Etiket arşivi: Yavuz Bahadıroğlu

Cemaat – Siyaset!

“Cemaat” kelimesinin aslı, “cem” fiilidir: Toplamak, bir araya getirmek anlamına gelir. 

Fıkıh terimi olarak, “cemaat”, “bir imamın arkasında namaz kılan mü’minler topluluğu”dur…

Daha geniş anlamıyla, bir fikir ve inanç etrafında buluşan insan topluluğunu; en geniş anlamıyla ise, İslâm ümmetini ifade eder.

Dünyadaki bütün Müslümanlar bu anlamda, “cemaat”dırlar. Bu cemaatin temel eksenini, aynı dine, yani Tevhid akidesine mensup olmak oluşturur. 

Bediüzzaman Said Nursi’nin aşağıdaki tarifine dikkat!

“Sath-ı arz (yeryüzü) bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir (apaçık deliller) olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar (taptaze) semereleri (sonuçları) bir şecere-i nuraniyedir (nur ağacı) ki, herbir dâvâsını, mu’cizatlarına (mucizelerine) istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.” (Sözler, On dokuzuncu Söz).

Geniş anlamıyla “cemaat” bu tarifteki gibidir, tüm iman ehlini kapsar ve kavrar. Zaten, “Topluca Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın” (Âli İmrân) mealindeki âyet de buna işaret buyuruyor.

Keza, “Cemaat rahmettir, tefrika (ayrılık çıkarma) ise azaptır” mealindeki hadisler de aynı noktayı vurgular.

Günümüzde bir “anlam kayması” söz konusu sanırım. Çünkü artık kimse “cemaat” sözcüğünü, kapsayıcı/ kavrayıcı anlamında kullanmıyor. Bu kelime ile daha çok klikler ve gruplar tarif ediliyor.

Ne olursa olsun, bugünün cemaatlerinin de bir tarifi olmalı. Bendeniz “Uhrevi (ahrete yönelik) amaçlarla bir araya gelen özgür bireylerin gönüllü beraberliği” olarak tarif ediyorum…

“Uhrevi amaç”, “gönüllülük” ve “özgürlük” kavramlarının da altını özenle çiziyorum. Çünkü bunlar “olmazsa olmaz” kriterlerdir. Aksi taktirde “cemaat” değil, “cemiyet” ya da “şirket” (ortaklık) olur.

Cemaatin en büyük amacı, “iman-Kur’an hizmeti” olarak özetlenebilir. Her “sivil toplum kuruluşu” gibi güncel olaylara ilişkin görüşleri olmakla birlikte ağırlığını “iman hizmeti”ne verir ve “dünyevî” (dünyaya ilişkin) konuları “tali mesele”sayar.

Bir şekilde dünya belirleyici olur, hangi kılıf içinde gelirse gelsin, “dünyevi” meseleler “hizmet”in önüne geçerse, siyasallaşma ve yozlaşma başlar. Çünkü “cemaat” olmanın birinci şartı (uhrevi amaç) çiğnenmiş olur.

Siyaset de cemaate karışmamalıdır. Bu kavramların iç içe girmesinden sadece “fitne” çıkar. “Fitne” tabiri benim değil, Fatih ve oğlu Bayezid zamanında bugünkü Vefa semtinde faaliyet gösteren Şeyh Ebul Vefa’ya aittir.

Şeyh Efendi, yakın müritlerinden birine, kapıya gelen hasretlisiyle görüşmeyeceğini fısıldamaktadır:

“Gelen ziyaretçimizi lisan-ı münasiple geri gönderin. Şu sıralar mizacım devletlülerle muhabbete müsait değildir.” 

Fatih, Zağanos Paşa’yı alıp bir gün Şeyh’i ziyarete gider, fakat kabul görmez. Padişah üzülürken, Zağanos Paşa öfkelenir, kapıyı zorla açmaya kalkışır.

Onu durduran Fatih’in şu sözü, hepimize ders hükmündedir: “Dur Zağanos, hikmete kuvvetle mukabele edilmez!”

Aynı anda müritleri Şeyh Efendi’ye bunun hikmetini soracaklar, Ebul Vefa şöyle bir cevap verecektir:

“Biz bir birimizi Allah için çok seviyoruz. Bir kez görüşürsek hemen samimi oluruz. Badehu o benim eğitim hizmetlerime, ben onun siyasi işlerine karışmaya başlarız. Osmanlı’ya fitne fesat girer.”

Yavuz Bahadıroğlu

Risale-i Nur Talebelerinin Alanı “Müsbet Hareket”tir!

Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin, çeşitli risalelerinde ve son mektubunda yinelediği hizmet prensipleri, Risale-i Nur dairesinde hareket ettiğini söyleyen herkesi bağlar.

Bizim vazifemiz müsbet (olumlu-pozitif) hareket etmektir, menfi (olumsuz-negatif) hareket değildir” diyor. “Rıza-yı İlahiye (Allah rızasına) göre sırf hizmet-i imaniyeyi (iman hizmetini) yapmaktır: Vazife-i İlahiyeye (Allah’ın vazifesine) karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren, müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.” (Emirdağ Lahikası).

Bu cümlede, hayatı boyunca “hizmetin esası” sayıp uyguladığı “müsbet hareket”in öznesi “Allah rızası” olarak belirginleşiyor. Allah rızası için çalışmak “müsbet hareket”; gurur, riya, gösteriş, menfaat için çalışmak, “menfi hareket”tir.

Pastadan daha fazla pay almak için rakibi vurmak, zayıflatmak, yıpratmak, zarar vermek; toplumda kavga, kargaşa ve ihtilal çıkarmaya, huzur bozmaya çalışmak “menfi hareket”e girer.

