Etiket arşivi: rüstem garzanlı

Bu Dünya Bir Tecrübe ve İmtihan Meydanıdır

Bediüzzaman Risale-i Nur Külliyatı’nın Mektubat ve sözler adlı kitabında “o Musibetteki gazab ve hiddet içinde bir rahmet cilvesi olduğunu” belirtilmektedir.

Şöyle:

Üçüncü sualiniz: Cenâb-ı Hak musibetleri veriyor, belâları musallat ediyor. Hususan masumlara, hatta hayvanlara bu zulüm değil mi?

Bediüzzaman’ın açıklaması: Hâşâ! Mülk Onundur; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Hem acaba, san’atkâr bir zat, bir ücret mukabilinde seni bir model yapıp, gayet san’atkârâne yaptığı murassâ bir libası sana giydiriyor; hünerini, maharetini göstermek için kısaltıyor, uzatıyor, biçiyor, kesiyor, seni oturtuyor, kaldırıyor. Sen ona diyebilir misin ki, “Beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin; bana oturtup kaldırmakla zahmet verdin”? Elbette diyemezsin. Dersen divanelik edersin. (Mektubat, 12’nci mektup)

Mealen konuya şöyle bir açıklık getirmek gerekirse: İnsanı yaratan Cenab-ı Allah, göz, kulak, dil, gibi duygular vererek gayet sanatkârane bir vücudu insana giydirmiş çeşitli esmasının nakışlarını göstermek için insanı hasta eder, aç eder, tok eder, susuz eder, zelzele gibi afetlere maruz bırakır vs. gibi durumlarla yuvarlatır. İşte bu çalkantılı ve zikzaklı hayat içerisinde çeşitli esmalarını yani isimlerini göstermek için Cenab-i Allah insanı dünya musibetleriyle imtihan ediyor. Her ne kadar musibet acı da olsa, ondan geldiği için sabır ve tahammül ile karşılamak gerekiyor.

İnsanın başına hiçbir musibet gelmese hayat hep gül-ü gülistan, keyif ve safa içerisinde geçse bu bir nevi sükûnet yani durgunluk ve duraksama gibi hallerin pek faydası olmaz. Hareket ve değişim ise hayattır. Hayat, hareketle kemalatını bulur. Belalar vasıtasıyla terakki ederek gelişir asıl vazifesini yerine getirir. İnsan Uhrevi ücretini bu kez istemeye hak kazanır.

“Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.”

“Şu âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif iktiza ederler ki, hakikatlar perdeli kalıp, tâ müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler a’lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebucehiller esfel-i safilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebucehiller aynen Ebubekirler gibi teslim olup, mücahede ile manevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.

Madem mazlum, zalim ile beraber musibete düşmek, hikmet-i İlahîce lâzım geliyor. Acaba o bîçare mazlumların rahmet ve adaletten hisseleri nedir?

Bu suale karşı cevaben denildi ki: O musibetteki gazab ve hiddet içinde onlara bir rahmet cilvesi var. Çünkü o masumların fâni malları, onların hakkında sadaka olup, bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir baki hayatı kazandıracak derecede bir nevi şehadet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat bir meşakkat ve azabdan büyük ve daimî bir kazancı kazandıran bu zelzele, onlar hakkında ayn-ı gazab içinde bir rahmettir.”

…Kadîr-i Mutlak, hikmetinin muktezâsıyla, zâhir esbâbı tasarrufâtına perde ediyor. Zelzeleyi irade ettiği vakit, bazen da bir madeni harekete emredip, ateşlendiriyor. Haydi, madeni inkılâbât dahi olsa, yine emir ve hikmet-i İlâhî ile olur; başka olamaz. Sözler, 14. Söz’ün zeyli

23.10.2011 günü Van Vilayetimizde meydana gelen zelzeleden dolayı, vefat edenlere Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifa, kalanlara da sabır ve metanet niyaz ediyorum.

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır 27.10.2011

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org 

Hz. Adem’in Cennetten İhracı

Hz. Âdem’in (a.s.) Cennetten İhracı ve Bir Kısım İnsanların  Cehenneme Girmesi Hikmeti Nedir?

