Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Süt’(ü) Bozuk Diyen/lere İnsaf !

Bu günlerde okullarda dağıtılan ‘Okul sütü’ beni hayalen 1960’li yıllara götürdü, İlkokul birinci sınıfı okuyordum. O zaman okula ‘’mektep’’ diyorlardı. İşte bizim mektep’te de süt tozundan çocuklara süt veriliyordu. Her gün sırayla iki çocuk tarafından mektebin avlusunda, ocakta ateş yakılır, kalaylı veya kalaysız pek sıhhi olmayan bakır kazanlara su ve bir miktar da süt tozu ilave edilerek bir ağaç dalı ile karıştıra karıştıra süt pişirilirdi. Pişirilen sütün yanık kokusu, kazanda erimeyen süt tozunun yapışkan hamur topaklarıyla süt olarak bize içirirdi. Zaten,  7-8 yaşlarında ki çocukların, süt tozundan hazırlaya bileceği süt, ancak o kadar olabilirdi. Halk arasında  ‘Amerikan sütü’ diye adlandırılırdı.

Muallimimiz sınıf duvarına’ Yerli malı kullanmalı’ yazıyı asardı. O zaman da içimde bir rahatsızlık ve çelişki uyanmıştı, neden yerli sütümüz değil de ABD’ nin yabancı Süt tozunu bize içiriyorlar? Yerli malımızla ters düştüğünü fark etmiştim.

İşte elli seneden beri beklenti ve özlemi içinde olduğumuz, kendi ürettiğimiz sütümüzü, elli sene gecikmeli de olsa devlet eliyle okullarımıza dağıtılması son derece sevindiricidir.

Sterilize edilmiş Tetra pak paketlerle çocuklarımıza ikram edilen temiz sütümüz nerede?  Amerikan’ın bileşimi beli olmayan süt tozundan yapılan süt nerede?

Nereden- Nereye…

Bugünlerde ‘’ okul sütü’’diye dağıtımı yapılan ve yersiz şaibelere meydan veren sütün hazırlanması şöyledir:

Sterilize (UHT) süt teknolojisi: 130- 150 derecede en az bir saniye tutulması ve soğuduktan sonra aseptik olarak paketleme işlemi ‘Isının yükseltilmesi ve zamanın uygun bir şekilde kısaltılması ile bakterisit etkiyi artırmak ve yüksek ısı etkisi nedeniyle şekillenecek kimyasal oluşumları azaltmak suretiyle yapılmaktadır.

Sütler sterilizasyondan önce de, temizlik, homojenizasyon ve ön ısıtma gibi işlemlerden geçirdikten sonra sterilizasyonu yapılır. Bu safhalarda geçiren bir sütün zararlı bakterilerden arındırılmış olmasıdır.’1

Süt sterilizasyonu, paketleme ve ışıl işlem gibi büyük bir iş sirkülâsyonu hengâmında elde olmadan ufak tefek arızalar olabilir. Belki bilerek işleme hatası yapanlar da olabilir. Bundan dolayı devletin denetim ve kontrol mekanizması bu eksikleri tespit etmeye ve gerekli önlem ve tedbirleri almaya yeterlidir. Süt işlemindeki uygulamalardan doğan bir eksiklik tespit edilmesi halinde elbette gerekli mueyideler uygulanacaktır.

Devletin çocuklara yaptığı ‘’Okul sütü’’ ikramı bazı kesimlerce zararlı ve bayat bir süt furyası olarak kamuya lanse ettirilmesi yanlış ve haksızlıktır. Kasıtlı kusur aramak büyük su-i istimaldir. Bu ikramı bilerek göz ardı eden ‘’süt’(ü) bozuk’’diyen/lere insaf…

Bilindiği üzere çocuklar süt ve bal gibi yararlı besinlerden pek hoşlanmazlar, hep ısrarla yedirilir. Zaman zaman yiyeceklere karşı çocuklar psikolojik bir rahatsızlık ta göstermektedirler. Sütten etkilenenler de psikolojik bir rahatsızlığın neticesi olabilir. Hijyenik ortamda hazırlanan bir sütün bozuk olması muhaldir.

Tetra Pak paketleme teknolojisi ile sterilize edilmiş süttün, devlet eliyle yedi milyonun üzerindeki çocuklarımıza dağıtılması büyük bir katkı ve başarıdır. Bu nedenle ‘süt zehirlenmesi’ furyası olarak ortalığı bulandıranlara karşı ‘Okul sütü’ kampanyasını desteklemek milli bir görev olarak görmekteyim.

