Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Sahi Nedir Hoş Görü?

Hoşgörü ve bağışlama insanı yücelten güzel sıfatlardır. Dünyada barışın en etkin rolü üstlenen hoşgörü, bağışlama, sevgi ve merhamettir. Peygamberimiz (a.s.m.) o kadar hoşgörü ve merhametliydi ki kendisine en ağır hakareti yapanları bile affederdi. İşte İnsanlıkta, ahlakta ve tüm yaşayışında örnek misal bir rehber…

Efendimiz hoşgörü ile ilgili ne güzel söylemiş:’Sana zulmedeni affet. Sana küsene git, sana kötülük yapana iyilik yap, aleyhine de olsa hakkı söyle.’’ 1 Keza, “Mü’min kişi, diğer mü’mine karşı duvar gibidir. Birbirlerini takviye eder.’’ 2 Mü’minler, bir Şahs-i manevi gibi birbirlerine kenetlenerek kuvvette, düşüncede, maddi ve maneviyatta birleşerek, büyük bir gücü ittifakla sağlarlar.

Bediüzzaman, bu konuya şöyle bir açıklık getirmiştir: “Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası ne kadar harika da olsalar, cemaatin, şahs-ı manevisinden gelen dehasına karşı mağlup düşebilir.” 3

Üstad, bu asırda yapılan bütün hücumlara karşı ancak cemaatin şahs-ı manevinin dayanabileceğini dikkatlere sunmuş. Mü’minler arasında birlik ve beraberliğinin sağlanmasını aşağıda manidar bir örnekle izah etmiş:

 Nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkid etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalp ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder.”, “Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkid edip, sa’ye şevkini kırıp atalete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umûmî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakiki bir tesanüt, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler.”diyor. 4

Efendimiz (a.s.m.)’in hoş görü ile ilgili bir hadis-i şerifinde:’Kolaylaştırın, güçleştirmeyin, müjdeleyin, nefret ettirmeyin, birbirinizle iyi geçinin, ihtilafa düşmeyin’’ 5 diyor. Görüldüğü üzere İslam dini, insanlar arasındaki kin ve düşmanlık duygularının kaldırılmasını, barış ve uzlaşıyı, güler yüzlü, hoşgörüyü, merhameti öne almaktadır. Kaba, kırıcı kin ve nefretten uzak kalmayı emreder.

Hazreti Peygamberimiz (a.s.m.)’in 1400 sene önce insanlığa verdiği manidar bir mesaj:

“ Ey insanlar dikkat ediniz! Rabbiniz tektir. Arabın, arab olmayana, arab olmayanın arab’a, siyahın kırmızıya, kırmızının siyaha, takvadan öte, hiçbir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz Allah’u Teala (c.c) katında en üstünüz, Allah’u Teala’dan en çok korkanınızdır.’’ buyurmuş.6

Efendimiz (a.s.m.),  Cenab-i Allah’ın vahit ve Ehad olduğuna, ulûhiyette insanların o’na ibadet etmelerini, kendi aralarında da maslahatta ve takvada üstün gayrette bulunmaları vurgu yapmıştır. Hiç kimse kendi güç ve kuvvetine dayanarak başkası üzerinde üstünlük tasarlayamaz. Çünkü üstünlük tasarlama hakkı yoktur ve olamaz da. Allah nezdinde ancak üstünlük takvadadır.

İşte Kadir-i Hakkim, şöyle buyurur: Biz insanları kavim kavim yarattık ki birbirlerini tanısınlar diye. Muhakkak Allah katında üstünlük takva iledir.”7

İnsanların kavim kavim yaratılma hikmeti, birbirlerini tanımaları içindir. Yoksa kavimlerin, kabilelerin, aşiretlerin, cemaatlerin menfi hareketlerde bulunmaları ve kaba güçlerini birbirleri üzerinde tatbik etmeleri için, değildir. Bu günkü menfi milliyetçilik ve unsuriyetçilik fikri dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de vardır. Oysa Türkiye’nin kültür zenginliğini gösteren değişik milletin teşekkül ettiği mozaiktir. Bu zenginliği kardeşlik bağları ile pekiştirerek bir şahs-i manevi gibi kuvvette, düşüncede, maddi ve maneviyatta pek çok birlikleri birleştirerek insanlığa yardımcı olabilecek büyük bir gücü sağlamaktır.

