Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Risale-i Nur Cemaati ile Camia Farkı Nedir?

Asrımızı ve gelecek asırları tenvir eden Bediüzzaman ve Kur’ân’ın manevî tefsiri olan Risale-i Nur eserleri, 80–90 sene önce verdiği müjdeler günümüzde bir bir ortaya çıkınca, bundan rahatsız olanlar, Bediüzzaman ve onun talebeleri üzerinde fitne fesat karıştırarak, estirdikleri kirli hava ile gündemi sıcak tutuyorlar.

Bir taraftan, Risale-i Nur eserlerini sadeleştirme hıyanetiyle uğraşanlar, diğer taraftan Risale-i Nur eserlerinde tahrifat yapılmış, asılsız sözlerle boş boğazlık yapanlar, bir diğer taraftan  Nur cemaatini siyasete ve camialarla karıştıranlar…

Risale-i nur’un müellifi Bediüzzaman diyor ki: “Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir hisle, şerh ve izah haricinde bir şey yazsa, soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer…”1 Sadeleştirmeye güzel bir cevap olsa gerek.

Risale-i nur eserlerinde tahrifat yapılmamıştır. Ancak baskıcı ve istibdatçı rejim tarafından verilen rahatsızlıklardan dolayı, tedbir olarak, bazı kelimeler Bediüzzaman tarafından kendi eliyle değiştirmiştir.

Mesela, eski Said dönemine ait içtimaî meselelerde geçen Kürdistan yerine; şarki Anadolu- 1923’ten sonra kullandığı Kürdi imzası yerine; Said-i Nursi, 1935’te Eskişehir mahkemesinde Kürdi lakabına şiddetle karşı gelmesi vs, vs,  benzeri tasarruflarda bulunan bizzat eserlerin müellifi Üstad Bediüzzaman’dır. Bu da onun en tabiî hakkıdır.

Siyaset meselesine gelince, Risale-i Nur cemaatinin siyasetle alakadar olmadığını gösteren birçok ispatlı delillerden bir delil, şöyle ki: Emirdağ’ında Hamza Emek ağabeyin yakınları belediye başkanlığı için aday olmasını isterler.  Hamza Emek, Üstad’ın görüşünü almak ister. Sabah erkenden Üstadın kapısını çalar.

Zübeyir Ağabey, Üstad’ın mesajını Hamza ağabeye aynen iletir:

“İzin yok kardeşim. Belediye başkanı olursan siyasetin olumsuzlukları cemaate fatura edilir. Aramıza fitne sokulur. Bizim müdahalemiz buraya kadar. Biz hizmette varız, ücrette yokuz!” der. İşte Risale-i Nur cemaatinin esası siyaset ve ücret değil, hizmettir. Bu esası korumak için, Bediüzzaman, “euzu billahi mine’ş-şeytani ve’s-siyase” demiş, şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınmıştır.

Bu kısadan da anlaşıldığı üzere Bediüzzaman ve talebeleri siyasetle uğraşmamışlar ve uğraşmıyorlar da. Siyasî ve gizli cemiyet kurmakla itham edilmiş veya ediliyorsa da, tamamen yalan ve iftiradan ibarettir. Cemaatten biri kendi hesabına siyasete girse, o kişi cemaati temsil edemez. Cemaat bir şahs-i manevidir. Kimsenin tekelinde değildir. Üstat bile bir talebedir. “ben bir ders kardeşinizim” demiş.  Nur cemaati bu güne kadar kimsenin vesayeti altına girmemiş, girmeye de tenezzül etmiyorlar.

Bediüzzaman hazretleri Risale-i Nur cemaati için şöyle diyor: “Evet, biz bir cemaatiz. Hedefimiz ve programımız; evvela kendimizi, sonra mil­letimizi, ebedî idamdan, daimî ve berzâhî münferit hapisten kurtarmak; vatandaş­larımızı anarşilikten ve serserilikten korumak ve iki hayatımızı imhaya sebep olan zındıkaya karşı Risale-i Nur’un çelik gibi hakikatleriyle kendimizi muhâfaza etmektir.”2