 Rüstem Garzanlı/Diyarbakır                                                             

 10.5.2012

Ziraat Tek.

 

1-Gıda bil.ve tekj.

Dindar Nesil Yetiştirmek İsteyenler

Ey dindarlara tahammül edemeyen korkaklar!

Başbakan’ın “dindar nesil” yetiştirmekle ilgili sözleri büyük yankı yapmış, bu nedenle dindar kelimesinden rahatsız olanlar için bir malzeme olmuştur.

İnsan hakları evrensel beyannamesinde ve T.C.Anayasasının 24.maddesinde de 18 yaşına kadar çocuğun ana babasının velayeti altında kendi inançları doğrultusunda yetiştirme hakkı tanımış, din eğitimi velilerin isteğine bırakılmıştır. Yani çocuklarını ”dindar Müslüman” olarak yetiştirmek isteyenlere bu imkân kanunen sağlanmıştır. Bundan dolayı da Başbakan’ın “dindar nesil”  yetiştirmek isteyenleri kastetmiştir. Ayrıca velilerin istemesi halinde devlet dindar gençlik yetiştirme yollarını da açmak mecburiyetindedir. Başbakan ne anayasaya ne de İnsan haklarına aykırı bir söz söylemediği halde, bazı kesim tarafından yapılan eleştirilerin tamamen boş bir sansasyondan ibaret olduğu görülmektedir.

“Dindar nesil” halk arasında dini bütün olarak biliniyor, dindar olmayanlar da dinsizlik manasında değildir. Ancak dinde bir zafiyet gösterenlere “dindar değildir” amiyane bir tabir kullanılmaktadır. “dindar nesil”in toplum içinde ki imajı güvenilir, mükemmel, devletine ve milletine faydalı, zararsız insan olarak bilinir. Dini inançları zayıf, aile terbiyesi görmemiş,  eğitimsiz kalmış, başıboş sokak ahlakı ile yetişmiş bir birey ise hem ailesine hem de topluma zararlıdır. Bu nedenle ahlaken düzdün yetiştiremeyen gençlikten ana- baba da, toplum da ve hatta devlette mesuldür ve sorumludur.

Ey dindarlara tahammül edemeyen korkaklar! Korkmayınız…

Artık istikbalde gelecek “nesl-i ati” veya “nesl-i cedid” tabir edilen devletine milletine ve insanlara muti ve  dindar “ Yeni nesil” gelmelidir.

Bediüzzaman’ın Yeni nesil ile alakalı çok manidar sözleri ile konuyu kapatmak istiyorum.

“Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zira Asr-ı Sâlis-i Aşrın, yani on üçüncü Asrın minaresinin başında durmuşum, suretten medenî ve dinde lakayt ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları camiye davet ediyorum.

İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz; ta ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkiyle kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..”.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Yayan Çıktım Bu Yola, Dayan Ey Dizlerim Dayan!

Her nedense hayatımın bir kısmı Evliya Çelebi gibi seyahatlerle geçti, Diyarbakır’dan – Kırklareli ‘ye otobüs ile seyahat ediyordum. Mesafe uzun, yol yorgunluğu, gurbete gitme, aileden uzak kalma vs. düşüne-düşüne, derken gece bihayli ilerlemiş, otobüsün içinde bir sükûnet, bir sessizlik hakim. On bir numaralı koridor tarafındaki koltukta, iç hayallerimle hasbıhal ediyordum. Dizlerimde şişlik oluşmuş, ayakkabı ayağıma artık dar geliyor, uyumak istiyorum, uyku da tutmuyor ki uyuyayım. Çare: Yayan çıktım bu yola, dayan ey dizlerim dayan dedim. Mevsim yaz, vasıtanın içi de serin, sanki üstümdeki rafta bir arı kolonisi gibi karasinekler var, zaman- zaman bir miktar oradan gelip kolumun üzerine konar, tekrar sıçrayarak kayboluyorlardı. Otobüsün ani fren tutması veya sallanması ile tekrar karasineklerin hücumuna maruz kalıyordum.

 Bu sinekler benden vaz geçmeyeceklerini tahmin ettim. Otobüsteki görevli elemanı yanıma çağırdım. Belirli aralıklarla karasineklerin tearuzuna uğruyorum, artık dayanamıyorum, buna bir çare bul dedim. Görevli personel,  ‘’abı,  otobüsün içi temiz böyle anlattığın gibi karasinek ne gezer, olmaz’’ dedi ve gitti.

