığını,  ‘’zehirli bal’’ hükmünde olduğunu, az bir lezzet verse de ağır bir bedelle geri aldığını belirtmiştir.

Demek ki, mutlu olmak isteyen, umur-u uhrevîyeyi asıl maksat yapmalıdır.

Rüstem Garzanlı

www.NurNet.org

25.01.2015

Dipnotlar:

1- Mektubat, Hak.Çek.
2- Mevlânâ-Mesnevî.

Bediüzzaman’ın Çok Ehemmiyetli Gördüğü Vazife

Bediüzzaman, 1908’den 1922’ ye kadar din ve hakikate vasıta etmek üzere siyasetle bir derece meşgul olmuş, Meşrûtiyet için İstanbul’a, Hürriyet için Şark vilayetlerine, 1911’de İttihad-ı İslâm için Şam’a, Cumhuriyet için 1922’de Ankara’ya kadar gitmiş. Ankara hükümetinde beklediğini görmeyen Bediüzzaman, hem Ankara’dan ayrılıyor, hem de siyaseti terk ediyor.

Ancak, çok partili demokrasiye geçilirken, yine “Kur’ân menfaatine”  Demokratları dine yardımcı kılmaya dâvet eden Bediüzzaman, Başbakan Adnan Menderes’e iki mektup göndermiştir. Hem Ezan-ı Muhammediyi aslına çevirdiği için tebrik etmiş, hem de Risale-i Nur eserlerini devlet eliyle basılması ve Ayasofya’yı ibadete açılması isteğinde bulunmuştur.

Bediüzzaman’a, “Niçin siyasetten çekildin, hiç yanaşmıyorsun” sorusuna; “siyaset vasıtasıyla hizmet yolunun meşkûk, müşkülâtlı, kendisi için “fuzuliyane ve en lüzumlu hizmete mani olduğunu, siyasetin çoğunun yalancılık ve bilmeyerek ecnebi parmağına alet olmak ihtimali var” demiştir.1, dolayısıyla “en mühim, en lüzumlu, en selâmetli olan imana hizmeti” cihetini tercih etmiştir.

İslâm âlemin’de siyaset deyince; Sahabeler, onlara benzeyen mücahitler ve selef-i salihin, yani ehl-i sünnet vel cemaatin ilk rehberleri ve Ashap ile Tabiinin ileri gelenlerinin faydalı siyasetleri akla geliyor. “Dicle kenarında bir kurt bir kuzuyu kapsa İlâhî adalet onu Ömer’den sorar” İşte Allah’ın adaleti ile siyaset yapan Ömer bin Abdülaziz’in,  fakire götürmek üzere sırtından taşıdığı un torbası, siyasetin ne derece hizmetkârlık olduğunu günümüzde ki siyasetçilere de mesaj veriyor.

Oysa bugün, hal-i siyasete bakıldığı zaman Hazreti Ömer’in şehametini ruhunda taşıyan hiçbir siyasetçiye rastlanmıyor. Hâl böyle iken siyaseti veya siyasetçileri desteklemenin ne anlamı var?

Bediüzzaman, siyasetçiler için şöyle diyor:  “Hem Risale-i Nur’un has talebeleri, bâki elmaslar hükmünde olan hakaik-i imaniyenin vazifesi içinde iken zâlimlerin satranç oyunlarına bakmakla vazife-i kudsiyelerine fütur vermemek ve fikirlerini onlarla bulaştırmamak gerektir.”

Cenâb-ı Hak, bize, nur ve nuranî vazifeyi vermiş, onlara da zulümlü zulümatlı oyunları vermiş. Onlar bizden istiğna edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsî nurlara müşteri olmadıkları halde, biz onların karanlıklı oyunlarına vazifemizin zararına bakmaya tenezzül etmek hatâdır.”2 Görüldüğü üzere, Risale-i Nur ve has şakirtlerinin şahs-ı manevîsinin en birinci vazifeleri hakaik-i imaniyenin neşrinde vazifedarlık yapmaktır.

Münasebet gelmişken Hamza Emek Ağabey’den bir örnek vermek istiyorum:

Üstadın talebelerinden Hamza Emek Ağabey’e, Emirdağ İlçe Demokrat Parti teşkilâtından, Belediye başkanlığı için aday olmasını isterler.