Keza “Evet, biz bir cemiyetiz ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üç yüz elli milyon (şu anda 1.5 milyara yakın) dâhil mensupları var. Ve her gün beş defa namazla, o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemâl-i hürmetle alâkalarını ve hiz­metlerini gösteriyorlar;  kudsî programıyla birbirinin yardımına, dualarıyla ve mânevî kazançlarıyla koşuyorlar. İşte biz, bu mukaddes ve muaz­zam cemiyetin efrâdındanız ve hususî vazifemiz de, Kur’ân’ın imânî hakikatlerini tahkîkî bir sûrette ehl-i imana bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebedîden ve dai­mî, berzâhî haps-i münferidden kurtarmaktır. Sair dünyevî ve siyâsî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle ve bizim medâr-ı ithamımız olan cemiyetçilik gibi asılsız ve mânâsız gizli cemiyetle hiçbir münâsebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz.”3

Risale-i Nur cemaatine bütün ehl-i iman dâhildir. Yani Kâbe’ye yönelen tüm mü’minlerin akidesi birdir. Haremeyn-i Şeri­feynde birleşiyorlar. Bütün peygamberlere iman esası ile reisleri Resûlüllah’dır. Maksat ve gayeleri, Kur’an-ı Kerim’i rehber, Sünnet-i Seniyyeye ittiba ve insanlara imanı dersleri vermektir. Zaten Cenab-ı Allah’ın emri de budur. Hucurat süresi, ayet 10’da şöyle buyurmuş, Mevla’mız! Mü’minler kardeştirler” Dolayısıyla Risale-i nur cemaatinin esası, gayesi mü’minler arasında uhuvveti, ihlâsı ve sadakati tesis etmektir.

Dolayısıyla, Risale-i nur cemaatinin meslek ve meşrebi tamamen imanı ve uhrevidir.  “Camia”larla karıştırmamak lazımdır. Camia her çeşit insanı bünyesinde barındıran, siyasetle meşgul olan, devlettin birçok kademelerinde memuriyet görevine talip olan bir topluluktan ibarettir.  Fethullah Gülen camiası bir örnek sayılabilir. Zaman zaman bu camiayı; Risale-i nur cemaatiyle ilişkilendirenler olsa da; meslek ve meşrep itibariyle birbirlerinden ayrıdırlar. Fethullah Gülen ve mensupları; hiçbir zaman nur cemaati ile yakın ilişkileri olmamıştır. Nur cemaati de; Gülen camiasına “müminler kardeştir.” Emriyle yaptıkları yanlışları için onlara acımış ve her zaman mesafeli durmuşlar.

Son günlerde Fethullah Gülen ve hükümet arasında meydana gelen üzücü hadiseden dolayı elbette, Nur cemaati de üzülmüştür. Üstadın dediği gibi;“beşer zulüm eder, kader adalet eder” kaidesiyle, otuz seneden beri nur cemaatini, Gülen camiasıyla karıştıranlar vardı. Vaki olan hadiseyle Nur cemaati, Gülen camiasından ayrı bir ekol olduğu ispat edilmiştir.

Rüstem Garzanlı/Diyarbekir

05.02.2014

 www.NurNet.org

KAYNAK

1- 29.cu mek.5.ci.des.şeytaniye

2-Şuâlar, sh. 317–318.

3-Tarihçe-i Hayat, sh. 400–401.

Bediüzzaman’ın, Diyarbekir Seyahati, Umman Denizinden Bir Portre…

Diyarbekir deyince Peygamber ve sahabeler şehri akla geliyor. Hz.Zülkifl (a.s) ile Hz. Elyesa (a.s)’ın kabirleri Diyarbakır-Eğil ilçesinde bulunmaktadır. Kabirlerinin bulunduğu yerde Dicle barajın yapılması nedeniyle 3 bin 200 yıl önce yaşamış olan bu Peygamberlerin naaşlarının su altında kalmaması için başka yere nakil edilmesi gerekmiştir.

14–17 Eylül 1995’te kabirleri yeminli bir heyet tarafından açılmış, aradan 32 asır geçmesine rağmen, her iki Peygamberin de vücutları sağlam olduğu heyet tarafından açıklanmıştır. Ayrıca, Nebi Harun Asefi (a.s)’in de kabri Eğil ilçesindedir. Hz.Anuş (a.s)’ın kabri ise Diyarbekir- Ergani arasındadır.