Maalesef, 1870’li yıllardan başlayarak 1920’lere kadar içimizde aktif çalışan Fransızlar ile İngilizlerin sinsi ajanları; milletimizin arasına nifak koymakla meşgul olmuşlar. Bir yönde Kürtleri, diğer yönde Ermenileri, bir diğer yönde dindar vatandaşları kışkırtarak, insanlık dışı emellerini, isyanlarla organize etmişler. Ne yazık ki, bugün bile çektiğimiz sancılar, o günlerden kalma nifak tohumun pis kokularıdır.

Cumhuriyete geçiş döneminde de, devlet halkın üzerinde kurduğu kaba güç, istibdat, tahakküm ve hâkimiyet; din ve dindarlara yapılan zulüm ve baskılar, vatandaşları tamamen ayrışmalara ve devlete karşı güvensizliğe itmiştir. Halen derin devlet mi, devlet mi derin? Kuşkuları devam ediyor. Son zamanlarda, balyoz, Ergenekon, paralel devlet, dikey devlet, yatay devlet vs. hepsi de 140 seneden beri Fransızların ve İngilizlerin pazarından kalma kokuşmuş, nifak ürünüdür. Öyle bir hale getirmişler ki: Ne devlet vatandaşına ne de vatandaş devletine güvenmiyor, dolayısıyla bu güvensizlik, pusudaki köpeklere de açık kapı oluyor.

Pusuda beklenen hainlere meydan vermemek için; devlet de, millet de birbirlerine güvenmeli ve itidal ile hareket etmeli, başta devlet dindarlara saygılı olmalıdır. Mevzuumuzla alakalı Bediüzzaman şöyle buyurur: “Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhyâ-yı din ile olur şu milletin ihyâsı. İslâm bunu anladı.”9Toplum olarak ne zaman İslamiyet’te tam yapışmışsak terakki edip, hem madden hem manen yükselmişiz. Ne zaman da İslamiyet’ten uzaklaşmışsak perişan olmuşuz. Hali âlem buna şahittir. Demek bizim hayat bulmamız din iledir.

Ayrıca, Türk- Kürt halkı ile ilgili gündemdeki mes’ele bir çözümsüzlük gibi algılayanlara da şunu söylemek istiyorum: Bin yıldan beri her iki millet beraber yaşamış, adeta et kemik gibi birbirlerinin tamamlayıcısı olmuşlar. Bu birlikteliği kimse bozamaz.

Bediüzzaman, Türk ve Kürtler için ne güzel demiş: “Türkler bizim aklımız, biz (Kürtler) de onların kuvveti. Mecmuuz bir insan oluruz.” Dünya’da Türk’ün dostu, Kürt’ten başka; Kürt’ün de dostu, Türk’ten başka yoktur. Artık Arap kışı geride kaldı; baharın hoş görü gülleri açılmış, koklamaya ve teneffüs etmeye hazır…

Benden de; umman denizinden bir katre,’’anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az.’’ misali… Dünyada barışın en etkin rolü üstlenen hoşgörü, sevgi, saygı ve merhamet şiarımız olsun… Sevgi ve saygılarımla…

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

02.05.2014

www.NurNet.org

Kaynaklar

1 -Kütüb-i sitte

2- Nesai kutub-ı sitte, 2.cilt.

3- Emirdağ lah. Say.70

4-Lem’alar, s: 222

5-Hz.said ebu bedre

6-Mesned-i Ahmet hanbel,5/411

7-Hucürat  suresi 13. Ayet

9-Sözler, Lemaât, s. 1166

Adetlerimiz Sünnete Uygun İse İbadet Olur

Peygamberimiz (asm)’in konuştuğu, yaptığı hal ve hareketlerinin tamamına sünnet diyoruz. O’nun söz, hal ve tavırları sosyal hayatımıza yön veren bir yaşam biçimidir. Sözler Efendimize ait olunca mü’minler arasında teveccüh ve teslimiyet vardır. Cenab-i Allah şöyle emrediyor: “De ki, Allahı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayan ve esirgeyendir.” (Al-i İmran Suresi,31) Keza,  “Kim Resule itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa,80 )

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz, Allah’ın sevdiği ve razı olduğu mümtaz bir şahsiyettir. O’na uymayan Allah sevgisinden de uzak kalır. Sadece ayetle amel ederek sünnetten yüz çevirenler, Allah’ın sevdiği o mahbubuna sırt çevirmiş olurlar.