Bediüzzaman, Hz. Âdemin cennetten ihracını bir vazife olarak görüyor. Öyle bir vazife ile görevlendirilmiştir ki, beşerin terakki ve inkişafına sebep ve Cenab-ı Allah’ın isimlerine bir ayine olması işte o vazifenin neticesindedir. Eğer Hz. Âdem Cennette kalsaydı melek gibi makamı sabit kalacaktı, Hikmet-i İlahiye, insanların iman, itikat ve ubudiyetleri derecesinde layık olduğu en yüksek makamları kat etmek için, melaikelerin aksine insanın kabiliyetine uygun olan dünya gibi bir yeri yaratmış, malum günahla Hz. Âdem cennetten atılmıştır.

Hz. Âdem’in Cennetten atılmasına Cenab-ı Allah’ın bir hikmeti ve kaderin de bir hissesi olduğunu unutmamak gerekir. Çünkü insanın yaratmasındaki hikmet ve maksadın gerçekleşmesi de, ancak Hz. Âdem ve Havva’nın Cennetten dünyaya gelmeleriyle mümkün olmuştur.

“Demek, Hazret-i Âdem’in Cennetten ihracı ayn-ı hikmet ve mahz-ı rahmet olduğu gibi, küffârın da Cehenneme ithalleri haktır ve adalettir. Onuncu Sözün Üçüncü İşaretinde denildiği gibi, çendan kâfir az bir ömürde bir günah işlemiş; fakat o günah içinde nihayetsiz bir cinayet var. Çünkü küfür, bütün kâinatı tahkirdir, kıymetlerini tenzil etmektir ve bütün masnuatın vahdaniyete şahadetlerini tekziptir ve mevcudat aynalarında cilveleri görünen esmâ-i İlâhiyeyi tezyiftir. Onun için, mevcudatın hakkını kâfirden almak üzere, mevcudatın Sultanı olan Kahhâr-ı zül Celalin, kâfirleri ebedî Cehenneme atması ayn-ı hak ve adalettir. Çünkü nihayetsiz cinayet nihayetsiz azabı ister. -1-

İmam-ı Rabbani hazretleri de, “Cehennemde sonsuz olarak yanmak, küfrün karşılığıdır.” diyor.

Bir kişi imanın şartlarından birisini inkâr ederse, örneğin: kader veya melaikeye inanmasa doğrudan doğruya küfre girer. Çünkü Allah’ı, peygamberleri, Kitapları dolayısıyla imanın bütün şartlarını da inkâr etmiş olur. İman’ın şartları bir bütündür birini inkâr eden diğerlerini de inkâr etmiş oluyor.

“Sual: Kısa bir zamandaki küfre mukabil, hadsiz bir zaman Cehennemde hapis nasıl adalet olur?

Elcevap: Sene 365 gün hesabıyla, bir dakikada katl, 7 milyon 884 bin dakika hapis iktizası kanun-u adalet iken, bir dakika küfür bin katl hükmünde olduğundan, yirmi sene ömrünü küfürle geçiren ve küfürle ölen bir adam, kanun-u adaletle, 57 trilyon 201 milyar 200 milyon sene, beşerin kanun-u adaletiyle hapse müstehak olur. Elbette “Orada ebedî olarak kalacaklardır.”*1 adalet-i İlâhî ile veçh-i muvafakati bundan anlaşılıyor.

… Bir dakika küfür, bin bir esmâ-i İlâhîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemâlâtını inkâr ve hadsiz delâil-i vahdâniyeti tekzip ve şehadetlerini reddetmek olduğundan, kâfiri, bin seneden ziyade esfel-i sâfilîne atar, “Orada ebedî olarak kalacaklardır.*2 de, hapseder.”- 2-

Netice-i kelam, “Eğer Mâlik-i Mülke memlûk isen, Onun mülkü senindir, gör.” -3- vesselam.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

24.10.2011

www.NurNet.org

KAYNAKLAR

1-Mektubat, 12 nci mektup

2-Lem’alar, 28 nci lem’a

3-Mektubat, 20 nci mektup

1-Nisâ Sûresi:4.169

2-Nisâ Sûresi : 4.169

Hz. Yusuf Kıssasının Günümüz İnsanına Taşıdığı Mesaj

Hz. Yûsuf (a.s.) Kur’ân’da adı geçen peygamberlerden biridir. Hz. Yakub’un (a.s.) oğludur ve Hz. İbrahim (a.s.)’in soyundandır.