Bir daha sineklerin saldırısına uğrayınca tekrar personeli çağırdım. Bak evladım bu yaşımla sana gayrı hilaf konuşmam bir çare bul, artık yeter! dedim. O da sakin ama ne yapsın. Çare, rafın altındaki ışığı yakmakta gördü, sağa sola baktı birden ‘’ abı, Kolun hizasından aşağıya bak, işte karasinek dediğin, kaçak çay tanesiymiş’’ dedi. Meğerse üst rafta kuru kaçak çay varmış, otobüsün zaman-zaman sallanması ile kuru çay taneleri kolumun üzerine dökülüyormuş. İşte karasineklerin ismi ve cismi ortada yokken bir olayın faili gibi onları suçladım. Malum genelde sinekler insanın vücuduna kondukları için sinek sanmıştım. Artık iş işten geçince doğruyu da buluncaya kadar yanlış üzere direnmek mecburiyetinde kalmıştım. Görevli personele de bir yanlışlık oldu kusura bakma dedim.

Mahcubiyetle birlikte yol uzun, hayallerim başka mecralara döndü, bu olay bana birçok hadiseyi de hatırlattı. Suçsuz birçok insanın başkasının hatasıyla cezalandırılması ve sonunda karasinek misali bir yanlışlık oldu demeleri…

Mesela: Samsun’da, akraba düğününe giden iki kardeşin, düğün sonrası evlerine dönerken terörist sanılarak iki kardeşten birini yanlışlıkla öldürülmesi, Hatay’da iki çobanın, Uludere’de otuz dört vatandaşın terörist diye öldürülmeleri, daha sonra da ya bir yanlışlık veya istihbarat hatası oldu denilmesi…

Gene, bu memlekettin yetiştirdiği ve değer verdiği ama değersiz kişilerin, bir ulusun iradesini yok sayıp ihtilal teşebbüsünde bulunmaları, 12 Eylül, Ergenekon, Balyoz, 28 Şubat, 27 Nisan, Andıç Muhtırası ve E-Muhtırası gibi. Keza, ayni devlettin içinde derin devlettin bulunması, Susurluk, faili meçhul olaylar, ayni millettin bireyleri arasına nifak sokup, sağ-sol çatışması, daha sonra alevi-sün-i çatışması, daha sonra da menfi milliyetçilikten doğan Kürtçülük-Türkçülük çatışmaları bunca olaylar bunca hatalar neticesinde binlerce insanın ölümüne sebebiyet verilmiştir. Sonunda da bir hedef gösterilerek karasineği suçla dığım gibi bu müessif olayların failleri de ya istihbarat hatası veya ‘’yanlışlık’’olmuştur…

Amir memuruna soruyor? Yazdığın yazıda birçok hata var. Memur ’’vallahi onlar hep daktilo hatasıdır.’’ diye cevap verince, Amir de ‘’Ha..! Bizim daktilo ne kadar hata yapıyor, anlaşıldı, senin bunda hiç hatan yok’’demiş,

 Acaba millettin başına gelen bu yanlışlıklarda da kimsenin hatası yok mu? Vücudu rahatsız eden her cismi karasinek sanmak ne kadar yanlış ise, masum insanları öldürüp ve neticede yanlışlık oldu demekte o kadar yanlış olmaz mı?

Kim, kimi vuruyor.? Bu millet Çanakkale’de, Erzurum’da, Van’da, Kars’ta ve Türkiye’nin her yerinde gerek içte gerek dışta her türlü milli mücadelede, Kürd’ü-Türk’ü- Laz’ı- Boşnak’ı vs. tek vücut olup bu vatan uğruna can vermişler. Vatan bizim, Bayrak bizim demişler, ayni dava için canı feda etmişler. Evinden, ocağından uzakta kalan, günde bir tayinatla veya ekmeksiz bir tas un çorbası ile idare eden, yaz kış yamalı çarıklarla ve yamalı elbiselerle yedi sene askerlik yapan ecdadımızın arasında hiçbir ırk ayrımı, mezhep ayrımı, soy ayrımı yapılmamıştır. Her kes hakkına razı, her kes devletine muti tek vücut yaşamışlardır.

O zaman bu rahatsızlıkların nedeni ne?