Zaman zaman meslek ve meşrepleri ne olduğu bilinmeyen bazı bid’a ehli ortaya çıkıyor. Bilerek veya bilmeyerek “Kur’an gibi, Allah’ın bir kelamı varken; vefat etmiş peygamberlere, evliya ve müçtehitlere; hadis ve sünnetlere ihtiyaç yok,” diyorlar. Oysa Kur’an’ı anlamaktan maksat, yaşamak ve yaşatmaktır. Örneğin: Ben Allah’ımı da, Kur’an’mı da, Bediüzzaman hazretleri gibi bir müceddid vasıtasıyla hakkalyakin derecede tanımışım, yoksa büyüklerimden nakli olarak aldığım bilgi ile kalacaktım. O zaman ben Bediüzzaman’ı nasıl sevmeyeyim.“dar düşünceler, dar görüşler…” Veyl (yazıklar) o kimseye ki, sünnet-i seniyeyi takdir etmeyip bid’alara giriyor.

O’ Yüce Peygamber (a.s.m.)’in mahiyetini bizzat Kur’an ayetlerinden dinleyelim:

“Peygamber size neyi verdiyse onu alın Ve size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun, çünkü Allah’ın azabı çetindir.” (Haşir,7)  “O’ kendiliğinden konuşmaz. O’nun konuşması ancak indirilen bir vahiy iledir.” (Necm,3-4)

Bediüzzaman diyor ki: “ sünnet-i seniye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın. Resul-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm: “Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş.” Keza, “Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük (yapışsa) etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanır,” buyurmuş.

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyesinin menbaı üçtür: Akvali, ef’ali, ahvalidir.

 Akval: Peygamber Efendimiz (asm)’in kavil ve sözleridir.

 Ef’al: Peygamber Efendimiz (asm)’in  fiil ve davranışlarıdır.

Ahval: Peygamber Efendimiz (asm)’in hâl ve durumlarıdır. Yani lisan-i hal ile durumu ifade etmektir.

Feraiz, nevafil ve âdat-ı hasene, bunlar da sünnetin hükümleri ifade ediyor. Farz, terk edilmesi haram olan sünnetlerdir ki beş vakit namaz hem farz hem de sünnettir. Nafile ise, farz ve vacip dışında kalan ibadetler anlaşılır. Namazların sünnetleri nafile ibadet gurubuna girdiği gibi, kuşluk namazı, tahiyye-i mescit namazı, evvabin namazı, gece namazı gibi nafile ibadetler vardır.

Âdât-ı hasene ise, Allah Resulünün (asm) yeme, içme ve oturma gibi işleridir. Her bir fiili insanlara birer güzel örnektir. Bir mü’min, âdet olarak her gün yaptığı işleri, Allah Resülünün (asm) yaptığı şekilde yaparsa,  “adatını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevaptar yapabilir.”  Hem dünya hem ahireti mamur olur. Zaten sünnetin asıl hedefi; “huzur-u İlahiyi temin etmek ve ömür sermayesini ibadete dönüştürmektir.”

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

www.NurNet.org

22.04.2014

Hoş Geldin, Ya Hatem-ül Enbiya!

İnsanlığın kurtuluşu için gönderilen en son ve en büyük peygamber, Hatemü’l Enbiya Hz. Muhammed (s.a.v.) 571 yılında kameri aylardan rebiü’l-evvel ayının 12. gecesi doğmuştur. Bu mübarek geceye “Mevlit Kandili” denir. 20 Nisan 2014 Pazarı Pazartesi gününe bağlayan gece, mevlit kandilidir.

Cenab-i Allah (cc) Kur’an’ı Kerimde şöyle buyurur:  “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” 1 “Bütün dinlere üstün kılmak üzere Resulünü hidayet ve hak din ile gönderen o’dur. Buna şahit olarak Allah yeter. Muhammed Allah’ın Resulüdür.”2 “De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınız bağışlasın.” 3