Beş ay gibi zorlu bir muharebe neticesinde bu günkü Diyarbakır adı ile anılan “Amid” şehri Miladi 27 Mayıs 638 tarihinde fethedilmiştir.

Diyarbekir, fethedilip bir İslam şehri olması Hz. Peygamber dönemine dayanır. Bağrına barındırdığı 40 şehit sahabeyle büyük mazhariyete ulaşan Diyarbekir, 27’si Hazreti Süleyman camisinde, 13’çü ise şehrin muhtelif yerlerinde medfundur.

Hz. Süleyman Camisi’nde medfun bulunan şehit sahabelerin isimleri:

  1. Hz. Süleyman bin Halit bin Velid (r.a)
  2. Hz. Rıdvan (r.a)
  3. Hz. Mesut (r.a)
  4. Hz. Beşir (r.a)
  5. Hz. Hamza (r.a)
  6. Hz. Amr (r.a)
  7. Hz. Sabe (r.a)
  8. Hz. Sabit (ra)
  9. Hz. Zeyd (r.a)
  10. Hz. Zeyd (r.a)
  11. Hz. Halid (r.a)
  12. Hz. Halid (r.a)
  13. Hz. Numan (r.a)
  14. Hz. Muhammed (r.a)
  15. Hz. Muhammed (r.a)
  16. Hz. Abdullah (r.a)
  17. Hz. Abdullah (r.a)
  18. Hz. Abdullah (r.a)
  19. Hz. Hasan (r.a)
  20. Hz. Hasan (r.a)
  21. Hz. Kab’ı Zişan (ra)
  22. Hz. Fudayl (r.a)
  23. Hz. Malik (r.a)
  24. Hz. Fahr (r.a)
  25. Hz. Ebul Hamd (r.a)
  26. Hz. Ebu nasr (r.a)
  27. Hz. Mugire (r.a)

Bediüzzaman’ın Diyarbakır’a teşrifleri!

Peygamber ve Sahabeler diyarı olan Diyarbakır’a, 20 yaşlarında, tahminen 1898 yıllarında nadire-i cihan, hadim-i Kur’an, Bediüzzaman Said Nursi hazretleri teşrif etmişler. Diyarbakır’da kaldığı kısa bir zaman içinde yörenin tanınmış âlimleri ve aile reisleri tarafından büyük bir teveccüh gören Bediüzzaman ile ilgili Diyarbakır hatıraları, Esat Cemiloğlu ile Hamit Ekinci ağabeyden naklen anlatan Askeri Yıldız ağabeyden dinleyelim:

Esat Cemiloğlu Diyarbakır’da bilinen meşhur Cemiloğlu ailesindendir. Babası Hamidiye Paşalarından Cemil Cemiloğlu’dur. Bediüzzaman Diyarbakır’a geldiğinde bir hafta Cemil Cemiloğlu’nun evinde kalır.

Esat Cemiloğlu: Bediüzzaman, Diyarbakır’a geldiğinde tahminen 20 yaşlarında, ben de 7–8 yaşlarında idim. Bediüzzaman,  evimizde bir hafta kalır, o süre içerisinde, evin bir hizmetçisi üstadın hizmetine verilmişti, zaman zaman Mesudiye medresesine gider, Ulu Camide vaaz ederdi.

Babam, Bediüzzaman’a çok kaliteli ve pahalı bir takım şal ve şappık aldı, (yöresel bir kıyafet) ısrarla ona hediye etti. 2–3 gün sonra biri kapıyı çaldı, Bediüzzaman Hazretleri, hizmetçiye sordu “ kimdir?”  Hizmetçi “ eski elbise isteyen bir fakir” dedi. Babamın hediye ettiği ve hiç açmadığı o elbiseyi aldığı gibi fakire verdi. Babama, “ Senin hediyeni aldım, kabul ettim, hayrına da fakire verdim.” dedi.

Bediüzzaman Hazretleri çok şık giyiniyordu. Tabancası belindeydi, kabı ve kabzası gümüş bir kaması ve sedef bir tespihi vardı, tespihi kabzaya bağlıyordu. Bediüzzamanı çok seviyor, hürmet ediyorduk. Fakat bir hafta gibi kısa bir süre bizde kaldı. Bir gün Üstad beni yanına çağırdı, “gel sana bir dua ezberleteceğim,” dedi. Üstat birkaç kez okuduğu duayı bana ezberletti, o günden beri her gün o duayı okuyorum, diyen Esat Cemiloğlu, üstada büyük özlem duyduğunu belirtmiştir.

