Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Toplum Olarak Empati’den Ne Kadar Yanayız?

Empati, genel anlamıyla bir insanın kendisini, karşısındaki insanın yerine koyarak olaylara onun bakış açısıyla bakması, onun duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlaması, duygularını hissetmesi ve bu anlayışını ona sözlü veya lisan-i hal ile yani beden diliyle anlatmasıdır.

Empati içtimai ve sosyal ilişkilerde de birçok kolaylıkları sağlanmasına yardımcı oluyor. Mesela, kişi muhatabını anlar, düşüncesinden ayrı olanı ötekileştirmeden barışçıl yollarla onu kazanır, problemlere çözüm yolları daha kolay olur, kendini onun yerine koyup akl-ı selim hareket eder, aralarındaki husumet; müspet hareketle ıslah edilir, iletişim kolaylaşır, dolayısıyla samimiyet, güven ve muhabbet artar.

Efendimiz (a.s.v.)  on beş asır önce Medine’ye yerleşince ilk iş olarak toplumsal uzlaşmayı, barış içinde birlikte yaşamayı, empati sağlamak amacıyla sözleşme hazırlar. Hadis-i şerifte de:“Sizden birisi kendisi için hoşlanıp istediğini kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olamaz.”(Buhari, İman, 1/9) Keza, “Komşusu açken tok yatan bizden değildir”  buyurmuş.

Empati, mana itibariyle anlaşılmış olduğu tahmin ediyorum. Bu anlamda gerek birey, gerekse toplum olarak ne kadar empatiden yana olduğumuzu kendimizi sorgulasak, herhalde empati ile ne kadar alakadar olduğumuzu çevremizde bulunan fakir ve yoksul insanlardan anlaşılmaktadır. Deme ki empati yapmakta bir eksiklik vardır.

Bu gün Türkiye’nin en yakın sınır komşusu, Müslüman ve bir cihette soydaşlarımız sayılan Suriye halkı, bir iç savaş mağduru haline gelmişler. Bu mağduriyetten dolayı memleketimize de iltica eden binlerce Suriye halkı vardır. Her ne kadar bunlara devlet yardım elini uzatmış ise de, yardımın kifayetsizliğinden, sokak ve caddelerde dilenenlere rastlanmaktadır. Tarihte misafirperver, civanmert ve erdem bilinen şanlı bir milletiz. Bu mağdur insanlara empati ile yaklaşmamız şanlı tarihimizi teyit etmiş olacağız.

Peygamber efendimiz, (a.s.m.) Müslüman Mekke halkı ile Medine’ye hicret ettiklerinde, başta Ensar ailesi olmak üzere Medine halkıyla birlikte birer, ikişer muhacirleri evlerine misafir eder, nafakalarını o mağdur kardeşleriyle paylaşırlar. İşte empati de, misafirperverlikte bu olsa gerek.

Empati, kişiler arasında karşılık beklemeden öteki olma becerisi olarak tarif edildiğine göre, her türlü sosyal ilişkilerde nasıl iyi niyet hâkim ise, şerefte de, o niyet hâkim olmalıdır. Örneğin: Kişi namusunu haysiyetini, şerefini ne kadar korumak istiyorsa; karşısındaki insanın da namusunu, haysiyetini ve şerefini o kadar korumakla mükelleftir. Bu konuda efendimiz (a.s.m.)’in, insanlık âlemine empati için verdiği mesaja bakalım.

Cüleybib adında bir genç sahabe, Hazreti Resulullah’a gelir, “Ey Allah’ın elçisi! Zina etmeme izin ver”

Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurur:  “Böyle bir şeyin senin annenle yapılmasını ister miydin?”

Sahabe: İstemezdim.

Resulullah (a.s.m.) Sorar: “Senin bir kızın olsaydı, ona böyle bir şey yapılmasını ister miydin?

Sahabe: İstemezdim.

Resulullah (a.s.m.) Sorar: Halanla veya teyzenle böyle bir şey yapılmasını ister miydin?”

Sahabe: Hayır, Ya Resulullah, istemezdim.

Resulullah (a.s.m.) Sorar: Kız kardeşinle ister miydin? Hayır, hayır, istemezdim!”

Allah’ın Resulü, Cüleybib’yi ikna eder. Ardından da elini bu gencin göğsüne koyar ve şöyle dua eder: “Allah’ım! Bunun günahını bağışla, kalbini temizle ve namusunu muhafaza et,”  buyurmuş.