Bediüzzaman Hazretleri, O’ Reisü’l Enbiya ve evliya için şöyle buyurmuş: “Cenab-i Allah (cc) bilerek ve hikmetle tasarruf ediyor.”madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette zişuur ve zifikir ve konuşması bilenlerle konuşacak. Madem zifikirle konuşacak; elbette zişuur içinde en cemiyetli ve şuuru külli olan neviyle konuşacaktır. Madem insan neviyle konuşacak; elbette insanlar içinde kabil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak… “Ben, şu kâinat Hâlıkının mebusuyum. Delilim de şudur ki: Müstemir âdetini, benim dua ve iltimasımla değiştirecek. İşte, parmaklarıma bakınız, beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor. Kamere bakınız, bir parmağımın işaretiyle iki parça ediyor. Şu ağaca bakınız, beni tasdik için yanıma geliyor, şahadet ediyor. Şu bir parça taama bakınız, iki üç adama ancak kâfi geldiği halde, işte iki yüz, üç yüz adamı tok ediyor.” 4

İşte, İnsanlığın akıl ve kalbinde yer alan “Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?” sorularının cevaplarını çözecek ve kâinatın sahibini ilan ve ispat edecek bir zat lazımdır. O’ zat ancak Muhammed (a.s.m.) gibi bir zat olacak ki sadece insanlar üzerinde değil; belki cansız varlıklar üzerinde de yansıması tezahür edecek.

Hz. Muhammed (a.s.m.) parmağı ile ay’ı ikiye bölmesi,  hayvan ve ağaçların O’nu tasdik etmesi, parmaklarında beş musluklu bir çeşme gibi suyun akıttırması değişmez bir ilahi adet iken, O’ habibi için değiştirmiş, O’nu önceki nebiler gibi bir kavme, bir bölgeye veya bir kıta’ya nebi olarak göndermemiş,  bütün kavim ve kıtalara, hatta bütün insanlara rahmet için göndermiştir. O’ Resuldür, O’ Hatemül Enbiyadır. O’ Seyidül Enbiya ve Evliyadır. O’ bütün varlıkların mebusudur. Çünkü sahibul miraçtır. Bütün âlemi geride bırakıp Kab-i Kavseyne yükselen, Cenab-i Zülcelâlın cemalini gören, bütün âlemin tehiyelerini mebusluk sıfatıyla, hikmetlerle dolu adeta dört zarfı selam yerine Allah’a takdim edendir.

İşte, Mebusluk şanına yakışır o beyan-ı mübarek: “Ettahiyatu, Elmubarekatu, Essalâvatu, Ettayyibatu” dur. Bütün tahiyyeler, bütün mübarekler, bütün salâvat ve dualar ve bütün kelimat-i Tayyibe Allah’a mahsustur. 5

Ettahiyyatu: Bütün zihayatların insan, cin, melek ve hayvanların yaptıkları ibadetleri sana takdim ediyorum.

Elmübarekatu: Bütün tohumların, çekirdeklerin kudretinle toprak altından çıkıp lisan-i halleri ile yaptıkları duaları sana takdim ediyorum.

Essalavatu: Bütün zişuurların insan, cin ve meleklerin yaptıkları makul dualarını sana takdim ediyorum.

Ettayyibatu: Bütün temiz ruhların enbiya, evliya, şüheda, Salihlerin, meleklerin yaptıkları ibadetleri sana takdim ediyorum.

Cenab-i Hak, lisan-ı hikmetle: O’ Hatemü’l Enbiyaya amirane “selam” etmiş,  melekler de bu Müşahedeye “ Allah’tan başka ilah yok, Muhammed O’nun Resulüdür” diyerek şahadet etmişler, işte peygamberimizin mebusluk payesi böylece ispat ve ilan edilmiş, risalet mertebesine yükselen ve Haktan halka o görevle gelen efendimiz, insanlara ve cinlere İlahi emir ve talimi ulaştırmaya memur kılınmıştır. Hoş geldin, Ya Hatemü’l -Enbiya!..

Ya Rabbi!  Sevgili Peygamberimizin insanlık için getirdiği güzellikleri hayatımızda tatbik etmeyi nasip et, Mevlit kandili’nin bütün İslam âlemine ve insanların huzuruna vesile olmasını rahmetinden niyaz ediyorum.

Rüstem Garzanlı /DİYARBAKIR
17.04.2014

www.NurNet.org

KAYNAK

1- Enbiya, 1

2-Fetih süresi, 28,29,

3-Ali-İmran,31

4-Mektubat 19. Mektup

O’ Nur (asm) Âlemlere Onurdur!