Keza, Askeri Yıldız ağabey, Molla Hamit ağabeyden de şöyle nakleder: “Mola Hamit Ekinci ağabey 1930 yıllarında askerlik yapmıştır. Molla Hamit ağabey dindar olduğu için, arkadaşları ona kaderle ilgili soru sorarlar. Molla Hamit ağabeyde bu meseleyi iyice öğrenip, arkadaşlarına izah etmek için Diyabakır’da Âlim ve müderris olan, Molla İbrahim’e gider. Kaderle ilgili meseleyi anlatır. Molla İbrahim “ benden ne istiyorsun? Sa’di taftazani’nin halledemediği bir meseleyi ben nereden bileyim, git Bediüzzaman’ın eserlerini oku, o bu meseleleri halletmiştir.” der.

Mola Hamit: “Seyda (molla İbrahim’e) sen Üstadı nereden tanıyorsun?”

Molla İbrahim: “Bediüzzaman Hazretleri Cemil Paşagillerdeyken Said-i meşhur ismiyle yâd ediliyordu. Bende Mesudiye medresesinde talib (mezün) idim. O zaman Bediüzzaman Hazretleri Diyarbakır’da çok konuşuluyordu. Mesudiye müderrisleri en muğlâk 14 soruyu hazırladılar. Said-i meşhur adındaki âlimi medreseye davet edip, imtihan etmeye karar verdiler. Bu davet işini de bana verdiler. Bir arkadaşımla beraber Bediüzzaman’ın kaldığı Cemil Paşa konağına gittik.

Cemil Paşanın evine gittiğimizde, bir genç bizi misafir odasına aldı, orada oturan bir kişi, üzerinde çok güzel şark kıyafeti, belinde gümüş bir kama ve tabanca vardı. Çok asil bir duruşu vardı. Her halde bu Cemil Paşaların ileri gelenlerindendir, dedik. Bize kahve ikram edildi. Kahvemizi içtikten sonra, Erkan-ı harp gibi başında sarıklı oturan zat, dedi ki: “ bizim şark adetlerimizde, misafir geldiği zaman ya yemeğini yedikten veya kahvesini içtikten sonra muradını sorarız.” dedi.

Bende dedim ki:  Efendim sizde misafir bulunan Said-i meşhur ismindeki zatı, Mesudiye medresesine davet etmek üzere, hocalarımız tarafından geldik.

Bediüzzaman Hazretleri: “Said benim; ama meşhurluğu filan yoktur. Madem davet ediyorsunuz geleyim” dedi.

Mesudiye medresesine vardığımızda arkadaşlar çay hazırlamışlardı, Bediüzzaman çay esnasında, “denilebilir ki”; diye sözlerine başladı. Hocaların hazırladıkları soruları kimse sormadan, ayni hazırlandığı şekliyle, 1.sorudan başladı, hem soruyu sorar, hem de cevabını da mükni bir şekilde verirdi. İşte o zamandan beri ben Bediüzzamanı tanıyorum, dedi.

Bediüzzaman, Diyarbakır’da kaldığı kısa süre içerisinde, Mesudiye medresesinde âlimlerle yaptığı ilmi sohbet ve münazaralarla, ilminin rüchaniyetini ispat etmiş, yöre halkından da büyük teveccüh görmüştür.

Keza Hamidiye paşalarından Cemil Paşa gibi tanınmış birinin ikramı çevirmek, hakaret sayılacağından, usulen kabul etmiş ise de; ne var ki: daha paşanın evinde iken, aldığı hediyeyi bir fakire iade etmesi, hem kaidesine sadık kalmış hem de paşanın gönlünü kibarca almıştır. Bediüzzaman’ın, Diyarbakır seyahati, umman denizinden bir portre…

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

29.1.2014

www.NurNet.org

Zulüm ve Bedduanın Olduğu Yerde Yağmur da kesilebilir!