Her türlü yanlışa, hataya, şiddete itiraz etmekle birlikte sabırla göğüs germek “müsbet hareket”; bir bahane ile isyana yönelmek ise “menfi hareket”tir.

Tarih bize gösteriyor ki, “müsbet hareket”i kavrayamayan Müslümanlar, kendilerine, camialarına ve tüm İslami harekete büyük zararlar vermişlerdir…

Mesela İhvan-ı Müslimin hareketinin ilk dönemi, “menfi hareket”in tüm mahzurlarını yaşamış ve Müslümanlara yaşatmıştır. Pek çok cana mal olmuştur. Günümüzün El Kaide gibi hareketleri de acılara sebebiyet vermektedir.

Yani “müsbet hareket”te imar, ihya, inşa, “menfi hareket”te tahrip, yıkım icbar (cebir) vardır… “Müsbet hareket” barışçı, “menfi hareket” kavgacı ve savaşçıdır. Savaş bir de “kardeşler” arasındaysa bunun kazananı da olmaz.

Bediüzzaman, Risale-i Nur talebelerinin hareket alanını “hizmet-i imaniye” ile sınırlıyor ve bunun tek hedefini açıkça belirtiyor: “Rıza-yı İlahi…

Yani dünyevi (dünyaya yönelik), hatta uhrevi (ahrete yönelik) hiç bir beklentiye girilmeden, sırf Allah’ın rızasına uygunluğu esas alarak elden geleni yapmak ve hiçbir şekilde “Vazife-i İlahiyeye karışmamak”… Ne dünyevi, hatta ne de uhrevi ücret beklentisine girmemek…

Düşünün: Bediüzzaman hazretleri, defalarca hapse atılırken, elleri-kolları bağlı sürgün edilirken, zehirlenirken, idamla yargılanırken, ezan Türkçeleştirilirken, alfabe ve kılık kıyafet değiştirilirken itiraz etti, ama isyan etmedi. Neden isyan etmediğini soranlara, “müsbet hareket”in önemini anlattı, “Ben Atranik’le (Yunanlı general) Enver’e (Enver Paşa kastediliyor) tokat vurmam” diyerek, içerdeki politikacıları vurmak için, Türkiye düşmanlarıyla birlikte hareket etmeyeceğini vurguladı.

“Fena ve fani bir adam” dediği Tevfik Fikret’in, “baki ve güzel bir sözü” ile umudunu kainata emzirdi:

“Zulmün topu var, güllesi var, kal’ası varsa,

“Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır;

“Göz yumma güneşten, ne kadar nuru kararsa,

“Sönmez ebedi, her gecenin gündüzü vardır.”

Dedi ki: “Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti için, her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz… Asayişin birer manevi bekçisiyiz.

Risale-i Nur talebelerine de şu vasiyeti bıraktı: “Şayet sizi yanlış anlayarak yahut büsbütün anlamayarak, ihlas ile yaptığınız bu iman hizmetine mukabil sizlere sıkıntı verirlerse, sakın menfi hareketlere tevessül etmeyin; sıkıntıları sabırla ve şükürle karşılayın.”

Bu yaklaşım, “ensene vursunlar, ekmeğini alsınlar” yaklaşımından öte bir “sükünet” ve “suhulet” yaklaşımıdır.

İzninizle, bu çerçevede kalma kararlılığı içindeyim

Yavuz Bahadıroğlu

Mezhep kavgasını önlemek için istismar yolları kapatılmalı!

Türkiye’nin bölgesinde güçlü bir ülke olmasını istemeyenler ellerine geçirdikleri her fırsatı değerlendirerek çatışma alanları çıkardılar. Bir zamanlar sağ-sol kavgası çıkaranlar daha sonra Türk-Kürt çatışması yaptırttılar.

Son zamanlarda Türkiye’nin güçlenmesi ve bölgede bir istikrar unsuru olmasıyla çatışma alanları da bitirilmeye çalışılıyor. Kırk yıl süren ve on binlerce cana, milyarlarca liraya mal olan terör sorununun çözüm sürecine girdiği şu günlerde yeni bir çatışma alanı oluşturulmaya çalışılıyor. Bunun için de Sünnilik ve Alevilik üzerinden gidilerek bir mezhep kavgası çıkarılmak isteniyor.

Tarihçi-Yazar Yavuz Bahadıroğlu ile konunun dünü, bugünü ve çözüm yolları üzerine bir söyleşi yaptık.

Ülkemizi karıştırmak isteyenler daha önce sağ-sol çatışması, Türk-Kürt çatışması çıkardılar. Şimdi de Türkiye’de Sünnilik ve Alevilik üzerinden bir mezhep çatışması mı çıkarılmak isteniyor?

Bu söylediğiniz tarih boyunca yapılmak istendi zaten. Biz imparatorluk kültüründen geliyor olmamız itibariyle bir ulus devlet değiliz yani homojen bir yapımız yok. Dolayısıyla burada demokrasi ahlakının erdemi öne çıkıyor, yani ne düşünürse düşünsün ötekine de saygı göstermek ve ötekini de ötekileştirmeden seninle birlikte yaşama hakkı olduğunu düşünmek. Sadece düşünmek değil buna inanmak, bunu bir hayat prensibi olarak geliştirmek gerekiyor.

Böyle toplumlara çok etki edemezler ama ötekileştirmeye meraklı toplumlar yani “benim gibi inanıyorsan, benim gibi düşünüyorsan, benim gibi giyiniyorsan yaşama ve demokratik haklardan yararlanma hakkın var” anlayışı pompalanmış toplumlarda başkasına tahammül kültürü gelişmez. Gelişmediği zaman da o yara hep kaşınır.