“Onur,” kısa olarak kişisel değer ve şeref olarak değerlendirilebilir. Bu şeref ve kıymetin insanlık tarihinde eşref-i mahlûkat olan Peygamberimize (asm) ve dolayısıyla insanlığa mahsustur. Çünkü İnsan yaratılış itibariyle “onur”lu bir varlıktır. Yaratılışların en saygını da insandır.

Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye’de:”Eğer o âlem-i kebîr, bir şecere (ağaç) tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur…” demiştir.

Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (asm) onur hakkında şöyle demiş: “ Onur,” hakikati söylemektir.  Nefreti basmaktır, hürriyet umurunda çaba göstermektir, başkalarını kendine eşit görmektir, başkasının da hakkını müdafaa edebilmektir, büyüklere hürmet etmektir, insanlarla iyi münasebetleri devam etmek ve ettirmektir, kibirli olmamak ve mağrurane dolaşmaktır.”

Allah (cc) bir hadis-i kutside buyurur ki: “Ben gizli bir hazine idim; görmek, görünmek ve bilinmek istedim; âlemi yarattım”  Yarattığı on sekiz bin âlem içerisinde en kıymettarı şüphesiz insandır. Hadis-i kutside söz edilen gizli sırları keşfederek manalarını çözen varlık elbette şuur, akıl ve fikir sahibi olan insandır. İşte bu muhteşem kapalı âlemler, sırlar ve hazineler insanla değer kazanıyor.

Cenab-i Allah (cc) insana verdiği akıl ve şuur ile kapalı hazinelerini bildirmiştir. İnsan,  sirat-i müstakim üzere hareket ettiği müddetçe hem dünyası hem de ahireti mamur olur. Maalesef, bugün dünya üzerinde çıkan kargaşa ve anlaşmazlıkların çoğu sırat-i müstakimden ayrılarak bencillik ve sömürgeciliği hedef seçen güçlü insanlar zayıfı ezmeye çalışmaktadır.

Bediüzzaman,  konu ile alakalı şöyle diyor: “ben tok olayım başkası açlıktan ölse banana”  burada faiz kurumlarının insanlığa verdiği zarar üzerinde durmaktadır. Yani, “sen çalış, ben yiyeyim” prensibi ağır bastığı için, halkı kine, hasede, çatışmaya sevk ediyor, dolayısıyla insanlar arasına da fitne, fesat, dengesizlik, bozgunculuk ve çatışma giderek artıyor. Aslında bugün dünyada her ne kadar bilimsel ve teknolojik anlamda bir ilerleme görünüyorsa da; Ne yazık ki, insanın onurunu muhafaza ve yüceltmeye yönelik ilerleme ve çaba pek görünmüyor. Eğer bir memlekette aç insan varsa, vatandaş arasında ayrımcılık, ötekileştirme, menfi milliyetçilik ve ırkçılık varsa, hor görme ve işkence varsa, binlerce insan öldürülüyorsa, bu toplumun eksikliğidir, rahatsız olan “onur”, toplumun onurudur.

Bugün açık saçık yarı çıplak kızlar, erkeklerle parklarda, sokaklarda ve caddelerde sabahlara kadar başıboş, rezalet içinde dolaşıyorlarsa, çöplük ve cami avlularına bebekler terk ediliyorsa,  bu da  toplumun eksikliği ve onurudur… Bugün kendi mahallesinde ve sokağında insanlar soyuluyorsa, çocuğunu okula tek başına gönderemiyorsa, bir memleketin hapishaneleri gençlerle doluysa, bu da toplumun eksikliği ve onurudur. Velhasıl, dünyada menfaat için katledilen insanlar, dökülen kanlar, şiddet, işkence, adaletsizlik ve zulüm varsa,  bu da insanlığın ve toplumun eksikliği ve onurudur.