Fahrülâlemin ve Habib-i Râbbülalemin Hazret-i Resul-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâmın varisi; asr-ı hazırın mebusu, Risale-i Nur’un müellifi Bediüzzaman, nadire-i cihan, hadim-i Kur’ân Said Nursi (r.a.) empatinin mahiyetini şöyle anlatıyor:

“Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir. Bu, fenâ fi’l-ihvân suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna tefânî denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani, kendi hissiyat-ı nefsaniyesini (nefsi hisleri, çıkarları) unutup, kardeşlerinin meziyetleri ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.
Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir (kardeşliktir). Peder ile evlât, şeyh ile mürid arasındaki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üssü’l-esası, samimî ihlâstır.” (Lem’alar)

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

13.04.2013

www.NurNet.org

NOT: Risale-i Nur tamamen Kur’an’ın malı olduğu için, başta tevhit, nübüvvet, haşir, şeriat ve adalet’ten bahseder. Bu umman denizinden, konumuz ile alakalı yirmi ikinci mektup, Lem’alar’dan yirmi ve yirmi birinci lem’alara müracaat edilebilir.

Toplumun Temelli Aile İse, O Zaman Aile Nere Gidiyor?

Türkiye İstatistik Kurumunun yayınladığı istatistiklere göre, 2013 yılında evlenen çiftlerin sayısı önceki yıla göre %0,6 azalarak 600 bin 138′e düşerken, boşanma sayısı bir önceki yıla göre %1,6 artarak 125 bin 305′e yükselmiş. En yüksek boşanma hızı binde 2.25 ile Ege Bölgesi, binde 2.08 oranıyla Batı Anadolu Bölgesi takip etmektedir.

Görüldüğü üzere evlilikler binde altı azalmış, boşanmalar ise binde on altı artmıştır. Boşanma oranlarının evlilik oranlarını üçe katlaması, anayasada “toplumun temeli” olarak nitelenen aile nereye gidiyor?” sorusuna gene toplum olarak cevap verilmesi gerekir.

Cenab-i Allah Kur’an’ı Kerim’de şöyle buyurur:”Kaynaşmanız için size kendi cinsinizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O’nun varlığının delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.” (Rûm, 21)

Yukarıda ki ayet’te belirtildiği üzere evlilik sosyal bir maslahattır.  İnsan varlığının devamı ve nesebin korunması ancak meşru bir evlilikle sağlanabilir. Çünkü evlilik hukuki bir akit ve sözleşmedir. Gelip geçici bir zevk değildir. Eşler arasında huzur, güven ve yakınlıktır. Dünyaya ait aile mutluluğu; ahiret’te de devam edeceğini Cenab-i Allah (cc) şöyle buyurur: “Onlar ve eşleri gölgeler altında tahtlara kurulurlar” (Yasin,56) işte bu ayet’te de anlaşıldığı üzere kadın-erkek beraberliğinin cennet’te de devam edeceğini müjdeliyor.

Bediüzzaman, evliliği şöyle izah ediyor:

“Saadetin esaslarından nikâh ise: Evet, insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden kalbine mukabil bir kalbin bulunmasıdır ki; her iki taraf, sevgilerini aşklarını, şevklerini mübadele etsinler ve lezâizde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yekdiğerine muavin ve yardımcı olsunlar. Evet, bir işte mütehayyir kalan veya bir şeye dalarak tefekkür eden adam –velev zihnen olsun- ister ki, birisi gelsin, kendisiyle o hayreti o tefekkürü paylaşsın.

Kalblerin en latifi, en şefiki kısm-ı sânî ile tâbir edilen kadın kalbidir. Fakat kadın ile ruhî imtizacı (geçimi) ikmal eden, kalbî ünsiyet ve ülfeti itmâm eden, sûrî ve zahirî arkadaşlığı samimîleştiren, kadının iffetiyle ahlâkseyyieden temiz ve pâk bulunması ve çirkin ârızalardan hâlî olmasıdır.” (İşaretü’l- i’caz, mukaddeme)

Evlilik dünyada huzur ve saadetin esası olduğu kadar; ahiret’te de daha güzel ve sonsuz bir beraberlik vardır. Bu nedenle evliliğin devam edebilmesi için eşler dünyada sevgi ve mutlulukta nasıl beraber iseler; gam ve kederde de beraber olsalar o zaman evlilik devam eder. Ne yazık ki, boşanmaların çoğuna bakıldığı zaman eşlerin birbirlerine tahammül göstermediklerinde, basit bahaneleri büyüterek, bu mukaddes yuvayı bozuyorlar.

Mevzu ile alakalı ibretli bir hadise:

Bir gün tanıdığım biri ile karşılaştım, üzgün bir durumunu görünce hal hatır sordum. Derinden bir iç çekmeye başladı, hasbıhalden sonra dedi ki: Evlenme çağına gelmiş bir kızım vardı, mizacı aileme ve terbiyemize uygun olmayan birisi oğlu için istekte bulundu, vermedim.