1800’lü yıllardan beri Tarsus’tan tutunuz Erzurum’a kadar, İzmir’den İstanbul’a kadar çok fazla sayıda ve bir sürü okul açılmış. Bunlar İngilizlerindir, Fransızlarındır, Amerikalılarındır, İtalyanlarındır hatta Yunanlılarındır ve maalesef denetimsiz iş yaptılar. Bunlarla yetinilmedi, barış gönüllüleri adı altında misyoner teşkilatlar geldi, görünüşte barış gönüllüsüydü ama bunlar misyonerlik faaliyetlerinin altyapısını oluşturmaya memurdular. Bunlar o zaman ülkenin toplumsal haritasını çıkardılar. Kim nedir, hangi mezheptendir, hangi millettendir… Yeri ve zamanı geldiğinde de bu bilgileri kullanarak bahsettiğiniz çatışmaları çıkardılar. Şimdi de Sünni-Alevi çatışması çıkarmak istiyorlar.

Sünni-Alevi çatışması çıkarmak isteyenlerin en büyük argümanı Yavuz Sultan Selim’in 40 bin Alevi’yi katlettiği iddiası. Bu iddianın gerçeklik payı var mı? 

Aleviler üstüne şiddet ve baskının Osmanlı tarihinin tamamını kapsamadığı, hele hiçbir zaman bunun bir devlet politikası haline gelmediği, zaman zaman yapılan baskının ise dinî kimliğe değil, dinî kimliğin siyasete âlet edilmesine yönelik bulunduğu gerçeği belgelenmiştir…

Yavuz’un İran üzerine sefere çıkmadan önce, dönemin önde gelen din adamları İbn Kemal ve Sarı Gürz’den Safeviler’le savaşmanın meşru olduğuna dair fetva aldığı doğrudur. Bu her savaş öncesi alınması zorunlu olan rutin fetvalardan biridir. Ama bu fetvalara dayanılarak 40 bin “Kızılbaş”ın katledildiği korkunç bir iftiradan ibarettir.

Bu kayıt, devrin kaynaklarından sadece İdris-i Bitlisi’nin “Selim Şahnâmesi”nde var. Yavuz döneminde yazılmış diğer kaynaklarda böyle bir bilgiye rastlamıyoruz. Her devirde titizlikle tutulup korunan mahkeme defterlerinde de böyle bir kayıt yok.

Dönemin kaynakları incelendiğinde, Yavuz döneminde bazı Türkmen aşiretlerinin sürgüne gönderildiği, Şah İsmail’e casusluk ve “halife”lik yapan, hatta Anadolu’daki operasyonlarını finanse eden bazı “Kızılbaş”ların ise yargılanıp idam edildiklerine ilişkin bazı kayıtlar görülür. Ancak o günün şartlarında nüfus açısından çok büyük bir rakamı ifade eden 40 bin kişinin öldürüldüğü iddiaları hiç birinde yer almaz. Çünkü böyle bir şeyin olması imkânsızdır.

Neden?

Hatırlayalım ki, 16. yüzyılın başlarında Alevilerin yoğun biçimde yaşadığı Sivas, Tokat gibi şehirlerin nüfusu 3-4 bin civarındadır. Bölgede 40 bin kişinin katledilmesi demek 10-15 şehrin tamamen yok edilmesi demektir. Dolayısıyla üretimde aksamalar olacak, vergi gelirleri doğal olarak düşecektir. Ama böyle bir şey söz konusu değildir.

Ayrıca yol, baraj, tesis ve diğer inşaatlar sebebiyle bölgenin altı üstüne getirilmiştir, ama hiçbir yerde iddialara hak verdirecek toplu mezara rastlanmamıştır. Onca cesedi denize atmış (ki atılsa sahile vurur) ya da havaya savurmuş olabilirler mi, ne dersiniz?

Yavuz’un, Safevilerle mücadelesi üzerine yaptığı geniş araştırmalarıyla tanınan Jean-Louis Bacque Grammont, “Padişahın o tarihte 40 bin kişiyi kılıçtan geçirttiği iddiasını doğrulayacak hiçbir delil yoktur” diyor. Robert Mantran ise şunu ekliyor: “Görüldüğü kadarıyla, bu ‘büyücü avı’, özellikle olaylara bulaşan tımar sahiplerini yerlerinden atmak ve bilinen elebaşıları öldürmekten ibaret kaldı. Elimizde 1513 ya da 1514’te ‘40 bin sapkının kırılması’ efsanesini destekleyen hiçbir kanıt yoktur.”

Konunun uzmanlarından tarihçi Mustafa Akdağ da aynı görüştedir: “Yavuz Sultan Selim devrine ait pek çok mahkeme defteri hâlâ elimizdedir. Bunlar üzerinde yaptığımız araştırmalarda, bu çapta kitle idamlarına rastlayamadık. Eğer öyle kanlı bir olay geçseydi, bu defterlerde yer alması zorunluydu.”

Tüm bu aslı olmayan iddialara rağmen bir mezhep kavgası çıkabilir mi? Türk-Kürt çatışmasında başarılı olamadılar ama burada ne yapabilirler?

Bizim bir feraset tarafımız var, yani çok sıkıştığımız zaman “Evet bütün bu ayrılıklar, dışlamalar falan vardır ama sonuçta insanız, aynı toprağın çocuğuyuz” deyiveriyoruz. Bu sayede Türk-Kürt çatışmasında başarılı olamadılar çünkü Kürtler ve Türkler çok fazla kız alıp vererek adeta birbirlerinin içine girmişler. Bu sebeple çok başarılı olamadılar ama kırk sene süren bir terörle de canımızı fena halde yaktılar.

Ancak Türklerle Kürtler arasındaki bu kaynaşma Alevilerle Sünniler arasında çok olmadı. Kız alıp vermekte özellikle bir ailevi direniş söz konusu.

