Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Hamd İle Şükür Arasındaki Fark Nedir?

Hamd, yapılan bütün ihsan ve ikrama karşı, ihsan sahibini tazim (saygı) etmesidir. Medih ve sena ancak Allah’a mahsustur. Şükür ise, hususi yapılan ikramların senasıdır. Yani kişi gördüğü herhangi bir nimettin karşısında minnettarlık duymasıdır.

Görüldüğü üzere Hamd, şükre karşı daha geniş kapsamlıdır. Yani Rahman büyük nimetlere, Rahîm küçük nimetlere delâlet ettikleri gibi. Dolayısıyla şükür hamdın yerini tutamaz. Her şükür aynı zamanda bir Hamd’dir, yalnız her hamd şükür değildir.

Bediüzzaman, Hamd ile ilgili şöyle buyurur: “Hamdin en meşhur manası, sıfât-ı kemaliyeyi izhar etmektir. Şöyle ki: Cenab-ı Hak insanı kâinata câmi’ bir nüsha ve on sekiz bin âlemi hâvi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve esma-i Hüsna’dan her birisinin tecelligâhı olan her bir âlemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedîa bırakmıştır. Eğer insan maddî ve manevî her bir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarfetmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfîyi îfa ve şeriata imtisal ederse, insanın cevherinde vedîa bırakılan o örneklerin her birisi, kendi âlemine bir pencere olur. ” 1

Şükür, hamdin bir alt şubesi olarak gören Bediüzzaman, hamd daha şümullü olduğu için, şükrü de içine alır. Şükür insana verilen nimetlere, Hamd ise insana ulaşsın ulaşmasın Allah’ın vermiş olduğu bütün nimetlere yapılır. Mesela insan sahip olduğu rızka bakarak Allah’a şükür eder; on sekiz bin âlemin her bir ferdinin rızkını zamanında gönderen kemal sahibi Allah’ı düşünmekle de hamd etmiş olur.

“Hamd o âlemlerin rabbi.”2

“Hamd, o Allah’ındır ki göklerde ne var, yerde ne varsa hep O’nundur. Ahirette de hamd O’nundur. O hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır.” 3, işte bu mükemmelliğe karşı ancak hamd ile sena etmek lazımdır.

Şükür: Allah’ın, bize ihsan ettiği maddi ve manevi bütün nimetlere karşı yapılan bir teşekkürdür. Şükür eden kişi biliyor ki, nimeti veren biri var, oda Allah’tır.

Din âlimlerimizden müellif Hamdi Yazır, şükür hakkında şöyle diyor: “Şükür, geçmiş olan bir nimete kavlen, fiilen veya kalben Mün’imini tazim ile mukabele etmektir. Sadece fiilen veya kalben yapılan şükür ne medihtir ne hamd. Lâkin lisan ile kavlen yapıldığı vakit hem hamd hem medih olur ve bu hamd şükrün başıdır. Hamd ve şükür, ikisi de bir hakk u hakikat aşk u inşirahı ve binaenaleyh ahlâkı olmakla beraber, hamd’de mânâ-yı şevk, şükür’de mânâ-yı sadakat daha barizdir. Bu suretle şükür bir mâzi-i mütehakkıkın hatıra-i tebcili olduğundan daha zor, yapanları daha azdır.” 4 diyerek, hem şükrü izah etmiş hem de şükür ve hamd arasındaki farka işaret etmiştir.

Bediüzzaman, “nimetleri doğrudan doğruya Cenab-ı Hak’tan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmektir” diyor. 5

“Şükür, verilen nimetlere karşı yapılır, “Halık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor.”6

Şükür, nimetlere karşı yapıldığı gibi musibetlere karşı da yapılır. Bu konuda Bediüzzaman şöyle diyor: Musibet zamanında yapılan şükür, musibetin her saatini bir gün ibadet hükmüne geçirir. Zira bu tür ubûdiyete riya giremez.” 7

“Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor.”8

Bediüzzaman,Şükür risalesinde: şükür, “Âlemin yaratılışının (hilkat) en önemli neticesidir”diyor. 9

Keza, “Hilkat’in en önemli neticesinin şükür olduğunu” belirten Bediüzzaman, hayat-şükür ilişkisinin varlık âlemi içindeki konumu üzerinde de durmuştur.