Kızım, ısrarla “baba, ben o kişiyle evlenmek istiyorum, sen ne karışıyorsun”, dedi. Ben de kızım bu çocuk sana uygun değil, sen inançlı namazlı niyazlı, aile terbiyesi görmüş, tahsilli birisisin. Evlenmek istediğin kişi ise tam tersine; sana uygun değil, seni bir sarhoşa vermekle, gönlüm razı olmaz, dedim.

Birkaç gün sonra bizden habersiz; nüfuz dairesine sevdiği kişi ile gider evlenme kaydını yapar, ondan sonra onunla kaçmasın mı? Durumdan haberdar olduğum zaman çok üzüldüm ne yapacağımı şaşırdım. Bu hareket İslam’a ve insanlığa da uygun olmadığı gibi; örf, âdet ve kültürümüze de uygun değildi, ne yapayım? Düşündüm, düşündüm arkadaş başa gelen çekilir, bu saatten sonra barış ve maslahat yolu ile meseleyi çözmek lazım, bu nedenle çocuğun babasını çağırdım, kızımı tekrar evime getir, ondan sonra gelin nişanınızı yapın  “hasbunallah” dedim.

Kızın nişanına müteakip düğününü de yaptık, iki sene sonra kızım evime geldi, “baba yüzüm sana karşı karadır, o sarhoşla evlenmekle hata yaptım. Her gün dayak, küfür artık bıktım, nereye kadar gidecek, boşanmaya karar verdim,” dedi. Kızım zamanında sana söyledim, beni dinlemedin, bari şimdi beni dinle, biraz idare et ne olur. “Baba, bir kere boşanmaya karar verdim,”dedi. Bu zamanda gençler için evlenmek kolay olduğu kadar boşanmak ta o kadar kolaydır. Genç yaşta, çocuğuyla ortada kaldılar. Ben de annesi de üzgünüz, ne yapalım? Üzülmemek elden değildir… Ancak sabır tavsiye edebildim.

İşte boşanmaların çoğuna bakılırsa yanlış ve aceleye getirilen evliliklerdir. Çünkü bu tür evliliklerin karar mercii ya sokaklar, ya otobüs durakları veya internetlerdir. Dolayısıyla evlilik sözleşme mahalli sokaklar olunca istikrarlı da olamıyor. Zaten bu tür evliliklerde, eşler arasında en ufak bir müsamaha da beklenilmez, ayrılmak istiyoruz dedikten sonra ayrılıyorlar. Ne ebeveynlerini ne de ortada kalan çocuklarını düşünmezler.

Hadis-i şerifte beyan edilmiş ki, evlilikte üç şey aranır: Güzellik, zenginlik ve dindarlıktır. Peygamberimiz(asm) dindar olanı önermiştir. Bu nedenle evlilik için denklik araştırması yapılırken en başta dinî yönden aranır. Dinî yönden dengiyle evlenememiş olanlar da, eşlerden hangisi daha dindarsa, diğeri onun dindarlığını taklide çalışmalıdır. Yoksa güzellik ve zenginlik için evlilik yapılıyorsa ikisi de geçicidir, zenginlik te, güzellik te bugün var yarın olmayabilir. 

Netice-i kelam, Toplumun temeli aile ise, o zaman aile nere gidiyor? Sorusuna, toplum olarak ta cevap vermemiz gerekir. Vaktiyle sahabelerin de bulunduğu bir ortamda, bir genç efendimizin huzuruna gelir; kebair bir günah işlemek arzusunda olduğunu söyler. Bunun üzerine Resulullah (asm) hiç kızmadan o genci yanına oturtur, nasihatte bulunur. Genç, o nasihatten sonra tövbekâr biri olur. Biz dahi toplum olarak gençlerimize yanlış evliliklerin beraberinde getirecekleri zararları; doğru evliliklerin fayda, önem ve ehemmiyetini anlatsak, o zaman boşanmalar da asgariye iner, toplum dahi bu manevi sorumluluktan kurtulmuş olur.

Evlenme ile ilgili doğru reçete ve doğru çözüm yolu Risalei Nur eserlerinden, Lem’alar kitabın yirmi dördüncü lem’asında vardır.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

07.04.2014

www.NurNet.org

Muhabbet Allah İçin İse, Muhabbet-i Meşrua Olur

Önce Allah’ı sevmek sonra Onun sevgisi ile insanları sevmek lazımdır. Onun sevgisi olmasa muhabbet sağlam olmaz. Çünkü dünyanın suri muhabbet ve sevgileri, aşılması zor perdelerdir. Mesela evlat, şan şöhret, mal, mülk, gurur, gençlik, şehvet vs… işte bu ve benzeri engeller Allah’a ulaşmak için birer manidirler.