Hamza Emek, bir gece sabaha kadar düşünür. Sabah ezanıyla Bediüzzaman’ın Isparta’da kaldığı evin kapısını çalar. Zübeyir Gündüzalp, Hamza Emek’in sualini Üstad’a iletir. Üstâd Hazretleri, “İzin yok kardeşim. Belediye Başkanı olursan siyasetin olumsuzlukları cemaate fatura edilir. Aramıza fitne sokulur. Bizim müdahalemiz buraya kadar. Biz hizmette varız; ücrette yokuz!” diyerek, iman hizmetinin siyasetten daha önemli olduğunu ihtar etmiştir.

 Bediüzzamanın, sahra-i kebirinden; aklıma gelen veciz bir söz ile konuyu kapatmak istiyorum:

“Aziz kardeşlerim,

Kat’i biliniz ki, Risale-i Nur ve Şakirtlerinin meşgul oldukları vazife, ruy-i zemindeki bütün muazzam mesailden daha büyüktür.”3, Hülâsa: Risale-i Nurun birinci vazifesi, meşguliyeti ve maksadı imandır. Sair vazifeler ikinci üçüncü derecede kalıyor.

Rüstem Garzanlı

www.NurNet.org

Dipnotlar:

1- Mektubat, 374.
2- Kastamonu Lâhikası. s. 156.
3- Emirdağ Lâhikası. s. 90.

Bediüzzaman’ın Söndürmeye Çalıştığı Alevler

İslâm âlemini dinden uzaklaştırmakla uğraşan komünizm gibi bozuk fikirlere karşı Risale-i Nur bir sedd-i Zülkarneyn gibi bir duvar çekerek, dur demiştir.

İşte, komünizmin iktisadî fikrine karşı Bediüzzaman, İslâm’ın zekât müessesesini savunarak “İktisat Risalesi”ni telif eder. İnkâr teorilerine karşı “Tabiat Risalesi” ve daha birçok eserler telif ederek bu zararlı cereyanlara karşı mücadele etmiştir. Komünistliğin ana merkezi sayılan Rusya ve benzeri bolşevik sistemlerin tehdidi altında kalan Türkiye’yi bu süfyanî akımlardan uzaklaştırmaya çalışmıştır.

Bediüzzaman söndürmeye çalıştığı” alev işte bu süfyâni akımlardan tezahür eden dinsizlik cereyanından başka alev değildir.

Bakınız konuyu veciz bir şekilde şöyle açıklıyor, âhir zamanın Müceddidi: “Bir tek gayem vardır: O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâmın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücâdele ederek gençleri ve Müslümanları imana dâvet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedemle inşaallah Allah huzuruna girmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur.”1

Bediüzzamanın gayesi ve hizmetinin esası iman kurtarmaktır. Bütün Risale-i Nur eserlerinde görüldüğü üzere sadece Allah rızasını ihlâsla kazanmak için çalışan Bediüzzaman şöyle diyor: “Ben maddî ve mânevî her şeyimi feda ettim, her musîbete katlandım, her işkenceye sabrettim.2

Eşref Edip, Bediüzzaman için şöyle diyor: “Millet ve memleket için canını vermekten zerre kadar çekinmeyen bir fedaî. Fitnenin, bozgunculuğun en müthiş düşmanı. Milletin menfaati için, her türlü zulme, işkenceye tahammül ediyor. Ona zulmedenlere bedduâ bile etmez. Onu zindanlara atanlara, ancak salâh ve iman temenni eder. Gaye uğrunda ölüm, onun için basit bir şeydir.3

İslâmiyet dâvâsı için hayatı pahasına mücadele eden ahir zamanın müceddidi Bediüzzaman için daha söyleyecek pek çok sözler ve beyanlar var. Çünkü o bütün enbiya ve evliyaların ser tacı olan Hazreti Muhammed’in (asm) varisi, Hz. Ali’nin (ra) mânevî evlâdı, O’ndan ilim,  Gavs-i âzam’dan yardım, Ebubekir-i Sıddık’tan, sıddıkiyeti, Hazreti Ömer’den şehameti manen ders almış, bir müellif, bir müceddid ve ahir zamanın Bediüzzamanı…

Rivayet ediliyor ki: Ebubekir-i Sıddık Hazretleri, “Yarab! Vücudum cehennemde o kadar büyüsün ki, mü’minlere yer kalmasın” diyerek, şefkat ve merhametinin ne kadar yüksek olduğunu göstermiştir.  İşte Ebubekir-i Sıddık’tan manevî dersini alan Bediüzzaman, “Birkaç adamın imanını kurtarmak için, cehenneme girmeye hazırım.” sözü ile Hazret-i Ebubekir’in yolunda ve izinde olduğu görünüyor. Nasıl bir anne şefkatinden dolayı çocuğu için kendini ateşe atmaktan veya  bir arabanın altına girmekten çekinmiyorsa, İslâm müceddidleri  de insanlığın selâmeti için canlarını hiçe sayıyorlar.