Kur’ân-ı Kerîm’de kendi adını taşıyan bir suredir (Sure-i Yusuf). Hz. Yusuf’un hayat hikâyesi kısaca şöyledir:

Hz. Yusuf’un on bir erkek kardeşi olduğunu, bunlardan Yusuf’un çok daha güzel ve zeki olduğu ve babaları Hz. Yakub (a.s.) en fazla Hz. Yusuf’u sevdiğini ve bu sevgiyi ağabeyleri kıskandıkları belirtilmektedir. Bir gün ağabeyleri babalarından izin alarak, gezmek bahanesiyle Yusuf’u alıp kırlara götürdüler, orada da bir kuyuya attılar. Gömleğini bir hayvan kanına bulayarak, “Yusuf’u kurt kaptı” deyip, babalarına Yusuf’un gömleğini verdiler. Sevgili oğlunun gömleğini alan Yakup Aleyhisselam, “Suphanallah! Ne acip, halim ve selim bir kurtmuş ki, oğlumu yemiş de gömleğini yırtmamış” diyerek yalanlarını yüzlerine vurmuştur.

Kuyuya atılan Yusuf Aleyhisselam, Kenan Kuyusu civarında konaklayan kervancılar tarafından bulunmuş ve Mısır’a götürülerek köle olarak satılmıştır. Yusuf Aleyhisselam, “Mısır Azizi” bu günün Maliye Bakanı makamında olan Kıtfîr tarafından satın alınmıştır. Kıtfîr, Züleyha’nın da kocasıdır. Kıtfîr ve Züleyha Yusuf’u öz evlatları gibi besleyip büyütmüşlerdir. Ancak Yusuf Aleyhisselam büyüdükçe Züleyha’nın ona karşı olan düşüncesi değişmeye başlamış ve kendisine âşık olmuştur. Yusuf Aleyhisselam ise kendisine öz evlatları muamelesinde bulunan bu aileye her zaman saygı ve hürmet göstermiştir. Zaten müstakbel bir peygamberin de yapacağı bu olması gerektir.

Züleyha kocasına, “Senin ailene kötülük yapmak isteyen birisi için hapsedilmekten veya acıklı bir azaptır.” diye Yusuf Aleyhisselam’a iftirada bulundu. (S.Yûsuf 25)

Buna karşılık Yusuf , “Benden muradını almak isteyen odur” söyleyerek iftirayı kabul etmemiştir.(S.Yusuf 26)

“Azizin hanımı kölesinden muradını almak istiyormuş. Sevgisi onun yüreğine işlemiş. Biz o kadını ap açık bir sapıklıkta görüyoruz” dediler (S.Yûsuf 30)

Dedikodulardan rahatsız olan Züleyha, söz konusu kadınlara haber yollayarak evine davet etti. Sofra düzenleyerek önlerine meyve koydu ve meyveleri soymaları için de bıçak verdi. Evinde topladığı kadınlar meyveleri yemeye başlayacakları sırada, Yusuf’a seslenerek, “Onların yanına çık” dedi. Karşılarına çıkan Yusuf Aleyhisselam’ı gören kadınlar güzelliği karşısında kendilerinden geçtiler ve meyve yerine farkına varmadan ellerini kestiler. O’na bakarak, “Haşa! Allah için, bu bir beşer olamaz. Olsa olsa şerefli bir melektir.”dediler(S.Yûsuf 31)

Züleyha da, “İşte beni kınamanıza sebep olan kimse budur. Yemin ederim, ben ondan muradımı almak istedim de o iffetini korudu. Ona emrettiğimi yapmazsa muhakkak zindana atılacak ve muhakkak küçük düşenlerden olacak” diye hissiyatını böylece açıklamış, (S.Yûsuf 32)

Yusuf Aleyhisselam zindanı tercih etti ve Züleyha’nın isteklerine karşılık vermedi. Yıllarca zindanda kaldı. Daha sonra Mısır kralının gördüğü rüyayı tabir etti, Yusuf’un suçsuz olduğuna kanaat eden Kral onu zindandan çıkarır, vefat eden Kıtfîr’in yerine Mısır’ın Azizliğine getirilir. Kral, Hz. Yusuf’un  Peygamberliğini de kabul eder ve iman etmiş olur. Ayrıca, kocası vefat eden Züleyha ile evlendirir. Bu evlilikten iki erkek ve bir kız çocukları olur. Kıtfîr’in erkeklik duygusunun olmadığı, Yusuf Aleyhisselam ile evlendirilen Züleyha’nın bakire olduğu nakledilmektedir.