Bediüzzaman Hazretleri muhabbetle ilgili şöyle buyurur: Mühim Bir Suâl: Diyorsunuz ki: “Muhabbet ihtiyârî değil. Hem, ihtiyac-ı fıtrîye binâen, leziz taamları ve meyveleri severim, peder ve vâlide ve evlâtlarımı severim, refîka-i hayatımı severim, dost ve ahbablarımı severim, enbiyâ ve evliyâyı severim, hayatımı, gençliğimi severim, baharı ve güzel şeyleri ve dünyayı severim. Nasıl bunları sevmeyeceğim? Nasıl bütün bu muhabbetleri Cenâb-ı Hakkın zât ve sıfat ve esmâsına verebilirim? Bu ne demektir?” 1

Üstad, konuyu dört nükte ile beyan etmiştir. İkinci nüktede şöyle diyor: “Tâdâd ettiğin sevdiklerini, sevme demiyoruz. Belki, onları Cenâb-ı Hakkın hesâbına ve Onun muhabbeti nâmına sev deriz.    …O muhabbet dahi Hakka aittir.”

Mesela hayat arkadaşı olan eşini, Cenab-ı Allah’ın sevimli, güzel ve hoş bir hediyesi olduğu cihetle sevmek ve muhabbet etmek lazımdır. Onun dış güzelliğine muhabbet bağladığın zaman, dış güzelliğin kaybıyla, yardıma en muhtaç olduğu zamanda, o gençlikteki muhabbeti görmez olur. Makbul insanları yani enbiyaları,  muhakkikin-i asfiya ve sıddıkinleri yani hazreti peygamberin çizgisinde yaşayan ve hakikatleri delilleriyle bilen ilim ve takva sahibi büyük zatları gene Onun namına sevmek, hem hayatı ve dünyayı dahi ahiret hesabına sevmek, hem gençliğin güzelliğini Onun şirin bir nimeti olduğu cihetle sevmektir. Dolayısıyla Allah’ın bütün nimetlerini güzel görüp şükür edilirse, muhabbet-i meşrua yani dine uygun sevgi olur.

Sevgiye esas üç önemli husus vardır.  Cemal, Kemal ve ihsan’dır. Bütün güzellikler, ikram ve ihsanların esası zat-ı zülcelal’in isim ve sıfatlarıdır. Bu nedenle Cenab-ı Allah’ı tahkiki imanla tanıyıp, tefekkür ile Ona muhabbetini verdikten sonra,  mahlûkları dahi Onun adına sevmiş olur. Cenab-i Allah, zatını bildirmek ve Ona zikir etmek üzere insana kalp vermiştir. Çünkü kalp mahal-i zikirdir.

“Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzura kavuşur.”2

Halık-i kerim, Ayet-ı kerim’de buyurduğu üzere, insanın kalbini tatmin edebilecek tek mahbub ancak Allah’tır.  Hazreti İbrahim (as)’in dediği gibi: “La uhubbül afilin” yani fani şeyleri sevmeye değmez. deyip, kalp ve gönül Allah’ın zikriyle meşgul etmek lazımdır.

Bediüzzaman konu ile alakalı ne güzel buyurmuş: “Sabıkan beyan edildiği gibi, ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve nefis hesabına olan muhabbetlerin, dünyada belâları, elemleri, meşakkatleri çoktur; safâları, lezzetleri, rahatları azdır. Meselâ şefkat, acz yüzünden elemli bir musibet olur. Muhabbet, firak yüzünden belâlı bir hırkat olur. Lezzet, zeval yüzünden zehirli bir şerbet olur. Âhirette ise, Cenâb-ı Hakkın hesabına olmadıkları için, ya faydasızdır veya azaptır (eğer harama girmişse).” 3

… Elhâsıl, dünyayı ve ondaki mahlûkatı mânâ-i harfiyle sev, mânâ-i ismiyle sevme; “Ne kadar güzel yapılmış” de, “Ne kadar güzeldir” deme. Ve kalbin bâtınına başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü bâtın-ı kalb âyine-i Sameddir ve Ona mahsustur. 4

Allah’ım, bize sevgini ve bizi sana yaklaştıracak şeylerin sevgisini nasip eyle. Âmin…

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

www.NurNet.org

1.4.2014

KAYNAK:

1–32. söz. 3.mevkıf (mühim bir sual), 2-Ra’d suresi:28, 3–32.söz.3.mevkıf 4.nükte, 4–3.nükte

LUGATEsma: İsimler, Sabıkan: Geçmiş, Firak: Ayrılık, Hırkat: Hararet, Mana-i harfi: Bir şeyin yaratıcısına bakan onu tarif eden ve tanıtan, Mana-i ismi: Bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan

Namaz Bir Şükür Vesilesidir

Dünya zıtlarıyla dolu hareket eden bir imtihan meydanıdır. Mesela, Cennet cehennem, hayır şer, güzel çirkin, kemal noksan, aydınlık karanlık, nur ateş, iman küfür, lütuf kahır, korku muhabbet, ayrılık kavuşma, ibadet isyan, namaz kılan kılmayan gibi zıtlar sıralanabilir. Zaten eşyanın kemalatı da zıtlar ile bilinir.