 1900- 1910 yıllardan bu yana İngiliz ve Fransız’ların nifak tohumları ile Türkiye’nin bölünmesi ve parçalanması planı yapılmış,  Bir tarafta Hıristiyan vatandaşları, bir taraftan ırkçılık bir taraftan mezhep kışkırtması yapılmıştır. Bilahare Cumhuriyetin ilk yıllarında da din rabıtaları ile birbirine bağlı olan bu millettin mukaddesatına da dokunulmuş, İstiklal mahkemelerinde birçok masum ve dindar insanlar darağacına asılmış, Kürtler-Türkler arasına bir güvensizlik sokulmuş, derken ‘’karasinek’’ misali, bir şey hedef gösterilecek ya, işte buna da ‘’İsyan’’ ismini taktılar. 90-100 seneden beri ayni acıyı ayni feryatları bu millet çekmektedir. Sebep nedir? Bilinmez. Ama acı çeken insanlar var, dökülen gö zyaşları, yanan yürekler, akıtılan kanlar var. İşte bunca ızdıraplar bu millete yapılan ‘’yanlışlık’’ların sonucu değil mi?

Yoksa: ‘’Yayan çıktık bu yola, dayan ey dizlerim dayan’’ Biraz daha-biraz daha… Demeli miyiz?

Artık bu millet, barış istiyor, huzur istiyor, iş-aş istiyor ve bir fecri sadık bekliyor.

Bediüzzaman,  Türkler ve Kürtlerin birlik ve beraberliğini tespit eden reçeteyi Münazarat eserinde yazmıştır.

Münazarat eserinde alınan, Türk ve Kürtlere bir serzeniş ile konuyu kapatmak istiyorum.

Ey Türkler ve Kürtler!
Acaba şimdi bir miting yapsam, sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonraki evlâtlarınızı şu gürültühane olan asr-ı hazır meclisine davet etsem; acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demeyecekler mi:
“Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz? Heyhat! Bizi akim bir kıyas ettiniz, bizi kısır bıraktınız.”

Hem de sol tarafında duran ve şehristân-ı istikbalden gelen evlâtlarınız, sağdaki ecdatlarınızı tasdik ederek demeyecekler mi ki:
“Ey tembel pederler! Siz misiniz hayatımızın suğrâ ve kübrâsı? Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rapt eden rabıtamızın hadd-i evsatı? Heyhat! Ne kadar hakikatsiz ve karıştırıcı ve müşağabeli bir kıyas oldunuz!” (Münazarat, say. 89)

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Bediüzzamanın Mutluluk Formülü

Bir ara nurnet sitemizin okuyucu dostlarımdan uzak kalmamın hasretini telafi etmek için bir şeyler yazmak istedim. Bir müddet düşünmeye başladım, baktım ki, Hz. Mevlana’nın dediği gibi

’’Gönlüm dilime dargın, dilim gönlüme… Gönlüm duygularını anlatamadığı için kızarken dilime, Dilim anlatamayacağı şeyleri düşündüğü için kızıyor gönlüme...’’

keza ’’Güzel düşün güzel yaşa…!’’(1) dedim. Bu mutsuz halime bir mutluluk arama ihtiyacını hissettim, gene Mevlana’nın başka bir sözünden etkilenerek

’’Bazen bitmek bilmeyen dertler yağmur olur üstüne yağar. Ama unutma ki, rengârenk gökkuşağı yağmurdan sonra çıkar’’(2)

O zaman ’’mutluluk nedir?’’ sorusuna birçok cevap aklıma gelmeye başladı. Örneğin, Bir mahkûmun isteği, onu mutlu kılacak şey sılası yani özgür yaşadığı ortammış. Anne ve babasından uzak kalmış bir gencin ailesine kavuşma mutluluğu, evlenme çağına gelmiş bir çocuğun evlilik mutluluğu, evi olamayanın bir eve kavuşması, bir hastanın iyileşmesi mutluluğu gibi şeyleri hasbıhal ettim. Mutlu olmaya yetmez mi?

Hayır… Yetmiyor. Çünkü bunlar elden çıkınca gene mutsuzluk, gene hüzün, gene öfke başlar. O zaman asıl mutluluk nerede onu aramak lazım.