Yağmurun ve kar’ın bol yağdığı kış mevsiminde, bu kış aylarında, Türkiye’nin genelinde yağmur ve kar’ın yağmadığı, barajlarda su seviyesinin düştüğü, ekin tarlalarının kuruduğu, dolayısıyla toplumun muzdarip olduğu görülmektedir. Her ne kadar Allah’ın hikmetinden sual sorulmaz ise de,  gene de bu kuraklığın sebeb-i hikmeti nedir, diye akla bir fehim geliyor.

Bediüzzamanın talebesi, yağmur duasıyla ilgili bir soru sorar: “Üstadım, yağmur duası ve namazın neticesi görünmedi, faydasız kaldı. İki üç defa bulut toplandı, yağmur vermeden dağıldı. Neden?”

Bediüzzaman, yağmurun neden kesildiğini, Emirdağ Lahikasında detaylı izah etmiştir. Gene de konunun özetinde insanları şükre davet ediyor. Çünkü Kur’an’ın da emri budur ki:  “Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) arttıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir!”(İbrahim,7)

Yani şükür edici isek, Allah nimetlerini artırıyor, şükür edici değilseksek, şükür edinceye kadar bereketini kesiyor. Genel olarak Allah’ın nimetlerine karşı şükür edersek inşallah Rezak’ı zülcelâl ikramını esirgemez. Peki şükür nasıl yapılır? Evele Allah’ın bütün nimetlerine karşı şükür mecburiyeti var, bununla beraber insanlar kendi aralarında da yardımlaşmayı, dayanışmayı, birlik ve beraberliği sağlasa, mali durumu iyi olan fakir ve çaresiz olan insanlara yardım elini uzatsa, Allah’ın nimetlerine karşı bir şükür olur, o zaman nimet sahibi olan Allah’ta inşallah rahmet ve bereketini gönderir.

Bugün komşumuz olan Suriye devletinde, her nedense bir iç savaş yaşanıyor. Halkı aç ve perişan, can güvenliği olmayan bu insanlar, Türkiye’nin hemen hemen her yerine dağılmış, barınacak yerleri kısıtlı, sosyal güvenceleri yok, sokaklarda, soğuktan donup ölen bu insanlara, en azında bu kış mevsimi çıkıncaya kadar birkaçını misafir edelim, diyenimiz oldu mu? Muzdarip ve yardıma ihtiyacı olan insanlara, merhamet eli uzatılmasa, nasıl Allah’ın rahmetini isteyebiliriz.

Toplum olarak kafamızdaki bencillikler, yüreğimizdeki kin ve nefret duyguları devam edildikçe, birbirimize karşı olan merhamette kesilir. Bir hadiste rivayet vardır ki:“İnsanlara merhamet etmeyene Allah rahmet nazarıyla bakmaz.”

Son günlerde, bir din âlimi ve saygın bir insan olarak bilinen biri, milyonlarca insanın seyrettiği bir televizyon kanalında, iki elini kaldırarak,  yanan bir yürekle, “Allah’ım onları da, bizi de yerin dibine batır!” bedduası ile Müslümanları cidden üzmüştür. Bu beddua yerine; şayet “Allah’ım onları da, bizi de affet” deseydi, daha uygun ve daha makul olmaz mıydı? O zaman hem Allah’ın, hem de toplumun da hoşuna gider ve bir rahmete vesile olacağı umulurdu. Millet olarak birbirimizi kucaklaşmadıkça, birbirimize merhametkarene bakmadıkça, Allah bize rahmet nazarıyla nasıl bakar?

Keza, Asr-ı ahirin müceddidi, Risale-i nur’un müellifi, Bediüzzaman, nadire-i cihan, hadim-i Kur’an Said Nursi Hazretlerinin ilham ve istihraç olarak kalbine gelen Kur’an’ın ayetlerini zamanın fehmine uygun olarak Risale-i Nur eserlerinde açıklamıştır. Kur’an’ın tefsiri olan Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi mümkün olmadığı halde, ağır bir hıyanette bulunarak Risale-i nur eserleri sadeleştirmişler. Bu da hem Bediüzzaman’a, hem de Risale-i Nur eserlerine saygısızlıktır.  Bu sadeleştirme ticaretinden biran evvel vaz geçip, basılan kitapları da behemehal toplatılarak imha edilmesi büyük bir erdemlik olacaktır.