Namaz kılan ile kılmayanlar üzerinde durmak istiyorum. Namaz kılmayan bir Müslüman manen zarardadır, hüsrandadır, perişandır, pişmandır, muzdariptir vs… Bunun için fazla izahata gerek yok; namaz kılan ise bahtiyardır. Çünkü Rabbi ile müşerref, temiz ve paktır.(öyle olmalıdır)

Bediüzzaman,  “her mü’minin namazı, onun bir nevi miracı hükmündedir. Ve o huzura layık kelimeler ise Mirac-ı Ekber-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamda söylenen sözlerdir. Onları zikretmekle o kutsi sohbet tahattur edilir.” diyor. sözler

Namazın her bir hareketi ayrı birer ibadet ve ayrı birer manayı temsil ediyor. Bu nedenle namaz bütün ibadetlerin özeti ve hülasasıdır, denilebilir. Keza her bir hareketi ayrı ayrı mahlûkatın ibadetlerini de temsil ediyor. Örneğin Kıyam: Melek, ağaç ve bitkilerin ibadetlerine; Rükû: Hayvanların ibadetlerine; Secde: toprak ve taşların ibadetlerine işarettir. Namaz kılan farkında olsa da olmasa da…

Her iman sahibi mü’min namazın harekât ve rükünlerine fikrini bindirip, bir nevi Miraç ile kâinatı arkasına atıp, huzura kadar gider, namaz’da Cenab-i Allah(cc) ile hayalen muhabere eder. Fâtiha süresinde besmele ile başlayarak, şöyle bir akitte bulunur. Mealen, Ya Rabim! Rahman ve Rahimsin. Hamt, övme ve övülme âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Sen Rahman ve Rahimsin. Ceza günün sahibisin. Rabbimiz! Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız. Bize doğru yolu göster. Kendilerine lütuf ve ikramdan bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil! Âmin… diyoruz.

Cenab-i Allah’ın Rahman ve Rahim lütuflarına bakıldığı zaman kudret ve cömertliği ne güzel anlaşılıyor. Rahman, iyi olsun kötü olsun, mü’min olsun kâfir olsun, ayırım yapmadan dünyada nimetini herkese verir. Rahim ise ahirette nimetlerini sadece mü’minlere verir. Bu imtiyaz kendisine inananlara, ahirette özel bir muameledir.

Ceza günü, ahirette herkesin hesaba çekilip iyinin iyi, kötünün de kötü karşılık alacağı muhakeme günüdür. Kendilerine lütuf ve ihsanda bulunulan kimseler, peygamberler ve onların yolunda gidenlerdir. Doğru yoldan sapanların ve gazaba uğramışların değil, diye her namazda mü’min tekrar ede ede söz ve akitte bulunuyor.

Bediüzzaman,”Namazın manası, Cenab-ı Hakk’ı tesbih ve tazim ve şükürdür. Yani, celaline karşı kavlen ve fiilen “Sûbhanallah” deyip takdis etmek; hem kemaline karşı lâfzen ve amelen “Allahû Ekber” deyip tazim etmek; hem cemaline karşı kalben lisanen ve bedenen “Elhamdülillâh” deyip şükretmektir.”  demiştir.

Örnek vermek gerekirse: Tesbih’te, kavlen ve fiilen; tazim etmede, lafzen ve amelen; şükür etmede ise kalben ve bedenen ibadet etmektedir. Burada kavlen, lafzen, lisanen ayni manada; fiilen, amelen ve bedenen kelimeleri de ayni manada kullanmıştır. Bir kelimeyi, ayni manada olan birkaç değişik kelime ile ifade edilme mahareti ancak Risale-i Nur eserlerinde görülebilir. Bu da sadeleşme hıyanetine bir cevap olsa gerek.

Suphanallah: Cenab-i Allah’ın eksik ve nakıs sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatları ile muttasıf, kusursuz olduğuna işarettir. Namazda hem dil hem de fiil ile Allah’ı (cc) bütün kusur ve noksanlardan beri olduğunu söylemektir. Suphanallah kelimesi kavli; rükû, secde ve kıyam da fiili ibadettir.

Allahû Ekber: Allah sonsuz azamet ve büyüklüğe sahiptir. Âlimdir, ezel ve ebedi bilendir. Kadir’dir. Gücü her şeye yeter, Basir’dır: Her şeyi görür; Sami’dir, bütün sesleri işitir. Hatta kalpten henüz geçmeyeni bilir.