Sosyal ve içtimai hayatımızda her zaman insanlarla karşılaşmaktayız, günlük işlerimizde, çalıştığımız iş ortamında iyi bir muamele ve hoşgörü ile münasebetlerimizi sağlasak, dünya ve ahiret muvazenesini temin edebilirsek, sevgi ve şefkat gibi duygusal lezzetleri gönlümüze koyabilirsek o zaman gönül de beden de mutlu olur. Aksi takdirde insanlardaki hub-u cah yani makam sevgisi, daha sonra içtimai hayata girdiğinde dünyaya karşı bir tama baş gösterir. Kısa ömrünü de muvakkat dünyayı da ölmeyecekmiş gibi daimi görür, farkından olmadan aldanıverir. Neticede Hizmet-i imaniye adına çok şeyi kaybedebilir. İşte mutluluğun da mutsuzluğunda muvazenesi bu olması gerek.

Asıl mutluluğun tarifini mubelliğ-i zaman Bediüzzamanın ‘’mutluluk formülü’’ne bakalım ‘’Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.’’(3) İşte mutluluğun kaynağı bu cümlede görmek lazımdır. Çünkü yaşanan her olay ve hadisenin sonucunda bir rahmet ve mutluluk görünür. Mutluluğun sınırsız olmadığını da vurgular. Görüldüğü üzere, Bediüzzaman Hazretleri ile Hz. Mevlana aynı görüşü paylaşmaktadırlar.

Bediüzzaman, Sözler eserinde de mutluluğu şöyle açıklamaktadır: “Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye lüzum yoktur.”(4) Der. Bediüzzaman’ın ‘meşru daire’ diye tarif ettiği manevi değerler ve içtimai hayatın moral değerlerine dayalı hayatın en yüksek mutluluğu meşru dairenin ihtiyaca yeterli geldiğini, harama girmeye ihtiyaç olmadığını gösteriyor. Gayrimeşru lezzetlerin hiçbir kıymeti yok, aksine ‘’zehirli bal’’ hükmündedir. Az bir lezzet verirse de daha sonra da yedirdiğini kusturur, başa bela olur. Helal dairesindeki ahlaki değerler ise insana keyfiyet, emniyet, ehemmiyet ve mutluluk verir.

Bediüzzaman, dünya ile ahireti şöyle tasvir etmektedir: ’’Dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir. Baki umur-u uhreviye ise, gayet sağlam elmaslar kıymetindedir.’’(5) Bu dünya misafirhanesinde, şu kısa ömürde; En büyük mertebe Cenab-ı Allah’a teslim olmak ve o’na itaat etmektir. Dünya meşgalesini öne alıp ahireti unutmak büyük kayıp ve zarardır. Bediüzzaman, dünya işlerini kırılacak şişeler, umur-u uhreviyeye ait işleri de baki elmaslar hükmünde olduğunu, kırılacak şişe bedeline, elmasın fiyatını verilmez diyor. Hatta insanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inadlı istek gibi hisler de, ahiret hayatını kazanmak için verildiğini belirtilmektedir. Yoksa ahiretini unutup tamamen dünya işlerine himmetini sarf etmek için verilmemiştir. Evet, umur-u uhreviye için çalışan bahtiyardır, mutludur. Mutluluklar dilerim.2.1.2012

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org

1-Mevlana-Mesnevi

2- Mevlana-Mesnevi3-Mektubat, Hak.Çek.

4-Sözler

5-Mektubat 9.Mektub

Yolculukta Cem ve Tehir Namazı Nedir Ve Nasıl Kılınır?

Seferi namazları ile ilgili Kur’an, sünnet ve İslam âlimlerimizin de içtihatları ile açıkça belirtilmiş olmasına rağmen gene tekrarında fayda mülahaza edilerek İslam âlimlerimizin beyan ve açıklamaları ışığında konu okuyucuların nazarına arz edilmiştir.

Şöyle ki: Sefere çıkan bir yolcu öğlen ve ikindi namazını veya akşam ile yatsı namazını ikişer rekât olarak kısaltarak kılınmasına Cem, bir önceki namazı öne alınmasına Takdim veya bir sonraki namazla birlikte kılınmasına da Te´hir denilir.

Başka bir ifade ile, öğlen namazı ile birlikte ikindi namazını öne alınarak kılınan namaza cem’i takdim, öğle namazını ikindiye bırakıp her iki namazı ikindi vaktinde kılmasına da cem’i tehir denilir. Akşam ve yatsı namazları içinde aynı durum söz konusudur. Yalnız sabah namazı cem edilemez.