Bu tehlikeyi bertaraf etmek için ne yapılmalı o zaman?

Burada bizim yapmamız gereken şey insanı insan olarak kabul etmektir. Osmanlı aşağı yukarı kırk ırk üzerinde bir imparatorluk inşa etmişti. Kimse kimseye dışlayıcı bakmamıştı, neysen o… Hristiyan’san Hristiyan, Musevi’ysen Musevi… Hatta Fatih’in fermanında “Allah’ın soracağı soruları insanlara sormayın. Siz insanlara aç olup olmadıklarını, hasta olup olmadıklarını, ihtiyaçları olup olmadıklarını sorun” denir.  Bu bakış açısı bu işi büyük ölçüde halletmişti.

Bu bakış açısı Cumhuriyet döneminde bir grup yok sayılarak kaybedildi maalesef. O dönemde Aleviler yok farz edildi, gerçi Sünniler de yok farz edildi… Laiklik dinsizlik olarak algılandı o dönemde. Ezan değiştirildi, Kur’an okuma yasaklandı; medrese, tekke ve zaviyeler kapatıldı.

Yeni bir oyun sergilenmek istendiği ortada. Bu oyunu bozmak için devlete ne gibi görevler düşüyor?

Devlet, bahaneleri ortadan kaldıracak adımlar atmalı. Alevi çocuklar istedikleri gibi dinî eğitimlerini almalılar, mesela onların da kursları olmalı ve hatta bu kursları Diyanet açmalı. Bunda bir mahzur yok. Aleviler, “Ben de Müslümanım ama sizin inandıklarınıza inanmıyorum” diyor. Napalım, bana ne! Devlet “Bana ne” demeli, laikliğin gereği de odur. Devlet, camiye yardım yapıyorsa cemevine de yapmalı, camiye arsa temin ediyorsa cemevine de etmeli… Deniyor ki: “Efendim onlar sema yaparak, saz çalarak ibadet yaparlar…” Sana ne! Hristiyanlar da piyano çalarak ibadet ediyor, org çalarak ibadet ediyor, bize ne!  Biz dergâhları kapattık da iyi mi ettik, yürekle iletişimini kopardık. Bırakın her caminin yanına bir cemevi yapacaklarmış, buyursunlar… Gerekçeleri ellerinden almak lazım, istismar konularını ellerinden almak lazım… Devletin yapacağı bu…

Ruhban okulunu açmayalım deniyor, niye açmıyorsun? Adamın papaz ihtiyacı var, onu yetiştirecek. Ruhban okulunu açın, öte yandan Ayasofya’yı da açın… İnsanlara yasak koymayın, mabet yasağı koymayın, eğitim yasağı koymayın, dinî yasakları bütünüyle kaldırın… Dergâhları tekkeleri açın, orada insan yüreği olgunlaşıyor. Bu toplumu rahatlatır. Toplumu en fazla rahatlatan inanç özgürlüğü ve ifade özgürlüğüdür. Bunları topluma tanımadığınız zaman bir şekilde patlayacaktır ve müthiş bir tatminsizlik doğacaktır.

Peki, halkın yani toplumun bu oyuna gelmemesi için nelere dikkat etmesi gerekir?

Mum söndü falan gibi hikâyeleri, dayanağı olmayan, gerçeği olmayan şeyleri Sünniler unutsunlar. Aleviler de Sünnilere “Yezit” demekten vazgeçsinler. Yezidi kimse sevmez. Sünniler de Hz. Hasan’ı, Hz. Hüseyin’i severler. Kerbela’da olanlar kabul edilemez. O bakımdan söylemlerimize dikkat etmemiz lazım.

Biraz muhtevaya önem vermemiz lazım. Kardeşlik vurgusu sözde olmaz özde olur. Serbest bıraktığınız zaman bu olur. Anadolu’da köylerde karışık yaşıyor Alevilerle Sünniler. Kimseye de bir zararı yok. Ne kadar rahat bırakırsanız o kadar kardeşleşir insanlar.

Salih Altın

MoralDunyasi.com

Kanuni niçin “Muhteşem”di?

Devir, Kanuni Sultan Süleyman devri…

Yer, İstanbul Ayasofya Camii…

Vakit, cuma namazı vakti…

Koca cami hınca hınç dolu, vaiz kürsüde…

Sesi zaman zaman sertleşip yükseliyor:

“Bre, ne günlere kaldık” diye yakınıyor. “Koskoca Osmanlı Devleti’nin hac farizamızı emniyetle yapmamıza imkân verecek tedbirler alamaz vaziyete düşmesi ne hicrandır…”

Terini siliyor:

“Gemilerle hacca giden Müslümanlar Malta keferesi (Malta şövalyeleri) tarafından cebren durdurulmakta ve soyulmaktadır. İllâ velâkin padişah efendimizin umurunda değil. Koskoca Osmanlı, ömrü uzun olası padişahımızın devr-i saltanatında acze düşmüş da iki buçuk çapaçulun hakkında gelemez mi olmuş?”

Sözün burasında yumruğunu kürsüye vuruyor:

“Acil tedbir alınmaz ise Muhammed ümmetinin bedduası billahi yağmur gibi üzerimize yağacak, bizi de padişahı da helak edecektir.”

Sessizlik…

Sonra uğultu:

“Haklı söyler, tedbir alına!”

Hoca çok sert konuşmaktadır…

Cemaat iştirak etmektedir…

O günün şartlarında böyle ifadeler kullanmak aklın alacağı şey değildir…

O günün Avrupa’sında bunun binde birini söylemeye kalkışanlar aslanlara yedirilmektedir.

Ama Osmanlı Devleti başkadır. Osmanlı Devleti, yönettiği insanlara değer veren, onlara söz hakkı, özellikle de “tenkit hakkı” tanıyan bir devlettir.