Sadaka nasıl belayı defediyorsa, Risale-i Nur da,  okunduğu yerde sadaka hükmüne geçer, belayı defediyor. Risale-i nur’a ilişildiği zaman, bela ve musibetler de gelmeye başlıyor, tarih bunun canlı şahididir.

Netice itibariyle, bir memlekette hükümetin işine karışıp, işine gelmeyen şeyler için beddua ediliyorsa, dünyada İslam âlemi üzerinde zulüm devam ediyor, her gün onlarca insan öldürülüyorsa, bu zulme dur denilmiyorsa, hatta taraf olup bu zulmü alkışlayanlar da varsa,  Allah’tan rahmeti istemeğe nasıl bir yüzümüz olabilir?

Rahmeti isteyebilmemiz için evvela, kendimizi düzeltmek, musibet ve belalardan Allah’a sığınmak, beddua yerine; Rahman-i rahim’e iki elimizi kaldırıp alem-i İslam için, insanlık barışı için, huzur ve güvenin temini için dua edelim, ondan sonra rahmet, bereket ve yağmur isteyelim…

Rüstem Garzanlı/Diyarbekir

22.1.2014

www.NurNet.org

Mü’min Havf ve Reca Ortasında Olmalı!

Kur’an’ı Kerim şura süresi, ayet 25’te mealen şöyle buyurur: “O’ kullarının tövbesini kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir.”

Keza, “Ey kendilerine haksızlık edip ölçüyü aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar ve gerçekten O’ çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” Zümer, 53.

Tövbe ettikten sonra affolunmayacak günah yoktur. Ancak günahın affedilip affedilmeyeceğini bilinmez. Tövbe ettikten sonra Allah dilerse affeder, dilerse affetmez. Bunun için tövbe kabul şartlarına uygun olması gerekir.

Evet, böyle kudret sahibi olan Allah (cc) kullarını affediyorsa, kul neden O’na kulluk görevini samimi bir tövbe ile yapmasın. Günahlara hemen tövbe etmesin.
O zaman tövbe nedir? Sözlük anlamı: Dönmektir. Dinen, Allah’a yönelmektir. Yapılan kötülüklerden ciddi pişmanlık duymaktır. Kişi yaptığı günahlarından yürekleri yanıyorsa, vicdanı rahatsız ise, gözlerinde yaş akıyorsa, kalbi hüzün ve kederleniyorsa işte tövbe budur. Böyle bir tövbe sahibi, inşallah Rahman ve Rahim olan Allah’ın affına mazhar olur.

Evvela Kul hakkı dışında Allah’a karşı işlenmiş günah için tövbenin şartı nedir?

1- Günahtan tamamen vazgeçmek.

2- Yaptığına pişman olmak

3-  Bir daha ona dönmemek.

Allah’ın hakkı ödemek için bir daha hata ve günah işlememek üzere samimi bir tövbe ile Allah’ a yönelmek lazımdır. Bu arada kazaya kalmış namazları kılmak, tutmadığı oruçlarını tutmak, varsa zekâtı vermek, hacca gidebilecekse gitmek. Yani doğru bir tövbe ile Allah’a dönerse, tamamen borcunu ikmal edilemeyecek durumda olsa da, o zaman umulur ki Allah (cc) onu affeder.

Eğer kişi, kul hakkıyla ilgili bir kötülük işlemişse, hak sahibinin hakkını ödemek, onun rızasını almak, buda tövbenin kabul şartlarındandır. Yani üzerinde kul hakkı varsa, öncelikle alacaklı kişi ile helalleşmesi, hak sahibi ölmüşse baba – anne, evlatları veya yakınları ile helallik istemesi şarttır.

Her şeye rağmen gene de takdir Huda’nındır. Kimi affeder, kimi cezaya müstahaksa cezalandırır.  Tamamen O’nun bileceğidir. Biri kalkar kebair günahları işler,  insanlara zulüm eder, “nasıl olsa tövbe ederim. Allah’ta beni affeder,” Allah’a karşı, bunu demek kadar terbiyesiz ve edepsizlik olamaz. Böyle canilerin affı, ancak Allah’ın Kahhar ismine ve gazabına dokunmaktan başka ne olabilir?

O ZAMAN NE YAPMAK LAZIMDIR.