Hz.Yusuf (a.s.)’ın kıssası Cenab-i Allah tarafından birçok hikmete bina edilmiştir. Böylece Konu Kur’an-ı Kerimde daha da teferruatlı bir şekilde izah edilmiştir.

Bediüzzaman, Züleyha’nın Yusuf Aleyhisselam ile aralarında geçen hadiselere değinmeden, Züleyha’nın aşkı ile Yakup Aleyhisselam’ın oğluna olan şefkatini karşılaştırarak, şefkatin ne kadar üstün olduğuna vurgu yapar. İşte bir taraftan Yusuf Aleyhisselama büyük bir aşk ile bağlanan Züleyha, diğer taraftan Yakup Aleyhisselamın oğluna olan büyük şefkatini Risale-i Nur’da şöyle izah etmektedir:

Fakat muhabbet ve aşk, mecazi mahbuplara ve mahluklara karşı derece-i şiddette olsa, o makam-ı muallâ-i nübüvvete layık düşmüyor”.

Anlaşıldığı üzere Hz.Yakup Aleyhisselam, Hz.Yusuf Aleyhisselam’a karşı olan sevgisi aşk değildir. Mutlak surette içten ve karşılıksız merhamet ve şefkat duygusu ile onu sevmiştir. Şefkat, aşk ve muhabbetten daha fazla keskin, parlak ve temizdir. Bu da makam-ı nübüvvette yani peygamberlik makamına layıktır. Aşkın ise mecazi sevgililere ve yaratılmışlara şiddetli bağlılık olduğunu, dolayısıyla nübüvvete uygun düşmediğine dikkat çekmektedir.

Zaten, Kur’an-ı Kerim, Yakup Aleyhisselamın yüksek derecedeki şefkat hissiyatını, Züleyha’nın aşkından yüksek göstermek suretiyle şefkatin aşka olan üstünlüğünü açık bir şekilde ortaya koymuştur.

Bediüzzaman:“Üstadım İmâm-ı Rabbânî aşk-ı mecazîyi makam-ı nübüvvete pek münasip görmediği için demiş ki: “Mehasin-i Yûsufiye, mehasin-i uhreviye nev’inden olduğundan, ona muhabbet ise mecazî muhabbetler nev’inden değildir ki, kusur olsun.” Ben de derim: “Ey Üstad! O, tekellüflü bir tevildir; hakikat şu olmak gerektir ki: O, muhabbet değil, belki yüz defa muhabbetten daha parlak, daha geniş, daha yüksek bir mertebe-i şefkattir.”

Evet, şefkat bütün enva’ıyla latif ve nezihtir. Aşk ve muhabbet ise, çok enva’ına tenezzül edilmiyor.

Hem şefkat pek geniştir. Bir zat, şefkat ettiği evlâdı münasebetiyle bütün yavrulara, hatta zîruhlara şefkatini ihata eder ve Rahîm isminin ihatasına bir nevi âyinedarlık gösterir. Halbuki aşk, mahbubuna hasr-ı nazar edip, herşey’i mahbubuna feda eder; yahut mahbubunu i’lâ ve sena etmek için, başkalarını tenzil ve manen zemmeder ve hürmetlerini kırar. Meselâ biri demiş: “Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor, görmemek için bulut perdesini başına çekiyor.” Hey âşık efendi! Ne hakkın var, sekiz ism-i azamın bir sahife-i nuranîsi olan Güneş’i böyle utandırıyorsun?

Hem şefkat hâlistir, mukabele istemiyor; safi ve ivazsızdır. Hattâ en âdi mertebede olan hayvanatın yavrularına karşı fedakârane ivazsız şefkatleri buna delildir. Hâlbuki aşk ücret ister ve mukabele taleb eder. Aşkın ağlamaları, bir nevi talebdir, bir ücret istemektir.