Elhamdülillah: Cenab-i Allah’ın bize bağışladığı bütün nimetlerine ve Cemali isimleriyle bize muamele etmesine karşı şükürdür. Taş, toprak, bitki, hayvan değil de insan olarak yaratılmamız. İnsan yaratıldıktan sonra da Karabet, Şemo, Xaço, Hans, Hesin gibi isimlerle değil; Ahmet, Muhammet, Mustafa, Abdullah, Abdullatif,  isimleriyle müşerref olmamız, bütün nimet ve muamelelerine karşı ne kadar şükür edersek gene de azdır.

Efendimiz Hazretleri namazı bir şükür vesilesi görmüştür. Nitekim Hazreti Aişe validemizden şöyle bir rivayet vardır:

Peygamberimiz (s.a.v.) geceleyin kalkıp ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Bunun üzerine ona: “Ya Resulallah! Senin geçmiş ve gelecek bütün hataların bağışlandığı hâlde niye böyle kendini yoruyorsun?” dedim.

Cevab: “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurdu. Buhari, Teheccüd 6,

Bediüzzaman, 1922’de Ankara Hükümet’i tarafından meclise ısrarla davet edilir. Mebusların çoğunun namaz kılmadığını görünce, namazın ve ibadetin önemini içeren bir konuşma yapar. Meclis başkanı M. Kemal bundan rahatsız olur.

Bediüzzaman, hiddetlenerek şöyle cevap verir:

 “ Paşa paşa! Kâinatta en büyük hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduttur.” der.

Risale-i Nur külliyatından, Sözler eserinde (dört, dokuz ve yirmi birinci sözler) namazın önem ve ehemmiyetine dair çok güzel açıklamalar var. İsteyen bu kıymetli eserlere müracaat edebilir.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır
25.03.2014

www.NurNet.org

Asrın Dahisi Bediüzzaman Hazretlerinin Vefatı

Asrın Dâhisi, Risale-i Nur’un Müellifi, Bediüzzaman Hazretlerinin Vefatı

Bediüzzaman Said Nursî, 1878’de Bitlis’in Hizan ilçesinin Nurs köyünde doğmuş, ilk eğitimini küçük yaşta ağabeyi Molla Abdullah’tan almış. Tağ köyündeki medresede sarf ve nahiv kitaplarını “İzhar”a kadar okudu, daha sonra Doğubayazıt’ta bulunan Şeyh Mehmet Celâlî’nin medresesinde üç ay süren bir eğitim görür. İcazetini on dört yaşında iken alır.

Doğudaki ilim merkezlerini tek tek dolaşan Said Nursi Hazretleri, o dönemin medrese âlimleri arasında ilmî münazaralara katılır. Şarktaki âlimlerin karşısında rüştünü ispatlayan Said Nursî, genç yaşta ulaştığı ilim seviyesi herkesi hayrete düşürür. Zamanın âlimleri ona “Bediüzzaman” (zamanın eşsizi) unvanı takarlar.

Bediüzzaman, üç devir görmüş: Meşrutiyet, İttihat ve terakki, Cumhuriyet.

1878 den 1916 ya kadar gençlik hayatı. (mutlakıyet ve meşrutiyet dönemi)

1916–1923  “Eski Said” dönemi.(Risale-i Nur’a yoğunlaştığı dönem)

1923–1949 Risale-i Nur’un telif dönemi ve “Yeni Said” dönemi. (istibdad dönemi)

1949–1960 “üçüncü Said” dönemi.

“Her asır başında hadisçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri, emr-i dinde mübtedi’ değil, müttebi’dirler. Yani, kendilerinden ve yeniden birşey ihdâs etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esâsât ve ahkâm-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (a.s.m.) harfiyen ittibâ yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı ref’ ve iptal ve dine vaki tecavüzleri red ve imhâ ve evâmir-i Rabbâniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlâhiyenin şerâfet ve ulviyetini izhar ve ilân ederler. Ancak tavr-ı esâsîyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden, yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni iknâ usulleriyle ve yeni tevcihât ve tafsilât ile ifâ-i vazife ederler.” (Şuâlar, s. 563.)

Müceddidliğin bu tarifi ışığında, Risale-i Nur’u inceleyen müdakik bir kimse, külliyatın 6 bin sayfasından Müceddidin mührünü görecektir.

Bediüzzaman kendini yenileyen bir müceddid’dir. Eski Said, Yeni Said ve üçüncü Said tabirleri, hayat devrelerini tekâmül seyri olarak görmek lazımdır. Örneğin: ilk hayat devresi olan Eski Said, sonraki hayatı için bir hazırlık zamanı (mukaddemat-ı ihzariye) mahiyetindedir. Keza diğer iki devrelerde ayni.