Bu yüzden ne padişah, ne de başka bir yönetici bunu “isyana teşvik” saymamış, kimse töhmet altına girmemiştir.

Hoca ve cemaate hiç bir yasal işlem yapılmamıştır.

Fakat Malta kuşatılmak suretiyle gereken hemen yapılmış, Müslümanların deniz yoluyla rahat rahat ve huzur içinde hacca gidip gelmeleri sağlanmıştır.

Kanuni’nin muhteşemliği

Böyle bir örneğe bugün ülkemizde rastlanabilir mi?

Sultanahmet Camii kürsüsünden hükümet politikalarına gayetle sert bir üslupta eleştiren vaizlerin hali acaba ne olur?

Osmanlı’nın zirve yaptığı dönemi ve dönemin en üst düzey birkaç yöneticisini tanımak, bir bakıma gelişmenin-büyümenin sırrını aramaktır. Bu sebeple Kanuni ve dönemi üzerinde durmak lazım.

Muhteşem Süleyman, son seferiyle tekrar Avusturya üzerine yönelmişti (1 Mayıs 1556). Yetmiş bir yaşındaydı ve diri göründüğünü söyleyenlere acı acı gülümseyip, “Ayruk gocaduk” diyordu.

Zigetvar Kalesi kuşatması sırasında rahatsızlandı. Koca çınar yıkılma aşamasına gelmişti. Başucunda 24 saat Kur’an-ı Kerim okunmasını emret­ti. Hafızlara sık sık kendisi de eşlik ediyordu.

Zigetvar kuşatması uzadıkça canı sıkıldı. Komutanlarını Otağ-ı Hümayûna (padişah ça­dırı­) çağırdı: “Bu kal’a bizum yüreğumuzi yakmışdur” dedi. “Dileruz Hak’tan, ateşlere yana!”

5 Eylül günü dış kalenin teslim alındığını duyunca pek sevindi. Ellerini açıp dua ettikten sonra, bir anlık gençleşen sesiyle son kez kükredi: “Tiz iç kale de fetholunsun!”

İç kale de fethedildi. Ne çare ki koca hünkâr, ondan sadece birkaç saat önce fani hayata gözlerini kapamıştı. (6/7 Eylül gecesi, 1566)

Sahib-i devlet ölmüştü. Padişah-ı cihan, dâr-ı cinana vasıl olmuştu. En uzun seferi başlamıştı, ki, o uzun sefere tac u tahtsız, şan u şöhretsiz çıkılırdı…

71 yaşında, 46 yıllık hükümdardı. İç organla­rı öldüğü yere, vücudu İstanbul Süleymaniye’deki ca­miinin avlusuna, Koca Sinan’a yaptırdığı türbesine gömüldü.

Büyük bir hükümdardı. Doğu’da ve Batı’da “Muhteşem” unvanıyla anılırdı. Tarihimizdeki hataları büyüteç altında inceleyen yabancılar bile büyüklüğünü kabul ederek, onu daima saygıyla andılar.

Sir Edward S. Creasy şöyle diyor: “Süleyman büyüktü. Yalnız müsait şartların tesadüfle­riyle değil… Kullandığı azim ve ifade dolayısıyla da de­ğil… O, bizatihi büyüktü.”

Sir William Sterling-Maxwell de aynı kanaattedir: “Birinci Süleyman, on altıncı asrın en büyük hükümdarıydı.”

Büyüklüğü insanlığındaydı

Zaferleriyle değil, insanlığıyla büyüktü. Öncelikle âdildi. Hangi konumda olursa olsun, insana saygılıydı. Herkesin hakkını gözetir, haksızlık-adaletsizlik yapmamaya özen gösterir, devlet adamlarına da sürekli bunu telkin ederdi…

Şu inceliğe bakar mısın lütfen?

Hüsrev Paşa, o tarihte Mısır Beylerbeyi’dir. Mısır Eyaleti’nin vergilerini toplayıp İstanbul’a gönderir. O yıl gelen verginin geçen yıllardan daha fazla olduğunu gören padişah, Mısır’a hemen müfettişler gönderir:

“Bakın ki, bu paralar ahaliye baskı yapılarak mı toplanmıştır?” (Maliye Bakanımızın kulakları çınlasın.)

Müfettişler Mısır’a gidip aylarca araştırır, soruştururlar; nihayet vergi artışının zorlamayla değil, yeni sulama kanallarının açılması sonucu sulanan arazinin fazla ürün vermesiyle sağlandığına kani olurlar ve kanaatlerini padişaha arz ederler.

Buna rağmen Kanuni, Mısır’dan gelen vergi fazlasını yol, liman, sulama kanalı inşaatlarında kullanılmak üzere Mısır’a iade eder. Hassas yüreği buna rağmen tatmin olmamış olacak ki, Hüsrev Paşa’yı Mısır Beylerbeyliği görevinden alır, yerine Hadîm (hizmetkâr anlamında) Süleyman Paşa’yı tayin eder.

Bu olayda da görüldüğü gibi, Kanuni Sultan Süleyman, milletini devletine ezdirmeyen bir hükümdardı. Padişahların bile keyfi hareket edememesi için, meşhur “Kanunnâme”sinde, ilk kez “görev-yetki” tanımlaması yapmıştı. Ve koyduğu kurallara öncelikle de kendisi uymuştu.

Şu olay bunun delilidir:

Muhteşem Süleyman, ihtişamın zirvesinde bulunduğu günlerden Kâğıthane civarında ava çıkar. Dolaşırken, Bizans döneminden kalma su yollarına tesa­düf eder. Bunların onarılarak kullanılabileceğini düşünür.