Demek suver-i Kur’aniyenin en parlağı olan, Sure-i Yûsuf’un en parlak nuru olan Hazret-i Yâkub’un (A.S.) şefkati, ism-i Rahman ve Rahîm’i gösterir ve şefkat yolu, rahmet yolu olduğunu bildirir ve o elem-i şefkate deva olarak da “En iyi korucu Allah’tır. Merhametlilerin en merhametlisi de odur.”dedirir.(S.Yusuf:64) –Mektubat/8.nci mektup.

Yukarıda ki izahattan da anlaşıldığı üzere Bediüzzaman, mecazi aşkı nübüvvete pek uygun görmeyip, Hz. Yusuf’un sahip olduğu güzelliklerin uhrevi olduğu, ona olan muhabbetin de mecazi sevgililere olandan farklı olduğunu belirterek, İmam-ı Rabbani’nin yorumuna da karşı çıkmış ve bunun “tekellüflü bir te’vil” yani zorlu bir yorum olduğunu belirtmiştir.

Hatta bir kişi evladına gösterdiği şefkat neticesinde bütün çocuklara ve canlılara merhamet sevgisi olan şefkatini de göstermektedir. Adeta, Cenab-i Allah’ın Rahim ismine bir nevi ayinadarlık gösterir. Aşk ise dikkati sadece bir yere yöneltir ve her şeyini sevilene feda eder.

Netice olarak Kur’an surelerinin en parlağı olan sure-i Yusuf’un kıssasındaki Hazreti Yakub’un(a.s.) şefkati, Cenab-i Allah’ın ism-i Rahman ve Rahim’i gösterir. Dolayısıyla Şefkat yolu Rahmet yolu olduğunu günümüz insanlarına da güzel bir mesajdır.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.Org

Sabır Kahramanı Hz.Eyyüb’ün Kıssasından Bize Mesajlar

Hz.Eyyüb (a.s.), Hz. İbrahim(a.s.) soyundan gelen bir peygamber. İslâm kaynaklarına göre Havrân bölgesinde yaşayan ve çok zengin olup, sayısız malı-mülkü, birçok oğlu kızı bulunan Eyyûb (a.s.), kendi toplumuna peygamber olarak gönderilmiştir.

Sabah-akşam ümmeti ve Allah’a ibadetle meşgul olan Hz. Eyyûb, Rabbinin bir imtihanına maruz kalmış, bütün servetini, çocuklarını kaybettiği gibi şeytanın kendisine musallat olması neticesinde kalbi ve dili hariç bütün vücudunda çıbanlar çıkmış, iltihaplı yaralar açılmış, yaralarına kurtlar dolmuş ve vücudu bozulup kokmaya başlamıştı, bu durumda kocasına hizmete sebat eden eşi “Rahmet” hariç hiç kimse onun yanına yanaşmadığından cemiyetten çekilmek mecburiyetinde kalmış, fakat hiçbir zaman sabrını ve Cenâb-ı Hakk’a bağlılığını kaybetmemiştir.

Farklı rivayetlere göre 3, 7, 13 veya 18 sene gibi epey uzun süren bu sıkıntılı dönemden sonra sabrıyla imtihanı kazanan Eyyûb (a.s.) Cenâb-ı Hakk’ın lütfu ve emriyle ayağını yere vurmuş, fışkıran su kaynağından yıkanıp içerek eski sıhhati ve güzelliğine kavuşmuştur. Ayrıca kendisine yeniden birçok servet ve çocuk da ihsan edilmiştir.

Genellikle kabul edildiğine göre bu imtihana uğradığı sırada yetmiş yaşında olan Hz. Eyyûb, şifa bulduktan sonra yirmi yıl daha yasamış, diğer bazı rivayetlere göre ise hastalığından önceki kadar daha ömür sürmüştür. Kendisinden sonra Bişr adındaki bir oğlu, kavmine peygamberlik yapmıştır. 1

Kuran’da dört yerde Hz. Eyüp’ten bahsedilir ve onun sabrı mü’minlere örnek olarak gösterilir.

Biz Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik.2

Hz.Eyyüp ciddi bir hastalığa yakalanarak birçok sıkıntılarla karşılaşmıştır. Ancak içinde bulunduğu her türlü ağır şartlara daima sabrı ve Allah’a olan güveni ile örnek bir şahsiyet olmuştur.