Bediüzzaman Hazretleri, özellikle gençlerin imanlarını tehlikede görüyor ve onları kurtarmak için kendini ateşe atmaya razı oluyor. Başkalarının ebedî hayatını kurtarmak yolunda kendi dünyasını da, ahiretini de feda ettiğini söylüyor:

“Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum…. Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum” 4 demiş.

Bedîüzzamân’ın asıl gayesi âlem-i İslâmı; dinsizliğin esasını teşkil eden komünistlik ve anarşistlik akımlarına karşı korumak, insanların imanı kurtarmak ve Kur’ân ahlâkını yeniden tesis ve tâlim etmekti. Bunda da başarılı olmuş, İslâmiyeti yeniden insanlığın başına geçirmiştir.

Hayatını bu hizmet için feda eden Bedîüzzamân, Dar-ı bekaya hazırlanırken, talebelerine şu müjdeyi veriyor:  “Merak etmeyiniz, küfrün beli kırılmıştır.”

Bedîüzzamân’ın büyük gayretleri ve ulvî hizmetleri neticesinde, insanların ebedî hayatını yakmakta olan imansızlık alevleri sönmüş, küfrün beli kırılmıştır. Bu ateşi tekrar uyandırmaya ve küfrün belini doğrultmaya çalışanlar vardır ve her zaman da olacaktır. Buna karşı, Üstâd Hazretlerinin yolunda giden ve hizmetini devam ettiren Nur Talebeleri, inşallah bunlara fırsat vermeyeceklerdir.

Rüstem Garzanlı

www.NurNet.org

7.1.2015

Dipnotlar:

1- Şuâlar, 14. Şuâ,
2- Emirdağ Lâhikası s.52.
3- Tarihçe-i Hayat, Tahliller.
4- Tarihçe-i Hayat, Tahliller.

Hazreti Yunus’tan Günümüze Mesaj!

Bediüzzaman, yaptığımız kötülüklerden Cenâb-ı Allah’a sığınarak, Kur’ân-ı Hakîm’in sergisinde yapılan manevî bir gemi ile İslâmiyet’in içine girip selâmetle o denizin üstünde gezip ta sahil-i selâmete çıkabileceğimizi, hayattaki sıkıntılar, vahşet ve dehşetlerin yerine nazar-ı ibretle tefekkür ederek, ruhumuzun nurlanacağını, o zaman nefsimiz bir bineğimiz olup hayat-ı ebedîyemizin kurtulmasına bir vasıtamız olacağını belirtmektedir.

Hz. Yunus (as) Risalet’le görevlendirildikten sonra büyük bir çaba ile kavmine; putlara tapmamalarını, eşi ve benzeri bulunmayan, doğmamış ve doğurmamış bütün kâinatın yaratıcısı olan Allah’a tapmalarını, O’na kulluk etmelerini ve taptıkları putlardan bir faydanın olamayacağını bildirmiş.

Kavminin inkârcıları küfürde ısrar etmeleri, Yunus Aleyhisselâm’ı rahatsız etmiştir. Kavmin bu tutumuna çok üzülen Yunus Peygamber (as) o sıkıntı ve çaresizlik içinde iken Allah’tan bir emir almaksızın, öfkeyle kavmini terk eder.

Kur’ân’da Peygamberlerin müşfik vasıfları şöyle geçer: “Sabret! Senin sabrın da ancak Allah’ın yardımı iledir! Onlardan dolayı kederlenme; kurmakta oldukları tuzaktan kaygı duyma! “

Hazreti Yunus (as), kavmini terk ettikten sonra olaylar şöyle gelişir:  “Dolu bir gemiye biner.  Gemi batma tehlikesi geçirince, içlerinden bir yolcunun kur’a ile denize atılmasına karar verilir. Çekilen kur’a, Yunus Aleyhisselâm’a isabet eder. Bu sebeple denize atılır. Kendini kınarken onu bir balık yutar. “Eğer çok tesbih edenlerden olmasaydı, yeniden dirilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı. (Saffet Sûresi 143-144)

Hz. Yunus (as) balığın karnında iken hiçbir maddî imkânı kalmadığını, kurtuluşun sadece Cenâb-ı Allah’a ait olduğunu, O’ndan başka melce ve mencenin olmadığını, Allah’a sığınarak şu münâcatta bulunmuştur:

‘’Lailahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin’’ Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum. (Enbiya Sûresi, 21/87)

Hz. Yunus’un (as) Risalet’le görevlendirildikten sonra kavmine İlâhî emirlerin tebliğinde muvaffak olamadığını düşünerek öfkeyle kavmini terk etmesi, gemiden denize atılması, bir balığın içine girmesi, Cenâb-ı Allah’a münacatı ve sahil-i selâmete kadar çıkması tamamen ilâhî bir sır ve hakikattir. Zahiren kavmine karşı sabır ve tahammül ile sabretmesi lâzım iken;  kızarak öfkeyle kavminden kaçmasını da İlâhî bir murat olarak görmek gerekir. Kudret sahibi Allah’ın sır ve hikmetlerinin ihatasında beşer âcizdir.

Hz. Yunus’un (as) kıssa-i meşhuresinden insanların maddî ve manevî cihetle alacağı birçok ibret ve mesaj vardır. Şöyle ki: Kişi aile reisi ise ailesini, devletin reisi ise milletini idare etmek, sıkıntılarını paylaşmak, can ve mallarını korumak ve insanlar arası adaleti sağlamakla mükelleftir. Aksi takdirde idareci sıkıntıya düştüğünde görevini bırakıp kaçması ise bir nâkıslıktır, bir eksikliktir.

Bediüzzaman: Hz. Yunus’un bulunduğu şartlar ile bizim şartlarımızı karşılaştırır, bizim şartlarımızın yüz derece daha müthiş olduğunu nazara verir. Dünyamızı denize, heva-i nefsimizi balığa, gecemizi de istikbalimize benzetiyor. İstikbalimizi de, nazar-ı gafletle karattığımızı belirtiyor. Nazar-ı gaflet, bir şeyin mânâsını anlamadan bakmak, görevi ve görev yerini terk etmek, unutmak anlamındadır. Gaflet, asrımızın hastalıklarından biridir. Sahibini birçok dehşetli karanlıklar içinde bırakır. Görevden uzaklaşma bizi gurur denizine atıyor, hava-i nefsimiz de balık gibi bizi yutuyor ve Cenâb-ı Allah’a olan ubudiyetimize gaflet perdesini çekerek ebedî hayatımızı karartıyor.

“Bizim hutumuz Hazreti Yunus’un (as) hutundan bin derece daha mûzırdır. Çünkü onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hutumuz ise yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.’’ Hz. Yunus aleyhisselâmdan zamanımıza yansıyan balık hadisesi en fazla yüz yıllık hayata bedel, ebedî bir hayatın kazanması hadisesi olarak gören Bediüzzaman, konuya şöyle açıklık getiriyor:

“Madem hakikî vaziyetimiz budur; biz de Hazret-i Yunus Aleyhisselâma iktidaen, umum esbaptan yüzümüzü çevirip, doğrudan doğruya Müsebbibül’ül-Esbap olan Rabbimize iltica edip  “Lailahe illa ente süphaneke inni küntu minnezzalimin” demeliyiz.

Bediüzzaman, yaptığımız kötülüklerden Cenâb-ı Allah’a sığınarak, Kur’ân-ı Hakîm’in sergisinde yapılan manevî bir gemi ile İslâmiyet’in içine girip selâmetle o denizin üstünde gezip ta sahil-i selâmete çıkabileceğimizi, hayattaki sıkıntılar, vahşet ve dehşetlerin yerine nazar-ı ibretle tefekkür ederek, ruhumuzun nurlanacağını, o zaman nefsimiz bir bineğimiz olup hayat-ı ebedîyemizin kurtulmasına bir vasıtamız olacağını belirtmektedir.

Elhasıl: İnsan zayıftır, hata yapar, neticesini de sebeplere havale eder. Bediüzzaman, “esbap bahanelerdir, vesait de perdelerdir.” der. Demek ki sebepler birer araçtırlar. Sebepleri yaratan Cenâb-ı Allah’tır. Sebeplere sebebiyet veren ise gene insandır. Aleyhimize ittifak eden sebeplerin bir araya gelmeleri bir kusurumuzun neticesi olduğunu bilmek lâzımdır. Hata ve kusurlarımızın affı için Cenâb-ı Allah’a sığınmalı ve Hazreti Yunus’un (as) münacatında dediği gibi, bizde “Lâilâhe illâ ente süphaneke innî küntü minezzalimin’’ demeliyiz.

Rüstem Garzanlı

31.12.2014

www.NurNet.org