“Hayat, bütün kâinattan süzülmüş en safi bir hülâsası olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir İlâhî maksat ve âlemin yaratılışının en mühim bir neticesi olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir büyük sırdır.” diyor. 10

Rüstem Garzanlı

25.09.2014

www.NurNet.org

KAYNAK:

 

1-    İşartü’l-İ’caz

2-    Fatiha,1

3-    Sebbe,1

4-    Hak Dini Kur’ân Dili,I/57

5-    29. Mektub, 1. Söz

6-    19 Lem’a

7-    2. Lem’a

8-    29. Mek.

9-    28.mektup,beşinci mesele

10- 30. Lem’a, Beşinci Nükte

Allah İle Kul Hakkı Nedir?

İslâmiyet’te iki türlü hak vardır. Biri Allah hakkı, diğeri de kul hakkıdır. Allah hakkı: İnsanın Rabbine karşı işlediği bir günahtan dolayı hukukullah yani Allah hakkı denir. Kişi tövbe ederse ve Allah, dilerse affedebilir.

Kul hakkı: Kulun malına, hayatına, namusuna, haysiyetine yapılan tecavüzlere maddi hukuk; dinine kalbine yapılan sıkıntı ve tecavüzlere de manevi hukuk denir. Başkasının malını gasp eden kişi, evvelâ mal sahibi ile ölmüş ise varisi ile helâlleşmesi gerekir. Vâris yoksa veya bulunamıyorsa, çaldığı veya gasp ettiği mal kadar fakirlere dağıtılması halinde yapılan hatadan bir pişmanlık ve samimi bir tövbenin delâleti olur.

Şayet cana kıymışsa, önce yaptığı hatadan pişmanlık duyması ve tövbe etmesi gerekir. Ölenin yakınları ile helâlleşmesi, varisleri tarafından istenmesi halinde bir miktar malın verilmesi lazımdır. Bulunduğu yerde İslam hukuku tatbik ediliyorsa ve varislerin de talebi varsa, kısas yapılır. İslâm’da kısas müeyyidesinin uygulanmasının bir hikmeti caydırıcı olma ve bir hukukun tahakukudur. Kur’an’ı Kerim’de mealen şöyle geçer: “Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır.” Bakara, 2/179

İnsan hukukunda öldürme olayı, elbette büyük günahlardan sayılır. Çünkü kâinatı yok edebilecek bir günahla karşı karşıya kalınmaktadır. “Kim bir nefsi, kısas yahut yeryüzünde fesat çıkarma sebeplerinin biri olmaksızın öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir.”
(Mâide Sûresi, 32)

Bediüzzaman, konu ile alakalı şöyle diyor: “Bir mâsumun hayatı, kanı, hatta umum beşer için de olsa heder olmaz. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir.”
( Sünuhat)

Cenab-i Allah, büyük kudret sahibidir. Bir insanı yaratmakla, Hz. Âdem (as)’den bugüne kadar yaratılan bütün insanların toplamı arasında fark yoktur. Bu nedenle bir insanı öldürmekle bütün insanları öldürmek arasında da fark yoktur.

Yâni, Allah’ın sonsuz kudretine nazaran bir insan yaratmakla bütün insanları yaratmak arasında fark olmadığı gibi, Onun sonsuz rahmet ve adaleti noktasında da bir insanın katli ile bütün insanların katli arasında da fark yoktur.

Rahmet sahibi Allah, dilerse hukukunda vaz geçebilir; kul hakkı ise, kula aittir. Kul hakkı ancak kul affeder. Bediüzzaman, kul hakkı konusunda şöyle buyurur: “ Zira kimden kime geçerse geçsin, helâl edilmedikçe bu haktan kurtulmak mümkün değildir.”