… Gerçekten, Biz onu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah’a) yönelip-dönen biriydi. 3

Eyüp de; hani o Rabbine çağrıda bulunmuştu: “Şüphesiz bu dert (ve hastalık) beni sarıverdi. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın.” 4

Hâkim-i Adil olan Cenab-ı Allah insanları çok farklı şekillerde imtihan etmektedir. Sabır kahramanı olan Hz. Eyüp de şiddetli bir hastalıkla denenmiştir. Sabır, tevekkül ve umudunu sarsmayan ve şükredenlerden olmuştur. Benzer sıkıntılar, yine dünyadaki imtihan ortamı içinde başka mü’minlerin başına da gelebilir. Onun için Hz. Eyüp örneğinde olduğu gibi, imtihanın şekli ve süresi ne olursa olsun tahammül etmek ve imtihanı kazanmak lazımdır.

Bediüzzaman Hazretleri, sabır kahramı Hazreti Eyüb (a.s.)’ın hadisesini mealen şöyle ifade etmektedir:

Hz.Eyyüb’in vücudu bir çok yara içinde uzun müddet kaldığı halde, hastalığın büyük fayda ve mükâfatını bildiği için sabırla tahammül etmiş, daha sonra yaralarından çıkan kurtlar, kalbine ve diline iliştiği zaman, zikir ve marifet-i ilahiyenin yeri olan kalp ve lisanına iliştiklerinde, kulluk vazifesine zarar gelir düşüncesiyle, belki kulluk vazifesi için demiş: “Ya Rab! Zarar bana dokundu, lisanen zikrime ve kalben kulluk görevime zarar veriyor.” diye kurtuluş için Allaha yalvarmış, Cenab-ı Hak o halis ve safi, garassız, lillah için münacatı gayet harika bir surette kabul etmiş, sıhatı vermiş ve her türlü merhametine kavuşturmuştur.

Bediüzzaman, Hz.Eyyüb Aleyhisselamın zahiri hastalıklarına mukabil zamanımız insanlarında ruhi ve kalbi hastalıkları var olduğu açıklaması:

BİRİNCİ NÜKTE: “Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın zâhirî yara hastalıklarının mukabili bizim Batıni ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb’den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar.

Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdid ediyordu. Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdid ediyor. O münacat-ı Eyyübiyeye, o Hazretten bin defa daha ziyade muhtacız. Bahusus nasılki o Hazretin yaralarından neş’et eden kurtlar, kalb ve lisanına ilişmişler; öyle de; bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şübheler (neuzübillah) mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârane uzaklaştırarak susturuyorlar.

Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ: Utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melaike ve ruhaniyetin vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor..5

Şu dar-ı dünya imtihan meydanı ve hizmet yeridir. Cenab-ı Allah insanı bir model yapmış, vücut libasını o model üstünde istediği gibi keser biçer, tebdil ve tağyir eder; çeşitli sıfatlarını gösterir. Örneğin Şafi ismi hastalıkları, Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor… Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder. Eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse, o vakit her bir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hatta bir kısmı var ki, bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçer. Musibetlerin neticesi olan sevap ve mükâfat-ı uhreviye ve kısa ömrü, musibet vasıtasıyla uzun bir ömür hükmüne geçmesini düşünse sabırdan ziyade, şükreder.

Cenab-ı Hakk’ın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle ve insanın gafletiyle ve fâni hayatı baki tevehhüm etmesiyle sabır kuvvetini mazi ve müstakbele dağıtıp hâl-i hazırdaki musibete karşı sabrı kâfi gelmez, şekvaya başlar. Âdeta (hâşâ) Cenab-ı Hakk’ı insanlara şekva eder. Hem çok haksız bir surette ve divanecesine şekva edip sabırsızlık gösterir. Nasıl şükür, nimeti ziyadeleştiriyor; öyle de şekva, musibeti ziyadeleştir.

Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlahiyeye iltica edip feryat etmek gerektir.

Musibetlerin bir kısmı ihtar-ı rahmanîdir. Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki: Zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunane dönerler. Öyle de çok zahiri musibetler var ki; İlahî birer ihtar, birer ikazdır ve bir kısmı keffaret-üz zünubdur ve bir kısmı gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve za’fını bildirerek bir nevi huzur vermektir. Musibetin hastalık olan nev’i, sâbıkan(geçmişte) geçtiği gibi o kısım, musibet değil, belki bir iltifat-ı Rabbanîdir, bir tathirdir. Rivayette vardır ki: “Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor, sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.