Bir kere yapılan günahlara karşı ciddi manada ve bir daha dönmemek üzere tövbe etmek.  Yapılan kusur ve hatalardan dolayı samimi ve içten af istemek, varsa üzerindeki kul hakkı ödemek şarttır. Tabir caiz ise Kul, Allah’a adım atarsa;  O’ kuluna koşarak gelir. Yeter ki tövbede samimiyet varsa…

Şanı Yüce olan Allah’ın affına bakın. Affedilmiş kimse daha sonra yeniden günah işlese, â’mal defterine eski günahları avdetmez. Çünkü onlar artık affedilmiştir. Sadece işlediği yeni günahları yazılır. Mü’min tövbeden sonra da durumu ne olduğunu bilmediği için, sürekli tövbe etmesi gerekiyor. Daima havf ve reca arasında, yani hem korku ve hem de ümit içinde olmalıdır. Zira Allah hem Gaffar’dır, hem de Kahhar. Bağışlaması da, kahrı da vardır…

Rüstem Garzanlı/Diyarbekir

16.1.2014

www.NurNet.org

Hoş Geldin Ya Hatemü’l Enbiya!

İnsanlığın kurtuluşu için gönderilen en son ve en büyük peygamber, Hatemü’l Enbiya Hz. Muhammed (sam) 571 yılında kameri aylardan rebiul-evvel ayının 12. gecesinde doğmuştur. Bu mübarek geceye “Mevlit Kandili” denir. 12 Ocak 2014 Pazar’ı Pazartesi’ne bağlayan gece “Mevlit Kandili”dir.

Mevlid Peygamberimizin vefatından sonra güzel bir İslâmî âdet olarak, her sene mevlit kandili olarak kutlanmaktadır. Hadis ve fıkıh âlimi İbni Hacer, mevlid kandilinin meşruiyeti hakkında şu hadisi buyururlar:

İbni Abbas”ın rivayetine göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) Medine”ye hicret ettiklerinde Aşure gününde Yahudilerin oruç tuttuklarını öğrenir. Oruç tutmalarının sebebini sorduğunda Yahudilerden şu cevabı alır:

“Bu çok büyük bir gündür. Bugünde Allah, Musa ile kavmini kurtardı. Firavun ile kavmini suda boğdu. Musa da buna şükür için oruç tuttu. İşte biz de bugünün orucunu tutuyoruz.”

Bunun üzerine Peygamberimiz, “Öyleyse biz Musa”ya sizden daha yakın ve evlâyız” buyurdu. O günden sonra hem kendisi oruç tuttu, hem de tutulması için tavsiyede bulundu.”1

Yani güzel ahlak ve gelenekler ne olursa olsun neticesi itibariyle güzeldir. Onu yapmak ve yaptırmak ahlak-ı hasenedir. İşte mevlit kandili de yüzyıllardan beri İslam âlemi içinde büyük coşku ve saygı ile okutulmakta, dolayısıyla Peygamberimiz salat ve selamlarla  anılmaktadır. Süleyman Çelebi tarafından yazılan ve asıl adı “Vesiletün”necat” olan mevlid-i nebevi  O”nun doğumunu, üstünlüğünü ve mucizelerini dile getiren değerli bir eserdir.

O’ zat-i pakın ahlâk ve fazilet dolu hayatını öğrenmek, tatbik etmekle, asıl  O”nun sevgisini ve hoşnutluğunu kazanmış oluruz.

Kur’an’ı Kerim’de Cenab-i Allah (cc)  şöyle buyurur:

“De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınız bağışlasın.” 2

Keza, “Bütün dinlere üstün kılmak üzere Resulünü hidayet ve hak din ile gönderen o’dur. Buna şahit olarak Allah yeter. Muhammed Allah’ın Resulüdür.” 3

Risale-i Nurun müellifi Bediü’l beyan ve Bediüzzaman Hazretleri, O’ Hatemül enbiya ve Reisül Enbiya ve evliya için şöyle buyurur:

“Cenab-i Allah (cc) bilerek ve hikmetle tasarruf ediyor.”madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette zişuur ve zifikir ve konuşması bilenlerle konuşacak. Madem zifikirle konuşacak; elbette zişuur içinde en cemiyetli ve şuuru külli olan neviyle konuşacaktır. Madem insan neviyle konuşacak; elbette insanlar içinde kabil-i hitap ve mükemmel insan olanlarla konuşacak.