Allah, insanlara değer vermiş, şerefli bir mahlûk olarak yaratmıştır. İnsanların haysiyet, namus ve şeref gibi manevi hukukuna yapılan haksızlığın telafisi zordur. Çünkü, Haysiyet ve namusa yapılan tecavüzler için helâllik istemek hattı zatında terbiyesizliktir. Ancak günahı açığa vurmadan bendeki günahlarını afet demek; dememekten daha iyidir. Önemli olan, helalleşmeye cüret edilemeyen günahlardan uzak kalmaktır.

Günümüzde dünyanın birçok memleketlerinde olduğu gibi memleketimizde de şeref ve haysiyetini muhafaza edemeyen insanlar vardır. Meselâ, zina gibi ahlaksızlığın yaygınlaştığı ve hatta bazı islâm devletlerinde de zina kanununun meşrulaştırdığını bilinmektedir. İslamiyet’in yasak ettiği ve kebâir saydığı büyük günahlardan olan zina; ahlaken de nefret ve çirkin bir teşebbüstür. Bu ahlaksızlığın gizli veya açığı tamamen yasak ve çirkin bir davranıştır. Bu çirkin fiilin işlemesinde, anne, baba, akraba ve tüm aile bireylerin şeref ve haysiyetleri rencide ediliyor. Zina, iki şahıs arasında cereyan eden bir edepsizlik olsa da beraberinde birçok insan hukukuna da tecavüzdür. Geçici iki- üç dakikalık dünya zevki için hem dünyada hem de ahirette rezil olmaya değmez. Şeref ve haysiyet bir namustur, başkasının namusuna kem gözle bakmadan önce kişi şahsında bir empati yaparsa her halde namusun ne olduğunu anlar.

Netice olarak gerek Allah hakkı gerekse insan hakkına riayet etmek lazımdır. Günahkâr, günah ve hatalarından dolayı pişmanlık duyması, helalleşebilecek hak sahipleri ile helallik istemesi ve Kur’an terbiyesinde hizmetlerinin artırılması ile inşallah akıbeti bir hüsn’ü-hatimeye vesile olur.

Konu ile alakalı Âyat-i Kerimde mealen: “Ey kendi nefislerine karşı haddi aşan, günahlarla kendi nefsine kötülük eden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Muhakkak Allah günahları affeder. O Gafur ve Rahimdir.” buyurmuştur.(Zümer Suresi, 53)

Rüstem Garzanlı

www.NurNet.org

Şer Nedir?

Allah’ın hoşnut olmadığı, gayri meşru işlerde kişinin cezaya müstahak olacağı davranışlara şer denir. Allah asla kulların kötü işleri yapmalarından hoşnut değildir. Allah hayrı yarattığı gibi şerri de yaratır. Amma şerde rızası yoktur. Kur’an’ı Kerimde mealen şöyle buyurur: “Sizleri şer ve hayır ile imtihan etmek için deniyoruz ve sonunda bize döndürüleceksiniz”1 Suç işlemek şerdir. Suçluyu hapse atmak veya cezalandırmak suç değildir.

Cenabi Allah,(cc) insanı imtihan etmek üzere dünyaya göndermiştir. Nasıl Rahman ve Rahim ismi güzelse, Kahhar ismi de öyle güzeldir. İrade, kudret ve tasarruf tamamen O’nundur.

Bediüzzaman hazretleri, konu ile alakalı şöyle diyor: “… Rububiyetin cenah-ı himayesine iltica eden ve o hikmet ve adalete iman ve ubûdiyetle tevfik-i hareket eden mü’minleri taltif etmesin? Ve o hikmet ve adalete küfür ve tuğyan ile isyan eden edepsizleri te’dip etmesin?” 2

Bazen olur ki, bir edepsizin yüzünden Kahhar ismi, küre-i arzı hiddete getirerek, afet ve zelzele gibi belâlarla o zalimi tecziye eder. Afet umumu olduğu için; Allah, masum insanları da rahmetiyle mükâfatlandırır.

Bir edepsizin cinayeti ile küre-i arz nasıl hiddete gelebilir: Örneğin çok büyük ve hassas bir terazi düşünelim, terazinin iki kefesine aynı ağırlıkta iki dağ bırakılsın, küçük bir ceviz tanesi terazinin bir kefesine atılırsa, dağın biri göğe; diğeri zemine iner. İşte küçük bir ceviz nasıl bir dağın dengesini boza biliyorsa; cismi küçük cürmü ve şeri büyük olan bir insan-ı necisin yüzünden de dünya hiddete gelebilir ve bir afete sebep olabilir.