Bu işlerde son derece deneyimli Nikola isimli Rum bir mühendis bulur. Düşüncesini açar ve eski su yollarını tamir etmesini ister.

Nikola amele ve ustalar tutup bölgede çalışmaya koyulur. Bunu duyan Vezir-i Âzam (başbakan) Rüstem Paşa’nın tepesi atar. Padişahın kendi görev alanına tecavüz ettiğini düşünür ve Nikola’yı nezarete attırır.

Bir süre sonra padişah, çalışmaların ne durumda olduğunu görmeye gider. Ne görsün: Kazma dahi vurulmamıştır…

Talimatının Rum mühendis Nikola tarafından göz ardı edildiğini düşünüp soruşturma açtırır. Anlaşılır ki, Nikola hapistedir.

Kanuni Sultan Süleyman, Vezir-i Âzam Rüstem Paşa’yı çağırtıp sorar:

“Su yolcu zimmînin hapsine bais nedur?” (Su yolları yapan gayrimüslimi neden hapsettin?)

Rüstem Paşa’nın, dünya hukuk tarihine geçmeye layık cevabını bugünkü dile çevirelim:

“Hünkârım! Benim haberim olmadan sen böyle işlere kalkışamazsın ve devletin başına keyfî kararlarınla masraf kapıları açamazsın. Bu işi hükümet araştırır ve eğer icap ederse suyu hükümet getirir. Seninle te­masına mâni olmak için mühendisi nezarete ben attırdım.”

Bu cevap, demokrasilerin temelini teşkil eden “kuvvetler ayrılığı prensibi”nin Osmanlı Devleti’ne, daha ortada demokrasinin “D”si yokken, hakim olduğunu gösteren bir anlayışı simgeliyor.

Bu ağır cevap karşısında Muhteşem Süleyman ne yaptı dersiniz?

Okul kitaplarında sık sık anlatıldığı gibi, “mutlak ira­de”siyle yerinden fırlayıp, “Padişah hükmüne karşı gelmenin cezası ölümdür; tiz sadrazamın boynu vurula!” mı dedi?..

Hayır…

“Seni azlittüm! Bütün emvalini (malını-mülkünü) hazi­neye irad kaydittüm. Var Allah’tan bul!” diyerek sürgüne mi gönderdi?

Yine hayır…

Sadece boynunu büktü, vezir-i âzamına hak verdi, salahiyetini aştığını kabul edip adeta özür diledi: “Benim vezirim, münasip olanı yapasun!”

Bugün için bile bu tablo bir hasret tablodur! Türkiye, maalesef, “kuvvetler ayrılığı prensi­bi”ni hâlâ oturtamamıştır.

İnsanımıza da “kalıcı hedef” veremedik…

Patinaj yapmamızın sebebi budur!

Yavuz Bahadıroğlu

Moral Dünyası

Gerçek demokrasi Osmanlı’da yaşanmıştı!

Günümüzde “özgürlük” deyince akla Amerika ve Avrupa geliyor. Doğru, özgürlük bu ülkelerde kavram olarak var, ama acaba top­lumsal sınıflar eşit olarak bunun nimetlerinden yararlanabiliyorlar mı?

Mesela sokaklarda yatmak zorunda olan çulsuz biriyle bir iş adamına ya da mevki-makam sahibi birine, demokrasi, aynı imkânları mı sunuyor?

Ya da şöyle düşünelim: Demokrasinin çulsuza verdiği hak­la (tabii ki bu insana verilen değerle ölçülür) seçkine verdi­ği hak aynı mı?

“Hayır,” diyor, Fransız tarihçi Ch. Seignobos. “Batı’nın eşitliği nispidir. Aslında her alana müthiş bir eşitsizlik hâ­kimdir. Ülkemi (Fransa) ele alacak olursa evvela asiller ve rahipler sınıfını görürüz. Onların alt katında üç sınıf daha var: Burjuva (Bourgeosie), Vilen (Vilain) ve Sarf (Serf yani esir, ya da köle). Asillerle rahipler, eski dönem boyunca tüm haklardan ve nimetlerden yararlandılar. Yeni döneme gelince… Demok­rasi yine bu zümrelere çalıştı, çünkü mekanizmaya hâ­kimdiler, geçişi diledikleri gibi ayarlayıp mekanizmayı is­tedikleri gibi işlettiler.”

Böylece asiller ve rahipler sınıfı hem yönetime hâkim oldular, hem de ekonomiye… Bazı istisnalar hariç tutulursa, alt tabakaların başarı şansları hiç olmadı. Hatta bazı sınıfların hayvanlar kadar bile hakları yoktu. Bütün angaryalar alt sınıfların boynundaydı. Derebeyle­ri top­raklarını satmak istediklerinde “kelle” hesabıyla köylüleri de satışa sunarlardı.

Köylü, derebeylerine ait topraklarda bedava çalışmak zo­rundaydı. (Buna corvé/angarya denirdi) Kaçmak istediğin­de dövülür, işkenceye tabi tutulur, hatta vurulurdu.

“Köylüler, köylerinin sahibi olan derebeyinin her arzusuna, hiçbir savunma hakkı olmaksızın boyun eğmek zorundaydılar. Çünkü isterse derebeyi onları yargılayabilirdi ve hüküm kesindi. Köylülerin ise başvurabilecekleri bir merci yoktu.” (Ch. Seignobos, Le Moyen Age, Paris 1907)

Fransız Enstitüsü üyesi Funck-Brentano’nun “La société au moyen âge” isimli eserinde köylülerin “namuslarına sahip çıkma” haklarının bile olmadığını yazar:

“Halkın derebeylerine karşı aile namuslarını koruma hakları bile yoktu. Çünkü gelinle damat, gerdeğe girmeden önce davetlileriyle birlikte derebeyinin şatosuna gitmek ve gelini derebeyine sunmak zorundaydılar. Derebeyi isterse gelinle sabahlayabilir ve hiç kimse bunun hesabını soramazdı.” (La société au moyen âge, Paris 1937, s. 51)

Kanun nazarında eşitlik

Aynı dönemde, hatta daha öncesinde Osmanlılarda “eşitlik ilkesi” tüm hayata hâkimdir. Lois Gardet’in deyişiy­le, “Bü­tün mü’minler kanun nazarında eşittir, çünkü kar­deştirler.”