“Ben, şu kâinat Hâlıkının mebusuyum. Delilimde şudur ki:

 Müstemir âdetini, benim dua ve iltimasımla değiştirecek. İşte, parmaklarıma bakınız, beş musluklu bir çeşme gibi akıttırıyor. Kamere bakınız, bir parmağımın işaretiyle iki parça ediyor. Şu ağaca bakınız, beni tasdik için yanıma geliyor, şahadet ediyor. Şu bir parça taama bakınız, iki üç adama ancak kâfi geldiği halde, işte, iki yüz, üç yüz adamı tok ediyor.”4

İnsanlığın akıl ve kalbinde yer alan “Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?” sorularının cevaplarını çözecek ve kâinatın sahibini ilan ve ispat edecek bir zat lazımdır. İşte o zat ancak Muhammed (asm) gibi bir zat olacak ki sadece insanlar üzerinde değil; belki cansız varlıklar üzerinde de yansıması tezahür edecektir.

Kâinatın vekili Hz.Muhammed, (asm) parmağı ile ay’ı ikiye bölmesi, hayvan ve ağaçların O’nu tasdik etmesi, belki Cenab-i Allah’ın müstemir (değişmez)  âdetini O’ habibi için değiştirmiş, O’nu önceki nebiler gibi bir kavme, bir bölgeye veya bir kıta’ya nebi olarak göndermemiş, O’nu bütün kavim ve kıtalara hatta bütün insanlara rahmet için göndermiştir. O’ Resul’dür, O’ Hatemü’l Enbiya’dır. O’ Seyidü’l Enbiya ve Evliya’dır. O’ bütün varlıkların mebusudur. Çünkü sahibü’l miraçtır. Bütün âlemi geride bırakıp Kab-i Kavseyne yükselen, Cenab-i Zülcelâlın cemalini gören, bütün âlemin tahiyelerini mebusluk sıfatıyla, hikmetlerle dolu adeta dört zarfı, selam yerine Allah’a takdim edendir.

İşte, Mebusluk şanına yakışır o beyan-ı mübarek: “Ettahiyatu, Elmubarekatu, Essalâvatu, Ettayyibatu” dur.

Bütün tahiyyeler, bütün mübarekler, bütün salâvatlar ve dualar ve bütün kelimat-i Tayyibe Allah’a mahsustur.

Ettahiyyatu: Bütün zihayatların insan, cin, melek ve hayvanların yaptıkları ibadetleri sana takdim ediyorum.

Elmübarekatu: Bütün tohumların, çekirdeklerin kudretinle toprak altından çıkıp lisan-i halleri ile yaptıkları duaları sana takdim ediyorum.

Essalavatu: Bütün zişuurların insan, cin ve meleklerin yaptıkları makul dualarını sana takdim ediyorum.

Ettayyibatu: Bütün temiz ruhların enbiya, evliya, şüheda, Salihlerin, meleklerin yaptıkları ibadetleri sana takdim ediyorum, buyurmuşlardır.

Cenab-i Hak, lisan-ı hikmetle: O Hatemü’l Enbiyaya amirane “selam” etmiş,  melekler de bu müşahedeye “ Allah’tan başka ilah yok, Muhammed O’nun Resulüdür” şahadet etmişler,

İşte Peygamberimizin üstün mebusluk payesi böylece ispat ve ilan edilmiş, beşere de İlahi emir ve talimi ulaştırmaya memur kılınmış, yedi gök ve sema âleminde ki sekineler ve ruhanilerle müşerref olmuştur.

Ayet-i Kerimede Cenab-i Allah şöyle buyurur: “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” 5

Ya Rabbi bize dünyada ve ahrette güzellik ver ve cehennem azabından koru, Sevgili Peygamberimizin insanlık için getirdiği güzellikleri hayatımızda tatbik etmeyi nasip et. Amin….

Kandiliniz mübarek olsun.

Rüstem Garzanlı /Diyarbekir

11 Ocak  2014

www.NurNet.org

KAYNAK

1- Müslim, Sıyam 127

2-Fetih süresi, 28,29,

3-Ali-İmran,31

4-Mektubat, 19’cu mektup,

5- Enbiya, 10