Kasr, dört rekâtlı farz namazları iki rekât olarak kılmaktır. Yolcular için tanınan bu ruhsat ayet ve hadislerle sabittir.  Allah, (cc) Kuran-ı Kerim´de şöyle buyurur:

“Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, eğer kâfirlerin size zarar vere­ceklerinden korkarsanız namazı kısaltmanızda üzerinize bir günah yok­tur.” (Nisa: 4/101)

Enes (r.a) şöyle rivayet eder:
“Rasulullah (a.s.v.)öğlen namazını Medine ´de dört rekât olarak kıldırdı. İkindi namazını da Zulhuleyfe´de iki rekât kıldırdı.” Müslim, 690

Seferîliğin Mahiyeti

Kişinin herhangi bir nedenle ikamet ettiği yerden kalkıp başka bir yere gitmesi veya gitmek için yola koyulması, Arapçada sefer veya müsaferet olarak adlandırılmakta olup, bu şekilde yola çıkmış kişiye de seferî veya misafir denilir.

İmam-ı Hanefî’ye göre yolculuk, orta bir yürüyüşle üç günlük bir mesafeden ibarettir. Buna “üç konak” veya “üç merhale” de denir. Bir kişinin günde ancak altı saat yolculuk yapabileceği kabul edilince üç günlük yolculuk on sekiz saatlik bir zamana tekabül etmiş olmakta ve buna göre karada böyle bir yürüyüş ile denizde ise mutedil bir havada yelkenli bir gemi ile on sekiz saat sürecek bir mesafe “sefer süresi” sayılmıştır. Seferîlik belirlenirken yolun yalnız gidiş mesafesi esas alınır, dönüş mesafesi hesaba dâhil edilmez. ” (Müslim, “Tahâret”, 85

Namazların kısaltılması hükmünün Allah’tan bir bağış olduğu yönündeki rivayeti esas aldıkları için, kısaltmanın bir ruhsat değil bir azîmet hükmü olduğunu ileri sürerek bu konuda yolcuya tercih hakkı tanımamış ve kısaltmanın vacip olduğunu söylemişlerdir. Namazı Peygamberimizin dili ile hazarda dört rek`at, seferde iki rek`at olarak farz kılmıştır” demiştir (Buhârî, “Salât”, 1.

İmam-ı Maliki’ye göre, seferde namazı kısaltarak kılmak müekked sünnettir. Şafii ve Hanbelîlere göre ise yolculukta namazları kısaltarak kılmak bir ruhsat olup, kullanıp kullanmamak kişinin tercihine bırakılmıştır.

Seferî kimse bir beldede on beş gün ve daha fazla kalmaya niyet edince mukim olur ve artık namazlarını tam kılar. Eğer on beş günden az kalmaya niyet ederse seferîliği devam eder. Şafii ve Mâlikîler’e göre ise, yolcu bir yerde dört gün kalmaya niyet ederse namazlarını tam kılar. Hanbelîlere göre dört günden fazla veya yirmi vakitten fazla kalmaya niyet ederse namazlarını tam kılar.(Müslim, taharat, 85- Buhari, salât 1)

Zamanımızda hızlı ulaşımdan dolayı üç günlük yol süre ölçütü yok denecek kadar azalmıştır. Bu süreye alternatif olarak İslam âlimleri tarafından 85-90 km.lik mesafe kabul edilmiştir. Yayan da olsa vasıtalarla da olsa yolculuk durumu, genel olarak meşakkat ve sıkıntı içerdiğinden bu durumdaki kişi için bazı kolaylıklar getirilmiştir.

Bediüzzaman da seferi namazla ilgili şu açıklığı getirmiştir: “Sordukları mesele-i şer’iye ise, şimdiki mesleğimiz ve halimiz o meselelerde meşgul olmaya müsaade etmiyor. Yalnız bu kadar var ki:

Ruhsat-ı şer’iye olan kasr-ı namaz ve takdim- tehir, vesait-i nakliye bir kararda olmadığı için, onlara bina edilmez. Belki, kaide-i şer’iye olan kasr-ı namaz, sabit olan mesafeye bina edilebilir.

Eğer denilse ki: Teyyareyle ve şimendiferle bir saatte giden zahmet çekmiyor ki, ruhsata müstahak olsun.

Elcevap: Teyyare ve şimendiferde abdest alıp vaktinde namazını kılmak, yayan serbest gidenlerden daha ziyade müşkülat bulunduğu için, ruhsata sebebiyet verir.” Diyor.(Barla lahk. Say.603

Rüstem Garzanlı / Kamu Yöneticisi

14.12.2011

www.NurNet.org