Bediüzzaman, “…Ve keza, insan vücut, icat, hayır, ef’al cihetiyle pek küçük, nakıs olmakla karıncadan, arıdan edna, örümcekten daha zayıftır. Fakat adem, tahrip, şer, infial cihetiyle semavat, arz cibalden daha büyüktür. Meselâ, hasenat yaptığı zaman, habbe habbe yapar; seyyiat yaparsa, kubbe kubbe yapar. Evet, meselâ küfür seyyiesi bütün mevcudatı tahkir eder, kıymetten düşürür.”3

Bugünkü insanların başlarına gelen musibetler, yaptıkları suç ve şerlerinin neticesi değil midir? Meselâ: Beş sene önce Mardin’in Bilge köyünde, çoluk çocuk demeden kırk iki masum insanın öldürülmesi, Suriye’de, Irak’ta ve Ortadoğu’nun genelinde işlenen vahşetlerin tamamı Cenab-i Allah’ın rızasına muhâlif suçlar ve şerler değil mi?

Bediüzzaman, “…Halbuki bu muvakkat dünyada o hikmet, o adalete lâyık binden biri, insanda icra edilmiyor, tehir ediliyor. Ehl-i dalâletin çoğu ceza almadan, ehl-i hidayetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir Mahkeme-i Kübrâya, bir saadet-i uzmâya bırakılıyor.” 4

İnsanlar yaptıkları kötülüklerin bir kısmına, ahiretteki verilecek tam karşılıklarından ayrı olarak bu dünyada da ceza ve azab görürler. “Başınıza gelen her müsîbet, kendi ellerinizle işleyip kazandığınız günahlar yüzündendir.”5

Yüce Allah’ın ahirette kâfirler ve günahkârlara vereceği cezalar da adalet ve hayırdır. Çünkü cezalar lâyık olan ve hak edenlere verilir.

Rüstem Garzanlı

www.NurNet.org

12.09.2014

KAYNAK :

1-El-Enbiya, 21/35

2-Sözler, 3. Hakikat,

3-Mesnevi-i nuriye

4. Sözler, 3.Hakikat,

5-Eş-Şurâ, 42/31

Fıtrat Nedir?

İbn Manzur, Lisanü’l- Arap eserinde fıtratı şöyle tarif eder: “Allah Teâlâ’nın mahlûkatını kendisini bilip tanıyacak ve idrak edecek bir hal, bir kabiliyet üzere yaratmasıdır.” Başka bir ifade ile fıtrat yapı, mizaç, karakter anlamı da ifade eder.

Cenab-i Allah (cc)’ın yaratmış olduğu her varlık kendi mecrasında yürür. Meselâ ağaçlarda kök, gövde, dal, budak ve yaprağın bulunma fıtratı; insanlarda da bir baş, iki göz, iki kulak, bir burun, iki ayak, iki elin bulunması fıtratı…

Yani Cenab-i Allah’ın, “âdetullah,” diye tabir edilen kanunlar ile insanın mahiyetine dercettiği kanunlarının hey’et-i mecmuasına fıtrat demek daha güzel bir ifade olur. Örneğin, gece ve gündüzün meydana gelmesi, güneşin ayni yönergede hareket etmesi, değişmez bir adetullah kanunudur.

İnsanın fıtratında da din, şefkat, dua ve sevgi fıtratı vardır. Kişi ne kadar asi dahi olsa elbette güzel bir yani vardır. Zaten kimse “ben kötüyüm” demez. Münasebet geldiği için bir vakıayı anlatmak istiyorum: Kamu yöneticisi bir arkadaşım, personeli ile sıkıntılı olduğunu hissettim, aralarına bir sükûnet ve maslahatı sağlamak için arkadaşımdan “büyüklüğün şe’ni barış ve bağışlamaktır, aranızdaki nizâyi kaldırınız” dedim. Arkadaşım: “Hayır, bana yapılan bir hakarete karşı; barış yerine karşılık vermek fıtratımda vardır” dedi. Birkaç dakika sonra musalaha gerçekleşti, kin ve nefret; sevgi ve muhabbete dönüştü.