Bediüzzaman devamla şöyle diyor:

…Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm münacatında istirahat-ı nefs için dua etmemiş, belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman ubudiyet (kulluk)için şifa taleb eylemiş. Biz, o münacat ile -birinci maksadımız- günahlardan gelen manevî ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar için ubudiyete mani’ olduğu zaman iltica edebiliriz.

… Nasılki mübarezede müdhiş bir hasma karşı gülmekle; adavet musalahaya, husumet şakaya döner, adavet küçülür mahvolur. Tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi 29.9.2011

 www.NurNet.org

KAYNAKLAR

1- Şamil İslam ansiklopedisi

2-Nisa,163

3-Sa’d, 44

4-Enbiya, 83

5-İkinci lem’a

Ebu Talib’in İmanı Hakkında Doğrusu Nedir?

“EBU TALİB’İN İMANI HAKKINDA ESAH NEDİR”

“Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti her şeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin.” Bakara Sûresi, 2:32.

Ezelden ebede her şey Cenab-ı Allah’ın indindendir. O âlimdir, Hâkimdir. Bediüzzaman, Ebu Talib’in İmanı hakkında şöyle görüş belirtmektedir:

Ehl-i teşeyyu’, imanına kail; Ehl-i Sünnetin ekserîsi imanına kail değiller. Fakat benim kalbime gelen budur ki: Ebu Talib, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın risaletini değil, şahsını, zâtını gayet ciddî severdi. Onun o gayet ciddî, o şahsî şefkati ve muhabbeti, elbette zayie gitmeyecektir.

Evet, ciddî bir surette Cenâb-ı Hakkın Habib-i Ekremini sevmiş ve himaye etmiş ve taraftarlık göstermiş olan Ebu Talib’in, inkâra ve inada değil, belki hicab ve asabiyet-i kavmiye gibi hissiyata binaen makbul bir iman getirmemesi üzerine, Cehenneme gitse de, yine Cehennem içinde bir nevi hususî cenneti, onun hasenatına mükâfaten halk edebilir. Kışta bazı yerde baharı halk ettiği ve zindanda, uyku vasıtasıyla, bazı adamlara zindanı saraya çevirdiği gibi, hususî cehennemi, hususî bir nevi cennete çevirebilir.

Gerçek ilim Allah katındadır. Gaybı Allahtan başkası bilemez.1

Ebu Talib’in imanı hakkındaki esah, yani iman meselesindeki hükmü hakkında, müçtehit ve alimlerden,  Ehli şia, Ebu Talib’ın imanına inanıyor, ehl-i sünnettin ise ekserisi iman ettiğini kabul etmiyorlar.

Bediüzzaman’ın belirttiği gibi, Ebu Talip, Resul-i Ekrem’i (a.s.v.) risaleti (görevlendirme) cihetiyle değil, zatını gayet severdi, onun şefkati ve muhabbeti boşa gitmez. Belki makul bir iman getirmemesi cehenneme gitse de, cehennem içinde bir nevi hususi cenneti, onun iyiliklerine karşı Halık-ı Rahim, halk edebilir.

Örneğin: Yerin altında, zindanın derinliklerinde uyumuş birisi rüyasında güzel ve tatlı bir rüya görmesi o an zindanı ona bir saraya çevirir veya kış mevsimi içerisinde baharı halk etmesi gibi, cehennemde de benzeri rahatlayıcı hallerin iktizası mümkün olabileceği görüşü belirtmektedir.

Bu görüşten de anlaşıldığı üzere, Ebu Talib cehenneme gidecekler arasında olsa da cehennemin azap ve şiddetinden mahzun olmayacağı şeklinde düşünceyi de desteklemektedir.

Bazı müçtehitlerin görüşü:

Cehennem azabının en ehvenine Ebu Talip maruz kalacaktır. 2

Hazreti Ebubekir, babası Ebu Kuhafe’yi elinden tutup Peygamberin (a.s.v.) huzuruna getirmiş ve şahadeti kabul etmiştir. Bu arada Ebubekir-i Sıddik (r.a) ağlamaya başlamış,

Peygamber :”Neden ağlıyorsun?”