Mesela, gençlik döneminde Miran aşiret reisi Mustafa Paşayı, yöre halkına yaptığı baskı ve zorbalıktan vazgeçirmek için Cizre’ye, sosyal faaliyetleri takip etmek ve içinde bulunmak üzere 1894 yılında Mardin’e gider. Böylece cesaret ve ilmi sahadaki yeri belli olur. Hata sosyal faaliyetlerini hazım edemeyen ve rahatsız olan Mardin Valisi, onu Birtlis’e sürgün eder.  Kaderin cilvesi adeta sürgün hayatı Mardin’den başlar…

Bediüzzaman’ın ilmî vukufiyeti ve farklı kişiliği, Bitlis Valisi Ömer Paşa’nın dikkatini çeker. Ömer Paşa Bediüzzaman’a vilâyet konağında kalmasını arzu eder. Bitlis vilâyet konağında geçirdiği iki yıl müdetinde, din ilimlerine olduğu kadar fen ilimlerine de vakıf olur.

Bediüzzaman, davet üzerine Van’a gider, 10 yıl kadar kalır. Osmanlı toplumunun içinde bulunduğu sıkıntıların aşılmasında eğitime çok önemli bir rol düştüğü fark eden Bediüzzaman, medreselerde din ilimleriyle birlikte müspet ilimlerin de okutulması gerektiğini düşünür. İşte o zamandan itibaren zihninde, “üniversite projesi”  “Medresetüzzehra” teşekkül eder.

Said Nursi Hazretleri gibi bir ulemanın, Van’ın çok yetersiz kaldığını düşünen Osmanlı paşası Van Valisi Tahir Paşa, İstanbul’a gitmesi için teşvik eder, nihayet Bediüzzaman, 1907 yılının sonlarında İstanbul’a gitmeye karar verir.  Niyeti, fen ilimleriyle din ilimlerinin beraber okutulacağı, idealindeki üniversite düşüncesini hükümete iletmekti. Van valisi Tahir Paşa’nın, Sultan Abdülhamid’e yazdığı referans mektubu ile İstanbul’a gider, yaptığı müracaat ve görüşmelerde umduğunu bulamayan bediüzzaman, birçok meşakkatlerden sonra tekrar Van’a döner.

1915’te 1. Dünya harbine, doğu cephesi gönüllü alay komutanı olarak savaşa katılır. Savaş esnasında ayağında aldığı yara neticesinde 2,5 yıl Rusya’da esir kalır. 1917’deki Bolşevik İhtilali esnasındaki kargaşadan yararlanarak firar eder. 1918’de İstanbul’a gelir. Osmanlı’nın en üst düzey dinî danışma merkezi olan Dar-ül Hikmet-il İslamiyye’de arkadaşlarının ısrarı üzerine görev alır. İngilizlerin İstanbul’u işgali yıllarında onların aleyhinde Hutuvat-ı Sitte adıyla risaleyi neşreder.

Bediüzzaman, 1922’de Ankara Hükümet’i tarafından meclise ısrarla davet edilir. Mebusların çoğunun namaz kılmadığını gören Bediüzzaman, namazın ve ibadetin önemini içeren bir konuşma yapar. Meclis başkanı M. Kemal bundan rahatsız olur.

Bediüzzaman, hiddetlenerek şöyle cevap verir:

 “ Paşa paşa! Kâinatta en büyük hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduttur.” der.

M. Kemal tarafından kendisine teklif edilen şark umum vaizliği, mebusluk ve daha birçok cazip teklifleri reddederek 17 Nisan 1923’te Van’a döner.

1925 yılında Van’da eğitim faaliyetlerinde bulunurken, o sırada meydana gelen Şeyh Said hareketi sebebiyle, bu harekete karşı çıktığı halde tedbir olarak önce Burdur’a, ardından 1926 yılında Isparta ve Barla’ya gönderilir. Barla’da 9 yıl kaldığı süre içerisinde Risale-i Nur eserlerinin çoğunu burada yazar. Hizmet-i Kur’an’iyeden rahatsız olan zamanın hükümeti Bediüzzaman’ı 1934 yılının yaz aylarında Isparta’nın merkezine getirilir. 20 Nisan 1935’te oturduğu evde arama yapılır, kitaplarına el konur. Hakkında soruşturma başlatılarak Eskişehir hapishanesine 120 talebesiyle gönderilir. Eskişehir ağır ceza mahkemesinin 19 Ağustos 1935’te verdiği kararla 11 ay hapis ile birlikte Kastamonu’da mecburi ikamete tabi tutulur.

20 Eylül 1943’te Isparta savcısından gelen talimat üzerine tutuklanır ve Isparta’ya gönderilir. Risale-i Nur ile ilgili davaların Denizli’deki dava ile birleştirilmesi kararının alınmasıyla 25 Ekim 1943’te Denizli’ye sevk edilir. 15 Haziran 1944 günü mahkemenin beraat ve tahliye kararına rağmen zamanın hükümeti Afyon’un Emirdağ ilçesine mecburi ikametini emreder. 17 Ocak 1948 günü evinden alınarak Afyon hapishanesine gönderilir. 16 Aralık 1948’de mahkeme, 20 ay ağır hapis cezasına hükmeder.