Arkadaşıma dedim ki: “Senden bir şey eksildi mi? “Hayır” dedi. Ve sözün devamında, “ bütün samimiyetimle şunu size ifade etmek isterim: Ben zaten personel arkadaşlarımla konuşmak ve onlarla helâlleşmek istiyordum, sizin teklifiniz bana cesaret verdi” dedi. Deme ki, insanın fıtratında daima güzellikler vardır. Üstadın dediği gibi “fıtrat doğru söyler” yeter ki fıtrata itibar edilsin. Fıtrat kalp ve ruhun huzuru dahi temin ediyor.

İnsan her ne kadar yaratılış itibariyle kıymettar bir varlık olmasına rağmen, kendi başına sosyal ve içtimai hayata, rehbersiz dengeyi sağlamaya muktedir değildir. Dolayısıyla kanunları tam tesis ettirmek ve adaleti sağlaya bilmek için bir muallime, bir mürebbiye, bir müfessire ihtiyaç vardır. Bu muallim ve müfessir ise Kur’ân-ı Hakimdir.

Mevzu ile alâkalı Bediüzzaman şöyle diyor: “Evet, Kur’ân-ı Hakim, şu Kur’ân-ı azîm-i kâinatın en âli bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır. Evet, O’ Furkandır ki, şu kâinatın sahifelerinde ve zamanın yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir.”1

Bediüzzaman’a göre, kâinat bir kitab-ı Kebirdir. Kur’ân-ı Hakim ise, “kâinat kitabınin kıraatıdır ve nizâmâtının tilâvetidir ve Nakkaş-ı Ezelisinin şuûnâtını okuyor ve fiillerini yazıyor.”2

İşte Risale-i Nur, Kur’ân’ın hakiki ve mânevî bir tefsiri olduğu için asıl maksadı kâinat kitabını okumak, fıtratın gayesini, hilkatin neticesini beyan etmektir. Kudret sahibi olan Allah (cc) kâinatı insan için, insanı da marifet ve muhabbeti için halk etmiştir.

Bakınız! Asrın Bedii, Risale-i Nur’un müellifi Beddiüzzaman, ne diyor: “Katiyyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet, bütün hakiki saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır: Onlar onsuz olamaz. Cenab-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakiki tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten mübtelâ olur. Evet, şu perişan dünyada, âvare nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sahipsiz, hâmisiz bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder?”3

Yukarıda ki detaydan da anlaşıldığı üzere Risale-i Nur’un birinci gayesi, fıtratın en yüce neticesini anlatmak; yani Allah’ı bildirmek, onun muhabbet ve marifetini kalb ve ruhlara nakşetmektir. Risale-i Nur eserlerinin esası işte budur. Bu aşk ve bu heyecanla imana, Kur’an’a ve İslâm’a hizmet eder, Mevleviler gibi döner, Kalb ve gönülleri bu sahada tutuşturur.

Bediüzzaman, ayni zamanda içtimai ve sosyal hayattaki başarının sırrını da fıtrat kanunlarına bağlıyor. İnsanlar hayırlı işlerde fıtrat kanunlarına uygun hareket etmediği takdirde muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer.4 “İçtimai çarklar altında kalır, ezilir. fıtrata muhalefet edene fıtrat muvafakat vermeyecektir.5 diyor.

Bediüzzaman, İslâmiyet ile fıtrat kanunlarını da şöyle ilişkilendiriyor: “Evet, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın getirdiği şeriatın hakaiki, fıtratın kanunlarındaki muvazaneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın rabıtalarına lâzım gelen münasebetleri ihlâl etmemiştir. Zaman uzadıkça, aralarında ittisal peyda olmuştur. Bundan anlaşılır ki; İslâmiyet, nev’-i beşer için fıtrî bir dindir ve içtimaiyatı tezelzülden vikaye eden yegâne bir âmildir.” 6  

Rüstem Garzanlı

www.NurNet.org

06.09.2014

KAYNAK :

1-Emirdağ Lâhikası

2-Emirdağ Lâhikası

3-Kastamonu Lâhikası

4-Lem’alar, On Altıncı Lem’a

5-Sözler, Konferans

6-Kastamonu Lâhikası,

Ey Beni Âdem, Nev’ini Sev Çünkü O Kardeşindir!