Peygamber’in (a.s.v.) sadık dostu: “Ya Resülullah ne kadar arzu ederdim, Şimdi Müslüman olan babamın yerinde Ebu Talip olsaydı!” demiş.

Himayesinde bulunduğu amcası Ebu Talib’in iman etmediğinden dolayı Resulullah’ın mahzun olacağı için, Ebubekir (r.a.) da üzüntünü yukarıdaki ifade ile belirtilmiştir.

Netice itibariyle,“Fazl-ı ilahi ve lütf-ı ilahiden öte fazl ve lütf katiyen fazl ve lütf değildir.” Ebu Talibin Allah Resulüne yakınlığı veya yaptığı yardımları için değil, onun Allah ile olan irtibatıdır. İman etme nazarıyle bakıldığında ancak Cenab-ı Allah’ın fazl ve lütfuna havale etmek en uygunudur.

Hz. Ebubekir-i sıddık’tan konu açılınca o sadık insandan söz etmeden konuyu kapatmak istemem.

Şöyle ki:

Ebubekir (r.a.)’dan çağımız insanlarına bir mesaj:

Evet, Ebubekir (r.a.) birinci halife, din ve devlet idaresinde sorumlu bugünün devlet başkanı konumunda olan bir makam. Allah’ın Resulüne olan bağlılığı ve sıdıkiyet’iyle bilinmektedir. Peki, halkın idaresinde bulunan bu halife, insanlara bağlılığını ve sevgisini nasıl ifade etmiş? Denilirse,

İşte müthiş bir cevap:

“Yarabbi benim vücudumu o kadar büyüt ki cehennemde benden başka hiç bir ehl-i imana yer kalmasın.” Evet samimiyet te, sıdıkiyet te, ehl-i imana olan sevgi de bu olması gerek.

Çağımızdaki dünya liderlerine baktığımız zaman kimilerin halkı sefalet aç ve perişan iken, wc’lerin muslukları som altından, lavabo taşları enva-i türlü kıymetli mücevheratlarla işlenmiş, dünya ziynet ve sefahati içerisinde yaşayan liderler de vardır.

Bu gün ki orta doğuda ki isyanlar, harp boğuşmaları, devlet idaresine karşı tutum ve davranışların ana sebebi idarecilerin devletin mal varlığını ganimet olarak uhdelerine almaları, halkını tanımamaları, istibdat, zulüm, keyfi tutum ve davranışlarda bulunmaları neticesi halkın isyanına sebebiyet verilmiştir. Eğer milletine bağlı, sosyal adalette eşitliği sağlamış, samimi ve doğru hareket edilseydi bugün ki Orta Doğu ve keza diğer devletlerde bu oranda halkın isyanı olmayacaktı,

Dünya Devlet Başkanlarına örnek iki şahsiyet: Biri Hz.Ebubekir-i sıdık ki, mümin halkına bedel uhrevi hayatını feda etmesi, diğeri; Adaleti ile müsemma Hz. Ömer,

Hz. Ömer’in ganimetten oğlu ile birlikte aldıkları iki parça kumaşın kendine diktirdiği gömlekten hesaba çekilmesi, gene: “Fırat’ın kenarında bir koyunu kurt kapsa hesabı Ömer’den sorulur” demesi,

Yine kıtlık yıllarında Medine’de tebdil-i kıyafet ederek halkı dolaşmış ve yetim bir aileye geceleyin rastladığında onlara “halinizi niye Ömer’e arz etmiyorsunuz. Ömer sizin bu halde olduğunuzu nasıl bilecek? Dediğinde o evin hanımı “mademki halimize vakıf olamayacak öyleyse ne diye halife oldu?” diye cevap verdi.

Bunun üzerine beytü’l-maldan un torbasını bizzat kendisi yüklenerek bu fakir aileye getirmiştir. Arkadaşı ona “Ya Emiru’l-Müminin, bırak ben taşıyayım” dediğinde; “ahirette de benim günahlarımı taşıyabilir misin?” diye cevap vermiştir.

Sanırım dünya liderlerine bu mesajlar yeter…

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org

KAYNAKLAR

1-29 ncu mek.8 nci nükte

2-Buhari ve müslim