Bunun kolayca sağlanmasının sebebini inanç sisteminde aramak lazım… İnancın gereği olarak Osmanlılarda “imtiyaz/ayrıcalık” yoktur. Tabiatıyla “asiller sınıfı”n­dan ya da Hıristiyanlıktaki gibi “ruhban sınıfı”ndan söz edilemez.

Selçuklu ve Osmanlı tarihinin aynı döneminde, Avrupa tarihinde gördüğümüz insanlık dışı uygulamalara asla rast­lan­maz. “Kanun önünde eşitlik ilkesi” hayata öylesine derinden hâkimdir ki, sıradan insanlar kimi padişahları mahkemeye verip yargılatmış, hatta mahkûm ettirmişlerdir.

Bunu yapabilmek bugünün demokratik anlayışı içinde bile zordur.

Bu anlayışın temelinde, kuşkusuz, İslam’ın “kul hakkını ye­meme” kuralı yatar. Allah’ın kul hakkını bağışlamayacağı inancı, yöneticileri hamiyetli, yönetilenleri emniyetli yapmıştır.

Böyle bir ortamda diktatörlüğün herhangi bir versiyonunun yeşermesi neredeyse imkânsızdır. Zaman zaman dikta­tor­yal yansımaları olan bazı uygulamalar ise, bugünün anlayışıyla değil, dönemin zaruretleriyle birlikte düşünülmelidir.

Yüzyıllar boyu Osmanlı ülkesine gelip tetkiklerde bulunan Avrupalı gezginler, Avrupa ile mukayese kabul etmez insan hakları uygulamaları karşısında şaşkınlıklarını dile getirmekten kendilerini alamamışlar, kendi toplumları için de böylesine “hakça” ve “insanca” bir yönetim temenni etmişlerdir.

Bunların arasında özellikle Comte de Marsigli’nin tespit­leri dikkate değer. Çünkü Marsigli bir İslâm-Türk düş­ma­nıdır. Buna rağmen Osmanlı Devleti yönetiminin insan­lara verdiği değerle riayet ettiği insan hak ve hürriyetle­rinden bahsetmiştir.

Kendisi diplomat olan bu kişi, 1732’de La Haye’de yayın­ladığı hatıratının birinci cildinin 28-29. sayfalarında Os­manlı idaresini övmekten geri duramaz:

“Tarihçilerimizin hepsi Osmanlı padişahlarının diktatör olduklarını dünyaya ilan ediyorlar. Halbuki Osmanlı devlet sistemiyle diktatörlük arasında en ufak bir bağ yok. Nasıl olsun ki, padişahın maiyetinde bulunan ve adına ‘Kapıkulu’ denen askerî teşkilatın (yeniçeri ve sipahileri kastediyor) gerek eski padişahlardan kalma kanunlar mucibince, gerekse kendi gelenekleri gereği padişahı tahttan indirebiliyor, zindana bile atabiliyorlar.”

Padişah “mutlak” değildi

Avrupalı diplomat Comte de Marsigli, padişahların “mutlak” olmadıklarını belirtme açısından, şöyle bir olaydan söz ediyor:

Sultan IV. Mehmed’in (Avcı Mehmed) taht yılları…

Ava fazla meraklı olduğundan devlet işleriyle ilgilenme­me­si, sınır kalelerden feryatlar yükselmesine sebep olur. Os­man­lı’nın kılıcından boynunu uzak hisseden Maca­ristan imparatoru Leopold sınır kaleleri bir bir vurmaya, Osmanlı köy ve şehirlerini yağmalamaya başlar.

Bunun vahim sonuçlarını padişaha anlatmakta zorlukları bulunan sadrazam, ulema ile istişare ettikten sonra savaş kararı alır. Ve padişaha bunu “karar” olarak tebliğ eder:

“Hünkârım, tez vakitte Macaristan’a seferimiz vardır, dualarınızı eksik etmeyesüz.”

Savaş kararı ciddi iştir ve o güne kadar padişahlar tarafından alınmıştır. Sultan Mehmed öfkeyle bunu hatırlatınca şu cevabı alır:

“Hâdisatın vehametini arz edecek merci bulamazız!”

Padişah öfkelenmekle birlikte sadrazamına hak vermekten de kendini alamaz. Haklıdır, zira padişahın günleri Da­vut­paşa’daki av köşkünde geçmektedir. Ama bu zaafını sadrazamına belli etmek istemez.

Kükrer gibi sorar:

“Şimdi bu kararı tasdik etmemi beklemektesin öyle mi?”

“Beli, tasdik buyurasuz hünkârum.”

“Evvelemirde şeyhülislam hazretlerine arz edile, fetva alına…”

Sadrazam işin böyle gelişeceğini çoktan düşünmüş, şeyhülislamdan gerekli izni çoktan almıştı.

Fetvayı uzattı:

“Ol mesele hallolmuştur, sıra hünkârımın tasdikine gel­miş­tur.”

Kararın hukukilik kazanması padişahın onayına bağlıdır. Ancak padişah “şu sıralar” böyle bir savaşı uygun bulmamak­tadır.

“Bir vakit talik edelim (erteleyelim).”