Hazreti Âdem (as)  yeryüzünde ilk insan ve ilk peygamber, olarak yaratılmıştır. O’ bütün insanların babasıdır. Kadir-i Hâkim, melekler vasıtasıyla yeryüzünün her tarafından aldırdığı topraktan su ile çamur yapıp, insan şekline koydularAyet-ı Kerim’de “Allah insanı, pişmiş çamur gibi bir balçıktan yarattı.” buyurur.  1

Hazreti Âdem’e her şeyin ismi ve faydası bildirildi.  Böylece insan fizik varlığı ile dünya hayatına, ruh yönüyle mana âlemine uyum sağlayabilecek bir güce sahip kılındı. Hazreti Havva validemizin yaratılışı ile ilgili Kur’an-ı Kerim’de, onun Hz. Âdem’den veya Âdem aleyhisselâm ile aynı maddeden yaratıldığına şöyle işaret edilmiştir.     “Sizi bir tek nefisten yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan var eden Allah’tır.” 2

İnsanlar hep ayni kökten, ayni anne ve ayni baba (Hz. Âdem ve Havva)’ dan  dolayı kardeştirler, insanlık bakımından aralarında fark yoktur. Onun için insanlar biri birine üstünlük değil, belki kardeşçe nev’ini sevmelidir. Bediüzzaman’ı takibe alan uçak pilotlarına “ ben nev’imle iftihar ediyorum” demiştir. İşte insan sevgisine ne güzel bir mesaj!

Ne yazık ki, nefis ve gurur Çağımız insanın en önemli hastalıklarından biridir. Mal ve mülk sahibi olan, biraz makam ve mevki, biraz şan ve şöhret elde eden, hemen kendini güçlü hissetmeye başlar, böylece dünyevi değerlerin cazibesine kapılıp nefis ve gurur hastalığına düşerek kendini üstün görür. “Ben, benim” der. İşte nefis böylece insanı esfel-i sâfiline götüre bilir.

İnsanlar arasında ayrıcalık ve üstünlükten söz açılmışken, münasebete binaen, çocukluk zamanıma ait bir anekdotu anlatmak istiyorum: Şimdiden olduğu gibi, o zamanda da insanlar arasında sınıf ayrılığı vardı. Köy ahaline köylü veya bedevi; şehirliye de efendi veya bey diyorlardı. Efendi köye geldiğinde büyük izzet ve ikrâmla karşılanırdı. Misafir odasının başköşesinde, altına yün döşek, arkaya yaslanması için yünden yastık, onun üzerine de tüyden, etrafı nakışlı zarif bir yastık bırakılırdı. Köylü misafirperver ve dindar idi. Misafiri de, efendiyi de, ağayı da, şeyhini de severdi… Efendi, evine döndüğünde; köylü tarafından hediyelerle uğurlanırdı.

Köylü şehre gittiğinde; efendisine eli boş gitmezdi. Efendinin evinde, kapıya yakın bir yerde, edeple dizleri üzerinde mütevazı ve makulce otururdu. Efendinin soracak suallere  nezaketten yumuşak bir sesle cevap verirdi. Efendi kendi evinde de, köylünün evinde de köşe başında otururdu…

Köylü, efendi tarafından biçare; ağa, tarafından köle veya raiyat; Bilgin ve ilim erbabı tarafından cahil; Devlet, tarafından da tebaa bilinirdi. İnsanın nev’i ve kökü bir, insanlık cihetiyle ayni hâke sahip olmasına rağmen, biri efendi; biri bedevi; biri bilgin, biri cahil. İşte insanlar arasında görünen iki ayrı portre. Düne kadar cahillerin; bu gün enesi yüksek, bilginlerin zulmü…