Tarih boyunca İnsanlık kendi ürettiği beladan, neme lazımdan dolayı çok zarar görmüş, hatasının neticesinde de bitkin ve baygın bir hale düşmüştür, çıkış yolları aranıyorsa da, ne yazık ki ektiği tohumun filizleri başına dolanmış, kıvırdıkça boğazını sıkıyor, kendi tuzağından kurtulamıyor. Kurtuluş çaresi yok mu? Var. İşte, Fahr-i âlem efendimiz (asm) bin dört yüz sene önce “Veda hutbesi”nde insanlık âlemine verdiği mesaj!  Şöyle ki:  İnsanların canları, malları, ırzları, iffet taşıyan değerleri ve insanlık onuru dokunulmaz olduğunu, İnsanın yaşama ve mülkiyet hakkı ile manevi kişiliği ayni ölçüde ve güvence altına alınarak kişilik onuruna dokunulmaz, demiştir. İşte reçete, işte insan hürriyetti, işte “onur”…

Cenabı Allah’ın yarattığı en mükemmel ve onurlu varlık elbette insandır. İnsanlar da bazen temel ölçütlerde sapma göstererek onursuz bir davranış sergileyebilir. Bu davranışıyla da yadırgayabilir. Yoksa insanlar ırk, renk, maddi durum, soy-sop gibi ölçülere göre değerlendirilemez. Peygamberimiz (asm)’in yanında siyahı da beyazı da değerli ve onurludur.

Eshab-i kiram döneminde, Sad bin Vakkas ile Selmani Farisi arasında küçük bir kırgınlık yaşandı. Herkes kendi atalarını saymaya başladı, Sıra Selmani Farisi’ye gelmiş, Selman: “Benim İslam döneminde hiçbir atam olmadı, ben İslamoğlu Selman’ım” dedi. Bunu işiten Hz. Ömer, “ben de İslamoğlu Ömer’im. Herkes bilsin ki ben Selman’ın kardeşiyim,” demiş. İşte başkalarını kendine eşit görmek, kibirli olmamak, insanlarla iyi münasebet kurmak”  iki cihan serverı Hazreti Muhammed (a.s.m.)’in tarif ettiği “onur” bu olsa gerek.

Ya Rabbi! İnsanlık onurunun yücelmesi ve korunmasını, salah ve selamete kavuşmasını senden niyaz ediyoruz. Amin….

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

16.04.2014

www.NurNet.org

İnsanlara Rahmet Olarak Gönderilen Fahr-i Âlemi Tanıyalım

Hıristiyan bir papaz ile sohbet ederken “Muhammed savaşçı idi, hayatı hep savaşlarla geçmiş,” dedi. İtiraz etmeme rağmen papazı ikna etmek mümkün değildi, çünkü hayati boyunca Fahr-i âleme karşı beslediği kin ve nefretini izale etmek veya hakkı ona kabul ettirmek çok zor… Medar-i münakaşa etmek istemeden “hidayet Allah’tandır.”dedim.

Keza, Alman asıllı Hıristiyan karı koca, Almanya’da bulunan bir Türk komşusuna gider gelirler, bunların örf, adet ve İslami yaşayışlarından etkileyen karı koca bir müddet sonra Müslüman oluyorlar. Türk komşusuyla tanışmadan önce Müslümanları ve Hz. Muhammed’di hep savaşçı bildiklerini, İslamiyet’in güzelliklerinden habersiz olduklarını, bir televizyon programında anlatıyorlardı.

Hıristiyan bir karı koca; şayet bir Müslüman’ın İslami yaşayışından etkilenerek Müslüman oluyorsa, o zaman sair gayri Müslimlerden de; bütün Müslümanlara şöyle bir mesaj var, diye biliriz. Ey! Müslümanlar, hal ve ahvallerinizle İslamiyet’i doğru yaşasanız ve Hz. Muhammed’din (asm) güzel ahlakını kendinize rehber ederseniz, biz gayri Müslimler de İslamiyet’i seve seve kabul edeceğiz.

Bediüzzaman ne güzel buyurmuş: “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.”

Bütün Resullerin seyidi, bütün enbiyaların imamı, bütün mürşitlerin sultanı fahr-i Âlem ve Şeref-i beni Âdem Efendimize atfedilen iftira münasebetiyle, umman denizinden bir katre de olsa, o zat-ı pak hakkında bir kaç hakikati beyan etmek istiyorum.

Şöyle ki:

İmanın altı şartından biri de peygamberlere inanmaktır. Hangi din mensubu olursa olsun kendi Peygamberini kabul ettiği gibi; sair Peygamberleri de kabul etmeleri şarttır. Kabul etmeyen kâfir olur.