Karar daha sonra temyiz edilir ve Yargıtay kararı Bediuzzaman’ın lehine bozar. Yargıtay’ın beraat kararına rağmen Afyon ağır caza mahkemesi yargılanmayı uzatarak 20 aylık sürenin hapiste geçmesini sağlar. 20 Eylül 1949’da serbest bırakılır. Ancak Ankara’dan gelen emirle Afyon’da mecburi ikamete tabi tutulur. En son,1952’de gençlik rehberi için İstanbul’da açılan davaya katılarak beraat kararı ile son bulur.

27 yıllık sürgün hayatının önemli kısmı ceza evlerinde geçen Bediüzzaman’a 19 defa zehir verilmesine rağmen en ağır şartlar altında 6000 sayfa, yani yüz otuz risaleyi, yirmi üç sene de tamamlar. Din-i Hak olan İslâmiyet’i ve âlem-i insaniyetin hidayet güneşi olan Kur’an’ın mucizeliğini bütün dünya efkârı muvacehesinde ve bütün fikir ve felsefe sahasında cerhedilmez kat’î deliller göstererek ispat etmiştir.

1950’de çok partili hayata geçildiğinde hürriyet ve demokrasi genişledi. Bediüzzaman, bu dönemde eserlerini matbaalarda bastırdı. 2 Aralık 1959’da Ankara’ya yaptığı ziyaret artık Bediüzzaman’ın veda seyahatlerinin başladığı dönemdir. Ankara, Emirdağ, Konya, Isparta, İstanbul seyahatlerinde bulunur, talebeleriyle görüşür.

En son 31 Aralık 1959 günü Ankara’ya gider. Ancak, bu defaki gelişi basında tartışmalara yol açar. Demokrat Partili milletvekillerinin kendisini davet ettiği yönünde asılsız haberler yayınlanır.  Ertesi gün İstanbul’a hareket eder. İstanbul’da bir gece kalarak talebeleriyle görüşüp vedalaşır. 3 Ocak 1960 gününün akşamı tekrar Ankara’ya gitmek üzere İstanbul’dan ayrılır. Ankara’da, Beyrut Palas Oteli’nde kalır. Ertesi gün talebeleriyle görüşür ve son dersini yapar. “Vasiyetnamem Hükmündedir” dediği son dersinde Bediüzzaman; kendi hayatından, sahabelerden ve Resulullahın (a.s.m.) hayatından örnekler vererek, talebelerine istikametten ayrılmamalarını, müspet hareket etmelerini, iman hizmetine ihlâsla devam ederek asayişi muhafaza etmelerini tavsiye eder.

6 Ocak 1960 günü Konya’ya, oradan da Emirdağ’a, 11 Ocak’ta gene Ankara’ya gitmek için yola çıkar. Ancak bu kez Bediüzzaman’nin şehir merkezine girişi polis tarafından engellenir. Ankara’ya girmesi engellenen Bediüzzaman, Emirdağ’a geri döner. Buradaki bir haftalık ikametinden sonra 20 Ocak günü Isparta’ya döner.

Bediüzzaman ağır hasta, 19 Mart 1960 tarihinde yanındaki talebelerine Ş.Urfa’ya gitmek istediğini söyler. 82 yaşındaki Bediüzzaman ağır hasta haliyle yola çıkar. 20 Mart’ta yağmurlu bir havada başlayan bu yolculuk, onun son yolculuğuydu. 21 Mart günü Ş.Urfa’da, İpek Palas Oteli’ne ikameti sağlanır. Bu arada otele gelen polisler, İçişleri Bakanı’nın emriyle derhal Isparta’ya geri dönmeleri gerektiğini tebliğ ederler. Bunu duyan Ş.Urfa halkı otelin önünde toplanır ve gitmesine razı olmazlar. Bu baskı sürerken asrın dahisi, Risale-i Nur’un müellifi, Bediüzzaman hazretleri 23 Mart 1960 günü, 27 numaralı odada sabaha karşı vefat eder.

Büyük bir kalabalıkla kılınan cenaze namazından sonra Bediüzzaman’ın naaşı Halilürrahman Dergâhı’nda defnedilir. Kaderin cilvesi iki ay sonra 27 Mayıs 1960 ihtilali olur. İhtilal komitesi tarafından, Bediüzzaman’ın kabri nakledilmesine karar verilir. 12 Temmuz 1960 gecesi Ş.Urfa’daki mezarını kırdırarak naaşı askeri bir uçakla, Afyon askeri havaalanına indirilir. Bir iki talebesi dışında bilinmeyen bir mezara defnedilir. Hayatta iken O’nun varlığını istemeyenler, vefatından sonra da rahat bırakmamışlar. Allah Rahmet etsin. Âmin…

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

18.3.2014

 www.NurNet.org