Bu millet efendi, ağa ve beylerden kısmen kurtulmasına rağmen ne yazık ki; enesi yüksek, kendini bilgin zanneden “nâbilgin”lerden halen kurtulamadı. Maalesefdün cehaletten gelen istibdat; bu gün ilmin taassubu. Ne fark eder? Terazinin kefeleri ayrı olsa da; emtia ayni…

Yani zulüm nereden ve nasıl gelirse, zulümdür! İnsanları ayrıştırmak, bölmekte ayni zulüm, ayni hakaret değil mi? Bir ara şark yöresinden tanınmış bir aşiret mensubu ile karşılaştım, ona sordum: “Aile reisiniz, ağanız kim?”

Cevap: “ Efendim, ailemizde reis mi kalmış. Beş on kuruş parası olan “reis te, ağa da benim,” diyor. Dolayısıyla reis te, ağa da çok; aşiret yok” dedi. Yani şeyh var, mürit yok, misali…

Kültür ve geleneklerimizin gereği, sosyal hayatın tanzimi için, eskide her bir evin bile bir yöneticisi veya reisi vardı. Aşiretler, kabileler, cemiyetler de bu idari yöntemi önemsedikleri için, güçlerini bir şahıs üzerine bina ederek, aralarında reis veya ağa tayin ederlerdi. Hâkim bir kişiydi. Çağımız dünyasında artık idari sistemler, bir kişinin hâkimiyetinden çıkmıştır. Aileler, cemaatler ve hatta devletleri de şura temsil ediyor.

Bediüzzaman, Hal-ı hazır zamanımızı nazara alarak şöyle diyor: “Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhit idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve tâdil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassıs sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şuralar o ruhu temsil eder. Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şura-yı âliye-i ilmiyeden tevellüt eden bir şahs-ı manevî olmak gerektir. Ta ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taallûk eden noktalardan, sırat-ı müstakime sevk edebilsin. Yoksa fert dâhide olsa, cemaatin ferd-i manevîsine karşı Sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki, böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye maruz bırakıyor.” 3

Elbette cemaatleri temsil eden sözcü ve mümessiller olacaktır. Fakat bir mümessil tek başına hareket etme salahiyetinde olamaz. Cemaatiyle şirket-i a’mal-i uhreviye hükmünde tesanüt içinde olabilir. Şayet mümessil kendini bir lider konumunda görse ve kendi bildiğini dikta ederse, o zaman cemaatin tesanütü bozulur, kıymet zayi olur.

Her nedense geleneksel olarak eskiden beri şahıs üzerine odaklanan bir kültüre sahip olduğumuz için, pek kolay adapte olamadığımız şahs-ı maneviden ziyade, tek şahsın himayesine girerek sorumluluktan kaçıyoruz. Yani kişi diyoruz, kişiler diye bilseydik o zaman bütün insanların oluşturduğu bir topluluğu, yani şahs-i manevi kavramı meydana gelirdi.

Cemaatlerde de şahıs öne verildiği zaman, yanlışlıklar ve tartışmalar ortaya çıkıyor. Aslında şahıs olsa olsa temsilci ve sözcü olabilir. Karar mercii cemaatin seçmiş olduğu şahs-i manevi dediğimiz temsilciler heyetinin kararıdır. Şahs-i maneviye ye itimat etmek en önemli görev ve vazifedir.

Bediüzzaman, “….. Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası, ne kadar harika da olsalar, cemaatin şahs-ı mânevîsinden gelen dehasına karşı mağlûp düşebilir.” Demiştir. 4

Netice-i kelâm, Bediüzzamanın talebelerine önerdiği tavsiye şudur: “Aziz kardeşlerim, Evvel âhir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muhafaza; enâniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır.”5

Yâ Rabbi! Enaniyetten, benlikten, rekabetten, gururdan ve gösterişten bizleri muhafaza, a’malimizi rızan dâhilinde kabul eyle. Âmin…Âmin…Âmin..!

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

KAYNAKLAR:

1- Rahman süresi,23

2- A’râf, 7/189

3- Sünuhat

4- Emirdağ Lâhikası

5- On Üçüncü Şua