Kur’an’da Muhammed, İncil’de Ahmet, Tevrat’ta Ahyed olarak ismi geçen O’ Zat-i Pak-ı delâl, en yüce ahlâka sahip olduğu yüz yıllar boyunca, dost ve düşman, herkesin üzerinde birleştiği tek bir insandır. Hz. Muhammed (a.s.m.) “güzel ahlâkı tamamlamak” olarak ifade ediliyor. Fahr-i Kâinat Efendimiz her bakımdan insanların en güzeli olduğu gibi, ahlâk ve edep yönünden de en üstünüdür.

“Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim. Sizin en hayırlınız, ahlaken en üstün olanınızdır” buyurmuş. Kâinat kitabının en büyük ayeti ve Hâtemü’l-Enbiya olan Fahr-i Cihan Efendimiz güzel huylu, güler yüzlü, tatlı sözlü, nazik tabiatlı, ince ve hassas ruhlu idi.

İnsanlara verdiği değer:

Âlemlere rahmet ve rehber olarak gönderilen üstâd-ı mutlak Efendimiz kimseyi tenkit etmez, ayıbını yüzüne vurmazdı. Bir gün, Medine sokaklarında bir cenaze geçiyordu. Peygamberimiz bunu görünce ayağa kalkar. Yanındakiler cenazenin bir Yahudi’ye ait olduğunu söylerler. Bunun üzerine Peygamberimiz ‘O insan değil mi?’ diyerek yanındakileri uyarır.

Efendimize çok sıkıntı çektirmiş, üzerine pislik atılmış, öldürülmek istenmiş, geçeceği yollara dikenler atılmıştır. Ama O’Yüce Peygamber, bunların hepsine tahammül göstermiş ve sabretmiştir.  Uhud Savaşında mübarek dişi kırılmış, bunu yapanlar hakkında beddua bile etmemiş, Kendini zehirlemek isteyen Yahudi kadını bile affetmiş. Amcasını öldürtüp ciğerini yiyen Ebû Süfyan’ın hanımı Hind de, Kureyş kadınlarıyla birlikte yüzü örtülü olarak Peygamberimizin huzuruna gider, affını dilemiş, onu tanımasına rağmen beli ettirmeden affetmiştir. O Hind ki, Uhud Savaşında Kureyş kadınlarıyla birlikte def çalıp müşrikleri savaşa davet eden biri.

Hazreti Hamza’nın katili Vahşi, Mekke’den kaçarak bir müddet kabileler arasında gizlenmiş,  fakat emin bir yer bulamıyordu. Sonunda kendi için en güvenli yeri gene Hz. Muhammed’din yanına gitmeyi bulmuş, Vahşi çekinerek ve sıkılarak huzura gitmiş, Vahşi’yi huzurunda gören Resulullah, başını yere eğer, ona bakamıyordu. O anda amcasını hatırlar, mübarek gözlerinden yaşlar akar. Amcasının katili olan Vahşi’yi kısas yapabilirdi, her şeye rağmen büyüklük göstererek katil Vahşi’yi affeder.

Merhameti:
Peygamberin kucağında bir çocuk olduğunu gören biri hayret eder, “benim on tane çocuğum var, ama hiç birini öpmedim.”der. Peygamberimiz, “kalbinde merhamet kalmamışsa ben ne yapıyım.”diyerek şu uyarıda bulunur: “merhamet etmeyene Allah merhamet etmez.”

Hazreti Muhammed (a.s.m) Medine’den Mekke’ye ordusuyla giderken bir vadide, yolun kenarında yeni doğmuş yavrularını emziren bir köpek görür. Bir sahabeyi çağırıp köpeğin ve yavruların rahatsız edilmemesi için, ordu geçinceye kadar orada nöbet tutmasını emreder.

Ey! Hazreti Muhammed’in muarızları, dinleyiniz. İşte bir Hıristiyan ve Alman Devletini kuran ilim ve irfan sahibi Prens Bısmarck ne diyor: “Sana muasır bir vücut olamadığımdan müteessirim Ey Muhammed! Beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir.”demiştir.

Görüldüğü üzere, gayrimüslimin cenazesine saygı gösteren, ölümle kendisini tehdit edenleri, çok sevdiği amcası Hazreti Hamza’yı öldüreni affeden, hayvanlara merhametini esirgemeyen, İnsanlığa ebedî rehber ve üstâd-ı mutlak olarak gönderilen bir Peygamber’e savaşçı demek büyük bir hıyanet, iftira ve cehalettir. Bütün inananlara selam.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır 

15.04.2014

www.NurNet.org