“Hadisatin buna tahammülü yoktur. Serhad şehirleru­muz­­den feryad ü figânlar gelir, Müslüman ırzı ve namusu pây­­mal olurken, bekleyemezuk. Beklemek azim vebal olur. Mü­hürleyunuz hünkârım!”

Padişah direnmeyi tekrar denedi. Zira hem Macaristan’la girişilecek bir savaşın iyi sonuçlar vermeyeceğine inanıyor, hem de “av günleri”nden uzaklaşmayı kabullenemiyordu.

“Daha münasipçe bir vakitte olsaydı mühürlerdim, vela­kin şimdiki zaman cenge elverişli bir zaman değil, yaza kalsun.”

Sadrazam temenna ederek huzurdan ayrıldı.

Doğruca şeyhülislâma gitti.

Durumu açık açık anlattı.

Ve şeyhülislâm, İslam-Türk düşmanı Comte de Mar­sig­li’­nin 1732’de La Haye’de yayınladığı hatıratında belirttiği üzere yeni bir fetva çıkardı. Özetle dedi ki:

“…Bu durumda padişahın savaş ilanını erteleme yetkisi yoktur. Tasdike mecburdur vesselam!”

Padişah savaş ilanını onayladı.

Marsigli, padişahların “mutlak” olmadıklarına dair pek çok örnek verdikten sonra, yukarıda adı geçen kitabının 31. sayfasına şu hüküm cümlesini yerleştiriyor: “Buraya kadar verdiğim örneklerden de anlaşılacağı gibi, Osmanlı Devleti bir aristokrasi değil, bir demokrasidir.”

M. Porter’i dinleyelim: “Kur’an hükümleri zulüm ve istibdada karşı çok kuvvetli bir engeldir. Savaş ya da barışla Osmanlı hâkimiyetine giren Hıristiyan milletlerin malları ve mülkleri güven altına girer. Pa­dişah, Hıristiyan ahalinin haklarının da muhafızlığını yapmak zorundadır. Bu durumda keyfi bir istibdat manzarası görmeye imkân yoktur.”

Fransız gezgini ve yazarı A. L. Castellan yazıyor: “Tebaasının hayatına, namus ve haysiyetine, malıyla mülküne hâkim sayılan padişahın iradesi Kur’an hükümlerinden, şeriat ulemasının kararlarından veyahut şeyhülislamın fetvalarından üstün değildir.” (Moeurs, usages, costumes, des Othomans et abrégé de leur historie 1812, c. 3, s. 14-15)

Kitabının 28-29. sayfalarında ise bir olaydan bahseder: “Sultan I. Mahmud (gerçi yanlışlıkla III. Osman diye yaz­mıştır, ama verdiği tarihte Osmanlı tahtında I. Mah­mud oturmaktadır) hastalığı sebebiyle bir cuma günü camiye gidemediği için halk galeyana gelmiş, taşkınlık yapmış, bundan dolayı padişahın hastalığı artmış, buna rağmen ertesi cuma Ayasofya’ya namaza giderek halkı memnun etmeye çalışmıştır.”

Yani halk denetim görevini yapıyor.

A. Ubicini’yi dinleyelim: “Osmanlı Devleti şeklen mutlak bir saltanat olmakla beraber, esasına bakıldığı zaman her şeyden önce müesseseleriyle saltanatın tabi olduğu şartlardan ve ondan sonra da dünyanın hiçbir yerinde misli görülmemiş derecede hükümet yetkililerini tadil ve hatta sınırlandıran örf ve âdetlerinden dolayı yumuşak bir idaredir.” (La Turquie actuelle, 1855 Paris, s. 12)

Eski Romanya başbakanlarından meşhur tarihçi Iorga, on beşinci asırdan on dokuzuncu asra kadar Osmanlı Dev­leti’ni gezen seyyahların hatıralarını değerlendirdikten sonra dürüst bir tarihçi vicdanıyla şu hükmü veriyor: “Bugün Doğu’nun son derece geniş sahalarıyla Hıristiyan Batı’nın birçok zengin eyaletlerine hâkim olan Osmanlı cemiyetine demokrasi zihniyetinin hâkimiyeti ilk günlerinden itibaren hiçbir fasılaya uğramadan devam etmiştir.” (Les voyageurs français dans l’Orient européen, Paris 1928, s. 44)

“Osmanlı ülkesinin hiçbir tarafında halktan üstün sayılabilecek beylerle asilzâdelerden oluşmuş hiçbir yüksek tabaka yahut soylular sınıfı yoktur.” (Chalcondyle, His­to­i­re générale des Turc, Paris, 1662)

“Osmanlı memleketini gezerken, bütün insanların eşit olduğunu ilân eden İslâm kanununun dürüstçe uygulanışı karşısında derin düşüncelere daldım.” (James Baker, Turkey in Europe, Londra, 1877)

Osmanlı toplumu kendine öz güveni yüksek, moralli ve umutlu bir toplumdur. Yenilse bile umutlarını yitirmemek­te, mağlubiyetin kendisinde bir aşağılık duygusu oluş­turmasına izin vermemektedir.

“Harp talih işidir, kaderdir, başarı ve başarısızlık ebedi değildir” anlayışı içinde başarıdan şımarmayan, başarısızlığa ise teslim olmayan sağlam bir karaktere sahiptir.

İstanbul incelemeleriyle tanınan İngiliz yazar Georges Young, bu karakteristiği şöyle bir cümle ile özetliyor. Diyor ki: “En fakir Türk köylüsü bile kendini Ermeni bankeriyle Rum tüccarından üstün görür.” (Constantinople, Paris, 1934)

Durum “daha iyi” olsaydı, Osmanlı asırlarını anmayla kalır, kimse özlemez, hatırladıkça iç çekmezdi.

Yavuz Bahadıroğlu

Moral Dünyası Dergisi